![]() |
Galataport |
Asya-Avrupa arasındaki bu mahşeri yolculuk en az iki saat sürüyor sevgili arkadaşlar. Yolculuğun eğer varsa metro kısmı göreceli olarak biraz rahat, ancak o metrobüs denen satanist araca binince, saatlerce ayakta, hiç durmadan gaz-fren, böyle patates çuvalı gibi sağa sola savrula savrula gidiyorsunuz. Denemediyseniz söyleyeyim, nefret bir şey.
Manyak mısın, niye böyle kendine eziyet ediyorsun diye sorarsanız, kısa cevabım pintilik. Nerede ucuz uçak bileti bulursam onu alıp, Avrupa-Asya arası yol eziyetine katlanarak bir kaç yüz frank harcamaktan kurtuluyordum.
Ancak şansıma, bu kez Avrupa tarafındaydım ve İstanbul Havaalanı’ndan uçuyordum. Epik yolculuğum bir saat kadar kısalmıştı. Hele hele metrobüs yerine iki metro ile gidiyordum ki, limuzin gibi gelmişti.
Ancak şansıma, bu kez Avrupa tarafındaydım ve İstanbul Havaalanı’ndan uçuyordum. Epik yolculuğum bir saat kadar kısalmıştı. Hele hele metrobüs yerine iki metro ile gidiyordum ki, limuzin gibi gelmişti.
İstanbul Havaalanına ilk gelişim değildi, ancak buradan ilk gidişim olacaktı. Bir kaç hafta önce kızlarla gelmiştik ve hemen pasaport kontrolünden geçip, çıkmıştık. Yani havaalanında gezip, dolaşacak fırsatımız olmamıştı. Bu kez saat on bir de gelmiştim ve saat sabah beşe kadar vaktim vardı.
Gördüğümde inanmakta zorlandım. Gerçekten devasa bir yer. Ancak insanın bütün enerjisini alıp, götürüyor. Uzun mesafeleri yürümek, daha tatilinize başlamadan sizi yoruyor. Fiyatlar ise İsviçre’nin en pahalı kayak merkezinden bile pahalı. Orta kararda bir yemek ve şarap için bir aylık kira parası harcamak mümkün.
Yine de gerçekten güzel görünümlü bir havaalanı.
Havaalanındaki her cafe ve barda bir şeyler içerek beş saat geçirdim. Telefonumu ve powerbank’imi şarj ettim (yeni Türkiyede buna “sarj” ettim diyorlar, karnıma ağrılar giriyor).
Air Serbia ile uçuyordum. Uçağımız saat beşte İstanbul’dan kalktı ve yine saat beşte Belgrad’a indi. Uçakta “Plazma Cookie” ikram ettiler. Sırbistan’dayken sevgili karımla her gün bunları yerdik.
Belgrad’a indik ve Ljubljana uçuşunun bir saat rötar yaptığını öğrendim. Bu da, bir üç saatlik daha vakit öldürmek demekti. Sabahın beşi olmasına rağmen havaalanındaki tek bara gittim. Kendime bir Krupac - Sırbistan’ın en güzel şarabi - söyledim. Bardaki kızla biraz geyikledik. O da, ben de, sabahın o saatinde gözlerimizi açık tutmaya çalışıyorduk.
Krupac’dan sonra bana Sırbistan’da olduğumu hatırlatan ikinci fenomen, havaalanındaki mahşeri sıcaklıktı. Sırplar’ın da, Türkler’in olduğu gibi ortaları yoktur. Ya en sıcak, ya en soğuk, ya sesi sonuna kadar açılmış müzik, ya sıfır müzik, vs.
Pervaneli bir ATR-72 bizi Ljubljana’ya götürdü. İndiğimizde hostes beni uyandırmıştı. Her iki uçuşta da birer saatlik uykuyla biraz kendime gelir gibi olmuştum.
İnince bir otobüsle Ljubljana’nın (Türkçe fonetik ile Liubliana) merkezine ulaştım.
Ljubljana, bildiğiniz gibi Slovenya’nın başkenti. Slovenya da eski Yugoslavya’nın bir parçası.
Yugoslavya çok büyük, çok ileri, refah düzeyi çok yüksek bir ülkeydi sevgili arkadaşlar. Parçalandığında Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ, Bosna, Makedonya ve Slovenya ortaya çıktı. Bölgesel bir güç olan büyük bir devlet, ayrıldıktan sonra birbirlerinin gırtlaklarına sarılan küçük, etkisiz ülkelere dönüştü. Aklı başında her Türk’ün bence biraz düşünüp, kendi ülkesinin geleceği için Yugoslavya’da ne olup bittiğini anlaması gerekir. Neyse, çok vakit kaybetmeyelim. Bütün Türkler zaten doğuştan her şeyi bildikleri için genelde benim fikirlerime ihtiyaç duymazlar.
Eski Yugoslavya’da çok vakit geçirdiğim için dillerini, adetlerini, yemeklerini, zevklerini falan biraz bilirim. Ancak Slovenya beni fazlasıyla şaşırttı.
Ljubljana’da yürürken insan kendisini eski Yugoslavya’dan ziyade sanki Prag yada daha da yakın benzerlikte, Bratislava’da hissediyor. Mimari fazlasıyla bu kentleri andırıyor.
Yemekler kontinental Avrupa yemekleri. Burek, cevapcici, pleskovica gibi tipik balkan yemeklerini hiç görmedim. Anlayamadığım bir sebeple hemen her menüde hamburger vardı. Olasılıkla Hollywood filmlerinin bir sonucu. Şaraplar ise biraz Çek, ama daha ziyade Avusturya şaraplarını andırıyordu.
Ancak beni en fazla şaşırtan Slovence oldu. Gramer ve kelime hazinesi olarak eski Yugoslavya’nın neredeyse aynısı olmasına rağmen, Slovenlerin konuşma şekli çok farklıydı.
Her Slav ulusu, dillerini biraz farklı tonlamalarla, vurgularla konuşurlar sevgili arkadaşlar. Polonyaca, daha doğrusu Lehçe mesela, çok yumuşak, aynı müzik gibidir. Devamlı “ş” sesini duyarsınız. Çekler ve Slovaklar biraz daha az “ş” kullansalar da tonlamaları yine çok yumuşaktır.
Ancak bana göre en komiği Ruslardır. Devamlı “lyı”, “myı”, “nyı” seslerini duyarsınız, sanki ağızlarında ekşi bir limon varmış gibi. Kulağıma çok efemine gelir.
Slav dilleri arasında en delikanlısını Sırplar konuşur. Genelde siyahlar içerisinde, kolları açık, bir omuz düşük, kallavi bir ses tonuyla “GDE Sİ BRATE, YASSEM DRAGAN, ŞTA RADİŞ” şeklinde kükreyerek konuşurlar. Hırvatlar ve Makedonlar hemen hemen aynı tonla, Bosnalılar ise belki biraz daha yumuşak olsa da yine yakın bir tarzla konuşurlar.
Slovenler ise Sırpçayı, yumuşak, sakin, Çekçe benzeri bir tonlamayla konuşuyorlar. Yürümeleri, oturup kalkmaları da fazlasıyla sakin.
Ez cümle, Slovenya’dayken eski Yugoslavya’da olduğumu çok fazla hissetmedim.
Slovenya, Avusturya, İtalya, Hırvatistan ve Macaristan’la komşu. Önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, sonra da Yugoslavya’nın bir parçası olmuş. Tüm komşularının olduğu gibi Katolik ağırlıklı bir nüfusu var.
Slovenya, Yugoslavya’dan ayrılan ilk ülke olmuş. 1991 yılında, sadece 60 kişinin hayatını kaybettiği, on gün süren bir savaş sonunda bağımsızlığını fiilen kazanmış. Yugoslavya’da sonradan olup, bitenleri göz önüne alırsanız, neredeyse barışçıl bir ayrılık olmuş diyebiliriz.
Sonrasında AB ve NATO üyelikleri gelmiş.
Slovenya, Alpler’in dibinde bir ülke. Kayak turizmi çok popüler, belki de Alplerin en ucuz kayak yapılabilen ülkesi. Bled isimli bir gölleri var. Gölün ortasındaki şato ile her mevsim kartpostallık bir manzara sunuyor gelenlere. Bled Gölü’nü 🐝Mezzy🐝 de görsün istediğimden bu kez tek başıma gitmedim.
Ljubljana’ya uzun süredir gitmek istiyordum ama sevgili karımın inadı yüzünden kısmet olmamıştı. Her eski Yugoslavyalı gibi, “şehir” deyince onun da aklına Belgrad, Zagreb falan gelir. Ben Ljubljana dedikçe, n’apacaksın Ljubljana’yı, Moudon’a git, aynı şey dedi, durdu. Kötü anlamda değil tabii. Moudon yakınımızdaki küçük bir şehir. İçinden minik bir nehir geçer, acayip de güzeldir. Hatta oraya taşınma olasılığımız var. Jelena’nın vurgusu Ljubljana’nın küçüklüğü üzerine. İşin aslı, Ljubljana, Moudon kadar küçük olmasa da, yine de ziyaret edilebilecek noktaları göz önüne alındığında, gerçekten de küçük sayılabilecek bir başkent.
Hal böyle olunca biz de Ljubljana gezimizi erteledik durduk. En sonunda İstanbul seyahatimi bahane edip, “Sen gelmeyeceksen ben dönüşte iki gün geçireyim” dedim, öyle Ljubljana’ya geldim.
Ljubljana, Ljubljanica nehrinin üzerine kurulmuş. Kırk kilometre uzunluğunda, küçücük bir nehir Ljubljanica. Sava nehrine dökülür. Malumunuz Sava Nehri, Belgrad’da Tuna Nehri’ne, Tuna Nehri, her ne kadar akmam dese de akıp, Romanya’da Karadenize dökülür.
Ljubljanica yemyeşil bir nehir sevgili arkadaşlar, ama yeşil dediysem, yeşil boya dökülmüş gibi, yemyeşil bir yeşil - çok yeşil dedim, farkındayım. Gördüyseniz, üzerine Mostar köprüsünün yapıldığı Neretva nehri kadar yeşil.
![]() |
Ljubljanica Nehri |
Ljubljana’nın merkezinde ise bu nehir boyunca bir çok cafe, bar ve restoran var. Bunların hepsi de inanılmaz güzel. Bazılarının nehir üzerindeki platformlarda bahçeleri var. Ben ilk gün seri bir bar-hopping yaparak bunların birkaçında şarap içip, bir şeyler yedim.
Bu restoranların birinde çok sevdiğim ekmek arası mantar çorbası buldum, iki gün boyunca her önünden geçtiğimde bir çorba içtim. Ekmek arası dediğime bakmayın, ekmekten yapılmış mantar biçiminde bir kap içerisinde getiriyorlar. Mantarın şapkası kızarmış, kruton gibi bir tadı oluyor. Bunu koparıp, çorba ile içebiliyorsunuz. Çorba geldikten bir süre sonra da ekmekten çeper yumuşuyor, kaşığınızla kazıyarak mükemmel bir lezzet elde edebiliyorsunuz. Bu çorbayı uzun yıllar önce Krakow’da çok içmişliğim vardır. Eski havaalanındaki yegane restoranda yaparlardı. Ekmek arası mantar çorbası o günlerde “Cuma olmuş, eve dönüyorum” anlamına gelirdi.
Yine nehir boyunca hepsi farklı bir tarzda yapılmış köprüler var. Bunların şehir merkezine en yakını ve en havalısı da Dragon Bridge, yani Ejder Köprüsü. Ljubljana’nın bir çok yerinde bu ejderlere rastlıyorsunuz. Şehrin simgesi herhalde.
Merkezdeki Preseren isimli meydan ve etrafındaki binalar, kelimenin tam anlamıyla muhteşem. Kırmızı ve pembe arası renkte bir kilise ve tabii ki ejder temalı bir heykel var.
Bir cadde üstte ise eski şehir isimli bölge var. Burası da ortaçağ/rönesans tarzı binalarla çevrili.
![]() |
Ljubljana Kalesi |
Fünikülerden inince gerçekten hayal kırıklığına uğradım. Kalenin dışı mükemmel bir ortaçağ kalesi görünümündeyken, Slovenler avluyu ve kalenin içini bir Montreux Jazz Festival salonuna çevirmişler. Bir kalenin değil de bir AVM’nin içinde yürüyor gibi oluyorsunuz. Kalenin kulesi, Cenevre Havaalanı’nın kontrol kulesi gibi olmuş. Modernlik adına bütün tarihi dokuyu yok etmişler sizin anlayacağınız.
Eski şehirde kendime mükemmel bir et restoranı buldum. Katedralin tam yanında, Pazar günü de olduğu için servis var, çanlarla, ilahilerle, hüdai bir havada öğlen yemeğimi yedim. Sertifikalı, kaşarlanmış bir etobur olarak söyleyebilirim ki çok az bunun kadar güzel bir et yemiştim. Yanında da bir bardak mükemmel Sloven şarabı ile anılarıma kazındı.
![]() |
Mükemmel Steak |
Ljubljana’da on üç saat kesintisiz uyumuştum, ama hala pestil gibiydim. Zürih’ten bir tren ile Lozan’a geldim. Üç gün de olsa, kızları özlemiştim. Sonunda evimdeydim.
Ljubljana gezisini toparlarsak…
Ljubljana cennet gibi, çok güzel, çok cazibeli bir kent ama çok küçük. Burayı görmek isterseniz müzeler hariç bir tam gün fazla bile gelir. O yüzden bavulu toplayıp, bir Ljubljana gezisi planlayın diyemiyorum. Ancak Ljubljana gezisini Bled gölü’nü de dahil ederek bir Zagreb yada Trieste ziyareti ile birleştirebilirsiniz. Biraz cesaretle Viyana’dan bile gelinebilir. Kısaca her hangi bir sebeple yakınına gelirseniz, kaçırmayın derim.
Slovenya ziyaret ettiğim 59’uncu ülke oldu. Bu da 60’a tamamlama stresini beraberinde getirdi. Jelena, 60’ıncı ülke Suudi Arabistan olsun diyor. Gerçi gidersek Mekke’yi göremeyecek, bildiğiniz gibi şehre sadece müslümanlar girebiliyor, ama o hala Mekke olmasa da gömek istiyor. Bana da fena bir fikir gibi gelmedi. Bakalım, zaman gösterecek, nasılsa buradan izlersiniz.
Şimdilik hepinize sevgi ve mutluluk dileyerek bitiriyorum