27 Kasım 2016 Pazar

Sistem

Ben çözülemeyecek bir sorun olmadığına inanan biriyim. Safça, çocukça bir iyimserliğim, yapıcı diyebileceğim bir tarafım vardır.

Ancak hayatta hiçbirşeyin kendi kendine olmayacağını bilecek kadar da kaşarlandım. Arada bir şansımız tutar, kendimizin çok çaba göstermemesine rağmen bazı iyi şeylerin kendi kendine olduğunu görürüz. Hepimize olur bu.

Ne var ki, hayatımızı bu düşük olasılıkla gerçekleşebilen nadir sonuçlara bağlarsak sonunda duvara toslarız. Hile yapmayan hiçbir kumarbaz zengin olamamıştır. Kumar, tanımı gereği, kazanma olasılığının kaybetme olasılığından az olduğu bir kurulumdur. Arada bir kazansanız da, uzun vadede hep kaybedersiniz. Kör matematiğin bir sonucudur bu.

Biraz konudan konuya atlayacağım, lütfen sabredin. Sonunda toplayabileceğimi düşünüyorum.

Her sistem belli kurallar ve kısıtlar altında çalışır. Bir bankayı ele alalım. Müşteri gelir, parasını yatırır, vadesi geldiğinde sistem faizini hesaplar ve anaparayı da ekleyerek toplamı müşterisine verir (anapara ve faiz).

Herşey sistemin öngördüğü biçimde çalıştığında, ne bankanın, ne de müşterisinin fazla düşünmesine gerek kalmaz.

Ancak müşterinin vade bitmeden öldüğünü, kanuni mirasçısının da yurt dışında yaşamış, bir kaçak olduğunu, Türk kayıtlarında bir erkek olup, sonradan cinsiyet değiştirerek kadın olduğunu, başka bir erkekle evlendiğini, sonra da öldüğümü, tek mirasçının kocası olan bir erkek kaldığını varsayın.

Sistemin bu sorunu çözmesi imkansıza yakın, çok zor olacaktır. Türk kanunları olasılıkla yabancı ülkedeki cinsiyet değişikliği ardından yapılan nikahı kabul etmeyecek, olasılıkla kayıtlarında erkek olan biri için bir kadına ait ölüm belgesini geçersiz sayacaktır.

Sonunda pratik zekalı biri olaya müdahale edip pragmatik bir çözüm bulacak, sistem çoğunluğu beklenen olayların olduğu habitatında işlemeye devam edecektir.

Yukardaki olağan dışı olay sistemi biraz yavaşlatacak, biraz meşgul edecek de olsa, işleyişi süregelecektir.

Bankamızda, aynı hafta içinde, yukardaki olağan dışı olayın benzeri, bir çokluk üzerinde konuşabilelim diye, mesela beş olay daha olduğunu varsayalım.

Sistem bu beş olayı çözebilmek için elindeki kaynakların biraz daha fazlasını kullanacak, sistemin normal işleyişi için göreceli olarak daha az kaynak kalacaktır.

Olağan dışı olay sayısı daha da arttığında sistem çözüm için daha da fazla kaynak kullanacak, olağan işleyişine daha da az kaynak ayırma zorunda kalacaktır.

Olağan dışı olay sayısı belli bir kritik miktara ulaştığında ise sistem tüm kaynaklarını bu olağan dışı olayların çözümüne ayıracak, normal işleyişi için kaynak kalmayacaktır.

Bu aşamaya kaos diyoruz.

Fizikte bir karşılığı vardır bu kaos ortamının. Bir yıldız kendi yerçekimi gücünü ısısıyla durduramayacak düzeye geldiğinde ezilip küçülür, bir kara delik oluşturur. Bu kara deliğin merkezine singularity, yani tekillik derler. Tekilliğin içinde fizik kuralları işlevlerini kaybeder. Madde, enerji birbirine karışır.

Bankamıza dönersek...

Sistem kendi içinde tutarlılığını kaybedecek, deyimi yerinde ise işi gücü bırakıp bu acayipliklerin peşinde koşacaktır. Müşterilere paraları ödenemeyecek, krediler toplanamayacak, hükümet müdahale edecek, sonunda banka topu atıp kapanacaktır.

Yani sistem çökecektir.

Ne kadar akıllıca dizayn edilmiş, ne kadar sağlam gibi görünürse görünsün, her sistemin sabit bir olağan dışılıkları çözme kapasitesi vardır. Bu kapasite aşıldığında kaos kaçınılmazdır.

İşte son günlerde global seviyedeki zırvalıklar yüzünden bence dünya böyle bir kaosa girmek üzeredir.

Ve ne yazık ki, Türk milleti başta anlattığım üzere herşeyini şansa bırakmış durumdadır.

Yöneticileriyle, halkıyla, aydınıyla bu kaos ortamına çok hazırlıksız yakalanmıştır.

Hiçbir derinliği, tutarlılığı, deneyimi, öngörüsü, basireti olmayan bir hükümeti, tarihi boyunca en boş, en ukala, her şeyi bildiğini düşünen, sorgulama, muhakeme ve öğrenme yeteneğini kaybetmiş, hiçbir işe yaramayan yaygaracı bomboş bir aydın kitlesi, yine her şeyi bildiğine emin ama hiç bir şeyi bilmeyen, vizyonsuz, cahil, dar görüşlü, muhafazakar bir halkı ile bırakın kaotik bir ortamı, her şeyin normal yürüdüğü sütliman bir ortamda bile varlığını sürdürmesi olanaksız hale gelmiştir.

O yüzden hep beraber oturup, şansımız tutsun diye dua etmekten başka seçeneğimiz kalmadı.

18 Kasım 2016 Cuma

Fondue Chinoise

Seda'nın da teşvikiyle, size bir kickass Fondue Chinoise tarifi arkadaşlar.

Chinoise Çin demek ama yemek katıksız İsviçre yemeği.

Fondue Chinoise için gerekli ilk malzeme bir Fondue Chinoise seti. Yani ufak metal bir tencere ve altında yanan bir ateş. Bu ateş mumdan hava gazına kadar değişik kaynaklardan elde edilebiliyor.

Genel fikir bu tencerenin içine bir sıvı koymak ve ateşin sıcak tuttuğu bu çorba içine şişlere batırılmış etleri pişirip patates kızartması ve dört ile altı arası farklı sosa batırıp yemek.

Önce çorba.

Bu çorbaya Fransızcada Bouillon, İngilizcede Broth derler. Et suyu yani. Bir buçuk litre su, içine iki-üç etsuyu tableti, 30 cl kırmızı şarap, burası çok önemli - bol bol tuz. Etin tuzunun doğru olabilmesi için çorbanın zehir gibi tuzlu olması lazım. Sonra soğan tuzu yada rendesi, basil yani fesleğen otu, bol karabiber, bir iki parça sebze, bir iki parça mantar ve ben kulunuz bir iki şerit makarna (noodles) da koyarım. Sebze ve mantar koyarken çok abartıp işi sebze çorbasına çevirmeyin. Çorba su gibi sıvı ve açık olmalı. Bunu ocakta kaynayana kadar ısıtın.

Et çok önemli. Alabileceğiniz en güzel eti alın. Dana tabi. Yağsız ya da çok az yağlı. Boyutları için kesilmemiş pastırmayı canlandırın gözünüzde, ondan 50% daha kalın bir lop. Kişi başına 300 gr hesap edin ve kesinlikle kestirmeyin.

Eti buzluğa atın ve bir-iki gün donmasını bekleyin. Yemek gününde buzluktan çıkarın ve yüzeyi, dikkat içi değil, biraz yumuşayana kadar çözülmesini bekleyin.

Keskin bir bıçakla çok ince dilimler hallinde kesin. İsviçrede marketten aldığınızda et patates çipsi kadar incedir. Gerçek Fondue Chinoise biraz daha kalın olur. Şekil ve incelik olarak yine pastırmayı örnek alalım ama kalınca kesilmişini.

Bu kesme işini yemekten en çok bir saat önce yapın, yoksa etin kenarları kararmaya başlar, estetik olmaz.

Soslar ise yediğiniz yere göre değişse de genelde Tartar sosu (mayonez, limon, turşu), Sarımsak sosu (Knoblauch - mayonez, sarımsak tozu, tuz), Kara biber sosu (mayonez, karabiber ve biber çekirdekleri), Curry, Kokteyl (mayomuz-ketçap) ve Hardal (hardalınız kuvvetli ise biraz mayonezle karıştırıp yumuşatın).

Bol bol patates hazırlayın ve tavada kızartmaya başlayın. Biz tava yerine fırında kızartıyoruz, sıfır yağ, çok az kalori. Yemek boyunca bittikçe patatesi yenileyin. Böylece devamlı sıcak ve taze patates kızartması tedarik zinciriniz oluşacaktır.

Fondue için özel bölümlere ayrılmış tabaklarınız varsa soslarınızı bu bölümlere koyun. Yoksa düz tabak da olur, ressam gibi sos paletinizi hazırlayın. Bir iki parça turşu salatalık, turşu soğan ve turşu mısır da adettendir.

Etinizi Fondue çatalınıza takın. Yoksa şiş de olur. Masaya getirdiğiniz altında ateşle kaynayan çorbaya batırıp pişirin. Ancak pişirirken eti kösele gibi kurutup canını çıkaracak kadar uzun süre bekleyip Türklük yapmayın. Bütün lezzeti gider. Sadece pembeliğinin gitmesini bekleyin. Midenizi kaldırmayayım ama ben kanlı halde yiyiyorum.

Sonra sosa batırıp yiyin :)

Bir iki Fondue adab-ı muaşereti.

Fondue sosyal bir yemektir. Amaç daha ziyade sofrada sohbet olup bir an önce karnını doyurmak değildir. Nefsinize hakim olun ve yavaş yavaş, tadını çıkararak yiyin. Bu yemek üç dört saate kadar uzayabilir, et frekansınızı ona göre ayarlayın.

Tecrübesiz Fondue müşterileri etin pişmesini beklerken zaten hazır durumdaki patatese abanırlar. Bu tuzağa düşmeyin, nefsinize hakim olun.

Çorbaya adam başı birden fazla et koymak görgüsüzlük sayılır (laf aramızda bazen bu kuralı dikkate almam)

Fondue Chinoise Kırmızı şarapla yenir, nokta. Bira, kola, rakı içmek insanlık suçudur :)

Etinizi çorbanın içinde kaybederseniz buralarda sizi göle atarlar derler - benim başıma gelmedi henüz. Ancak etinizi kaybederseniz kaseye dalıp onu bulmaya çalışmak ve diğerlerinin çatallarını allak bullak etmek yerine yenisini takın.

Yemeğin sonunda çorbada kalan etleri, sebzeleri ve mantarları avlamak mübahtır. Bazen çorbanın kendisini de paylaşıp içerler.

Denerseniz sonuçtan haberdar edin.

Haydi Bon Appetit!

12 Kasım 2016 Cumartesi

Liberalizm Öldü Mü?

Şu sıralar moda bir soru var.

Liberalizm öldü mü?

Soruyu aslen yanlış soruyorlar. Kastettikleri aslında liberalizm (serbestlik) değil kapitalizm. Liberalizmin ekonomiyle örtüşen kısmı serbest piyasa ve rekabet ki bu da dangadanak kapitalizm demek.

Yani, asıl soru kapitalizm ölüyor mu?

Bu soru ise bence günümüzün en patetik sorusu.

Bilmeyen kaldıysa benden duysun, kapitalizm çoktan öldü, bu soruyu soranlar onun zombi halindeki ruhuyla konuşuyor.

Kapitalizm, sosyalizm, komünizm, vesaire, hep geçen yüzyılın, emeğin dağılımı, kullanımı, ücretlendirilmesi ve hareketi ile ilgili kavramlar.

Çağımızda emek ölmek üzere. Şimdi mercek altında bilgi ve teknoloji kavramları var. New York'da satın aldığınız mikser bozulduğunda Yeni Delhi'de bir çağrı merkezini arıyorsunuz, bozulan mikserinizin yerine Şangay'dan yenisini postalayorlar.

O yüzden yemişim toplumların sınıfını, sermayenin egemenliğini. Bir İnternet sitesi kur, Ankarada oturduğun yerde malı Çin'den al, İzlanda'da sat.

İş globalleşmeye döküldü, çağ bilgi ve iletişim çağı, adam hala liberalizm öldü mü diyor...

Yine de cevaplayalım.

Liberalizm öldü anacım, öleli çok oldu.

Çünkü emek öldü, sınırlar kalktı.

Artık sabah sekiz, akşam beş, kamyon sür, para kazan, bakkal işlet, para kazan, fabrikada tütün sar, para kazan devri bitiyor.

Emek işi makinelere devrediliyor. Şimdilik makinelere devredilemeyen kısmı da Çine gidiyor.

Emek olmayınca da ne kapitalizm, ne sosyalizm anlamını koruyabiliyor.

İçten yanmalı motorlar icat olduktan sonra at arabası mı iyi, öküz arabası mı hızlı tartışması gibi birşey bu.

Önümüzdeki bir kaç on yıl içinde, bugün gördüğümüz bir çok meslek yok olacak, ya da dramatik biçimde değişecek.

Nasıl bugün plak, film ya da fotokopi kavramları öldüyse, yarın da ofis, işyeri, şoförlük, mağaza, bakkal gibi kavramlar tarihe karışacak. İnternet üzerinden modeli seçip, evdeki robot makinen dikecek giysilerini. Akşam yumurtalı ıspanak ve aşure yapacağım dediğinde gerekli malzeme bir saat sonra kapında olacak.

Bu değişimi öngörüp anlayamayanlar da tarihten silinecek.

Öyle işsizlik artacak, o yüzden teknoloji ilerlemesin, şoförsüz arabalar yapılmasın, fabrikalar emek yoğun çalışsın, ya da Çinde yapacağıma Avrupada yapayım, memleketimde iş olanakları artsın demekle de olmuyor.

Böyle yapay tedbirler sadece sonu geciktirir, son geldiğinde de etkisi çok daha fazla acıtır.

İlerlemeyi durduramaz kimse arkadaşlar.

Durdurabilseydik, bugün Detroit ayakta kalır, fabrikalarda da makineler yerine kızlar tütün sarardı.

Konunun başına dönersek, kapitalizm ve ondan çok çok önce tarihten silinen sosyalizm artık misyonlarını tamamlamış antik kavramlar haline geldiler.

Borsada hisse başı kardan başka bir kriterle değerlendirilmeyen şirketler ve bunların başlarında senede en az bir kaç milyon dolar kazanan CEO'lar ayakta kalabilmek için işi fazlasıyla ileri götürüp, beklentileri karşılamak için kelimenin tam anlamıyla "herşeyi" yapabilecek konuma geldiler.

Volkswagen, Arthur Andersen, IBM, Boeing, Xerox gibi firmaların başına gelenlere bakın.

Kapitalizmin son kalıntıları olan bu şirketler tarihten silindi, ya da silinecekler, çünkü zaman değişti, dünya değişti ve her sistemin başına gelen kapitalizmin de başına geldiği için, uygulayıcıları temel prensipleri eğip, büküp kendi çıkarlarına uydurdular. Aynen Stalin'in sosyalizmin ırzına geçip, onu diktatörlüğünü pekiştirecek bir araç olarak kullandığı gibi.

Kısaca dünya yeni bir dengeye oturmak zorunda.

Dikkat edelim de müzik bitip, herkes bir sandalye kaptığında ayakta kalmayalım.

Kalın sağlıcakla...

3 Kasım 2016 Perşembe

Ligurya

Yıllar önce işyerinde, kahve odasında benle birlikte çalışan biriyle geyikliyordum. Ukalalıkta ona yaklaşan çok az insan gördüm ve bu güne kadar da henüz onu geçenine rastlamadım. Ama yönetim teknikleri, takım ruhu falan diye senelerce öğrettiler ya, muhabbetinden haz almasa da, İnsan dişini sıkıyor işte.

Neyse. Laf işten açıldı, hayattan devam etti, sonunda tatilde ne yapıyorsuna geldi.

"Bu sene Lombardiyaya gideceğiz" dedi.

Bir anda canlandıramadım gözümde "Lombardiya" diye bir yeri. Zaten karışık olan kafamda Conan çizgi romanıyla World of Warcraft oyunlarındaki yer isimlerini andırdı Lombardiya sözcüğü.

Yaptığım işin yanlış olduğunu bile bile, erkeklik bende kalsın diye sordum.

"Neresi bu Lombardiya canımcım?"

Büyük Allah mahçup etmedi tabii. Bu, derin bir nefes aldı ve başladı.

"İtalya tam anlamıyla bir federasyon sayılmada da yirmi tane administratif bölgeye ayrılır. Ligurya, Lazio, Piemonte falan şeklinde. Lombardiya bunlardan biri, oraya gideceğiz."

Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, vıcık vıcık ukalalığı duymazdan gelip yine sordum.

"Lombardiyanın neresine gideceksiniz?"

"Lombardiyanın başkenti Milano - burada coğrafya dersi devam ediyor - orada bir hafta geçireceğiz."

Eşşoğlueşşek Lombardiya yerine Milanoya gideceğiz dese anlayacağım. Bu "Tatile karayolları onüçüncü bölgesine gidiyorum." demek gibi bir şey.

Bu arada adam İtalyan falan da değil ha. Alakasız bir ülkeden gelme.

Neyse, kötü komşu insanı mal sahibi yaparmış, biz de İtalyanın administratif bölgelerini öğrenmiş olduk bu hıyarın sayesinde. Hatta bir yazıda Milanoyu anlatırken çaktırmadan size de Lombardiyayı sattım.

Uzunca bir zamandır yaşın kemale erdiğini farkediyorum sevgili arkadaşlar. Ancak bazı özel günlerde bu matematiğe dökülünce durum daha da vahim oluyor. Ellinci yaş günü işte böyle bir nokta. Yarım yüz yıl yaşamış olduğunu idrak ediyorsun.

İşin çok fazla felsefesine girmeyelim, hassas konu yani...

İşte bu kritik ellinci yaş günüme bir kaç hafta kala eşim Jelena ne yapmak istersin diye sordu. Aksilik yapıp hiç bir şey yapmak istemiyorum, evde baş başa kutlayalım dedim.

Dünyanın en iyi insanıdır sevgili karım, içi rahat etmedi, bir İtalya gezisi planladı yarım yüzyılımın şerefine, "Ligurya Administratif Bölgesine" :)

Ligurya, İtalyanın kuzey batısında, uçları denize bakan, hilal şeklinde bir bölge. Kıyısında bulunan denize aklımda yanlış kalmadıysa Tiren denizi derdik Türkçede, ama uzun zaman geçti, çok güvenmeyin.

Liguryanın başkenti Cenova.

Herbiri kendine özel, dünya üzerinde birer cennet köşesi olan beş köyüyle Cinque Terre de Ligurya bölgesinde.

Liguryanın başka bir özelliği ise Pesto denilen sosu. Pesto, basil yani fesleğen otu, zeytin yağı, çam fıstığı, parmesan peyniri ve sarımsakla hazırlanan bir sos. Genelde makarna ile kullanıyor İtalyanlar. Yine Liguryadan Trofie dedikleri ayıklanmış karidese benzeyen bir tür makarna ile tadına doyulmaz. Ben deli olurum Trofie ve Pesto'ya hattızatında.

İşte bu motivasyonla koyulduk yola.

Col
Grand Saint-Bernard geçidine geldiğimizde, havanın da güzelliğinden faydalanıp, tünel yerine gerçek geçide doğru çevirdik rotamızı. Dağları, kaya formasyonları ve plantasyonu ile insanı etkileyen bir yer Grand Saint-Bernard geçidi.

İtalya ile İsviçre sınırında, 2,500 metre yükseklikte bir doğa harikası olan bu ünlü bölge, geçmişte bu geçidi kullananların zaman zaman çığ yüzünden, zaman zaman da soğuktan donup can verdikleri bir çok trajediye şahit olmuş.

Bölgenin en sevimli maskotları ise, dev boyutlarıyla lambur lumbur yürüyen Saint-Bernard köpekleri. Yirmi frank verip tünelden geçmenin olanaklı olmadığı eski günlerde bu kahraman köpekler birçok yolcuyu çığ altında donmaktan kurtarmış, onları selamete çıkarmışlar. Boyunlarına asılı sıcak çikolata fıçılarıyla gerçekten görenlerin içini ısıtıyorlar.

Tam sınır noktasında ise Col isimli bir köy var. Zaten Col sözcüğü Fransızcada "geçit" demek.

2,500 metre yükseklikte bitki örtüsü de farklılaşıyor tabii. İsviçre'nin o insanın gözünü kamaştıran koyu yeşil geleneksel geri planı, yerini sarımsı, ilginç bir bitki örtüsüne bırakıyor. Çok fazla ağaç da olmayınca, Alplerin o keskin, sivri zirvelerini açık olarak görünüyor.

Col
Col'da pırıl pırıl bir de dağ gölü var.

Mezzy'nin ilk görüşü olduğu için Col'da durup biraz yürüyelim istedik. Zaten köy o kadar küçük ki, ancak "biraz" yürüyebilirsiniz.

Ne kadar şanslıymışız ki, iner inmez Ben isimli devasa bir Saint-Bernard köpeği ile karşılaştık. Mezzy ile bir resim çekildiler. Sonrasında göl kenarına geçtik, bir beş dakika sonra da arabada, "Aosta Administratif Bölgesinde" Cenovaya doğru ilerliyorduk.

"Aosta Administratif Bölgesinden" sonra "Piemonte Administratif Bölgesine" girdik. Piemontenin başkenti Torino, Şaban Hakandan hatırlarsınız. Beni kahretse de, çok yaklaşmamıza rağmen Lombardiyadan geçmedik.

Akşamın erken saatlerinde Cenovaya ulaşmıştık. Cenovada ne nerdedir bilecek kadar zaman geçirmişliğimiz vardı. Valizleri odaya bırakıp hemen kendimizi Piazza de Ferrari'ye yani Ferrari Meydanına attık. Ortasında fışkiyeli havuzuyla muhteşem bir meydan. Sonra da Via Garibaldi üzerinde daha önce gözümüze kestirdiğimiz bir restorana oturduk.

Cenova
Garson ne istersiniz diye boş yere sordu. Trofie al Pesto dedik ikimiz de.

Üstüne bir şişe de Montepulciano şarabı gelince bütün yol yorgunluğumuz gitti, ama yerine elli yaş yorgunluğu geldi işte :)

Şimdiye kadarki en güzel doğum günü yemeğimi, yine şimdiye kadar tanıdığım en güzel iki kızla birlikte yedim. Umarım herkes ellinci doğum gününü benim kadar mutlu geçirir/geçirmiştir.

Ertesi sabah elli yaşımın ağırlığı ile uyandım. Otelimiz sıkıcı bir business-hoteldi. Kahvemizi burada içmektense gözümüzü karartıp Via Garibaldi'ye yürüdük ve açık havada, birkaç yüz yıllık muhteşem Doge Sarayının dibindeki bir cafede günümüze başladık.

Cenova beni çok etkileyen bir kenttir arkadaşlar. Roma İmparatorluğu sonrası bir şehir devleti olarak varlığını sürdürmüş köklü bir tarihi var. Bugün bile İtalyanın en aktif limanı Cenovada bulunuyor. Yüzyıllar boyu dünyanın dört bir tarafına mal gönderip ticaret yapmış Cenovalılar, yada doğru değişiyle Cenevizler.

Pesto soslu trofie
Ticaret yaptıkları yerlerden biri de bizim İstanbul. O yüzden yüzyılların cazibesini buram buram saçan antik Cenova limanında yürürken Galata mahallesi ve müzesini görmek şaşırtmadı beni. Aklım hemen İstanbuldan ayrılırken bize bıraktıkları bir kuleye, bir de kurulduğu yer itibarıyla isimlerini aldıkları futbol takımına gitti doğal olarak.

Cenovada doğmuş ünlü isimler arasında, evini de ziyaret edebileceğiniz Kristof Kolomb ve Paganini var. Kolomb'un evine birkaç yıl önce gitmiştim, yolunuz düşerse görün mutlaka.

Antik limanda ilginizi çekerse bir de çok güzel bir akvaryum var. Bol bol köpekbalığı ve diğer oşiyanik/amfibik hayvanatı yakından görmek mümkün. Akvaryumun karşısında ise eski günlerde olasılıkla depo, han, meyhane ve kerhane olarak kullanılan tarihi binalarla dolu çok güzel bir bölge var.

50!
Sözün kısası, her santimetre karesi tarih bir şehir Cenova.

Ancak bu gezideki hedefimiz Cenova değildi. Bölgenin klasiği, bizim de daha önceden mutat kereler gördüğümüz Cinque Terre de rotamızın dışındaydı. Bu gezimizin amacı Ligurya kıyılarındaki "hidden gems" yani saklı hazineleri bulmak, çok bilinmese de görmeye değer yerleri görmek şeklinde belirlemiştik.

Cenovanın tren garına girdik. İtalyaya özgü keşmekeşin, dağınıklığın arasında trenimizin peronunu ararken önünde durduğum duvarın içindeki oyuğa gözüm takıldı. İçinde asansör çağırmak için kullanılan, yukarı ve aşağı yönlerin bulunduğu iki düğmesiyle bir panel vardı, ancak asansörün kapısının olması gereken yere duvar örmüşlerdi. Bildiğiniz betonarme duvar.

İş olsun diye düğmelere bastım. Birkaç dakika sonra asansörün geldiğini işaret eden bir "ping" sesini duydum. İçimden güldüm, eğer asansörün içinde birileri varsa kapı açıldığında karşılarında bir duvar göreceklerdi :)

Camogli
Bir tren yolculuğu bizi Camogli köyüne götürdü. Uzun çakıldan bir sahil canlandırın gözünüzde. Sahili bir baştan diğer başa izleyen bir yol ekleyin, ve bu yolun karşısına da sarılı, yeşilli, kırmızılı, Kuzey İtalyaya özgü, balkonlarına çamaşır asılı, alt katlarında birer cafe ya da restoran bulunan, birbirine yapışık apartman bloklarını koyun, geri plana da yemyeşil dağları yapıştırın.

Alın size Camogli...

Yolun ucundaki kayalarla bezenmiş burunda belki de bir milenyum yaşında muhteşem bir kilise var, devamında ise küçük bir koy.

Bu güzelim manzarayı anlatmaya en azından benim edebi kabiliyetim yetersiz kalıyor. Oraya gidip görmek tek çare.

Camogli
Cafelerden birine oturup bu muhteşem manzaranın önünde kahvelerimizi yudumladık. Yol boyunca yürüyüp, kayalık burundaki kiliseyi geçtik ve küçük motorların sahildeki diğer köylere sefer yaptıkları iskeleye ulaştık. Yolumuza denizden devam edecektik.

Bir sonraki hedefimiz San Fruttuoso isimli bir yerdi. Biletçi motorların biri San Fruttuoso'ya gidiyor, diğeri de karşısından geçiyor. Hangisini istersiniz diye sordu.

Böyle soru mu olur dedik, tabii ki San Fruttuoso'ya giden motoru istiyoruz. Buraya kadar geldik, görmeyelim mi?

Siz bilirsiniz dedi ve biletlerimizi verdi.

Motora bindik. Motor derken gerçekten bir motordan bahsediyorum. Minicik bir şey. Koydan çıkıp açık denize geldiğimizde ceviz kabuğu gibi, sağa, sola, yukarı, aşağı bata çıka gitmeye başladık.

Melissa artık denizci sayılır, gemi tecrübesi var yani. Sevgili kızım motor sallandıkça kahkaha atmaya başladı. Çok sevmişti bu işi.

San Fruttuoso
Yolda bir iki küçük köyü geçtik ve San Fruttuoso'ya geldik.

Bu küçük koyda deniz gerçek anlamda iki renk almış. Yeşil ve koyu mavi. İnsanlar pırıl pırıl suda yüzüyor.

Ancak sahilden gayrı sadece bir restoranın terası var, o da şöyle bir elli metrekare bir yer.

Motorun bizi bıraktığı yerden Jelena Melissa'yı, ben de Melissa'nın arabasını bir yirmi metre yukarı taşıdık ve aynı formasyonda bir yirmi metre aşağı inerek bizi alacak motorun kalkacağı ikinci iskeleye geldik. Yukarı-aşağı irtifa değişikliğini saymazsanız beş metre ya ilerledik, ya ilerlemedik.

San Fruttuoso işte bu kadarcık bir yer :)

Siz siz olun, yolunuz düşerse biletçiyi dinleyip San Fruttuoso'yu sadece denizden görün.

Yazının başında size bu gezide Ligurya'nın gizli kalmış güzelliklerini göreceğimizi söylemiştim, ancak San Fruttuoso'dan sonraki hedefimiz bu tanıma pek uymayacak, çünkü motorumuzun bizi götürdüğü bu minik balıkçı köyünü dünyada bilmeyen yok desek yeridir herhalde.

En azından isminin geçtiği Andrea Bocelli'nin şu ünlü şarkısını duymuşsunuzdur, "I found my love in Portofino..."

Portofino
Portofino gerçekten fazlasıyla romantik bir yer arkadaşlar. Bir tarafında canlı, parlak renkleriyle bir kaç Ligurya sitili tarihi binanın, diğer tarafında da yemyeşil bir tepenin bulunduğu minicik bir koy canlandırın gözünüzde. Koyun içine de birbirinden güzel balıkçı teknelerini serpiştirin, alın size Portofino.

Bu cazibeli köye ilk gelişimiz olmasa da, deniz tarafından ilk kez geliyorduk. Bu da ziyaretimize ufak bir çeşni katmıştı. Eski günlerimizi yad edip, Melissa'ya biraz anılarımızı anlattık, sonra da onu köy içersinde gezdirdik.

Portofino
Akşam yemeyi için hemen marinanın dibinde bir restorana gittik. Jelena da, bem de yemeklerimizi söyledik. Garson, aynı zamanda da restoranın sahibi kadın bize etin yanında ne getireyim diye sordu. Makarna, pilav, patates falan gibisinden.

Ben bütün şirinliğimle Trofie getirebilir misiniz diye sordum. Kadın tabii ki dedi. İsteyenin bir yüzü kara, peki üzerine biraz da pesto koyarmısınız diye yalvaran gözlerle baktım.

Kadın güldü. Yemekler geldiğinde garnitür (ya da kenator - burada bir sevgili kardeşimin kulağını çınlatayım, hikayesi uzun, başka bir yazıya bırakalım) olarak değil, koca bir tabakta tepeleme Trofie getirip ortamıza koydu. Makarnalar Pesto içinde yüzüyordu :)

Portofino
Pestolu Trofie yanında konyak soslu bir et ve mükemmel bir Montepulciano ile tam bir jackpot vurduk. Restoranın adı Ristorante Stella. Portofino'ya gidip bu restoranda bir akşam yemeyi yememek insanlığa karşı işlenmiş bir suç! Bundan da kötüsü tabi Portofino'yu hiç görmemek.

Bu cennet köşesinde gezerken olasılıkla köyün her tarafına saçılmış binlerce turistin de içten içe mırıldandığı o şarkı bozuk bir plak gibi kafamın içinde çaldı, durdu.

"I found my love in Portofino...."

Fazlasıyla çileli bir otobüs yolculuğu bizi Portofino'dan alıp, Santa Margherita'ya getirdi. Santa Margherita gün boyu gezdiğimiz yerlerin en çok şehire yakını, yine de izlemeye doyamayacağınız bir manzarası var.

Santa Margherita
Santa Margherita'ya yıllarca önce sıcak bir yaz gününün, güneşin tam tepede olduğu zamanında gelmiş, bir öğlen yemeyi yemiştik. Yemek güzeldi ama o günden aklımda kalan tek şey mahşeri sıcak olmuştu.

O yüzden, bu güzelim kenti güneş batarken görmek çok iyi geldi. Sahil boyunca yürüyüp, otobüsün sıcağını üzerimizden attık. Güneş battığında ise bir trene atlayıp Cenovaya döndük.

Liguryadaki ikinci günümüzün ilk durağı Nervi köyü oldu. Sarp bir yamaca adeta kazınarak yapılmış bir köy. Bu yamaç boyunca bir kaç kilometre uzunluğumda bir keçi yolu yapmışlar, onun sayesinde kıyının tüm cazibesini görebiliyorsunuz.

Nervi
Hava sıcak olmasına rağmen Melissa'ya bir şapka satın alıp bütün patikayı yürüyerek geçtik. Yol üzerinde bol bol şato, cafe, restoran ve park var. Bir cafe'de sabah "kavemizi" içtik ve yolumuza devam edip Nervi köyünün merkezine ulaştık. Aynı şeyleri tekrar edip başınızı ağrıtmayayım, bir cennet köşesi bu köy.

Nervi için söylediğim herşey bir sonraki durağımız olan Boccadasse için de geçerli. Boccadasse'de bir yamacın üzerinde muhteşem bir kilise var. Oraya ulaştığımızda kendimizi bir İtalyan nikahının ortasında bulduk. Gelin ve damatı tebrik edip yolumuza devam ettik ve yamacın altındaki yine cennet köşesi bir koya indik. Rengarenk binaları ve balıkçı kayıkları artık Ligurya'da vaka-i adiye olmuştu.

Boccadasse

Bir cafe'de az biraz "soğuyup" Cenovaya geri döndük. Arabayı alıp son durağımız Piglip'ya ulaştık. Gezinin son Pesto'sunu yedik ve kesinlikle yeniden dönmek üzere Ligurya'ya veda ettik.

Bir sonraki gelişimiz olasılıkla Cinque Terre'ye olacak, çünkü 🐝Mezzy🐝 henüz oraları görmedi. Ancak bu bölge bir kere değil, defalarca gelip görülesi bir yer.

Sevgi ile kalın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...