28 Mart 2025 Cuma

Ljubljana

Galataport’ta bol bol kahve içip, kendimi uzun geceye hazırlamıştım. İstanbul’da akşam işlerimi bitirip, sabaha karşı Ljubljana’ya uçacaktım.

Galataport
Son zamanlarda benzeri nedenlerle İstanbul’a gelip, gidiyordum. Bu seyahatlerin çoğunda. otelim Avrupa tarafındayken Sabiha Gökçen’e, Asya tarafındayken de İstanbul Havaalanına inmiştim. Yine çoğu kez Sabiha Gökçen’e inip, Asya tarafında kalsam da Avrupa tarafına geçmek zorunda kalmıştım.

Asya-Avrupa arasındaki bu mahşeri yolculuk en az iki saat sürüyor sevgili arkadaşlar. Yolculuğun eğer varsa metro kısmı göreceli olarak biraz rahat, ancak o metrobüs denen satanist araca binince, saatlerce ayakta, hiç durmadan gaz-fren, böyle patates çuvalı gibi sağa sola savrula savrula gidiyorsunuz. Denemediyseniz söyleyeyim, nefret bir şey.

Manyak mısın, niye böyle kendine eziyet ediyorsun diye sorarsanız, kısa cevabım pintilik. Nerede ucuz uçak bileti bulursam onu alıp, Avrupa-Asya arası yol eziyetine katlanarak bir kaç yüz frank harcamaktan kurtuluyordum.

Ancak şansıma, bu kez Avrupa tarafındaydım ve İstanbul Havaalanı’ndan uçuyordum. Epik yolculuğum bir saat kadar kısalmıştı. Hele hele metrobüs yerine iki metro ile gidiyordum ki, limuzin gibi gelmişti.

İstanbul Havaalanına ilk gelişim değildi, ancak buradan ilk gidişim olacaktı. Bir kaç hafta önce kızlarla gelmiştik ve hemen pasaport kontrolünden geçip, çıkmıştık. Yani havaalanında gezip, dolaşacak fırsatımız olmamıştı. Bu kez saat on bir de gelmiştim ve saat sabah beşe kadar vaktim vardı.

Gördüğümde inanmakta zorlandım. Gerçekten devasa bir yer. Ancak insanın bütün enerjisini alıp, götürüyor. Uzun mesafeleri yürümek, daha tatilinize başlamadan sizi yoruyor. Fiyatlar ise İsviçre’nin en pahalı kayak merkezinden bile pahalı. Orta kararda bir yemek ve şarap için bir aylık kira parası harcamak mümkün.

Yine de gerçekten güzel görünümlü bir havaalanı.

Havaalanındaki her cafe ve barda bir şeyler içerek beş saat geçirdim. Telefonumu ve powerbank’imi şarj ettim (yeni Türkiyede buna “sarj” ettim diyorlar, karnıma ağrılar giriyor).

Air Serbia ile uçuyordum. Uçağımız saat beşte İstanbul’dan kalktı ve yine saat beşte Belgrad’a indi. Uçakta “Plazma Cookie” ikram ettiler. Sırbistan’dayken sevgili karımla her gün bunları yerdik.

Belgrad’a indik ve Ljubljana uçuşunun bir saat rötar yaptığını öğrendim. Bu da, bir üç saatlik daha vakit öldürmek demekti. Sabahın beşi olmasına rağmen havaalanındaki tek bara gittim. Kendime bir Krupac - Sırbistan’ın en güzel şarabi - söyledim. Bardaki kızla biraz geyikledik. O da, ben de, sabahın o saatinde gözlerimizi açık tutmaya çalışıyorduk.

Krupac’dan sonra bana Sırbistan’da olduğumu hatırlatan ikinci fenomen, havaalanındaki mahşeri sıcaklıktı. Sırplar’ın da, Türkler’in olduğu gibi ortaları yoktur. Ya en sıcak, ya en soğuk, ya sesi sonuna kadar açılmış müzik, ya sıfır müzik, vs.

Pervaneli bir ATR-72 bizi Ljubljana’ya götürdü. İndiğimizde hostes beni uyandırmıştı. Her iki uçuşta da birer saatlik uykuyla biraz kendime gelir gibi olmuştum.

İnince bir otobüsle Ljubljana’nın (Türkçe fonetik ile Liubliana) merkezine ulaştım.

Ljubljana, bildiğiniz gibi Slovenya’nın başkenti. Slovenya da eski Yugoslavya’nın bir parçası.

Yugoslavya çok büyük, çok ileri, refah düzeyi çok yüksek bir ülkeydi sevgili arkadaşlar. Parçalandığında Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ, Bosna, Makedonya ve Slovenya ortaya çıktı. Bölgesel bir güç olan büyük bir devlet, ayrıldıktan sonra birbirlerinin gırtlaklarına sarılan küçük, etkisiz ülkelere dönüştü. Aklı başında her Türk’ün bence biraz düşünüp, kendi ülkesinin geleceği için Yugoslavya’da ne olup bittiğini anlaması gerekir. Neyse, çok vakit kaybetmeyelim. Bütün Türkler zaten doğuştan her şeyi bildikleri için genelde benim fikirlerime ihtiyaç duymazlar.

Eski Yugoslavya’da çok vakit geçirdiğim için dillerini, adetlerini, yemeklerini, zevklerini falan biraz bilirim. Ancak Slovenya beni fazlasıyla şaşırttı.

Ljubljana’da yürürken insan kendisini eski Yugoslavya’dan ziyade sanki Prag yada daha da yakın benzerlikte, Bratislava’da hissediyor. Mimari fazlasıyla bu kentleri andırıyor.

Yemekler kontinental Avrupa yemekleri. Burek, cevapcici, pleskovica gibi tipik balkan yemeklerini hiç görmedim. Anlayamadığım bir sebeple hemen her menüde hamburger vardı. Olasılıkla Hollywood filmlerinin bir sonucu. Şaraplar ise biraz Çek, ama daha ziyade Avusturya şaraplarını andırıyordu.

Ancak beni en fazla şaşırtan Slovence oldu. Gramer ve kelime hazinesi olarak eski Yugoslavya’nın neredeyse aynısı olmasına rağmen, Slovenlerin konuşma şekli çok farklıydı.

Her Slav ulusu, dillerini biraz farklı tonlamalarla, vurgularla konuşurlar sevgili arkadaşlar. Polonyaca, daha doğrusu Lehçe mesela, çok yumuşak, aynı müzik gibidir. Devamlı “ş” sesini duyarsınız. Çekler ve Slovaklar biraz daha az “ş” kullansalar da tonlamaları yine çok yumuşaktır.

Ancak bana göre en komiği Ruslardır. Devamlı “lyı”, “myı”, “nyı” seslerini duyarsınız, sanki ağızlarında ekşi bir limon varmış gibi. Kulağıma çok efemine gelir.

Slav dilleri arasında en delikanlısını Sırplar konuşur. Genelde siyahlar içerisinde, kolları açık, bir omuz düşük, kallavi bir ses tonuyla “GDE Sİ BRATE, YASSEM DRAGAN, ŞTA RADİŞ” şeklinde kükreyerek konuşurlar. Hırvatlar ve Makedonlar hemen hemen aynı tonla, Bosnalılar ise belki biraz daha yumuşak olsa da yine yakın bir tarzla konuşurlar.

Slovenler ise Sırpçayı, yumuşak, sakin, Çekçe benzeri bir tonlamayla konuşuyorlar. Yürümeleri, oturup kalkmaları da fazlasıyla sakin.

Ez cümle, Slovenya’dayken eski Yugoslavya’da olduğumu çok fazla hissetmedim.

Slovenya, Avusturya, İtalya, Hırvatistan ve Macaristan’la komşu. Önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, sonra da Yugoslavya’nın bir parçası olmuş. Tüm komşularının olduğu gibi Katolik ağırlıklı bir nüfusu var.

Slovenya, Yugoslavya’dan ayrılan ilk ülke olmuş. 1991 yılında, sadece 60 kişinin hayatını kaybettiği, on gün süren bir savaş sonunda bağımsızlığını fiilen kazanmış. Yugoslavya’da sonradan olup, bitenleri göz önüne alırsanız, neredeyse barışçıl bir ayrılık olmuş diyebiliriz.

Sonrasında AB ve NATO üyelikleri gelmiş.

Slovenya, Alpler’in dibinde bir ülke. Kayak turizmi çok popüler, belki de Alplerin en ucuz kayak yapılabilen ülkesi. Bled isimli bir gölleri var. Gölün ortasındaki şato ile her mevsim kartpostallık bir manzara sunuyor gelenlere. Bled Gölü’nü 🐝Mezzy🐝 de görsün istediğimden bu kez tek başıma gitmedim.

Ljubljana’ya uzun süredir gitmek istiyordum ama sevgili karımın inadı yüzünden kısmet olmamıştı. Her eski Yugoslavyalı gibi, “şehir” deyince onun da aklına Belgrad, Zagreb falan gelir. Ben Ljubljana dedikçe, n’apacaksın Ljubljana’yı, Moudon’a git, aynı şey dedi, durdu. Kötü anlamda değil tabii. Moudon yakınımızdaki küçük bir şehir. İçinden minik bir nehir geçer, acayip de güzeldir. Hatta oraya taşınma olasılığımız var. Jelena’nın vurgusu Ljubljana’nın küçüklüğü üzerine. İşin aslı, Ljubljana, Moudon kadar küçük olmasa da, yine de ziyaret edilebilecek noktaları göz önüne alındığında, gerçekten de küçük sayılabilecek bir başkent.

Hal böyle olunca biz de Ljubljana gezimizi erteledik durduk. En sonunda İstanbul seyahatimi bahane edip, “Sen gelmeyeceksen ben dönüşte iki gün geçireyim” dedim, öyle Ljubljana’ya geldim.

Ljubljana, Ljubljanica nehrinin üzerine kurulmuş. Kırk kilometre uzunluğunda, küçücük bir nehir Ljubljanica. Sava nehrine dökülür. Malumunuz Sava Nehri, Belgrad’da Tuna Nehri’ne, Tuna Nehri, her ne kadar akmam dese de akıp, Romanya’da Karadenize dökülür.

Ljubljanica Nehri
Ljubljanica yemyeşil bir nehir sevgili arkadaşlar, ama yeşil dediysem, yeşil boya dökülmüş gibi, yemyeşil bir yeşil - çok yeşil dedim, farkındayım. Gördüyseniz, üzerine Mostar köprüsünün yapıldığı Neretva nehri kadar yeşil.

Ljubljana’nın merkezinde ise bu nehir boyunca bir çok cafe, bar ve restoran var. Bunların hepsi de inanılmaz güzel. Bazılarının nehir üzerindeki platformlarda bahçeleri var. Ben ilk gün seri bir bar-hopping yaparak bunların birkaçında şarap içip, bir şeyler yedim.

Bu restoranların birinde çok sevdiğim ekmek arası mantar çorbası buldum, iki gün boyunca her önünden geçtiğimde bir çorba içtim. Ekmek arası dediğime bakmayın, ekmekten yapılmış mantar biçiminde bir kap içerisinde getiriyorlar. Mantarın şapkası kızarmış, kruton gibi bir tadı oluyor. Bunu koparıp, çorba ile içebiliyorsunuz. Çorba geldikten bir süre sonra da ekmekten çeper yumuşuyor, kaşığınızla kazıyarak mükemmel bir lezzet elde edebiliyorsunuz. Bu çorbayı uzun yıllar önce Krakow’da çok içmişliğim vardır. Eski havaalanındaki yegane restoranda yaparlardı. Ekmek arası mantar çorbası o günlerde “Cuma olmuş, eve dönüyorum” anlamına gelirdi.

Yine nehir boyunca hepsi farklı bir tarzda yapılmış köprüler var. Bunların şehir merkezine en yakını ve en havalısı da Dragon Bridge, yani Ejder Köprüsü. Ljubljana’nın bir çok yerinde bu ejderlere rastlıyorsunuz. Şehrin simgesi herhalde.

Merkezdeki Preseren isimli meydan ve etrafındaki binalar, kelimenin tam anlamıyla muhteşem. Kırmızı ve pembe arası renkte bir kilise ve tabii ki ejder temalı bir heykel var.

Bir cadde üstte ise eski şehir isimli bölge var. Burası da ortaçağ/rönesans tarzı binalarla çevrili.

Ljubljana Kalesi
Eski şehrin üzerinde ise Ljubljana Kalesi var. Buraya giden bir kaç trekking patikası yapmışlar, ancak bayağı dik bir yokuş. Tembeller için ise bir füniküler var. Ben tabii ki patikaların biriyle yürüyerek çıktım (!)

Fünikülerden inince gerçekten hayal kırıklığına uğradım. Kalenin dışı mükemmel bir ortaçağ kalesi görünümündeyken, Slovenler avluyu ve kalenin içini bir Montreux Jazz Festival salonuna çevirmişler. Bir kalenin değil de bir AVM’nin içinde yürüyor gibi oluyorsunuz. Kalenin kulesi, Cenevre Havaalanı’nın kontrol kulesi gibi olmuş. Modernlik adına bütün tarihi dokuyu yok etmişler sizin anlayacağınız.

Eski şehirde kendime mükemmel bir et restoranı buldum. Katedralin tam yanında, Pazar günü de olduğu için servis var, çanlarla, ilahilerle, hüdai bir havada öğlen yemeğimi yedim. Sertifikalı, kaşarlanmış bir etobur olarak söyleyebilirim ki çok az bunun kadar güzel bir et yemiştim. Yanında da bir bardak mükemmel Sloven şarabı ile anılarıma kazındı.

Mükemmel Steak
Dönüş yine Belgrad üzerindendi. Belgrad’da aynı barda, aynı kızla ama bu kez normal bir saatte yine geyik yaptık. Tabii ki bol bol Krupac ile.

Ljubljana’da on üç saat kesintisiz uyumuştum, ama hala pestil gibiydim. Zürih’ten bir tren ile Lozan’a geldim. Üç gün de olsa, kızları özlemiştim. Sonunda evimdeydim.

Ljubljana gezisini toparlarsak…

Ljubljana cennet gibi, çok güzel, çok cazibeli bir kent ama çok küçük. Burayı görmek isterseniz müzeler hariç bir tam gün fazla bile gelir. O yüzden bavulu toplayıp, bir Ljubljana gezisi planlayın diyemiyorum. Ancak Ljubljana gezisini Bled gölü’nü de dahil ederek bir Zagreb yada Trieste ziyareti ile birleştirebilirsiniz. Biraz cesaretle Viyana’dan bile gelinebilir. Kısaca her hangi bir sebeple yakınına gelirseniz, kaçırmayın derim.

Slovenya ziyaret ettiğim 59’uncu ülke oldu. Bu da 60’a tamamlama stresini beraberinde getirdi. Jelena, 60’ıncı ülke Suudi Arabistan olsun diyor. Gerçi gidersek Mekke’yi göremeyecek, bildiğiniz gibi şehre sadece müslümanlar girebiliyor, ama o hala Mekke olmasa da gömek istiyor. Bana da fena bir fikir gibi gelmedi. Bakalım, zaman gösterecek, nasılsa buradan izlersiniz.

Şimdilik hepinize sevgi ve mutluluk dileyerek bitiriyorum

26 Mart 2025 Çarşamba

Bakü Gezimiz Sonlanırken

Gece uyumadan tesadüfen emailime bakıyordum, A-Jet’den bir mesaj gördüm, “Yarınki uçuş iptal oldu” diye. Ama sadece bu kadar, başka bir kelime yok, hani onun yerine şu uçağa binin, ya da paranızı iade etmemiz için şunu yapın falan gibi.

Gezi planımız da o kadar karışık ki, A-Jet ile Sabiha Gökçen’e uçuyoruz, indikten iki saat sonra kızlar Pegasus ile Cenevre’ye gidiyorlar, ben de Ataşehir’de bir otel’e geçip, ertesi gün bir evrak işini hallettikten sonra kızların bir gün önce uçtuğu saatte Cenevre’ye gidiyorum.

A-Jet Bakü-İstanbul uçuşunu iptal edince her şey bir anda değişti. Plana sadık kalsaydık, Bakü-İstanbul için Cenevre-New York kadar para verecektik. Bir gün sonrasına makule yakın bir bilet bulduk. Oteli bir gün uzattık, Kızların ilk İstanbul-Cenevre uçuşunu iptal ettik.

A-Jet’in başımıza açtığı bu iş bize yaklaşık iki bin dolara mal oldu. Çok küfür ettim onlara, buraya yazsam mahkemelik oluruz.

Mukadderat…

Ertesi gün açık bir Azerbaycan çayı ile bol pendirli/peynirli bir kahvaltıdan sonra otelimizden çıktık. Hava hala soğuktu ancak güneş açmış, masmavi bir gökyüzünün altında Bakü gezimiz devam ediyordu.

Dağüstü Park’a gitmek için bir fünikülere binecektik. Aslında bindiğimiz Bolt bizi parka kadar götürebilirdi ama videolarda gördüğüm bu fünikülerle çıkmak ziyaretimize farklı bir tad getirecekti.

Fünikülere geldiğimizde, Sovyet zamanlarından bu yana alışkanlıkların tamamen değişmediğini gördüm. Fünikülerin kabini istasyonda ve bir grup turistin de dışarda soğuktan titremesine rağmen, fünikülerler kralı kapıyı açmıyor, hiçbir şey yapmadan, kapının diğer tarafından bizleri seyrediyordu. Kabine binemesek de, en azından kapıyı açsa, soğuktan donmayacaktık, ancak umrunda bile değildik.

Kral bir on beş dakika falan sonra kapıyı açtı!

Kredi kartını gösterince, sen şöyle geç kenara dedi. Biletli diğer insanlar binmeye devam ederken başka biri bana bilet makinesini işaret etti. Gidip, biletleri aldım ancak kral ne beni sıraya alıyor, ne de ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Öyle hıyar gibi beklemeye devam ettik. Bir ara gözü bana takıldı, “Niye orada, arkamda bekliyorsun?” diye ilkokul çocuğunu azarlar gibi sordu. Bakü’de karşıma çıkmış ilk ve tek dangalak buydu. “Söylesene o zaman nerede duracağımı” diye hırladım. Bir şey demeden biletlerimizi aldı, ben de ağzımızın tadı bozulmasın diye uzatmadım.

Yolculuk kısa ama çok güzeldi. Yükselen irtifamız ile tamamen camla kaplı kabinden, Bakü manzaramızı değişik açılardan görmüş olduk.

Dağüstü Parkı ve Alev Kuleleri
Dağüstü Parkı, deniz kıyısındaki Bakü Bulvarı’ni gören bir tepeye yapılmış çok güzel bir park sevgili arkadaşlar. Bir tarafında deniz, diğer tarafında da Bakü’nün belkide en bilinen simgesi olan Alev Kuleleri isimli üç gökdelen bulunmakta. Alev Kuleleri’ni gece görmek çok önemli. Binanın yüzeyinde ışıklar ile inanılmaz bir şov yapıyorlar. Şovun içeriği askerli, bayraklı, yani biraz militaristik, ancak fazlasıyla görülesi.

Kulelerin hemen yakınında ise Azerbaycan Meclis Binası bulunmakta.

Dağüstü parkının benim için önemi burada bulunan şehitlik sevgili arkadaşlar.

Ben bir asker çocuğuyum. Askerlerin arasında doğdum, büyüdüm. O yüzdendir asker kimdir, hangi ruh haline sahiptir, bilmekle kalmam, aynı zamanda içimde hissederim. Bu nedenle milliyeti ne olursa olsun, askerlere - ama gerçek askerlere, çapulculara değil, fazlasıyla takdir besler ve saygı duyarım.

Aynı duyguları örneğin bir Kızıl Ordu şehitliğinde, ya da General Patton’ın yattığı Amerikan Üçüncü Ordusu’nun şehitliğinde de hissettim. Henüz ziyaret etmedim ama etseydim, bir Yunan ya da Ermeni şehitliğinde de aynı saygı ve takdir duygularına sahip olurdum.

Bazıların isimleri bile yok...
Yine tekrarlayayım, gerçek askerlerden bahsediyorum, sivillere eziyet eden, kadınlara tecavüz eden, katliam yapan, hırsızlık yapan şerefsizlerden değil.

Bu insanların ölmeyi nasıl meslek edindiklerini, inandıkları şeyler için neler yapabileceklerini iyi bilirim. Bu yüzden sonsuz saygı duyarım.

Parktaki şehitlikte, Azerbaycan’ın 1990 yılında Sovyetler’e karşı gerçekleştirdiği ayaklanma sırasında hayatlarını kaybeden siviller ile her iki Karabağ savaşında şehit olan asker kardeşlerim var.

Sönmeyen ateş ve bir anıt ile Azerbaycanlı şehitler anılıyor.

Bu şehitliğin bir bölümü ise 1918’de hayatlarını kaybeden Nuri Paşanın askerlerine ayrılmış. Yani bizim şehitlerimiz. İsimlerinin hepsi mermer üzerine siyah plaketlere yazılmış. Hepsi dedim ama bir bölümünün isimleri bile yok, sadece "Türk Şehidi" yazıyor. Osmanlının dört bir yanından gelme kahramanlar, son nefeslerini Azerbaycan topraklarında vermişler..

Kızım görmesin diye biraz uzaklaştım, gözlerimden bir-iki damla yaş geldi.

Bizimkiler, şehitliğin yanına bir anıt, bir de cami yapmışlar. Anıttaki yazıt Türkiye ve Azerbaycan halklarının kardeşliğine atıf yapıyor.

Parktan çıkarken iki gençle karşılaştık. Nasılsın, iyi misin derken, laf arasında “Şehriniz çok güzel” dedim. Gençlerden biri “Bu da senin şeherindir qardaş” diye cevap verdi. Ben bu insanları seviyorum sevgili arkadaşlar.

Fünikülerdeki hıyarı bir daha görmemek için bir Bolt çağırdık ve Deniz Mall’a doğru yola çıktık.

Deniz Mall etkileyici modern mimarisi ile muazzam bir alış-veriş merkezi sevgili arkadaşlar. Kısa/orta vadede bütün dünyada ortadan kalkacak bu alış-veriş merkezi konsepti için çok para harcamışlar bana sorarsanız, ama ilerde binayı bir müze, sinema yada sanat aktiviteleri için bir salon olarak kullanabilirler elbette.

Şoförümüz, Deniz Mall’a giden göbekte bir başka bir arabayla kafa kafaya geldi, neredeyse birbirimize giriyorduk. “Koyun oğlu koyun” diye bağırdı, diğer arabanın şoförüne. Kendimi tutamadım, gülmeye başladım. “Niye gülirsen?” diye sordu bizim şoför. “Koyun oğlu koyun dedin, ona gülüyorum” dedim. “Siz ne dersiniz?” diye sordu. “Eşşoğlueşşek” dedim. 😂

Deniz Mall, marka alış-verişi içi çok uygun. Fiyatlar Türkiyeden ucuz - İsviçre’yi düşünün bir de, ve hemen her markayı bulabiliyorsunuz. Foodcourt ise hayli donanımlı, her şeyden önemlisi pide, döner, vesaire, hepsi var.

🐝Mezzy🐝 ise çoklu-katlı bir kayak için deli oldu. Kayak tüp şeklinde ve torpido kovanı gibi ucundan açıp, sizi bir mat üzerinde aşağı yolluyorlar.

Deniz Mall’da yemeğimizi yiyip, alış-verişimizi tamamladıktan sonra rotamızı Filarmoni Park’a yani Filarmoniya Bağı’na çevirdik.

🐝Mezzy🐝 hayali piyanosunu çalarken
Burası çok zevkle tasarlanmış bir park sevgili arkadaşlar. Biz oradayken hala yeşildi ama buranın İlkbahar’daki halini düşünemiyorum. Bana Paris’te, Viyana’da görebileceğiniz parkları çağrıştırdı. Park ismini yakındaki Devlet Filarmoni Orkestrası’ndan almış. Parkın göbeğinde de koca, kuyruklu bir piyano var. Bu soğukta ne çalacak biri, hadi onu buldunuz, ne de oturup dinleyecek kimse olduğu için üzerini örtüp, zincirlemişlerdi. Onun yerine sevgili kızım bize hayali piyanosuyla bir konser verdi.

Parktan ayrılıp, kısa bir yürüyüşle Bakü Bulvarına ulaştık. Burası kıyı boyunca uzanan büyük bir cadde. Caddenin üzerindeki önemli ziyaret noktalarından biri ise Denizkenarı Milli Parkı. Burada başka mükemmel bir Bakü manzarası görmek mümkün. Hatta bana sorarsanız Alev Kuleleri buradan daha bir güzel görünüyor.

Parkın bir bölümü ise Mini Venedik şeklinde isimlendirilmiş. Burada gerçekten kanallar ve bu kanallarda, biraz çağımıza uyarlanmış modernlikte olsalar da gondollar var. Kanalların kıyısında ise restoran ve cafeler bulunmakta. Bunlardan birine girip, biraz şarap ve tatlı takviyesi yaptık.

Akşamki son durağımız yine Nizami Caddesi oldu. Burada bir Cafe’ye oturduk ve mükemmel bir kaç saat geçirdik.

Bakü gezimiz, ertesi gün, ilk başladığı yerde, yani otelimizin rooftop barında son buldu.

Gezimiz başladığı yerde son buldu
Bar'a çıkarken düğün için photoshoot yapan bir ekibe denk geldik. Jelena bir Azerbaycanlı gelin görmek istiyorum dedi. Beyaz bir gelinlik giymiş kızı gösterdim, "Gelin bu" dedim. Sevgili karım duvarın yanında bekleyen başka bir kızı işaret etti, "Bu da gelin" dedi. Kız çok güzel giyinmiş ve makyaj yapmış. Ancak üzerinde bej bir gown var, o yüzden gelin sıfatını konduramadım, "Kız sen Sırpsın, bilmezsin bizim adetleri, bu gelinin en yakın arkadaşı, bridesmaid gibi" dedim. Jelena ısrar etti, "Hayır o da gelin". Gittim kıza "Siz de gelin misiniz?" diye sordum, hemen ardından nasıl büyük bir çam devirdiğimi anladım, ama iş işten geçmişti. Kız biraz da bozuk, "Tabii ki gelinim" dedi. Özür falan diledim ama kalbini kırmıştım çoktan, sanki gelin olabilecek kadar güzel giyinmemiş gibi. Sonradan düşündüğümde de çok üzüldüm ama...

Kar başlamıştı. Havaalanına gitmek için bir Bolt çağırdık. Trafik o kadar sıkışıktı ki, havaalanına gitmek bir saatten fazla aldı. Uçak da iki saat rötar yapınca, dönüş yolculuğu böyle vicdan azabı halini aldı.

Kar yüzünden uçuşumuz gecikti
Uzun süredir Türk Hava Yolları ile uçmamıştık. Havayolumuz gerçekten güzel sevgili arkadaşlar. Mükemmel konfor, mükemmel servis. Ancak son beş senenin en ciddi soğuk hava dalgası sağolsun, kar yüzünden gerçekleşen rötar sayesinde akşam saat yedide olmamız gereken İstanbul Havaalanına ancak gece on birde ulaşabilmiştik.

O saatte bir de taa Ataşehire mahşeri bir metro artı metrobüs yolculuğu yaptık. Otele geldiğimizde odalar karışmıştı, bir saat de onun düzelmesini bekledik. Yattığımızda saat sabah üç olmuştu.

Bakü gezimiz tatsız başlayıp, tatsız bitmişti, ama gezinin kendisi mükemmeldi.

Toparlarsak, Bakü mükemmel insanların yaşadığı mükemmel bir şehir sevgili arkadaşlar. Özellikle ilk kez yurtdışına çıkanlarınız için belki de en çok önereceğim bir destinasyon.

Türkiye’den komik sayılabilecek fiyata bir uçak bileti alıp, sadece kimliğinizle dilini konuştuğunuz, iyi, yardımsever insanlarla dolu, modern bir dünya kentine geliyorsunuz. Yemekler mükemmel, içecekler harika ötesi. Gezecek görecek hem tarihi, hem modern bir çok ziyaret noktası var. Fiyatlar da çok uygun.

Ee, bundan iyisi Şam’da kayısı. Daha ne bekliyorsunuz? Azerbaycan Türkçesiyle söyleyelim “Zahmet olmazsa” haydi Bakü’ye…

Bu arada hiç mi olumsuzluk yoktu derseniz, vardı elbette. Sigara! Azerbaycanlı kardeşlerim, en acısı da gençler her yerde, her zaman, külli miktarda sigara içiyorlar. Hani on beş yıl önce bırakana kadar, otuz yıl boyunca günde üç paket sigara içmiş biri olarak bana mı düşer bu yormu yapmak, emin değilim, ama içmeyin be abicim...

Bu gelişimizde hava muhalefeti yüzünden Bakü dışına çıkamadık, Gobustan, çamur volkanları ve Yanardağ’ı bir dahaki gelişimizde göreceğiz. İkinci gelişimizde kesinlikle Gence ve Karabağ’a da gideceğiz. Hankendi, Hocalı ve Şuşa listemizde.

Şimdilik hoşçakalın!

24 Mart 2025 Pazartesi

Bakü - İlk Uzun Günümüz

Bu yazıyı daha ilerki bir zamanda okuyorsanız hatırlatayım. 2024 Şubatında başta İstanbul, tüm Türkiye için yoğun kar yağışı ve soğuk hava dalgası uyarısı yapmışlardı. Meteorolojik fenomenler öyle Birleşmiş Milletler sınırlarını dinlemiyor, sadece Türkiye değil, tüm bölge bundan etkilenmişti. Bizim de Kafkasya’ya tam bu zamanda gideceğimiz tuttu.

Tiflis’i rahat sayılabilecek bir biçimde atlatabilmiştik. Hava sıcak değildi elbette, ancak öyle tahammül edilemeyecek kadar soğuk da yoktu.

Bakü ise bambaşka bir öykü oldu sevgili arkadaşlar.

Malumunuz, Bakü’ye rüzgarlar şehri derler. Üstüne bir de soğuk dalgasını eklerseniz, varın siz düşünün. O rüzgar bir esiyor, sanki derinizi kesip, içine giriyor.

Otelden çıkıp İçerişeher’in yolunu tuttuğumuzda üçümüzde de polar kar ceketleri vardı, hani rüzgar girmesin diye fermuarı bile olmayan, kazak gibi başınızdan aşağı geçirerek giydiğiniz türden. Jelena başlığının altına bir de bere giymişti ama başta ellerimiz, her tarafımız donuyordu.

O havada İçerişeher’de bizden başka avanak olmadığı için, yalnız başımıza boş sokaklarda yürüyorduk. Açık hiçbir dükkan, cafe, vesaire yoktu. Yukarı Şirvanşahlar Sarayına doğru yürürken açık bir souvenir dükkanı bulduk. Eldiven, şapka falan da satıyordu. Kızlar kendilerine eldivenler, şallar falan aldılar, ben de bir bere. Dükkan sahibi Nahçıvanlı’ymış, komşu yani. Türk olduğumuzu görünce bize ciddi bir indirim de yaptı.

Kendime bir Kafkas kalpağı aldım
Biraz daha ilerde başka bir dükkan bulduk. Oradan kendime bir Kafkas kalpağı aldım. Kuzu derisinden, böyle kulakları da kapatan, alttan bağlanan bir modeldi ve mükemmel rüzgar koruması sağlıyordu.

Kutup teşkilatımızı tamamladıktan sonra artık sağa sola bakabiliyorduk.

İçerişeher bölgesi tamamen eski, bir-iki katlı binalardan oluşmuş şehrin çok cazibeli bir bölgesi. Bakü’nün gerisi ne kadar modern, hatta zaman zaman ultra-modernse, İçerişeher de o kadar klasik, o kadar tarihi.

Binalar, yollar eski ama fazlasıyla bakımlı.

İçerişeher’de görecek Qız Qalası yada Şirvanşahlar Sarayı gibi ziyaret noktaları olsa da, burada yapılması gerekli ilk sıradaki aktivite, sokaklarda yürümek. Ben yine “çok güzel” deyip, şöyle bir kenara koyayım, sizler yolunuz düştüğünde kendi gözlerinizle görürsünüz ve bana hak verirsiniz.

Bir daha tekrar etmiş olayım, “Güzel bir havada!”.

Aniden bir rüzgar ve kar bastırdı. Yürümek mümkün değildi. Şirvanşahlar Sarayı hedefimizi geçici olarak iptal edip, “alternate” ‘ımıza yöneldik, yani bir cafeye…

Sevgili karım da kendine bir çay söyledi
Girer girmez kendime bir mercimek çorbası söyledim. Tadından zevk almak için değil, ısınmak için. Sevgili karım da kendine bir çay söyledi, 🐝Mezzy🐝 ise, soğuk kola!

Mercimek çorbasını müteakiben bir çay içtikten sonra, şaraba geçtim. Azerbaycan şarapları Gürcü şaraplarının aynısı. Bunda da büyük bir sürpriz yok. Bölge aynı bölge, üzümler aynı üzüm, şarap adetleri aynı şarap adetleri.

Mekanın sahibi olduğunu düşündüğüm arkadaşla sohbete başladık. Türkçesi, biraz şüphe çekercesine Türkiye Türkçesine yakındı. Dayanamadım, “Nasıl?” diye sordum. Karısı Türkiye’denmiş, hem de Ankara’dan. Toprağım yani, ama Azerbaycandayız, “Torpağım” şeklinde düzelteyim.

Rüzgar ve kar biraz hafifleyince, yine yola düzüldük. Biraz tırmanınca, Bakü’nün en önemli ziyaret noktalarından biri olan Şirvanşahlar Sarayına ulaştık.

Şirvanşahlar Sünni mezhebine bağlı bir hanedanlıktı ve 9. yüzyıldan, 15. yüzyıla kadar bugünkü Azerbaycan’da hüküm sürmüşlerdi. Büyük olasılıkla Arap kökenliydiler.

Şirvanşahlar, bölgenin Müslümanlaşmasında önemli bir rol oynamışlar. Sünni olsalar da, çoğu zaman esnek bir mezhepsel politika izlemişler.

Sonunda Şah İsmail, yani Safevi Devleti, Şirvanşahların hükümranlığını sonlandırmış.

Şirvanşahlar, Azerbaycan devlet geleneğinin ilk büyük örneklerinden biridir. Kültürel ve bilimsel gelişmelere büyük önem vermişlerdir. Şirvanşahlar dönemi, Azerbaycan’da edebiyat ve mimarinin altın çağlarından biri kabul edilir.

Hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış
İlk başkentleri Şirvan, sonradan Bakü’ye taşınmış ve hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış.

Güzelliği sanat değerinden kaynaklı bu tür yerleri yazıyla anlatmayı çok sevmiyorum. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ndeki bu sarayı mutlaka ziyaret edip, kendi gözlerinizle görün sevgili arkadaşlar.

🐝Mezzy🐝 sarayın içinde iki tane kedi buldu, onlara "Cookie" ve "Mitten" isimlerini verdi, biraz sonra da "Baba, gel bunları eve götürelim" dedi. "Etme kızım, bunlar kraliyet kedileri, onları saraydan alıp, bizim fakirhaneye götürürsek üzüntüden ölürler" dedim!

Saraydan çıkıp, şehre doğru yürümeye başladık. Böyle iki basamak, uzun bir düzlem, sonra iki basamak daha şeklinde hafif yokuşlar vardır, bilirsiniz, öyle bir yoldan aşağı yürüyoruz, Jelena yanımda, koluma girmiş. Bir anda kolum boş kaldı, karım kayboldu. Olağan bir insan için şaşırtıcı olsa da, bana çok fazla yabancı olmayan bir fenomendir bu. Bazen sevgili karım böyle kaybolduğunda fark etmez, havaya konuşmaya devam ederim.

Jelena böyle nasıl kayboluyor diye sorarsanız, basit haliyle kayıp, kıçının üstüne düşüyor şeklinde izah edebilirim.

Bu kez de böyle olmuştu. Hem 🐝Mezzy🐝, hem de ben idmanlı olduğumuz için iki taraftan koluna girip kaldırdık. Üçümüz de gülüyorduk. Sevgili karım, üzerindeki karları silkeleyip, yürümeye devam etti. Hafif aksıyordu. “İyi misin?” diye sorduğumda, “Bir şey yok” dedi.

Ne var ki Jelena, bu düşüşüyle ayak bileğini kırmıştı. Bunu bir hafta sonra, doktorunun ısrarı ile çektirdiği röntgenle öğrenecektik. Bu yedi gün boyunca “My Serbian Warrior”, kırık bileğine rağmen bizle birlikte yürümeye devam edecekti.

Metroya doğru giderken ilginç bir müzeye rastladık. Minyatür Kitaplar Müzesi. Müze hususunda ailecek çok seçiciyizdir, ancak böyle bir müzeyi ilk kez gördüğümüz için girelim dedik. İceride, isminden de anlaşılacağı üzere minik kitaplar var. Türk ve İsviçre standlarına baktık. Minyatür Nutuk’un resmini çektik, ve yolumuza devam ettik.

Heydar Aliyev Müzesi
Metro bizi Heydar Aliyev Müzesi’ne beş yüz metre uzaklığa kadar getirdi. Oradan da yürürken, büfeden bir döner aldım. Dönerci bana paranın üzerini bozuk parayla verdi. “Buna ne diyorsunuz?” diye sorduğumda, gençler gülerek “Kepik” dediler, “Sizde kuruş kullanılmaz ama burada kepik hala iyi para”. Ben de güldüm tabii.

Heydar Aliyev Müzesi ve Merkezi, çok etkileyici, ultra-modern bir bina içinde sevgili arkadaşlar. Çok ilginç bir mimarisi var, acayip de para harcanmış. Mutlaka görün derim.

İçerideki müzede Azerbaycan’ın yöresel adetleri, giysileri, müziği, şiiri ve tarihi, insanın içini baymayacak bir biçimde, çok zevkli bir tasarımla sergilenmiş. 🐝Mezzy🐝, önünde durduğunuzda sesini duyduğunuz müzik aletleri ile kendinden geçti.

Siz şöyle eyleşin
Müzede her nedense bir katı kuklalara ayırmışlar. Anlaşılan kuklalar, Gürcistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da popüler bir fenomen. Ben şahsen kukla görmeyi sanat önceliklerimin içinde bulundurmadığım için, o katı pas geçtim. Sevgili kızım da bana katıldı.

Geziyi bitirip, merkezin cafesine oturduk. Ben barda sipariş verip, self servis diye düşündüğümden içecekleri beklerken, garson kız, koltukları gösterip “Siz şöyle eğleşin, ben getiririm” dedi. “Bacım çocuk var, onun yanında olmaz” diye geçirdim içimden 😜

Akşam yemeğimizi Şirvanşahlar Müze Restoran’da yiyecektik. Bu restoranın adını bir çok gezi videosunda duymuştum.

Jelena tesettüre girdi!
Hava kararmış ve soğumuştu. Jelena üşüdüğü için sabah aldığı şalı başörtüsü gibi başına sardı, tam o aklınıza gelen görüntüyü aldı. Ellisinden sonra tesettüre girdi neyse diye geçirdim içimden.

Restorana girdiğimizde, resimlerde, videolarda içerisini görmüş olsam da, aslı aklımı başımdan aldı. Müze Restoran deseler de aslen bir müze, içerisinde de yemek satılıyor diye düşünebilirsiniz.

Yerler, duvarlar, tavan falan hep halılarla, kilimlerle, binlerce, hani İngilizce’de “artifact” derler ya, bakır, demir, ahşap sanat eserleriyle dolu. O kadar zevkle dekore etmişler ki, ilk defa böyle bir yer görüyordum.

İçerde canlı müzik var. Sesi de çok güzel ayarlamışlar. Bizdeki gibi köküne kadar açıp, yemeği bir azap haline getirmemişler.

Yemeklere gelince, çok az bu kadar lezzeti bir arada tattım.

Öncelikle kişnişi sevmeye alışın sevgili arkadaşlar. Çok kısa zamanda bir tad geliştiriyor insan. Kişniş deyince “Ayyy, ben bir türlü alışamadım, deterjan gibi” falan diyenlere de aldırmayın.

Restoran mı, müze mi?
Bir de nar. Birçok yemeğe nar katıyor Azerbaycanlı kardeşlerimiz. Nar olmasa da ana yemeklerin içinde tatlı bir şeyler olması sürpriz olmayacaktır.

Azerbaycan’a gelince şart olan yemekler içinde eti ve sebze ile hazırlanmış şah pilavı, İzmirliler için sarma şeklinde tercüme edebileceğim dolma, çiğ böreği andıran gutab, yahni/güveç benzeri bir yemek olan piti, yayla çorbası benzeri dovğa ve hamurlu, kıymalı hengel. Kaderimdir, bir problem çocuk olduğumdan, çok fazla malzeme ile yapılan yemeklerin içinde mutlaka yiyemeyeceğim bir şeyler çıkar. Ben o yüzden en çok göreceli olarak sade bir biçimde hazırlanan düşbereyi sevdim. Düşbere, minik mantılarla yapılan bir çorba. Üstüne de dana bastırma, yani steak yedim.

Tatlı, yani “Şirin” olarak elbette ki baklava, yani pakhlava. Azerbaycanlılar, kendi baklavalarının Türkiye’deki baklavalardan farklı olduğunu idda etseler de, bana sorarsanız aradaki fark Sütiş ile Güllüoğlu baklavalarının arasındaki fark kadar. Başka tatlılar var elbette ama benim gibi “sweet tooth” ‘u olmayan birinden öneri almamanız daha iyi olur.

Mükemmel bir restoran
Şarap ise gecenin en güzel sürprizi oldu. Savalan isimli şaraphanenin Nobel isimli şarabını önerdi garson arkadaşlar. Üç kuruşluk şarap tatmış biri olarak söyleyebilirim ki, bu şarap Château Margaux kalitesinde. Aradaki fark sadece damak zevkiniz. Fiyatı ise bu kaliteye göre komik düzeylerde ucuz. Yetmiş santilitrelik full-size bir şişesi, Sabiha Gökçen havaalanında, biniş kapılarında bulabileceğiniz on beş santilitrelik, beşinci sınıf, parmak kadar bir şişe kalitesiz Türk şarabıyla aynı fiyatta.

Bu şarap üstüne, bir de liste başı şarapları değildi. O birinci sıradaki şarabı isteseydik, her halde bittiğinde şişeyi kırıp, dibini yalardım.

Restoranda servis bir numara. Garsonlar hem yardımsever, hem güleryüzlü, bir o kadar da kibarlar.

Müzik Türkiye ve Azerbaycan füzyonu. Ama gözlerimden yaş getiren İzmir Marşı’nı çalmaları oldu. Bütün salon “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” diye hep bir ağızdan söyledik. Kendi vatanında dudak büktükleri Atatürk’e burada sahip çıkmışlardı. Bütün kalbimi aldılar, götürdüler.

Bakü’deki ilk uzun günümüzü böyle sonlandırmıştık. Bir Bolt bizi otelimize götürdü.

Devam edeceğiz.

16 Mart 2025 Pazar

Bakü - İlk İzlenimler

Otuz saattir uykusuzluktan sevgili karımın sigortaları atmış, bana “Bir taksiye binip gidelim otelimize” diye bağrınıyordu. Benim de nedense pintiliğim tutmuş, şehre giden otobüslere binmeye çalışıyordum.

Aslında pintilikten değil, bu gezimizi, önceden bol bol okuyarak ve gezi vloglarını izleyerek, çok ince detaylarıyla planlamış olduğum için, planlara sadık kalmaya çalışıyordum. Havaalanından şehir merkezine gitme etabı için Bakü’deki toplu taşım araçlarının tümünde geçerli bir “Baki Kartı” almak gerekiyordu - yazım hatası yok, “Baki Kart”. Bu kartın satıldığı makinenin yerini bile önceden harita üzerinde belirlemiştim.

Ben kartı almaya çalışırken taksiciler yaklaştı. Biri ısrarcı olmadan, nazikçe İngilizce “Fiyat farkı çok değil, istersen doğrudan otelinize götürebiliriz” dedi. Ben Türkçe “Biz otobüsle gideceğiz, kızmazsın değil mi?” diye cevap verince yüzü güldü, “Azərbaycan’a hoş geldin gardaş” dedi.

Otobüsle şehir merkezine geldik. Otoyollar tertemiz, pırıl pırıl ve yepyeni.

Aile saadetimizi korumak için hemen bir Bolt çağırdık. Ramin kardeşim bizi otelimize götürürken, yolda bol bol sohbet ettik. Üniversiteyi Tiflis’te okumuş. Bizim de Tiflis’ten geldiğimizi duyunca “Nasıl buldunuz?” diye sordu. Doğruyu söyledim. “İnsanlar bir felaket ama şehir güzel, bir özelliği, bir ruhu var, yine de tam tarif edemeyeceğim, yolunda gitmeyen bir şeyler hissettim” dedim. Güldü, tamamen haklı olduğumu söyledi. Sonrasında biraz daha Gürcistan dedikodusu yaptık.

Bu arada camdan, ağızım açık, şehri izliyorum. Bakü gerçekten bir dünya şehri arkadaşlar. Bazıları Bakü’yü, Dubai ya da Tiflis’le falan kıyaslıyorlar ama bana sorarsanız, bu beyhude bir çaba. Bakü’yü Tiflis’le karşılaştırmak, İstanbul’u Yozgat’la falan karşılaştırmaya benziyor. Dubai gibi sadece para harcayarak yapılmış, rüküş, sıcaktan ve kaldırımsızlıktan sokaklarında bile yürünülemeyen bir şehir ise Bakü’nün yanında sonradan görmüş köy ağası gibi kalıyor. Bence Bakü, Singapur ya da Hong Kong ayarında bir kent.

Eski ve yeni, klasik ve modern
Geniş caddeleri, parkları, kendine özgü mimarisi ile mükemmel bir ziyaret noktası. En çok ilgimi çeken, Sovyet mimarisinin neredeyse tamamen silinmiş olması Bugün Berlin’de bile bazen yürürken kendinizi Moskova’daymış gibi hissedersiniz. Detaylarını ziyaret noktalarımıza anlatırım elbette, ama Bakü, eski ile yeniyi, klasik ile moderni çok zevkli bir biçimde bir araya getirmiş bir kent.

Şehirde her türlü eğlence, dünyanın her yöresinden restoranlar var. Azerbaycan yemekleri, hele bir de kişniş ile aranızdaki husumeti atlatmışsanız, fazlasıyla lezzetli. Çoğu kişi fazla ilgilenmemiş olsa da, Azerbaycan şarapları mükemmel ötesi. Alışveriş olanakları da çok geniş. Hem fiyatlar uygun, hem de shopping mallarda yok yok. Toplu taşım tıkır tıkır işliyor, ama Bolt varken pek de gerek kalmıyor. Bütün bunlara müzeleri, tarihi noktaları, parkları, bahçeleri ve doğal güzelliklerini de eklediğimizde, Bakü benden tam puanla geçer not aldı.

Ancak bir şehir, insanları olmadan sadece bir beton yığını sayılır sevgili arkadaşlar. Bakü’yü Bakü yapan en önemli özelliği, bana sorarsanız, insanlarının iyiliği, güzelliği ve yardımseverliği. İşin aslı, doğup, büyüdüğüm ülkemin insanları için aynı şeyleri söyleyebilir miyim, o kadar emin değilim. Ancak gelin, burada duralım, bunu bir güzellik yarışmasına çevirmeyelim.

Otelimize geldiğimizde odamız henüz hazır değildi. On beş dakika bekleyin, hazır olur dediler. Biz de otelin rooftop barına çıktık. Hava dışarda oturulamayacak kadar soğuktu, biz de barın kapalı bölümüne geçtik. Kendimize Hazar Denizi manzaralı bir masa ararken, en güzel manzaralı masada oturanlar bizim için masalarından kalktılar, “Gelin buraya oturun” dediler. Böyle şeyler sadece Bakü’de oluyor sizin anlayacağınız.

Şaheser bir Hazar Denizi manzarasıyla ben şarabımı, kızlar da sağlıklı yaşam içeceklerini yudumladık. Garson bize bir de peynir tabağı getirdi ki, hayat artık yaşanılacak kadar güzelleşmişti.

On beş dakika için geldiğimiz barda bir saat geçirdik.

Resepsiyona gittiğimizde Ferhat kardeşim bize odamızı gösterdi. Üçümüzün de uykusuzluktan gözlerimiz kapanıyordu. Saatin öğlen on iki falan olmasına rağmen hemen uyuduk.

Akşam yedi gibi Jelena ikimizi de uyandırdı, “Hadi dışarı çıkalım, ben odada sıkıldım” diye. Otelimiz hemen deniz kıyısında, Qız Qalası yani Kız Kalesi’ne beş dakikalık mesafedeydi. Hava soğuk olsa da, manzaranın tadını çıkararak, Kaleye ulaştık.

Qız Qalası yani Kız Kalesi
Kız Kalesi aslında bir kaleden çok, bir kule. Kesin yapım tarihi bilinmese de, 12. yüzyılda bugünkü görünümüne en yakın şeklini almış.

İstanbul’daki Kız Kulesi gibi, Bakü’dekinin geçmişinde de bolca melodramatik aşk hikayeleri var. Ancak yaygın bir görüşe göre, burası eski bir Zerdüşt tapınağı. Azerbaycan’ın, aynı bölgedeki bütün halkların olduğu gibi, İslam öncesi bir Zerdüşt geçmişi var. Zerdüştlük dini ateşi kutsal sayar. Kesin kabul görmemiş de olsa, bazı araştırmalara göre Kız Kalesi’nin üzerinde de yedi tane ateş çıkışı vardır. Bunlar, cennete ulaşmak için yedi kat gök katmanını temsil ederler. Kule elbette yapısı ve konumu itibartıyla, sonraları savunma için kullanılmış.

🐝Mezzy🐝, midesini bozmuş, ilaç almak için bir eczane aramaya başlamıştık. Yoldan geçen birine “En yakın eczane nerede?” diye sordum. Anlamadı. “Nereden ilaç alabiliriz?” diye yeniden denedim, yine olmadı. “Derman?” deyince bingo olduk. Bize eczanenin yolunu gösterdi. Biraz yürüyüp, bir taksiciye doğru yolda olduğumuza emin olmak için bir daha eczaneyi sordum. Yine anlamayınca “Derman” deyip, “Siz Azerbaycan’da derman dükkanına ne diyorsunuz?” Diye sordum. “Aptek” dedi. Avrupa’nın yarısında, Slav dillerin hemen hepsinde “Eczane” ’ye “Apotek” benzeri bir şey derler. Yunanca bir sözcüktür. Neyse, o andan kelli, “Eczane”, Azerbaycan’da kaldığımız süre boyunca, bizim için “Aptek” oldu.

Kız Kalesi, Bakü’nün eski şehir, ya da doğru ismiyle İçerişeher’in sınırında. İçerişeher’i ertesi gün gezeceğimiz için biz bulvardan, Nizami caddesine doğru yürümeye devam ettik. Yol boyu o güzelim yapılar aklımı başımdan aldı. Şehri gerçekten çok özenerek düzenlemişler.

Nizami Caddesi
Nizami Caddesi, Bakü’nün hot spot’ı. Mağazalar, barlar, restoranlar falan hep burada. Bir yaya caddesi olduğu için de, arabalarla kavga etmeden, huzurlu huzurlu yürüyebilirsiniz.

Nizami Caddesi ya da Nizami Küçesi, ismini ünlü Azerbaycan şairi Nizami Gencevi’den almış. İsminden de anlayabileceğiniz üzere Nizami Genceli, Gence de bilebileceğiniz gibi Azerbaycan’ın ikinci büyük şehri.

Nizami şiirlerini Farsça yazmış da olsa kökeni itibarıyla Azerbaycanlılar ona sahip çıkıyor.

Nizami’nin en önemli, aslında eksiksiz olarak günümüze ulaşabilmiş tek eseri Hamse’dir (Arapça “hamse” beş sayısıdır). Toplam otuz beş bin beyitten oluşan beş “Mesnevinin”, yani beş uzun, hikaye türü şiirin toplamıdır.

Aşağıdaki satırlar beşinci mesnevi olan İskendername’den:

Kim dünyada bir yadigar qoymasa,
Öldükdən sonra sanki yaşamamış kimi olar.

Yeteri kadar anlaşılır ama yine de Türkiye Türkçesiyle yazalım:

Kim dünyaya bir iz bırakmazsa,
Ölümünden sonra sanki yaşamamış gibi olur.

Önemli bir not, yukarıdaki beyitin alındığı, İskendername’nin ikinci bölümü olan İkbalname, “Fa'ûlün Fa'ûlün Fa'ûlün Fa'ül” vezniyle yazılmış! Benim neslim okulda, bu Aruz Vezni’nden çok çekti, yazmadan duramadım. 😂

Nizami’ye saygımız sonsuz, ancak Nizami Caddesi, Nizami’den biraz daha fazla ilgi çekiyor haliyle.

Cadde üzerindeki cafeler birinci sınıf, çoğu da içecek ve yiyecek servis ettikleri bistro şeklindeler. Lokal yemekleri deneyebileceğiniz Azerbaycani ya da klasik McDonald’s türü restoranlar da elbette bol bol bulunmakta. Böyle yerlerin olmazsa olmazı, bütün designer mağazalar da cadde boyu sıralanmışlar.

Nizami caddesinde huzurla yürüyebiliyorsunuz sevgili arkadaşlar. Şehirlerin renkli caddelerinin mütemmim cüzleri olan dilenciler, sarhoşlar, bağırıp, çağıran gençler ve insanları rahatsız eden bıçkınların hiçbiri bu caddede yok.

Ağır bir yemek yemek istemediğimiz için yukarda bahsettiğim cafelerden birine girdik. Yemek olarak Continental, yani klasik Avrupa yemekleri vardı ancak mekan, halılarla, kilimlerle tam bir Azerbaycan ambiyansıydı.

🐝Mezzy🐝 koltuklardan birine yatıp, uyudu
🐝Mezzy🐝 koltuklardan birine yatıp, uykuya devam etti. Biz de sevgili karımla tatlı tatlı yorgunluk çıkardık.

Anlamadığım bir sebeple cafede şarap satmıyorlardı. Bu Bakü’de karşılaştığım, alkol satılmayan ilk ve tek cafeydi.

Neyse ki bir akşamlık, ateş suyu olmadan da yaşamak mümkündü.

Jelena kendine bir balık, ben de klasik olarak bir steak söyledim. Et çok güzeldi. Sosunu da tabağın kenarına, ufak bir kap şeklindeki bir çöreğin içine koymuşlardı. Yemeğin sonuna doğru sosu emen hamur bir lezzet abidesine dönüşmüştü.

Bu arada, her defasında tekrarlamıyorum ama, bütün siparişi Türkçe konuşarak verdim. İşin aslı Bakü’ye indiğimizden beri ben sadece Türkçe konuşuyordum, ne bir kelime İngilizce, ne bir kelime Fransızca. Ancak ilk gün olmasa da ilerleyen zamanlarda anladım ki Azerbaycanlı kardeşlerimiz ellerinden geldiğince bizim Türkçeyi konuşarak bizlere yardımcı oluyorlardı. Bu kez çok yapamadım ama, bir sonraki gelişimizde bu nezaketlerine karşılık ben de elimden geldiğince Azerbaycan Türkçesi konuşmaya çalışacağım. Kapıları bağlamak, otobüsten düşmek gibi terimler hem içime biraz sıcaklık, hem de yüzüme de biraz gülümseme getiriyor.

İkimiz de birer Azerbaycan çayı içtik
Yemekten sonra ikimiz de birer Azerbaycan çayı içtik. Okuduklarımdan ve seyrettiklerimden biliyorum, Azerbaycan’da çayı bize göre çok açık içiyorlar. Garson kız acaba kırmadan nasıl söylesem şeklinde “Siz Türkiye’de koyu içersiniz, çayı açık mı, koyu mu getireyim?” diye lafı dolandırırken, “Azerbaycan usulü, açık” dedim. Körün istediği bir göz, çay içmeyi, zehir gibi koyu yaptıkları için kırk yıl önce bırakmıştım zaten.

Çayı gerçek anlamda Azerbaycan usulü içmek için de, şekeri damağınıza koyup, çayla birlikte eriterek içmeniz gerekiyor. Artık bu sözde gezginlere çatmaktan sıkıldım ama çoğu “Efendim Azerbaycan’da çay kıtlama içilir” diyerek, çayı, şekeri ağızlarında at gibi katır kutur kırarak içiyorlar. Komik oluyor, yapmayın derim.

Akşamı burada kapayıp, eksik uykumuzun geri kalanını tamamlamak üzere otelimize döndük.

Ertesi gün Bakü’nün son beş yıldaki en soğuk günü olacaktı. Biraz enerji toplamak her üçümüze de iyi gelecekti.

Gecəniz xeyrə❤️

13 Mart 2025 Perşembe

Bakü'ye İndik!

Sevgili arkadaşlar, Tom Hanks’in “Terminal” isimli bir filmi vardır, izlediniz mi, bilmiyorum. Orta Avrupalı biri Amerika’da bir havaalanına iner ama ne Amerika’ya girebilir, ne geri dönebilir. Havaalanında mahsur kalır.

İster inanın, ister inanmayın, bu olay ben şahsımın başına müteaddit kereler gelmiştir.

Yıl 2007. Daha taze evliyiz. Sevgili karım ikimize bir Mısır gezisi almış. Belgrad’dan bir uçak ile Kahire’ye gittik. Gitmeden de Mısır konsolosluğu ile konuşup, “Vize gerekiyor mu” diye sordum, “Hayır, gerekmiyor” dediler.

Sevgili karım ikimize bir Mısır gezisi almış
Uçaktan indik, pasaport kontrolünde sıraya girdik. Bir fellah, entarisi ile kuyruktakilerin pasaportlarına bakıyor, sonra da elindeki vizelerin arkasını yalayıp, “şap” diye pasaportlara yapıştırıyor.

Sıra bana gelince pasaportuma baktı ve “Sen şöyle geç kenara” dedi.

Turla beraber gittiğimiz bütün Sırplar sınırı geçmiş, bir ben, bir de gönüllü olarak benle kalan sevgili karım kalmıştık.

“Ya habibi, ne oluyor” diye sorduk, Arap görevli beni işaret edip, “Bu bir terör riski” dedi.

O anda sinirimi nasıl kontrol edeceğimi bilemedim. Jelena “Niye” diye sordu, adam sadece “Öyle” dedi. Sonrasında pasaportumu alıp, kayboldu. Dışarda bir otobüs dolusu Sırp bizi bekliyor. Aradan bir saat geçti, aynı habibi geldi, hiç bir şey söylemeden vizeyi yalayıp, pasaporta yapıştırdı. Ne oldu, niye oldu, kimse bir şey söylemedi. Öyle bir saat bok gibi kalmışlığımla kaldım havaalanında.

Pasaportu ve vizeyi damgaladılar, içeri girdim. Ama çok az bu kadar sinirlenmiştim. Her nasılsa “Terör riskinden”, “Turistliğe” terfi etmiştim. Garip Jelena, Mısır, Türkiye, din kardeşi, zorluk çıkmaz falan diye düşünürken, böyle bir muameleye maruz kaldığımızı görünce şaşırmıştı. Ona “Türk olmak zordur” dedim.

Yıl 2008. Belgrad’da bir arkadaşın düğününe gidiyorduk. O aralar Sırbistan için vize gerekiyordu. Ben de Sırbistan konsolosluğuna bana vize verin diye başvurdum. Onlar da “Yok birader, sen İsviçre’de yaşıyorsun, vizeye gerek yok” dediler. Üç yıl Niş’de yaşadım, başıma geleceği biliyorum, “Etmeyin, bir vize verin yoksa beni içeri almazlar” dedim. “Yok, vermeyiz, vizeye gerek yok, sen git, almazlarsa bizi ara” dediler.

Cenevre’de havayolu da vizeye gerek yok diye teyit etti, uçağa bindik, Niş havaalanına indik. Havaalanında pasaport kontrolündeki Dragan, “Senin vizen yok, giremezsin” dedi. “Etme brate, bak konsolosluk girersin diyor” deyip, konsolosluktan gelen email’i gösterdim. “Hmmm” falan dedi, pasaportumla email’i aldı, ortadan kayboldu.

Niş’e gidenleriniz bilir, bütün pasaport kontrolü, bagaj alımı falan topu topu on metrekarelik, küçücük bir alandadır. Ben de bu küçücük yerde beklemeye başladım.

Jelena da pasaport kontrolünün diğer tarafında, bağrışarak konuşabiliyoruz. O da görevlilere dert anlatmaya çalışıyor ama…

Aradan bir saat falan geçti. Haliyle su içmek, bir şeyler yemek gibi insani ihtiyaçlar belirmeye başladı. Oradaki başka bir görevliye “Brate, bak, moja zena je Srpkinja, ben de Niş’te üç sene yaşadım, yabancı değilim, bana bir şeyler yiyip, içebilecek bir yer göster, ya da sen al, bana getir” dedim.

Görevli, bir sağa, bir de sola baktı, yapacak bir şey yok, “Tamam geç sınırı, ama terminalden çıkma” dedi.

En azından karıma kavuşmuştum, kapalı görüş, açık görüş haline dönüşmüştü. Sarıldık, öpüştük, hasret giderdik. Aynı zamanda bu yeni izin ile hücremin alanı büyümüş, tuvalet, kraker, gazoz gibi insani ihtiyaçlar ulaşılabilir hale gelmişti.

Aradan iki saat daha geçti, hala otoritelerden haber yok. Havalandırma iznim binanın içinden, binanın çevresine doğru genişlemişti. Binadan çıkıp, Jelena ile evlendiğimiz restorana doğru yürüdük. Bu arada Niş’ten tanıdıklar gelmişti, onlarla lafladık.

Güneş batmış, hava kararmıştı. Ben hala illegal göçmen durumunda havaalanında geziniyordum.

Sonunda pasaportumu alıp giden görevli “Brate” diye bağırdı. Hemen yanına gittim. “Haklıymışsın, vize gerekmiyormuş” dedi, dan, dun pasaportumu damgaladı, ben de Sırbistan’a legal olarak girebildim.

Sevgili arkadaşlar, size şu kadarını söyleyeyim, bu vize işinden çok çektim. İsviçre’ye geldiğim ilk yıllarda, Şengen, mengen yok tabii, her ülkeye ayrı ayrı vize almam gerekiyordu. İsviçre’yi bilenleriniz daha iyi anlayacaklardır, araba kullanırken biraz melankoli yapın, kendinizi ya İtalya, ya Fransa, yada Almanya’da bulursunuz. Düşünsenize ayrı ayrı üç vizeyi canlı tutabilmek…

İş için de Polonya, Çek, Macaristan, artık allah ne verdiyse gezmek zorundaydım. Bu yüzden de departman sekreteri, bu vize başvuruları yüzünden benden nefret etmişti.

Bir keresinde Münih bağlantılı uzak bir ülkeye uçuyordum. O zamanlar da baca gibi sigara içiyordum. Münih transit alanında tadilat vardı, ve sigara içme odalarını kapatmışlardı. Yarım saatliğine dışarı çıkıp, bir sigara içebilmek için Almanya vizesi almıştım!

Böyle daha çok hikaye var da, konumuzdan uzaklaşmayalım diye anlatmıyorum.

Neyse ki sonrasında Şengen gelmişti de, bu vize çilesi bitmişti. Oturum izni ile Avrupa’da her yere vizesiz gidebiliyordum. İlerleyen zamanlarda İsviçre pasaportu da alınca işler çok daha kolaylaştı tabii.

Ama şu sıralar vize almak zor diyenlere bakıyorum da, “Gel sen ne çektiğimi, bir de bana sor” diyesim geliyor.

Vize maceralarım boyunca zor diye düşünebileceğiniz ABD, Almanya, Fransa gibi ülkelerde zerre kadar zorluk yaşamadım. Ama şu “diğer” ülkeler yok mu… Kök söktürmüşlerdi bana.

Öykümüze dönersek, Azerbaycan’a sadece Türk kimliğini göstererek pasaportsuz girme fikri içimi ısıtmıştı. Kızlara tembihledim, “Bakın Türk kimliklerinizi unutmayın” falan diye.

Uçağımız sabaha karşı üçte, Tiflis’ten kalkıyordu. Biz saat bir gibi havaalanındaydık. Cehennemvari bir sıcaklıkta uçağımızı bekledik, ama bu arada Jelena çizmelerini, çoraplarını çıkarmış, yalınayak havaalanında geziyordu.

Azerbaycan havayolları ile kısa bir uçuş bizi Heydar Aliyev Havaalanı’na getirdi. Pasaport kontrolüne geçtik, ben kimliklerimizi gösterdim. Görevli “Nereden geliyor sunuz?” diye sordu, “Tiflis’ten” dedim.

“O zaman kimliklerinizle giremezsiniz” dedi.

Anlamamıştım. ”Niye?” diye sordum, “Sadece Türkiye’den gelişlerde kimlik ile giriş mümkün, Tiflis’ten gelişlerde sadece pasaportla girebilirsiniz” dedi görevli kız. Anlamamıştım ama “Tamam” dedim. İsviçre pasaportlarını gösterdik, kız “Bunlara vize gerekiyor” dedi.

Yan tarafta vize bankosu var, oraya gittik. Oradaki görevli çok mahçup, bir o kadar da candan bir biçimde “Acil vize başvurusu için üç saat beklemeniz gerekecek” dedi, “Türk pasaportlarınız yok mu? Hem vize parası vermeniz gerekmez, hem de beklemezsiniz” dedi.

Bakü’den sonra İstanbul’da bir kağıt-kürek işi için iki gün geçireceğimden yanıma Türk pasaportumu almıştım. 🐝Mezzy🐝’nin Türk pasaportu evde kalmıştı. Jelena’nın ise Türk pasaportu zaten yoktu, üç yüz küsür frank verip, çıkartmamıştı. Sadece kimlikleri vardı.

Görevli kız, bana “Siz buyrun geçin, karınızla uşağınız vizeyi bekleyecek” dedi. “Ben de onlarla bekleyeceğim” dedim. Vize ücretini ödedik, beklemeye başladık.

Bekleme esnasında dünyanın en iyi, en saygılı, en sevgi dolu insanlarıyla birlikte olduk. Hepsi polis, dünya güzeli Hayale Hanım, 🐝Mezzy🐝’ye kurabiye, Jelena’ya da çay verdi. Şehriyar kardeşim bizi gelişlerden, gidişlere geçirip, oradaki cafelere oturabilmemizi sağladı. Uzun uzun, çok zevkli bir sohbet ettik. Profösyönelliklerinden herhangi bir ödün vermediler, “Kusura bakmayın, sistemimiz böyle, beklemeniz gerekiyor” dediler, ancak bizim kendimizi iyi hissetmemiz için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Hepsine buradan ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

🐝Mezzy🐝 koltuklarda uyuyordu
Vizelerimizin email ile gelmesi gerekiyordu, ama üç saat sonra hala bir cevap gelmemişti. 24 saatten beri uykusuzduk. 🐝Mezzy🐝 koltuklarda uyuyordu, biz de gözümüzü açık tutabilmek için kahve üstüne kahve içiyorduk.

Bürokrasi, Azerbaycan’da da bürokrasiydi. Bir yarım saat bekledikten sonra Azerbaycan e-vize sitesindeki bir link ile vizelerimize ulaşabildim. Vizelerimiz çıkalı çok olmuştu, ama o email bir türlü gelememişti. Vize sitesinden Screenshot alıp, sınırı geçtik, Bakü’ye girdik.

Ancak saat sabah dokuzu bulmuş, sekizdeki turumuzu kaçırmıştık.

Sağlık olsun dedik.

Olan biten aslında tamamen benim hatamdı. Azerbaycan’a giriş şartlarını kontrol etmeden, duyduklarıma dayanarak sadece kimlikle girilebilir sonucuna ulaşmıştım.

Ancak burada Azerbaycanlı kardeşlerime de biraz sitem etmeden duramayacağım. Eğer Erivan-İstanbul-Bakü aktarmasıyla gelseydik kimliklerimizle girebilecekken, Atina-Tiflis-Bakü şeklinde geldik diye kimliklerimizle giremedik. Bizler aynı insan olsak da, birinde kimlik, diğerinde pasaport gerekiyordu. Açıkçası pek mantıklı gelmedi bana.

Bir de madem vize politikanız bu kadar karmaşık, pasaportlarımızı uçağa binmeden kontrol etseydiniz de, biz de Tiflis’te bir gün daha geçirip, Bakü’de, havaalanında sefil olmasaydık…

Ne yapalım, canları sağolsun.

İki kelime de Baku Heritage Tours’a.

Gobustan, Yanardağ ve Çamur Volkanları için bunlardan bir tur almıştık. Vize işi uzayınca bir mesajla durumu anlattım, “Bir sonraki güne erteleyebilir miyiz?” dedim. “Yok olamaz” dedi, çok kaba bir biçimde kestirdi attı. Tabii şimdi kim uğraşacak, bunları bugünden sil, yarına ekle. Nasılsa parayı vermişler…

Ne yapalım, olmuyorsa olmuyor dedim, boşverdim. Teknik olarak non-refundable, non-reschedulable bir turdu. Sadece belki bir iyi niyet olabilir miydi diye denemiştim.

Ancak biz havaalanındayken tur zamanı geldiğinde telefon çaldı, “Neredesiniz? Sizi bekliyoruz” diye otobüs şoförü mesaj yollamıştı. İlk konuştuğum tembel ukala, otobüse, “Bunlar gelmeyecek” diye haber bile vermemişti.

Size önemli tavsiyem, bu ciddiyetsiz, laçka adamlardan uzak durun. Bakü’de aynı turu alabileceğiniz bir çok yer var. Fiyatlar da aynı.

Bakü gezimiz biraz olaylı başlamıştı, ama spoiler alert, sonrası bir içim su olacaktı!

Devam edeceğiz…

11 Mart 2025 Salı

Azerbaycan

Sevgili arkadaşlar, Türkiye dışındaki diğer Türki devlet, daha doğrusu Türki halklara çocukluğumdan beri ilgi duyarım ve büyük miktarda sempati beslerim.

Bu alanda kat edilecek çok yolum var, ancak bu menzildeki en önemli hedeflerimden biri olan Azerbaycan’a ailem ile birlikte gidiyoruz.

Beni izleyenlerinizin bileceği üzere karım Jelena Sırp’tır ancak inanın o Azerbaycan’ı benden daha fazla merak ediyor. Bunun üzerine kızım Melissa’ya da kökenlerini tanıtmak fırsatı eklenince, Azerbaycan gezimiz çok fazla önemli bir hale dönüştü.

Bu gezideki hedefimiz Bakü. Karabağ’ı da çok görmek istiyorum ama henüz ziyaret edilebilir bir halde mi, emin değilim. Fırsat yaratabilirsem, mutlaka göreceğim tabii.

Azerbaycan hedef taşlarından sadece biri. Ömrüm ve gücüm yeterse Özbekistan’ı, Kırgızistan’ı, Kazakistan’ı gördüm ama bir daha niye olmasın, vize alabilirsem Türkmenistan’ı, başta Uygurlar, Çin ve Moğolistan içerisindeki Türk bölgelerini, Yakutistan’ı, Tataristan’ı, Başkurtistan’ı, Dağistan’ı, Karakalpakistan’ı, Çuvaş ve Başkirler’i, Nogaylar’ı, kaldılarsa Hazarlar’ı hep görmek istiyorum.

Altmışa yakın ülke gördüm, çok azından Gagavuzya ziyaretim kadar zevk aldım.

Amacım kuru, basma kalıp kafatasçılık değil. Sadece kökenlerimi, bir parçası olduğum halkları tanımayı ve anlamayı hedefliyorum.

İşte böyle.

Fazlasıyla Azerbaycanlı tanıdığım var, bir o kadar da Azerbaycan hakkında okuyup, izledim. Ancak görmek başka elbette.

Rotamızı Bakü’ye çevirdiğimiz şu dakikalarda biraz Azerbaycan’dan bahsedelim.

Azerbaycan ülkesi ve halkı, tanımlama ve hitap bakımından biraz özen gerektiriyor sevgili arkadaşlar.

Öncelikle bizim taraftan, “Azerbaycan” sözcüğü, yanlış olarak “Azerbeycan” şeklinde söyleniyor. Etmeyin, doğru diye bildiklerinizi unutun. Adamların ülkesinin ismi “Azerbaycan”.

İkinci ve hissettiğim kadarıyla daha da önemli olan ise “Azeri” sıfatı.

“Azeri”, bizim dilimizde Azerbaycan halkını, bu insanların konuştuğu dilin lehçesini, hatta müzikte bir makamı tanımlayan bir sözcüktür.

Azerbaycan halkı ise bu sözcüğü çok sevmiyor sevgili arkadaşlar.

Bunun bir kaç sebebi var.

Ruslardan başlayalım. Ruslar “Azeri” sözcüğünü, bir bölgede yaşayan ve ortak bir dili konuşan insanları tanımlamak için kullanmış. Keza İranlılar.

Burada ne yanlış yada eksik derseniz, tanımı itibarıyla Azeri sözcüğünün bir halkı, bu halkın kimliğini kapsamıyor olması.

Ruslar da, İranlılar da, “Azeri” tanımlamasını biraz küçümsemek, biraz da toplumsal değerleri törpülemek ve bastırmak için kullanmışlar.

Bire bir aynısı olmasa da, örneğin “Dadaş” yada “Efe” sözcüğü, “Azeri” sözcüğünde olduğu gibi bir halkı, onun kimliğini tanımlamaz, sadece coğrafik bir bölgeyi, biraz da adetleri, lehçeleri falan benzer olan grupları tanımlar. Efeler de Dadaşlar da Türktürler. Aynı şekilde Azerbaycan ve Azerbaycanlılar da her şeyleriyle kendilerine özel, etnisitesiyle, kültürüyle farklı, bağımsız bir ulus ve halktır. “Azeri” sözcüğü bu özellikleri gözardı eder.

Konuyu en iyi İlber Ortaylı izah etmiş: “Türkler arasında Azeri diye bir millet yoktur. Komünist şairler bile 'Türk kızları' diye yazar. Bunu Stalin hıyarı çıkardı. Stalin cahil bir Gürcü'dür, milliyetlerden anlamaz, felaket bir heriftir!”

Şöyle anlaşalım. “Azeri” yerine “Azerbaycanlı”, dil için de “Azerbaycan dili” yada “Azerbaycan Türkçesi” diyelim.

Yine de söylemeden geçmeyelim. "Azeri" sözcüğü Türkiye Türkçesinde sadece sevgi ve yakınlık kokar. O istenmeyen anlamların hiç biri, bu sözcüğü kullanan bir Türk'ün aklına bile gelmez. Bizde Azeri makamı, Azeri lehçesi vardır. Bu terimleri o kadar çok sık kullanırız ki, "Azeri" lafı arada ağzımızdan kaçarsa, Azerbaycanlı kardeşlerimiz de alınmasınlar diyelim.

Peki kim bu Azerbaycanlılar?

En basit anlamıyla biziz sevgili arkadaşlar. Hatta diğer Türki toplumlar arasında Türkiye Türklerine en yakın olan halk Azerbaycanlılar’dır. Türkiye Türkleriyle aralarındaki tek fark, tarihin bir noktasında Türkiye Türkleri Araplara denk gelip, çoğunlukla Sünni, Azerbaycan Türkleri de İranlılara denk gelip çoğunlukla Şii olmuşlar (Teknik olarak önce Sünni, sonra Şii olmuşlar, çok detayına girip, başınızı ağrıtmayayım). Şii Türk kimliğinin üzerine Sovyetler döneminden ithal edilmiş sözcükleri ve Sovyet usulü bilimsel ve sanatsal katkıları da eklersek yekünde bugünkü Azerbaycan’ı tanımlamış oluruz.

Bu arada, izleyenleriniz zaten bilecektir, ne Sünnilikle, ne Şiilikle alakam vardır. Benim gözümde biri diğerinden daha iyi, daha makbul değildir. Yaşam ilkelerim doğrultusunda kim ne isterse o olur, beni ırgalamaz. Benim ne olduğumun yada olmadığımın da başka kimseyi ırgalamayacağı gibi. Neyse çok uzattık, anladınız herhalde.

Dünyada en fazla Azerbaycanlı, ilk bakışta zannedilebileceği gibi Azerbaycan’da değil, İran’da yaşar. Dünyadaki 30-35 milyon Azerbaycanlı’nın muhafazakar bir tahminle 20 milyon kadarı İran’da yerleşiktir. Azerbaycan’da ise sadece sekiz milyonun biraz üstünde Azerbaycanlı yaşar.

Gençliğimde buram buram Azerbaycan kokan bir şarkı meşhur olmuştu. Karıya aşık olup, iki bira çeken her hasso delikanlı ya bu şarkıyı söyler, yada söyletirdi. Şarkının ismi “Ayrılık” olunca, haliyle herkes bunun bir aşk şarkısı olduğunu düşünürdü. Halbuki “Ayrılık”, yada doğru biçimiyle “Ayrılıq”, Türkmençay anlaşmasının ayırdığı Rusya ve İran’da yaşayan Azerbaycan halkı için yazılmış. Müzik bir Güney Azerbaycanlı, yani İran Azerbaycanından gelme Ali Salimi’ye, sözler ise bir İranlı, yani Farsi olan Rahim Moeini Kermanşahi’ye ait. Biz gelin bunu en bilinen yorumuyla, 1950’lerde söylendiği gibi Raşit Behbudov’dan dinleyelim.


İran’daki Azerbaycanlılar her şeyleriyle Azerbaycanlı, Yani Türk. Türkçe konuşuyor, Türk yemekleri yiyiyor, Türk müzikleri dinliyorlar. Ben Tebriz’e gitmedim ama izlediğim kadarıyla her şeyiyle bir Türk şehri. Ali Hamaney’in babası, Mesut Pezeşkeyan’ın annesi ve babası hep Azerbaycanlı, yani Türk. Türkçe konuşurlar, Türk kültürüne fazlasıyla yakındırlar.

İşin sosyo-politiğine dalıp, kafa şişirmeyelim ama 85 milyonluk İran’ın içindeki bu 20 milyonluk Azerbaycanlı nüfus, durmaksızın İran’ın uykusunu kaçırır. Son Karabağ savaşında İran’ın Ermenistan’ı desteklemesi falan hep bundandır, keza İsrail’in de Azerbaycan’la kanka olması. Enemy of my enemy durumları…

Coğrafik olarak Azerbaycan, Türkiye’nin doğusunda kalır. Azerbaycan’la kısa bir sınırımız vardır ancak, sınırı geçip, Bakü’ye arabayla gidemezsiniz. Çünkü Türkiye ile sınırı olan Azerbaycan’ın toprağı Nahçıvan ile Azerbaycan’ın gerisinin arasına Ermenistan toprağı bir bıçak gibi girmiştir, daha doğru bir deyişiyle sokulmuştur. Türkiye ile Orta Asya’daki Türk devletlerinin kara bağlantısını kesmek için 1920’lerin başında Ermenistan sınırları, Nahçıvan ile Azerbaycanın arasını kesecek biçimde tanımlanmış.

Bu günlerde adını sıkça duyduğunuz Zengezur Koridoru, Nahçıvan ile Azerbaycan’ı Ermenistan üzerinden karadan bağlayacak bir yol projesidir. Gerçekleşirse, Edirne’den yola çıkan bir kamyon, Bakü’ye kadar karadan gidip, Hazar Denizi’ni feribot ile geçerek Kazakistan ve Türkmenistana, oradan da Kırgızistan ve Özbekistan’a ulaşabilecektir.

Azerbaycan’ın, deniz ile bağlantısı olmamasına rağmen, Hazar denizi ile kıyısı vardır. Hazar Denizi teknik olarak bir göl olsa da, dünyanın en büyük gölüdür ve haysiyetli bir deniz sayılır. Uluslararası anlaşmalarda kafadan deniz kategorisine girer. Alan olarak, Karadeniz, Karayipler ve Baltık Denizi gibi denizlerle kıyaslanabilir. Suyu da normal deniz suyunun üçte biri oranında tuzludur.

Gelelim Azerbaycan’ın tarihine. Çok baş ağrıtmadan, ilginizi çekebilecek bir kaç noktaya değinelim.

Azerbaycan, çoğunuzun düşüncesinin aksine, hiç bir zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun doğrudan bir parçası olmamış. Ermenistan'ın farklı bölgeleri zaman zaman Osmanlı İmparatorluğu içinde kalmış olsa da, Azerbaycan hep imparatorluk sınırları dışında kalmış.

Bizde pek bilinmez ama, Rusya ile İran arasında uzun süren savaşlar sonunda imzalanan Türkmençay antlaşması ile Azerbaycan, İran ile Rusya arasında paylaşılmış. Yukarda değindiğimiz İran Azerbaycanlılarının bugünkü konumu hep bu anlaşmanın sonucudur. Günümüzdeki Azerbaycan, Sovyetlerin dağılması sonucunda Türkmençay antlaşması ile Sovyet tarafında kalan Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesi sonucunda kurulmuştur. Tekrar edelim, Azerbaycan’ın büyük tarafı hala İran sınırları içindedir.

Azerbaycan, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olmasa da, imparatorluk tarihi boyunca her iki ulus varoldukları süre boyunca birbirleriyle güçlü ilişkiler kurmuş. Gerçi Yavuz’un Şii/Alevi takıntısı yüzünden Safeviler’le hoşlaşması araya biraz kara kedi sokar gibi olmuş ama her iki halk da birbirlerine sevgi duymayı hiç bırakmamış.

Unutmayalım, Safeviler ve Azerbaycanlılar aynı kökenden gelirler. Tam doğrusu, Safeviler, Azerbaycanlı bir Türk aile, yani hanedandır. Tıpkı Osmanlılar gibi. Safevilerin kurucu hükümdarı Şah İsmail de Türkçe konuşan, Türk yemeği yiyen bir Azerbaycan Türküydü. Büyük, bilge bir lider, aynı zamanda gerçek bir şairdi. Tabii ki Türkçe yazardı:

Məndən pəhri çəkən alimlər, füzəlâ
Xətayi həqq şərabın içdi, sərməndir bu gün

Yani:

Benden övgüyle bahseden alimler ve bilginler
Hatayi, hakikat şarabını içti, bugün mest olmuştur

Sufi felsefesi bu, hemen şarabı duyunca aklınız başka yerlere gitmesin. Ulvi, ebedi bilgi, gerçeklik, beni öylesine etkiledi ki, dünyada olup biten bunun yanında hiç bir şey diyor, mealen.

Safeviler zaman ilerledikçe İranlı/Farsi bir eksene doğru kaysa da, kökenlerinden kaynaklı Türk değerleri varolmaya devam etti.

Safeviler'e ilk önemli darbeyi 1514'te Yavuz, Çaldıran savaşında vurdu, 1736’da da Nadir Şah tarafından yıkıldılar. Ama arkalarında bıraktıkları muazzam kültürel miras bugün Azerbaycan ve İran'da her anlamda sürmekte.

Rus İmparatorluğu’nun parçalanması sonucunda, 1918 yılında Azerbaycanlılar, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetini kurmuşlar. Bu devlet, İslam dünyasındaki ilk laik parlamenter demokrasidir.

Osmanlı İmparatorluğu da, bu yeni kurulan Türk devletini, özellikle Bolşevikler’e karşı desteklemek için Nuri Paşa (Enver Paşa'nın kardeşi) komutasında bir orduyu Azerbaycan’a göndermiş. Nuri Paşa özellikle Bakü’nün Ermenistan işgalinden kurtarılması esnasında önemli ölçüde yardımcı olmuş.

Nuri Paşa’nın gayretleri elbette Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda son bulmuş, ancak varlığı ve yardımları Azerbaycanlılar tarafından hep hatırlanmış.

Bizim tarih kitaplarında ismi geçer mi, geçmez mi, bilmiyorum ama Nuri Paşa bugün Azerbaycan’da hala sevilen ve hatırlanan bir kişilik.

Gelelim Azerbaycan Türkçesine.

Gerçek Türkçeyi, Türkiye’de konuşulan Türkçe zannedip, başka lehçelere burun kıvıran zırcahilleri bir tarafa koyalım.

Azerbaycan Türkçesi, Türkiye Türkçesi konuşanlar tarafından tamamen anlaşılır bir Türkçe.

Sadece biraz hayal gücü.

En sevdiğim Azerbaycan Türkçesi sözcük “şirin”. Tatlı demek, ama mecazi değil, baklava, şeker tatlıdır tatlısı!

Azerbaycan Türkçesinin gramerinde devamlılık yok. Yani “geliyorum” değil, “gelirem” diyorlar. Gidin Erzuruma, Dadaşlar da böyle konuşur. O yüzden çok havalanmayalım. Hele benim gibi bir de anadili Slav bir dil olup, master’ını Fransızca üstüne yapmış biri ile evliyseniz - çünkü her iki dilde de devamlılık yoktur, çok rahat alışıyorsunuz (yada “alışırsen”, daha da doğru şekli ile “öyreşirsen” :)

Diğer tüm Türk lehçelerinde olan, ama Türkiye Türkçesinde olmayan gırtlaktan gelen “kh” sesine biraz alışmak gerekiyor. “Kale” yerine “Khala” - “Bu gala daşlı gala” gibi. Fonetik yazıyorum, yoksa Azerbaycan alfabesiyle “kale”, aslında “qala” şeklinde yazılıyor.

“Çocuk”, “Uşak”, ki burada biraz Laz oluyoruz, “İyi” ise “Yahşi”, “Para”, “Pul”, "Nasıl" da "Neçe". Yani bilmediğiniz bir şey yok, tekrar etmek pahasına, sadece biraz hayal gücü.

Latince bazlı, yada Slav bir dil biliyorsanız “respublika” yada “prezident” gibi sözcükleri de hemen tanıyacaksanızdır. “Cumhuriyet” kelimesini Türkçe zannedip, Azerbaycanlılar’a niye Türkçe yerine Rusça bir kelime olan “Respublika” ‘yı kullanıyorsunuz diyenleri de İlber Hoca’ya havale ediyorum.

Sözün kısası, bir zorluk yok. Var diyenler de ilgi çekmeye çalışan hıyarlar, hepsi o. Gelmeden önce Bakü’de bir restoranı arayıp, Türkçe konuşarak, problemsiz biçimde bir rezervasyon yaptım.

Azerbaycanlılar gaza sonuna kadar basıp, öz Azerbaycan Türkçesi konuştukları zaman anlamak zorlaşıyor, ancak her iki dil de normal koşullarda tamamen anlaşılabiliyor. Bu arada, siz fark etmeseniz de, Azerbaycanlı kardeşlerimiz Türkiye Türkçesi konuşarak bizi fazlasıyla idare ediyorlar. Bu jeste karşı, Azerbaycan’a gidenlere ödev olsun, siz de biraz sıkın ve Azerbaycan Türkçesi konuşmaya çalışın.

Size biraz Azerbaycan havası koklatmaya çalıştım. Azerbaycanlıları ise sonraki yazılara saklıyorum. Bu güzel insanları sizlere ne kadar haklarını vererek anlatabileceğim, bilmiyorum. Görüp, tanımak gerekiyor.

Herneyse, başlamak, bitirmenin yarısıdır.

Devam edeceğiz.

Yaxşı qalın, mehriban olun ❤️

10 Mart 2025 Pazartesi

Gori

Önceki yazılarda, Türk tarihindeki önemli Gürcü kökenli şahsiyetlerden bahsetmiştim. Şimdi sıra başka bir Gürcü şahsiyette. Bahsedceğim bu Gürcü şahsiyet, sadece Türk değil, tüm insanlık tarihinde derin bir iz bırakmış biri.

İsmi Ioseb Besarionis dze Dzhugashvili.

Ancak tüm dünya gibi sizler onu bilinen ismi Joseph Stalin ile tanıyacaksınızdır.

Stalin, “Dzhugashvili” gibi buram buram Gürcistan kokan bir soyad yerine “Stalin” gibi gücü ve sertliği işaret eden, havalı bir Rus soyadı seçmiş. “Stal”, Rusça’da “çelik” demek. İngilizce’deki “steel” gibi. Her ikisi de eski Jermanik dillerden alınma. İsim olarak da, İncil’deki “Yusuf”, yani Gürcüce “Ioseb”, Rusça “Iosif” olmuş, batı dillerine ise “Joseph” olarak geçmiş, Böylece “İyoseb Cugaşvili” olmuş size “Josef Stalin”.

Stalin, elbette tartışmaya açık bir biçimde, tarihin gelmiş geçmiş eli en kanlı diktatörüdür sevgili arkadaşlar. Bir görüşe göre, Hitler’den de beterdir. Hitler Nazi ordusunda verdiği emirler sonucunda hayatlarını kaybeden askerler ve göreceli olarak az sayıda muhalifleri ile LGBTI bireyler dışında kendi vatandaşlarını öldürmemiştir. Stalin ise doğrudan yada dolaylı olarak önemli bir bölümü Sovyet sivilleri olmak üzere on milyonlarca insanı öldürtmüştür. Buna kendi öz oğlu da dahildir. Almanlar’a esir düşmüş oğlunu, ellerine sağ geçmeseydi deyip, onu esir bir Alman generalle takas etmeyi reddederek ölüme terketmiş, nitekim oğlu da sonrasında bir Alman esir kampında hayatını kaybetmiştir. Kısaca Stalin, Hitler’in Holocaust ile katlettiği Yahudilerden daha fazlasını doğrudan verdiği emirlerle öldürtmüştür. Karısı Stalin yüzünden intahar etmiştir - ki bu da biraz şüpheyle karşılanır ve insanlar bunda Stalin\in parmağı olduğunu düşünür. Göç politikaları, tarım politikaları, Gulag isimli çalışma kampları ve doğrudan infazlar sonucunda sayısı hala tam bilinmeyen insan hayatını kaybetmiştir. Milyonlarca insan evinden, yurdundan olmuş, Sovyetler Birliği’ndeki bir çok ülkenin demografisi değişmiştir.

Dünya ne yazık ki tarihinde iktidarı ele geçirmiş Stalin, Hitler, Leopold II, Franco, Pol Pot gibi manyaklar yüzünden çok acı çekmiştir. Bazı kaynaklar endüstrileşme politikalarının sonucunda ortaya çıkan kıtlık yüzünden ölen otuz milyon Çinli yüzünden Mao Zedong’u bu listenin başına koyarlar. Bu politikaların dar gürüşlülüğü ve aptallığı su götürmez elbette, ancak ben Mao’nun bunları bilinçli olarak insanları öldürmek için uyguladığını düşünmüyorum, o yüzden onu listeme almadım. Takdir sizin tabii.

Staline dönersek, Gürcistan’ın Gori kentinde doğmuştu. Ayakkabı tamircisi baba bir alkolikti ve hem Stalin’i hem de annesini şiddete tabi tutuyordu. Stalin sonrasında Lenin’in izinde devrim işine soyundu. Kim bilir kaç kez tutuklandı, sürgüne gönderildi, hapse atıldı, ama hepsinden bir yolunu bulup, kurtulmayı başardı. Bolşevik Parti’sine girdi ve orada yükseldi.

Lenin başta Stalin’i tutsa da, ölmeden kısa bir süre önce “Bakın bu adam manyak, ülkeyi buna bırakmayın” mealinde bir şeyler söyledi, ancak artık çok geçti. Stalin, Lenin’in ölümü ardından Sovyetler’in lideri oldu.

İlk iş ezeli rakibi Trotsky’yi (bizde anlayamadığım bir sebeple Troçki derler) önce sürdürüp, sonra öldürttü. Halbuki Lenin dahil bir çok Sovyet aydını Trotsky’yi Sosyalizm’in yayılmasındaki en önemli potansiyel figür olarak görmüştü.

Sonraki önceliğini beş yıllık planlarla ülkenin endüstrileşmesine ayırdı. Sayesinde Sovyetler Birliği önemli bir dünya gücü haline dönüştü.

Mao benzeri bir tarım kollektifleştirme planı uyguladı. Başta Ukrayna, milyonlarca insan açlıktan öldü. Stalin bu ölümleri göre göre, bilinçli olarak bu programa devam etti.

1936–1938 arasında The Great Purge dedikleri bir plan çerçevesinde milyonlarca muhalifini infaz ettirdi yada hapise tıktı.

Daha önce bahsettiğimiz Gulag isimli çalışma kamplarını inşa ettirdi. Milyonlarca insan bu kamplarda hayatlarını kaybetti. Dilimize yerleşmiş “Sibirya’ya sürülmek” deyimi, bu Gulaglar’a gönderilme anlamına gelir.

Sovyet milliyetçiliğini kabarttı, kendi anavatanı olmasına rağmen Gürcü kültürünü şiddetle baskıladı. The Great Purge esnasında çok sayıda Gürcü muhalifini de infaz ettirdi.

Sonrasında İkinci Dünya Savaşı başladı. Stalin, savaşın başında Hitler’le kankaydı - müttefiklik olmasa da bir saldırmazlık antlaşması yapmışlardı. Bir anlaşma ile Polonya’yı bölüşmüşlerdi. Bir gözü Orta Avrupa’da, diğer gözü de Türkiye’deydi. Eğer Hitler Rusya’ya saldırmasaydı, öyle tarihte Nazileri yenen kahraman müttefik lideri olarak değil, Nazi işbirlikçisi bir diktatör olarak geçecekti. Sonunda Nazileri yenilgiye uğrattı ama bu arada yirmi yedi milyon Sovyet vatandaşı hayatını kaybetti.

Savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin ve Orta Avrupa’nın ırzına geçti. Muhalifleri öldürdü, hapsetti, halkları oradan oraya sürdü. Bir çok tarihçi soğuk savaşı Stalin’in başlattığına inanır.

Stalin 1952 yılında Yahudi doktorların Sovyet liderlerini zehirledikleri ve sağlık sistemini baltaladıkları iddasıyla Doctor’s Plot ismi ile anılan yeni bir terör dalgası başlattı. Hedefi Sovyet yönetimindeki tüm yahudileri ortadan kaldırmaktı - ezeli düşmanı Trotsky’nin de Yahudi kökenli olduğunu hatırlayalım. Neyse ki buna ömrü yetmedi ve bir inme sonucunda hayatını kaybetti. Bir çok kişi bunun Sovyetler’i Stalin’in elinden kurtarmaya yönelik bir suikast olduğuna inanır.

Gürcüler’in Sovyetler zamanında yaşamış yaşlı bir kesimi Stalin’e hala sempati beslemekte. Bunlar Stalin sayesinde Gürcistan dahil tüm Sovyetlerin endüstrileştiği argümanını öne sürmekte. Ancak başta gençler, Gürcüler’in büyük bir bölümü Stalin’den hiç haz etmemekte. Bunların farklı nedenleri var. Öncelikle Stalin kendisi de Gürcü olmasına rağmen Gürcülere çok eziyet etmiş. Özellikle batı yanlısı genç kesim, anlaşılır sebeplerden ötürü anti-Stalin’ci bir görüşe sahipler. Başka ilginç bir sebep ise Stalin’in Gürcü Ortodoks kilisesini kapatması. Gürcistanın günümüzde hayli dindar olduğunu unutmayalım.

Stalin, işte böyle biri. Yukarda anlattıklarımı, tarihsel olayların, hele eski Sovyetler tarafından sıklıkla manipüle edildiklerini ve önemli bir bölümünün de benim yorumlarım olduklarını aklınızda tutarak okuyun lütfen.

Gori’ye bir minibüsle gittik.
Siz bunları okurken, biz de kahvemizi içip, Gori’ye doğru yola çıkmış olalım. Bu kentte bulunan Stalin Müzesine gidiyoruz.

Gori’ye bir minibüsle gittik. Benzeri bir minibüse Moldova’da, Transdinyester’e gitmek için binmiştim. Aynı o minibüs gibi bizi Gori’ye götüren minibüs de mazot kokuyor, her parçasından ses geliyordu. Koltuklar o kadar dar, içinde o kadar çok insan istiflenmişti ki, benim hacmimde iki kişinin yan yana oturması imkansızdı.

🐝Mezzy🐝, hayatında ilk kez bu kadar pis, kötü kokan, kalabalık bir minibüse binmişti ve şaşkınlıkla etrafına bakıyordu. Biraz sonra alıştı ancak yolculuk iyileşmiyordu. Benim zamanımda "ördek yapmak" derlerdi, yolda bulduğu müşterileri de toparladı ve bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Gori’ye ulaştık.

Biz müzeye ulaştığımızda gökyüzü kapkaranlıktı ve lapa lapa kar yağıyordu. Stalin Müzesini gezmek için tam ideal meteoroloji koşulları sizin anlayacağınız.

Stalin'in şahsi vagonu.
Gori’de Stalin’in doğduğu evin etrafına korumak için başka bir bina yapmışlar ve yanına ikinci bir müze binası eklemişler. Bir de bahçede Stalin’in heykeli ile İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında kullandığı şahsına özel tren vagonu var.

Ben bu tarihi şahsiyetlerin doğup, büyüdükleri yerlere çok önem veririm sevgili arkadaşlar. Onları büyük birer yazar, ressam, heykeltraş yada canavar yapan koşulların çoğunun, bu yerlerde, onların çocuklukları esnasında şekillendiklerine inanırım. Şimdiye kadar Atatürk, Kristof Kolomb, Picasso, Mozart gibi ünlülerin doğduğu yerleri görme şansım oldu. Bugün bu listeye Stalin’i de ekleyecektik.

Müzenin çalışanları hayatımda hiçbir müzede görmediğim kadar ukala, umursamaz, kaba ve bilgisiz. Biletçi dışında İngilizce konuşan yok. Zaten müzede İngilizce tek kelime açıklama yok. Her şey ya Kiril, Ya Gürcü alfabesiyle yazılmış. Normalde bir “rehber” ile gezmek için bilet alıyorsunuz ama ortada rehber, mehber yok. Sadece Stalin’in portresinin altında bir kadın memur uyukluyor. Vagonu kitlemişler. Bilmeseniz, kimse gezilebilir demiyor. Malum hava karlı, kim gidip kilidi açacak, anlatacak falan… Dürttük de, bir babuşka lütfen kalktı, kapısını actı. Göstermek, anlatmak falan yok. Kapıda durup, şöyle burnunun ucuyla “Ahan vagon burası, gidin bakın işte…” gibisinden başını salladı.

Stalin'in doğduğu ev.
Stalin Müzesi Sovyetler zamanında açılmış, o yüzden baştan aşağı üçüncü sınıf “Pravda” propagandası ile dolu. Pravda propagandasını hem sarkastik, hem de faktüel olarak kullanıyorum. Duvarlar “Pravda” gazetesinin fotoğraflarıyla kaplanmıştı. Hepsi de Stalin şöyle büyük adam, Almanlar’ı böyle çiğnemiş, bütün insanlığı kurtarmış gibi tek taraflı tautoloji ile doluydu. Jelena okudu, kesin bilgi.

Müze üzerinde Stalin’in resmedildiği halılar, tablolar, vs. ile dolu. Yine ona ait pipolar, kılıçlar ve benzeri şahsi eşyaları var. Müzenin bir köşesinde Stalin’in ofisini canlandırmışlar. Gezinin sonunda da “death mask” dedikleri, öldüğünde yüzünün son halinin alındığı bir maske var.

Bir yemek yedik.
Bu müze çok daha bilgilendirici ve ziyaretçilerin ilgisini çekebilecek bir şekilde düzenlenebilirdi. Bugün, aynen Sovyet usulü renksiz, laf olsun diye yapılmış bir yer haline gelmiş.

Yakın tarihin en önemli figürlerinden biri olan Stalin’in müzesini gezmek bence çok önemli bir deneyim. Ancak buraya gelmeden önce bol bol okumanızı kesinlikle tavsiye ederim.

Tiflis’e minibüsle değil, Bolt ile geri döndük.

Tiflis’in en renkli caddesi olan Rustaveli Avenue üzerinde bir Gürcü restoranında akşam yemeğimizi yedik. Biraz caddenin havasını koklamak için yürüdük. Özgürlük meydanı (Liberty Square) ve burada bulunan St. George heykelini görüp, biraz yürüdükten sonra saat kulesinin bulunduğu meydana ulaştık. Cafe Leila’da yine uzun sayılabilecek bir zamanda şarap tatmaya devam ettik.

Uçağımız sabah saat üçte kalkıyordu. Checkout yapmış olsak da otelimize geri dönüp, lobide biraz daha vakit geçirdik.

Bir Bolt yolculuğu bizi havaalanına götürdü.

En sonunda yıllardır gitmek istediğimiz Can Azerbaycan’a gidiyorduk…

Ljubljana

Galataport’ta bol bol kahve içip, kendimi uzun geceye hazırlamıştım. İstanbul’da akşam işlerimi bitirip, sabaha karşı Ljubljana’ya uçacaktım...