20 Temmuz 2017 Perşembe

Öyküler II

Prag, Avrupa'nın en cazibeli şehirlerinden biridir arkadaşlar. İş hayatına adım attığım ilk yıllarda çok yolum düşerdi bu güzel şehire. Kiliseleriyle, tarihi binaları ve astronomik saat kulesi ile Old Town Square isimli, gerçek üstü bir meydanı, Charles Bridge isimli tarihi bir köprüsü, Mala Strana isimli zamanın artistlerinin bilim adamlarının yaşadığı çok güzel bir mahallesi, Yahudi Mahallesi, klasik müzik konserleri, baleleri, operaları, tiyatroları ile her yeri bilim, tarih ve sanat kokan bir kenttir.

Yıl 1994. İzmir'den kalkan bir A-321 le Cenevreye, oradan da bir Saab 2000'le Prag'a uçmuştum. O zamanlar şehrin popüler business oteli devasa atriumu ile Hilton olsa da, cazibeli olması bakımından Old Town Square'in hemen yanında bir otelde kalıyordum.

Zaten spor bir kıyafet ve spor ayakkabıları ile yolculuk ettiğimden valizi hiç açmadan odaya attım ve kendimi bir Prag akşamına bıraktım. Biraz şarap, biraz da Çek Cumhuriyeti'ne gelip de içilmemesi suç sayılan, kırk ayrı baharatla yapılmış becherofka'dan sonra odama çıktım, kafayı vurup, erkenden yattım. Toplantım sabah erkenden başlıyordu ve kahvaltı için biraz zaman kalsın istemiştim. O yüzden biraz erken bir saatte wake-up call istedim ve becherofka'nın da etkisiyle hemen uyuya kaldım.

O zamanlar cep telefonları yok tabi, otellerde uyandırma çağrıları odanın telefonundan çalıyor. Şimdilerde duymak imkansız ama o zamanlar genelde kanlı, canlı bir bayan sizi resepsiyondan arar, "Good morning sir, this is your wake-up call!" derdi. Sonra bu gelenek otomatik uyandırma servislerine, daha sonra televizyon üzerindeki zamanlayıcılara ve en sonunda da akıllı telefonlardaki alarmlara evrildi.

Sigara içenleriniz bilir, sabah ağzınızda kötü bir tadla uyanırsınız. Ancak bir çay yada kahve bu tadı biraz alır, götürür gibi olur. Ne var ki, yine sigara içenlerinizin teyid edeceği üzere, çay ve kahve de sigarayla birlikte içildiğinden o kötü tad aslında hiç ağızınızdan kaybolmaz.

O zamanlar günde üç paket sigara içiyorum ve bir bardak kahveye acayip ihtiyacım var. Gün zor bir gün olacaktı ve akşam da yemek programı vardı. Kısacası canımız çıkacaktı. Sessiz bir kahvaltı ve sakin bir kahve fikri bana gerçekten çok çekici geliyordu.

Hemen yüzümü yıkadım, traş oldum, gömlek ve pantolonumu giydim, kravatımı taktım. Ceketimi elime aldım, tam kapıdan çıkarken bir eksiklik farkettim.

Ayakkabılarım yoktu!

Yerde duran spor ayakkabılarımı bir kenara ittim ve önce yatağın altına, sonra da valizin içine baktım. Utanç veren gerçeği bir kez daha teyit etmiş oldum.

Ayakkabılarımı evde unutmuştum.

Böyle durumlarda insan panik durumunu atlattıktan sonra hemen yaratıcı bir çözüm bulma moduna girer. Beyin o kadar hızlı çalışır ki neredeyse insanın burnundan dumanlar çıkar. Uluslararası bir toplantıya takım elbisemin aştında kırmızı-beyaz Nike Air ile gitme olasılığının korkunçluğuna şükürler olsun, beynim öyle bir hızla çalışıp bir çözüm arıyordu ki burnumdan dumanla birlikte sucuklu yumurta kokusu çıkıyordu!

Toplantıya beraber gittiğimiz bir arkadaşı aradım, soran olursa aman idare et, beş on dakika gecikebilirim dedim.

Sonra da bir taksiye atlayıp, bu gün bir alış veriş bölgesine dönüşmüş, şu Prag Baharı dedikleri isyandan sonra. Rus tanklarının yürüdüğü geniş caddeye gittim.

Saat sekiz on beş falan. Her yer mağaza doluydu ve bunların aradında da hatrı sayılır miktarda ayakkabı mağazası vardı.

Ancak hepsi sabahın bu erken saatinde kapalıydı.

Çaresiz cadde boyunca koşuşturmaya devam ettim. Bir yarım saat sonra, artık tam umudu kesmişken Bata mağazasının vitrin ışıkları yandı.

Saate baktım, dokuza çeyrek var. Altın bulmuş gibi sevindim. Beş dakikada bir ayakkabı alsam, on dakikada da ofise gidebilir, toplantıya yetişebilirdim.

Hemen tamamı şeffaf cam kapıyı ittim, ama ittiğimle kaldım. Kapı kilitliydi.

Hafifçe bir-iki kere vurdum, içerdekilerden biri duyar da açar diye, kimse oralı olmadı.

Bu kez vitrin camında Garfield oldum. Ellerimi, kollarımı sallıyor, kapıyı işaret ediyorum, ama içerideki tek-tük dolaşan tezgahtarlar bakmıyorlardı bile.

Elinde yer kovası ve paspasla kapıya doğru giden bir temizlikçi kadın gördüm, hemen koşup, kapıya gittim. Kadın içerde kapının önünü paspaslamaya başladı.

Bütün şirinliğimle kapıyı vurdum, "❤️Madam❤️" dedim.

Kafasını bile kaldırmadı, yeri paspaslamaya devam etti.

Bir defa daha vurdum kapıya, ama bu kez biraz daha sertçe.

Kadının kılı kıpırdamadı. Aramızda kalın bir cam olsa da, sadece beş santim ötesinde olmama rağmen ben yokmuşum gibi davranıyor, işine devam ediyordu.

"Açsana kapıyı eşşoğlueşşek!"

Anladığından değil ama feryadımdan dolayı kafasını kaldırdı ve paspasın sopasının tersi ile kapı üzerindeki küçük bir yazının üzerine tık tık vurdu.

Çekce "Zartzurt 9:00" yazıyordu, yani saat dokuzda açılıyormuş. Saat de dokuza beş var. Açsa kapıyı toplantıya yetişebileceğim. Bir iki dakikalık bir gecikme, takdir edersiniz ki bu durumlarda çok da önemli değildir.

İşaret ve orta parmağımla koşan adam yapıp, saatimi gösterdim, acelem var gibisinden.

Ama kadın tınmıyor.

Paspasını bitirdi, önlüğünü çıkardı, geldi kapının önünde durdu. Ben kapıyı açacak diye bekliyorum, o hala saatine bakıyor.

Aptalca bir durum bu arkadaşlar. Kapının bir tarafında kadın, diğer tarafında ben, kadın arada bir kolunu kaldırıp saatine bakıyor, herhalde dokuza üç falan var ki kapıyı açmıyor.

Son aşamada elini kapının mandalına getirdi ve devamlı saatine bakmaya başladı. Demek artık saniyeleri sayıyorduk. Yemin ederim abartmıyorum!

Saat tam dokuz oldu ki bu pat, mandalı çevirdi, kapıyı açtı, sanki beni ilk defa görmüş gibi...

"Anoooooo!"

...deyip, içeri buyur etti. Temizliği yapan kadın aynı zamanda tezgahtarmış. Bana "Nasıl bir model istiyorsun?" falan diye sorunca, cevap bile vermedim ama nasıl baktıysam kız gözlerini kaçırdı.

Kutuların üzerinde gördüğüm ilk ayakkabıyı aldım. "Kırk üç numarası var mı?" diye sordum, "Var" dedi.

Hemen ayakkabıyı giydim, kasaya gittim, parayı ödedim, spor ayakkabılarımı almadım bile, yerde öylece bıraktım.

Kısa bir koşudan sonra bir taksi buldum ve şirketin ismini söyledim. Neyse ki tanınan bir isim, şoför beş dakikada beni kapının önüne getirdi.

Daha önceden gelmişliğim olduğu için yolu biliyorun, hemen merdivenleri çıkıp toplantı salonununa ulaştım.

Toplantı henüz başlamamış, insanlar kahvelerini alıp, içeri giriyorlardı. İstifimi hiç bozmadan saatlerdir hayalini kurduğum kahvemi aldım, içeri girdim. O zamanlar toplantılarda sigara içiliyor, sigaramı da yaktım.

Toplantı başlamış, insanlar bir şeyler anlatıyordu ama bir kelimesini bile dinlemedim.

Arkadaşlar, inanın o kahve ve sigarayı gerçekten zevk alarak içtim 😛

***

Yıl yine 1994-95, bu kez Lufthansa ile Frankfurt aktarmalı, Litvanya'ya uçuyorum. Uçuş Lufthansa ama uçak THY, bizimkilerle code-sharing yapmışlar herhalde. O aralar Vilnius'a direkt uçuş yok, mecburen Frankfurt'ta bir gece geçireceğiz.

Uçağa bindik. Yerim, beraber seyahat ettiğimiz arkadaşlardan ayrı, yanımda da tanımadığım bir bayan oturuyor. Zerd-u saçları, ezrak-i gözleriyle Alman olduğunu tahmin ettiğim, şık, hoş bakımlı bir bayan. Lami demiş ya:

Zerd idelden rûyumı mihrün gülersin gül gibi
Sana hem-reng olmağiçün cismüm oldı keh-rübâ

Yani otur, yanında sarar, kehribar ol 😛

"Good morning." dedim, gülümseyip, kafasını salladı. Business uçuyoruz, kalkar kalkmaz servis başladı.

Yemekleri yedik, kahveleri dağıtıyorlar, kabin memuru Tam bizim sıranın yanımda tökezledi, foşşş diye kahveyi bizim hatunun bembeyaz bluzunun üzerine döktü.

Eyvah dedim, bu şimdi Gestapo'yu çağırır.

Kadın istifini bozmadı. Hostes özür diledi, bu da Türkçe "Önemli değil" dedi.

Yol arkadaşım hanım meğer Türkmüş.

Yol boyunca biraz sohbet ettik. Çok düzgün, çok akıllı bir kadın. Frankfurt için alçalmaya başladığımızda sessizce bana:

"Bir konuda yardımınızı isteyebilir miyim?" diye sordu.

Tabii dedim.

"Ben Almanca bilmiyorum. Frankfurt'tan trenle Gelsenkirchen'e gitmem gerekiyor ama İstasyonu, treni nasıl bulamam diye korkuyorum. Yardım edebilir misiniz?"

"Tabi ki ederim, hiç problem değil."

"Çok iyi, demek Almanca da biliyorsunuz."

"Yok, bir kelime bile Almanca konuşamam."

"O zaman hava alanını tanıyorsunuz."

Güldüm.

"Merak etmeyin." dedim, "Sizi trende koltuğunuza kadar götürürüm."

İniş telaşına, kemerleri bağla, koltuğu düzelt falan, kadın da çok üstelemedi.

Uçaktan beraber çıktık. Körüğü geçtiğimizde ilk gördüğüm temizlikçiyi durdurdum.

Türkçe, "Tren istasyonu nerede birader?" diye sordum.

Temizlikçi "Bak abi, şuradan yüz elli metre git, yürüyen merdivenlerden in, baanof levhalarını takip et, hemen orada." dedi.

Yol arkadaşımın biletlerini gösterdim. "Ablanın Gelsenkirchen'e gitmesi lazım. Nereden binsin trene?"

"Abi bi saniye dur, ben burada çalışıyorum götüremem ama... Ökkkeeeeşşş! gel buraya yiyenim!"

"Söyle Mahmut abi!"

"Bak ablan Gelsenkirchen'e gidecekmiş, göster trenini bir zahmet."

"Tamam abi, hemen. Gel ablacım..."

Kadın hem gülüyor, hem de bana teşekkür ediyordu. Selamlaşıp ayrıldık.

Bu arada geri planda Türkçe bir anons başladı "Türk Hava Yollarının TK-156 sefer sayılı İstanbul uçağı A-5 kapısından binişe başlamıştır. Yolcularımızın...."

Frankfurt hava alanı, Yeşilköy'den farklı değil. Dil, yol bilmiyorsanız öyle çok fazla endişe etmeyin 😍

***

Vilnius'a iner inmez Litvanyaca'ya gözüm alışmaya başladı. Normal sözcüklerin sonuna "-as" eklediğiniz zaman Litvanyaca oluyor, örneğin Hotelas, Postas, Bankas. Ancak en faydalısı Baras oldu tabii. Litvanyacada öğrendiğim ilk cümle ise "Viena alus", yani "Bir bira" 🍺 Alus da aslında bira demek olan "ale" 'in sonuna "as" eklenmiş hali.

Vilnius'da fazla vakit kaybetmeden bir şirket arabasıyla nihai hedefimiz Klaipeda'ya geçtik.

Sovyetler Birliğinin dağıldığı ilk yıllar ve ülke çok kötü durumda. Ruslar Baltıklara bir tek çivi çakmamış. Binalar harap, alt yapı çökmüş.

Bunun tek istisnası Vilnius ile Klaipeda arasındaki otoyol. Ben böyle geniş, bakımlı bir otoyolu Amerikada bile zar zor gördüm. Nedeni ise çok basit. Rusyanın Baltık limanlarına erişimi garantilemesi. Aslında otoyol derken biraz yalan söylüyorum. Metrelerce kalın kar yüzünden daha ziyade kayak pistini andırıyordu.

Mart ya da Nisan ayıydı yanılmıyorsam, ancak Ocak ayımdan beter kar vardı her yerde. Baltıkların iklimi şimdiye kadar gördüğüm en sert, en soğuk iklim. İnsanlar da bu soğuk havaya nasıl alışmışlarsa kızlarda mini etek, erkeklerde tişört. Bende ise komando parkası ve botları var.

Kış boyunca Klaipeda'da bir projede çalışan bir arkadaş, karda, buzda kayıp düşmekten "Bütün kışı yatay geçirdim" demişti.

Otelden ilk çıktığımda öyle bir soğuk vurdu ki suratıma, elimle burnumu tutup en yakın bara koştum ve hemen bir konyak söyledim. Burnumu bir süre kadehin içinde tutup ısıttım ve hemen konyağı içip, bitirdim. Tekrar dışarı çıkıp, bir sonraki "baras" 'a yürüdüm, bir konyak daha söyledim. Böyle böyle bar-hopping yaparak Klaipeda'nın merkezini dolaştım.

Litvanya'nın hiçbirşeyi yoksa bile bol bol içkisi var arkadaşlar, renk renk, çeşit çeşit alkol. Beraber çalıştığımız bir iki arkadaş artık içkilerin isimlerini bırakmış, onları "One yellow shit" ya da "One purple shit" şeklinde, renkleriyle sipariş ediyordu.

Barda beraber içtiğimiz bir iki Litvanyalı arkadaşın yaptığı hareketler de ilgimi çekmişti.

İçki isterken kafasını geriye büküp, baş parmağıyla işaret parmağını hani giysimizin üzerindeki bir toz tanesini atmak için "pıt" diye vurduğumuz gibi boğazına vuruyordu.

Sonradan öğrendim ki Sovyet döneminde Rus askerlerine içki bedavaymış. Askerler de asker olduklarını boğazlarındaki bir dövmeyi bu hareketle göstererek kanıtlarlarmış. Bara gelip pıt-pıt diye boğazlarına vurunca bar adamları bunlara bedava votkalarını verirmiş.

Litvanyalılar için Ruslardan nefret ediyorlar demek yanlış olmayacaktır herhalde. Ruslar, tarih boyunca ve özellikle Sovyet döneminde çok öttürmüşler bunları. Bugün Litvanyalılar Rusçadan nefret etselerde, küfrederken sadece Rusçayı kullanıyorlar. Rusça küfür hazinem oldukça gelişmiş sayılır ve çoğunu da Litvanya'da öğrenmiştim.

Anlamını boşverin, Rusça'da "bled" diye bir kaka sözcük var ki, Klaipeda'da Litvanyalı bir arkadaş "bled" dedikçe ben "Bülent" dedi diye "Ne var" diyordum, herkes de gülüyordu.

İçkileri renkleriyle çağırsak da, Litvanyada denediğim bir içki vardı ki, adını bir daha unutmam imkansız. Bu içkinin ismi starka. Aslında bir çeşit votka, ancak karamel bir rengi var. Polonya'da da denemiş olsam, benim için starka Litvanya'da içtiğim starkasıdır.

Starkayı çoğunlukla kolayla karıştırıyorlar, ve ortaya çok lezzetli, içimli bir içecek çıkıyor.

Bir akşam kaldığımız otelin barında toplandık. Ancak otel dediğime takılmayın, on tane odası, bir de barı olan geniş bir ev. Barda üç masa var, birinde biz, diğerinde de üç tane anneannem yaşında kadın. Ben o zamanlar otuzumda bile değilim, kadınlar altmışın üzerinde. Detayları olası yanlış anlamaları önlemek için veriyorum, herhangi bir faul yok yani.

Bizim masanın hepsi bira içiyor, benim birayla hiç aram olmadığı için starka içiyorum. Bir iki saat sonra alkol seviyesi de yükselince hem gülmeler, hem de ses düzeyi arttı. Otelin sahibi de durumdan memnun, açtı müziğin sesini.

Ben bu arada dört ya da beşinci starkadayım. Bu andan sonra olanları parçalar halinde hatırlıyorum.

İlk perdede birileri bardağıma bulaşık suyu dolduruyor, ben de onu içiyordum. Sahne kararıyor ve ilk perde kapanıyor.

İkinci perdede, yan masadaki kadınlardan biriyle dans ediyorum. Tanıyanlarınız bilir, nikahımda karımla yaptığım ilk dans haricinde son otuz beş yıldır kimseyle dans etmişliğim yoktur. Burada da sahne kararıyor, ikinci perde bitiyor.

Üçüncü perdede bir arkadaşımla odalarımıza çıkıyoruz, ancak ikimiz de merdivenlerde ellerimizin üzerinde sürünerek. Onun odası benden bir kat altta o yüzden o sürünerek ayrılıyor, ben dizlerimin üzerinde bir kat daha çıkıyorum, yine perde kapanıyor.

Ertesi sabah uyandığımda pantolonumun sağ paçası, sağ ayağımdaki çorap ve ayakkabılarımın sağ teki ayağımdaydı, ancak pantolonumun sol paçası dahil, sol tarafta hiç bir şey yoktu. Bunu nasıl becermişim, hala anlamış değilim.

Starkanın bu "yumuşatıcı" etkisini keşfettikten sonra evde her daim bir-iki şişe bulunduruyorum. Öyle birileri gelip de "Ya, sen şarap seviyormuşsun, ben de kırmızı Fransız şarabı severim" dediği zaman, "Gel boşver Fransız şarabını, sana daha güzel birşey vereyim" deyip, bir kadeh starka ikram ediyorum.

Gecenin kalanı inanın çok daha sakin geçiyor 😜

***

Gittiğim şehirlerde eğer bir Hard Rock Cafe varsa mutlaka gidip, üzerinde şehrin ismi bulunan bir Hard Rock bardağı alırım. Prag'da bulunduğum gezilerimde Hard Rock Cafe olmadığı için doğal olarak koleksiyonumda bir bardağı da yoktu.

Yine bir iş toplantısından sonra hafta sonunu Prag,da geçirirken önümden üzerinde Hard Rock Cafe Praha yazılı bir tişörtle bir adam geçti. Lan acaba ben bilmeden bir Hard Rock Cafe mi açıldı dedim.

Polonyalı bir arkadaşla beraberim, dil aynı olmasa da yakın akrabası, hemen yanımızda limonata satan bir kıza Polonyaca sordu.

"Prag'da Hard Rock Cafe var mı?"

Limonatacı kız:

"Yok ama espresso ya da cappuccino var ister misiniz?" diye sordu.

Bir gülme geldi ama bastırdım. Kızcağız bilmiyordu işte.

Yanımdaki arkadaş:

"Yok biz Hard Rock Cafe arıyoruz" dedi.

Kız yine sordu:

"Ice coffee?"

Sonucunu kestirdiğimiz için "Sağolasın" deyip ayrıldık. Kız hala arkamızdan sesleniyordu:

"Nescafe?"

***

Gurbette yaşamak zor iş anasını satayım. Türkiyenin durumu hepimizin malumu da olsa da, elde değil özlüyor insan, hatta üç gün geçirdikten sonra özlediğine pişman olacağını bilse bile.

İşte bu yüzden, eşim Jelena Dubai için Türkiye aktarmalı bir uçuş buldu diye kalbim ısındı bir anda. Hem de iki uçuş arasımda iki saat kadar bir süre vardı ve bu iki saat, benim için bir kebap, Jelena için de havlu, sabun, abajur gibi ıvır zıvır alabilmek için yeterli zaman demekti.

O heyecanla bir cuma akşamı rotamızı Basel havaalanına çevirip gaza bastık. Havaalanına olaysız ulaşmıştık.

Bu Türkiye uçuşlarının bir özelliği vardır. Havaalanında şöyle bir dolaşın, ilerleyen dakikalarda memlekete bir uçuş olup olmadığını hemen anlarsınız.

Bağıra, çağıra telefonda konuşanlar, etraftaki insanlara çarpa çarpa koşuşturan çocuklar, önce birden yanınızda bitien, sonrasında sizle birlikte ilerleyen ve kıçın kıçın önünüze geçip sıraya kaynak olmaya çalışanlar, daha İstanbul'a gelmeden size hızlı bir Türkiye oryantasyonu yaptırırlar.

Biz de geleneksel, "Lütfen sıraya girer misiniz han-fendi?", "Ayyy, kusura bakmayın, gerçekten geç kaldım uçağa.", "Biz de aynı uçakla gidiyoruz han-fendi, geç kalmadınız." şeklindeki repliklerimizi icra ettikten sonra güvenliği geçip kapıya geldik. Jelena bile öğrendi, artık Türkçe 'Hayır' diyor bunlara.

Kapıda, biniş kartlarının kontrolü için, o sopalara bağlı şeritlerle labirent gibi uzun bir koridor yapmışlar. Labirentin tam girişinde İsviçreli bir çiftin arkasında sıraya girdik. Çiftin önünde de, bizden bir kız, kafasını eğip, burnunu telefonuna sokmuş, vık-vık text yazıyor.

Kontrol başladı ve insanlar biniş kartlarını gösterip, otobüse doluştular. Ancak bizim kız hala vık-vık yazıyor, öne doğru iletlemeyi reddediyordu.

Bu fenomeni tam olarak anlayabilmeniz için İsviçre halkını tanımanız gerekir arkadaşlar. İsviçreliler, gerçekleri tabii, "Haydi ilerleyelim" demenin ofansif olabileceğini düşünür ve büyük bir sabırla, son ana kadar önlerindekilerin, sıranın ilerlediğimi farkedip ileri gitmelerini bekleyebilirler.

Kızla bizim aramızdaki İsviçreli çift hiçbir harekette bulunmadan kızın ilerlemesini bekliyor, kız ise umursuzca telefonuyla oynuyordu. Bu çift uzun bir süre kızın arkasında hiçbir tepki göstermeden beklemeye devam edebilirdi

Onyedi senedir İsviçre'de yaşasam da, beni Türk yapan genlerim hala damarlarımdaki asil kanda mevcut olduğundan olaya müdahale etme gereğini duydum.

"Eksküze mua!" deyip İsviçreli çifti geçtim. Kız hala mesaj yazıyordu.

Kız yokmuş gibi yürüyüp labirente girdim.

Kız bu İngilizce de "Near Miss" (Niyır Miss) yani "Yakın Geçişten" biraz rahatsız olmuştu ki, kafasını kaldırıp şöyle bir baktı bana, ve "Hey Allahım!" anlamında başını şöyle bir sağa sola salladı. Sonrasında iki adım kenara çekildi, ve mesajını yazmaya devam etti.

Kız sırada değildi!

Sadece kontrol sırasının girişinin tam önünde mesaj yazmaya karar vermişti. Uçağın yarısının arkasında biriktiğinin farkında değildi.

Yolcular, etrafını yıkmam diyen Tuna nehri misali biniş kartlarının kontrol noktasına doğru aktılar.

Kız hala mesaj yazıyordu!

Pegasus Havayolları'nın ikram menüsünde Muffin adı verilen ufak, mantar biçimli hamur işi vardı. Hem Jelena, hem ben çok severiz muffin'leri kahve ile.

"İki kahve, iki muffin.", dedim.

Hostes kadın anasına küfretmişim gibi neredeyse bağırarak cevap verdi.

"Ne?"

"Doğru düzgün cevap ver lan kaltak..." şeklinde başlayan birkaç senaryoyu, olayın sıcaklığında şöyle bir değerlendirdim, sonrasında rezillik çıkmasın babında kibarca bir daha tekrarladım.

"İki kahve, iki tane de MAF-FİN, lütfen."

Ellerini iki yana açıp, "Anlamıyorum ki" biçiminde bir işaret yaptı. Sonra da karşısındaki erkek kabin memuruna dönüp, ağzını, burnunu yamultarak "Ne diyor bu?" gibisinden bir baktı.

Anlayacağınız, kaka gibi kaldım ortada, "Siz Türkler nasıl diyorsunuz, muffin işte." şeklinde.

Bu yeni insan türü "Homo Dingilus" yakın zamanda ortaya çıktı arkadaşlar. Sadece Türkiye'ye mahsus değil, haklarını yemeyelim, buralarda da çok var bunlardan.

Özellikleri, dişi olmaları ve "Bak kadınız diye öyle hareket yapma, alasını görürsün", motifiyle hıyar hıyar konuşmalarıdır. Facebook bunlarla dolu. Ortalama ayda bir, böyle bir müptezel çıkar karşıma, ipe sapa gelmez şeyler söyler, sonrasında da kaybolur, gider.

Neyse, dönelim konumuza.

Erkek kabin memuru "Şşşt!" diye kızdı buna, ve iki muffin çıkarıp verdi bize. Kahveler de sonradan geldi.

Muffin'i yerken bir daha düşündüm, gerçekten ukalalık mı yaptım diye.

İlk iş menüye baktım. Menüde "Muffin" yazıyor. Küçük puntoyla da açıklama koymuşlar. "Ahududulu Çörek" şeklinde. "Çörek", çok genel bir tanımlama. Muffin de dahil, birçok hamur işine çörek denilebilir.

Sadece Türkçe konuşmak için de "Hanfendi bana bir 'ahududulu çörek' verir misiniz?" demek ise gerçekten komik geldi kulağıma. Muffin, muffin'dir işte. Herkes, en azından görevi, onu satmak olan herkes, bilir ne olduğunu.

Sonra, uluslararası bir uçuşta herkes Türkçe sipariş verecek diye bir kural da yok. Türkçe bilmeyen herkes, menüde yazdığı şekilde "Muffin" isteyecek. Bu hıyar da, hepsine, ağızını, burnunu yamultup "Ne diyor bu?" mu diyecek?

Kaotik bir süreç sonrası uçaktan inmiş, bizi terminale götürecek otobüsün içerisinde, yolcuların gelmesini bekliyorduk. Bu otobüslerin yerine elden geldiğince jetway denilen körükler kullanılsa da Avrupa'da arada bir otobüslere denk gelirsiniz.

Bizde ise biniş ve inişlerin çoğunluğu otobüslerle yapılır.

Ve bu otobüslerde yine sadece Türkiye'ye özgü bir fenomen çıkar karşınıza.

Telsiz!

Medeni ülkelerde otobüs sessizdir. İnsanlar sakince terminale yada uçağa gitmeyi beklerler.

Bizde ise o tanrının cezası telsizin sesi sonuna kadar açılır ve otobüsteki herkes zorla, cazır-cuzur o anlamsız konuşmaları dinler.

Çünkü telsiz, otobüs şoförünün kendini önemli hissetmesi için, tanrı vergisi bir araçtır.

"626 için gecikmeli yolcu kapıda. DİNG!, KKKK!"

"Ben hemen aracı gönderiyorum. Lütfen bilgilendirin. DİNG!, KKKK!"

Sesi sonuna kadar açık telsizin ufacık hoparlörü yüzünden kulaklarınız yırtılacakmış gibi olur, bu canhıraş seslerden.

Dayanamadım, İngilizce "Rehineleri kurtardık, üsse dönüyoruz. DİNG!, KKKK!" diye telsizi taklit ettim. Sonra da kendi kendimi cevapladım. "Sizi bastırma ateşiyle koruyoruz. İlerlemeye devam edin. DİNG!, KKKK!"

Bir iki yolcu güldü, bir ikisi de anonsları ve silah sesi taklitleriyle olaya müdahil oldu.

Hep beraber güldük.

İşin komiği, telsiz otobüste cayır cayır bağırırken, şoför otobüsün içinde bile değildi.

Terminale ulaştık ve Pegasus hava yollarının transfer gişesine gittik. Dubai uçuşu için biniş kartlarını alırken, gişedeki görevliye sordum.

"Kebapçı hangi terminalde?"

Adam bana baktı, baktı ve:

"Abicim, şimdi pasaportu geç, kapının önünden taksiye bin, Kurtköy'de bulursun kebapçı."

Başka birisi araya girdi.

"Boşver Kurtköy'ü, Pendik'e gitsinler. Kebap orada çok iyi."

Yine kanım tepeme çıktı.

Aslında ben Bursa'da da çok iyi bir kebapçı bilirim. Bir otobüslük uzaklık. Oraya da gidebiliriz, bir gözümüzü karartsak.

"Kardeşim, verdiğin biniş kartındaki saate baksana. Uçağa nasıl yetişiriz Kurtköy'e gidersek?"

Havaalanında kebapçı olduğuna emindim. Bir daha sordum.

"Emin misin havaalanında olmadığına?"

Şimdi kalbimi kırdın abicim bakışıyla ciddileşerek cevapladı.

"Yok beyefendi."

"N'apalım...", dedik ve kartları alıp ilerledik. Bizim konuşmamızı duyan gençten bir Pegasus görevlisi kulağıma fısıldadı.

"Abi, geliş terminalinde, Dönerci Usta'da var iskender. Bu bilmez onları.".

Gerçekten de vardı....

"Bize üç iskender!"

"Abicim İskender kalmadı."

"Nasıl kalmadı? Bu koca döner ne?"

"Abi sos bitti."

"Canım kardeşim, taa iki bin kilometreden geldik İskender yemek için."

"Abi, o zaman sen bi beş dakika bekle..."

On dakika bekledim, yine gittim.

"N'oldu bizim iskenderler?"

"Abi bir üç dakika daha..."

Böyle, böyle bir yarım saat geçti ama sonunda alabildik iskenderleri...

Çıkış kapısına geldiğimizde, ortalık görünümü güzel de olsa ruhu itibarıyla otuz sene öncesinin Ankara otobüs terminalini andırıyordu.

Tamamen bir başıbozukluk hakimdi.

Elinde telsiz, muhtemelen bir Homo Dingilus olan kız "Münih yolcusu vaaar mı?", diye hem yürüyor, hem de yırtıyordu kendisini. Niye akıllı biri gibi anons yapmadığı yada Türkçe bilmeyenlerin bu çığırtkanı nasıl anlayacağı başka bir konu tabii ki.

Ne olduğunu anlayamamış, şaşkın şaşkın etrafa bakınan bir iki yabancı yolcuya durumu anlattım.

Başka bir görevli, hem bir tekerlekli sandalyeyi itiyor, hem de yırtınıyordu. "Oysan Örmen!, Oysan Örmen!".

Kapıda bekleyen birinin önünde durup sordu. "Oysan Bey siz misiniz?". Adamın nasıl gücüne gittiyse, "Sakata benzer bir halim mi var?", diye çıkıştı. Bu arada Oysan Örmen kalabalıktan çıkıp geldi. Bey değil, bir hanımmış.

Kapı numaraları anons yapılmadan değişiyor, insanlar bir o tarafa, bir bu tarafa koşuşturuyorlardı. Her görevlinin belinde sesi sonuna kadar açık bir telsiz, cazır-cuzur bağırıyor, tam anlamıyla bir hengame yaşanıyordu.

Üzüldüm tabii bu haline ama elden ne gelir? Medeni olabilmek için ilk önce medeni olmayı istemek gerekiyor işte.

Bu iki saatlik Türkiye havası, özlem falan bırakmamıştı içimde. Bir an evvel uçağa binip gitmek geldi içimden.

***

Öykülerimizin ekseriyesi taze, ilk baskı. Okurken umarım eğlendiniz.

İyilikle, sağlıkla, sevgi ile kalın arkadaşlar ❤️...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...