9 Aralık 2015 Çarşamba

Matematik Çok Beleş Bir Bilim

Bugün oldukça filozof bir günümdeyim arkadaşlar. Son birkaç haftadır bütün günlerimi meşgul eden dünyevi işleri bir kenara bırakıp kısa bir süre de olsa ulvi meselelerle iştigal etmeye karar verdim.

Gülmeyin. Mutlaka sizin de başınıza gelmiştir. Bir anda geçim derdi, Tayyip, yarınki toplantı, hafta sonu alış verişi falan aklınızdan silinir ve bu dünya niye var, sonsuzluk nedir gibi çok da pratik sonuçları olmayan bir düşünce ile baş başa kalırsınız ya...

İşte öle.

Aklımdaki herşey uçtu, gitti, yerine ise bir sonsuzluk hissi doldurdu kafamın içini. Malum boş yer çok oralarda.

Bu sonsuzluk içinde de, bir boşluktan başka bir boşluğa atladı düşüncelerim, ve bir cümleyle özetlenecek bir noktada durdular.

Bu noktayı sizlere açmadan önce, buraya kadar yarım gözle, "Ne diyor lan bu?" diyenlerinize, okumayı burada bırakın uyarısını yapayım. İsterseniz okumaya devam edin tabii, ama bana edeceğiniz küfürleri peşinen size iki katları halinde iade edeceğimi de söylemiş olayım.

Gelelim bir cümleyle özetlenebilecek, ulaştığım son noktaya.

Matematik çok beleş bir bilim.

Aslında bir bilim bile sayılmaz. Fizik gibi etrafımızda gördüğümüz, yaşadığımız şeyleri anlamaya ve anlatmaya çalışan bir bilimin hizmetinde bir araç, o kadar.

Matematikte herşey mümkün.

Örneğin 2/0. Yani ikinin içinde kaç tane sıfır bulunur?

Bu sorunun cevabını bir fizikçi bulabilse, evrenin nereden gelip nereye gittiğini, kara deliklerin içinde nelerin olduğunu, evreni oluşturan büyük patlamayı falan açıklayabilecek, ama açıklayamıyor.

Bu soruyu bir matematikçiye sorun, "sonsuz" diyip, bir saniyede işin içinden çıkar, bir sonraki soruya geçer. İşareti, simgesi bile var anasını satayım. Yan yatmış bir sekiz.

Yine karekök diye, günlük hayatımızda çok fazla kullanmadığımız bir işlem vardır. Sözcüklerle açıklarsak, hangi sayıyı kendisiyle çarparsam karekökünü aradığım sayıyı bulurum sorusunun cevabıdır. Örneğin dokuzun karekökü üçtür, çünkü üçü üçle çarparsanız dokuz eder.

Peki eksi dokuzun karekökü nedir?

Eksi üç diye sazanlayanlarınız olabilir, ama eksi üçü eksi üçle çarparsanız artı dokuz eder, eksi dokuz değil. Eksi dokuz ile artı dokuzun arasında onsekiz tamsayı ve sonsuz sayıda kesirli sayı vardır. Yani aynı sayı değillerdir. Eksi üçle artı üçü çarpıp eksi dokuz bulmaya çalışanlara da aynı itirazı yapabiliriz.

Yine az önceki matematikçimize bu soruyu sorarsak, cevap olarak size 3i diyecektir. Ne lan bu "i" derseniz de, "i" öyle bir sayıdır ki, kendisiyle çarpınca eksi bir verir diye anlatır size.

Ama yenmez, içilmez, çarpılmaz, toplanmaz bu "i" sayısı. İşin içine bir girdimi, çarpsanız da, toplasanız da, her yerde bir "i" kalır. İ. Melih gibi birşey, sizin anlayacağınız. Anca başka bir "i" bulup birbirini götürtebilir, sonrasında bildiğimiz heteroseksüel sayılarla hesabınıza devam edebilirsiniz.

Şimdi bu "i" sayısı seni niye gerdi diye sorarsanız, insanlığın geleceği bu "i" sayısına bağlı arkadaşlar.

Üzerinde yaşadığımız şu yalan dünya er ya da geç yaşanmaz bir hale gelecek. Artık bir meteor mu çarpar, bir volkan mı faaliyete geçer, yakında bir yıldız mı patlar, yada isimleri lazım değil, iki diktatör artığı yüzünden dünya savaşı mı çıkar bilemem. Hiçbirşey olmasa güneş bir gün normal halini bırakıp genişleyecek ve dünyayı yutacak. Bunu durdurmanın bildiğimiz bir yolu yok.

İnsanlığın kurtuluşu, dünyamızla birlikte dışında başka bir gezegene yerleşebilmek.

Burada da işin içine İsviçre eğitim sisteminin adam olmaz diye okuldan attığı dünyanın en zeki insanı Albert Einstein giriyor.

Ez cümle Einstein diyor ki, kütlesi yani yarı-doğru bir deyişle ağırlığı olan hiçbir şey ışıktan hızlı gidemez. Kütlesi olmayan şeyler ise ancak ışık hızına çıkabilir. Kütlesi olmayan ne vardır ki diye sorarsanız, işin felsefesine çok girmeden, en azından ışık hızında giden ışığı örnek gösterebiliriz. Radyo dalgaları, mikro dalgalar, X ışınları - ki hepsi aslında ışığın değişik türleridir, kütlesi olmayan ve ışık hızıyla hareket eden şeylerdir.

Eh, insan olarak kütlemiz ve kalıbımız olduğundan ışık hızından daha yavaş hızlara mahkum olduğumuzu anlıyoruz, Einstein'ın dediklerinden.

Yalan dünyayı bırakıp başka dünyalara gitmek işte burada zorlaşıyor. En yakın yıldız o kadar uzakta ki, ışık bile oraya ancak dört buçuk yılda gidebiliyor. Kütlesi olan bizler ise hayal edebileceğimiz en yüksek hıza ulaşsak bile ancak yıllar sonra en yakın yıldıza ulaşabiliyoruz.

İşin aslı dört buçuk ışık yılı uzaklıktaki komşu yıldızımız tam bir istisna. Görebildiğimiz birçok yıldız bize yüzlerce ışık yılı uzaklığında. Bizim de içinde bulunduğumuz Samanyolundaki yıldızların çoğu on binlerce hatta yüz bin ışık yılından daha uzaklarda. Samanyolu dışındaki galaksileri sormayın bile. Daha hızlı gitmemiz olanaksız olan ışık bile milyonlarca yıl yol almak zorunda buralara gitmek için.

İşte bu "i" sayısı burada devreye giriyor.

Hepimiz biliriz. Bir cismi ittiğimizde hızlanır. İtmeye devam ettikçe hızı artar. Albert dayının hesaplarına göre, biz ittikçe, uyguladığımız güç cismin hızını artırsa da, bu gücün bir bölümü cismin kütlesini de artırmakta. Düşük hızlarda, uyguladığımız gücün cismin kütlesini artıran bölümü çok az. Ancak hızlandıkça, bu oran kütlenin artışı lehine yükseliyor.

Işık hızına yaklaştığımızda ise, uyguladığımız gücün büyük bölümü kütleyi yani ağırlığı artırmaya harcanıyor. Ne zaman ki "sonsuz" bir güç uyguluyoruz, o zaman cismin kütlesi de sonsuz oluyor, ama ışık hızına ulaşabiliyoruz.

İşte sivri akıllı bir matematikçi, bu hesapta kullanılan denklemlere "i" sayısını kullanarak bir boyut getirmiş. Bu "i" sayısı sayesinde "sanal" kütlesi olan, yani negatif kütlesi olan parçacıklar öngörmüş. Bu parçacıklar ışıktan hızlı hareket edebiliyor. Hatta ağırlıkları arttıkça hızlanıyor, azaldıkça yavaşlıyorlar. Ağırlıkları sıfırlandığında da en yavaş hızlarına ulaşıyorlar. Bu da ışık hızı.

Bu parçacıklara takyon diyorlar. Yunancadan, hız demek. Arabalarda hız göstergesine de bazı yerlerde takometre derler, ordan bir yakınlık kurabiliriz.

İşte ancak bu takyonlar sayesinde ışık hızını alt edip, uzak yıldızlara gitme şansımız var.

Ne var ki Uzay Yolu serileri dışında takyonları gören, bilen yok. Çünkü "i" sayısı diye elle tutulur bir kavram, bir çokluk yani bir kantite yok. Aynı yana yatmış sonsuzluk sekizi gibi, hayali bir olgu.

Garip fizikçiler, işte böyle matematiğin başlarına sardığı dertlerle uğraşmaktadırlar. Yere göğe koyamadıkları kuantum teorisi, bir parçacığın aynı anda iki yerde bulunmasını açıklamakla kalmayıp kanıtlarıyla ortaya koysa da, kıytırık bir yerçekimini açıklayamamakta, açıklamaya kalktığında ise parçacıkları ip haline getirip, matematik sayesinde bizi yirmi küsür göremediğimiz, bilemediğimiz boyutla baş başa bırakmaktadır. Bunlar hep matematikle oynamanın sonucu ortaya atılan teoriler.

The Big Bang Theory dizisinin başrolündeki Sheldon bile bu ip teorisini bırakıp başka alanlara yönelmiştir.

Ancak fizikçiler de yavaş yavaş işe uyanmaya başladı.

Yerçekimi diye bir illet vardır arkadaşlar. Herşeyi çeker. Tam doğrusu, evrende herşey birbirini çeker. Işık da bu çekimden nasibini alır. Yerçekimi tanımı gereği ışığı yavaşlatamazsa da ışığın yönünü değiştirir.

Yerçekimi için madde gerekir. Ne kadar çok madde olursa, çekim o kadar kuvvetli olur.

İşte, uzak galaksileri gözlemleyen fizikçiler, bu galaksilerin etrafından gelen ışığın yön değiştirdiğini farkettiler. Bu demekti ki o bölgelerde ışığın yönünü değiştirebilecek kadar yoğun madde olması gerekiyordu.

Tek problem, baktıklarında bu maddeyi görememeleriydi.

Benzeri bir şekilde, evrendeki galaksiler birbirinden uzaklaşmaktadır. Ancak, galaksiler arasındaki yerçekimininin bu uzaklaşmayı yavaşlatması beklenilirken, galaksiler aksine daha da hızlanmaktadır.

Matematikçilerden feyz alan fizikçiler, ışığın yolunu değiştiren, ne olduğunu bulamadıkları maddeye "Kara Madde", galaksileri hızlandırıp birbirinden ayıran, ne olduğunu bulamadıkları güce de "Kara Enerji" deyip işin içinden çıktılar.

Sizin anlayacağınız, insanlığın geleceği aritmetiksel sonsuzluk, "i" sayısı, kara madde ve kara enerjinin bulunmasına kalmıştır.

Newton'ın kafasına elma düştüğü günlere göre çok yol almış olsak da, yukardaki basit bir iki örnek bile bize gösteriyor ki, evreni anlama çabamızda daha işin başlarındayız.

En iyisi bu işlere çok takılmadan günlük hayatın boyutları bu kadar büyük olmasa da, en azından kendi başımıza çözebileceğimiz sorunlarına dönmek.

Buraya kadar pek okuyanın kaldığını düşünmüyorum ama sabır taşı yutmuş olanınız varsa iyi geceler, sağlıcakla kalın.

5 Kasım 2015 Perşembe

Fotoğraf

Bu seçimdi, başkanlıktı, hüloooğğğlardı, canınızı sıkmışlardır. Biraz kafanızı dağıtayım arkadaşlar.

Bir mobil telefonu olmayanımız yoktur herhalde. Bizi nerede olursak olalım, ulaşılabilir kılan, İnternetti, kitaptı, müzikti herşeyi içine alıp cebimize sığan bu mucizevi aletle birlikte hayatımıza giren yeni bir fenomen var.

Fotoğraf.

Günümüzde dünya üzerinde bir yılda çekilen fotoğraf sayısı, fotoğrafın bulunmasından cep telefonlarına kamera takılmasına kadarki tüm zamanda çekilen fotoğraflardan fazla. Dünyada en çok fotoğrafın çekildiği kamera da iPhone.

Çektiğiniz bir fotoğrafı, saniyeler içinde tüm Dünya ile paylaşabiliyorsunuz. Durum böyle olunca da hepimiz her gün binlerce fotoğraf çekip kah Facebook üzerinde, kah başka fotoğraf paylaşım sitelerinin üzerinde yayınlıyoruz.

İşte madem bu işe bu kadar kendimizi kaptırmış durumdayız, en azından çektiğimiz fotoğraflar güzel olsun diye dilimin döndüğünce sizle birkaç faydalı ipucunu paylaşmak istedim. Ben de bu ipuçlarının çoğunu internetten yada bu işi çok çok daha iyi bilenlerden öğrendim.

Bunların bazıları o kadar kolay ki, hiç bir şey öğrenmeye gerek kalmadan sadece basit bir kaç şey yaparak fotoğraflarınızın çok daha güzel çok daha çekici olmalarını sağlayabilirsiniz.

En basitinden başlayalım. Hepimiz dünyayı Çoğunlukla gözlerimizin yüksekliğinden izler ve algılarız. Çünkü dünyayı genellikle yürürken gözleriz ve ayakta olduğumuz zamanda gözlerimizin seviyesi her zaman gözlerimizin bulunduğu yüksekliktedir.

Bu çok basit fenomen fotoğraflarımıza da yansır. Yürürken ilginç bir şey gördüğümüzde cep telefonumuza alır, gözlerimize seviyesine getirir, cart diye fotoğrafını çekeriz. O yüzden göz seviyesinde çekilen fotoğraflar sıradan ilginç olmayan dünyayı herkesin gördüğü gibi gösteren fotoğraflardır.

Şimdi gelin bunu biraz değiştirelim. Etrafımızda bulunan herhangi bir cismin fotoğrafını göz seviyesinden değil biraz aşağıdan çekmeyi deneyelim. Yani bacaklarımızı bir parça kırarak, yada dizlerinizin üzerine çökerek, fotoğrafı aşağıdan yukarı doğru çekelim.

Dünyayı doğal algılama biçimine ters olan bu açıdan çekilen fotoğraflar izleyenlere oldukça ilginç gelecektir. Özellikle evcil hayvanların yada küçük çocukların resmini çekerken onların seviyesine kadar alçalmak fotoğrafları hem çok daha canlı hem de farklı yapacaktır.

İnanın sadece bu basit hareketi yapmak, fotoğraflarınızı katbekat güzel, katbekat ilginç hale getirecektir.

Hemen ikinci ipucumuza geçelim. Bu birincisinden daha da basit. Birincisinde öyle dizlerinizi kırmak, yere doğru alçalmak falan gerekiyordu. Yani biraz bedeni eğitimi. Bunda o kadarına bile gerek yok.

İkinci ipucumuzda yapacağımız tek şey, fotoğrafını çektiğimiz cisim yada kişiye yaklaşmak. Fotoğraf karesinin tamamına yakınını bu cisim yada kişi ile doldurmak.

Sayıları milyonlara ulaşan cep telefonu fotoğraflarının oldukça yaygın bir özelliği fotoğraf karesinin üçte birinin, örneğin çocuğunuza yada karınıza, geri kalan üçte ikisinin de bomboş gökyüzüne yada çayır-çimene ayrılmış olması.

O yüzden kımıldayın biraz arkadaşlar ve fotoğrafını çektiğiniz kişi yada cismin yakınına gidin. Fotoğraf karesinin çoğunu fotoğrafın konusu olan kişi yada cism için kullanın.

Bakalım İngilizceden manasını kaybetmeden çevirebilecek miyim. "If your photograph is not good enough, that means you aren't close enough". Yani, fotoğrafınız yeteri kadar iyi değilse, yeteri kadar yakın değilsiniz demektir.

Hadi yine Uygulanması kolay, başka bir ipucu. Fotoğraflarınızı sabah güneş doğarken yada akşam güneş batarken çekmeye çalışın.

Gün ortasında, özellikle güneş açık bir havada tepedeyken, çok sert çok kuvvetli bir ışık verir. Bu sert ışık, çok parlak hatlara ve çok keskin gölgelere yol açar. Fotoğraf karesinin içinde çok parlak ve çok karanlık bölgeler bir arada oluşursa, o fotoğraf çekiciliğini kaybeder.

Güneş doğarken yada batarken ki saatlerde ise güneşle aramızdaki atmosfer tabakasının kalınlaşması sebebiyle, güneş ışınları güçlerini kaybeder ve fotoğrafa, göze çok hoş görünen kırmızıya çalan sarımsı altın bir ton verir. Fotoğrafçılar bu altınımsı tona ılık tonlar derler.

İşim biraz tekniğini girersek güneşin doğuşu ya da bakışındaki ıllık tonlar fotoğrafçılık dilinde renk ısısının sıcağa yaklaştığı noktalardır.

Bunun tam aksi yani renk ısısının soğuk olduğu tonlar ise maviye çalan kırmızının neredeyse hiç bulunmadığı renk gruplarıdır. Buna en güzel örnek ay ışığında çekilmiş bir fotoğraftır. Böyle bir fotoğrafta, neredeyse bütün renkler mavi ile beyazı arasında yani çok soğuk tonlardadır.

İnsan gözü sıcak tonları sever. Bir fotoğrafta hem soğuk hem sıcak noktalar varsa izleyici ilk önce sıcak bölgeyi görür, dikkatini bu noktaya yöneltir. Bu yüzden sabah güneş doğarken yada akşam güneş batarken çekilen fotoğraflar her zaman göze ilginç görünür.

Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, güneş doğarken yada batarken fotoğraf çekin derken güneşin doğuşunun yada batışının fotoğrafını kastetmiyorum. Bu saatler esnasında, içeriği ne olursa olsun, çekilen fotoğraflardan söz ediyorum.

Yine başka basit bir ipucu. Özellikle cep telefonuyla fotoğraf çekerken, fotoğrafını çektiğiniz kişiye yaklaşmak yerine, bir kaç adım uzaklaşıp parmağınızla fotoğrafı büyüterek çekin. İşin çok tekniğine girmeyelim, yakın zamanda başka bir yazıda detayıyla anlatmıştım, uzaklaşarak çektiğiniz fotoğrafta yüz hatları yumuşar ve koca bir burun yada koca iki kulak yerine daha orantılı burun ve kulak şekilleri oluşur.

Başka bir ipucu. Bugünlerde her mobil telefon bu özelliği destekliyor. Fotoğraflarınızı kare formatında çekin. Geleneksel dikdörtgen format çok eski filim günlerine dayanır Ve gözlerimiz alışsa da artık modası geçmiş klasik görüntüler verir. Kare şeklinde çekilmiş fotoğraflar daha bir bütün, daha bir aradadırlar.

Klasik bir ipucu daha. Fotoğrafını çektiğiniz kişi yada cismi fotoğraf karesinin tam ortasına koymayın, ya biraz sağa, ya da biraz sola çekin. Yine aynı şekilde fotoğrafta bir ufuk çizgisi varsa bu çizgiyi dikey düzlemin tam ortası yerine, ya fotoğraf karesinin yukarısına yada aşağısına çekin.

Buraya kadar söz ettiğimiz her şeyi mobil telefonunuzla yapmanız mümkün. Mobil telefon kameraları, özellikle iPhone, görüntü kalitesi çok yüksek fotoğraflar çekebiliyorlar.

Ancak fotoğraflarınızın kalitesini bir sonraki aşamaya taşımak istiyorsanız çok daha kaliteli fotoğraf çekebilen DSLR diye isimlendirilen bir fotoğraf makinesi almanız gerekiyor. Bu tip fotoğraf makinelerinde farklı objektifler kullanarak çok daha ilginç çok daha kaliteli fotoğraflar çekmeniz mümkün.

Cep telefonlarındaki objektiflerin önemli bir özelliği vardır. Cep telefonları ile çekilen resimlerde fotoğraf karesindeki her şey keskin ve nettir.

Şimdi bunda ne var diyeceksiniz. Fotoğraftaki her şeyin keskin ve net olmasında ne gibi bir zarar var?

Burada yine insan gözünün başka bir özelliği devreye giriyor. İnsan gözü bir fotoğraf karesine baktığında, dikkatini ilk olarak fotoğrafın en keskin ve en net noktasına yöneltir. Doğal olarak fotoğrafta her şey net ve keskinse izleyici fotoğrafın konusu ile birlikte geri planda sağda solda olayla çok fazla ilgisi olmayan kişi yada nesnelere de odaklanır.

Başka bir deyişle izleyicilerinizin dikkatini fotoğrafta istediğiniz noktaya yöneltmenin çok kullanılan bir yolu, bu noktayı keskin ve net, geri kalan her şeyi daha yumuşak ve bulanık bırakmaktır.

Mobil telefonunuzun kamerasının kalitesi ne kadar yüksek olursa olsun, fotoğraf karesinin belli bölümlerini netleştirme yada bulanıklaştırması olanaklı değildir. Bunun sebebi ise eski günlerdeki filmlerin yerini alan mobil telefonlardaki sayısal sensörlerin çok küçük olmalarıdır.

DSLR fotoğraf makinelerindeki sensörler ise mobil telefonlardaki sensörlerden çok daha büyüktürler, Bu yüzden fotoğraf çekerken geri planın bulanıklaştırılması işini çok iyi becerirler.

Eğer gerçekten fotoğraf çekmek ilginizi çekiyorsa bu tür fotoğraf makinelerine yatırım yapmak çok da kötü bir fikir değildir. Özellikle amatörlere yönelik alt modelleri fiyat olarak da oldukça uygundururlar.

Başka bir yazıda da size nasıl bir fotoğraf makinesi önerdiğimi anlatırım.

Sevgiler...

Küçük bir not. Bu yazının hemen tümünü iPad üzerinde Türkçe dikteasyon yaparak, yani klavyeyi kullanmadan okuyarak yazdım. Henüz denemediyseniz hararetle tavsiye ediyorum, çok kullanışlı ve ufak tefek hatalar dışında neredeyse söylediğim her şeyi eksiksiz olarak anladı ve yazdı.

27 Ekim 2015 Salı

Villars

Dünyevi zevkleri neredeyse hiç olmayan biriyimdir arkadaşlar. Örneğin yirmi senedir İsviçrede yaşamama rağmen, daha bir tane İsviçre saatim olmadı. Yıllar önce, mobil telefonların yaygınlaşmadığı günlerde, sık sık iş gezilerine çıkmak zorunda kalıyordum. O yüzden uçakları kaçırmamak için, o zamanki patronumun da tavsiye şekline sokulmuş bir emiri ile duty-free'den bir Swatch almıştım. Onu da ya bir, ya iki kere taktım ya da takmadım.

Eşim Jelena'nın (Yelena) bana sormadan aldığı bir iki tanesi dışında, öyle Gucci, Versace, Armani gibi giysilerim de yoktur. Zaten eşim Jelena'nın bana sormadan aldığı, markası ne olursa olsun, giysilerden başka hiç bir giysim de yoktur.

Öyle elegant yemekleri seven, yani gourmet biri de değilimdir. Hatta midesiz bile sayılabilirim. Yiyebildiğim yemeklerin sayısı, yiyemediklerimden kat be kat azdır.

Ancak bir zevkim vardır ki, onu zevkle zevkederim..

Güzel bir bardak kırmızı şarap.

Bu şarabı nerede içtiğim, ne ile birlikte içtiğim, ve herşeyden önemlisi kim ile birlikte içtiğim çok önemlidir.

Üçümüz Villars'dayız
Tatildeyken konaklama yerimize geldiğimizde ilk işim bir bardak kırmızı şarabı karımla birlikte yavaş yavaş içip, geldiğimiz yerin tadını çıkarmak olur.

Jelenanın hamileliğinin ikinci yarısı ve ardından sevgili kızım Melissa'nın doğumu nedeni ile pek sağa sola gitme fırsatımız olmadı. Biraz Melissa'ya bir şey olur, hastalanır diye korkudan, biraz da onunla evde vakit geçirmeyi tercih ettiğimizden gezileri kesmiştik.

Ancak bir yerden başlamamız gerekti.

O yüzden, biraz da deneme amaçlı, kısa bir hafta sonu gezisine çıkalım dedik.

Ocak ayında, Jelena hamileyken, İsviçrenin oldukça ünlü bir kayak merkezi Villars'da bir hafta sonu geçirmiştik. Jelena kayağı çok sevmesine rağmen, hamileliği yüzünden kayamamış, suyu da çok sevmesine rağmen, benim miyavlamam yüzünden otelin spa'sını kullanamamıştı. O zaman Melissa doğsun, yeniden geliriz, istediğin kadar havuzda kalırsın demiş ve anlaşmıştık.

Odamıza yerleşip hemen aşağıya indik. Ben Melissa'yla bara oturdum, Jelena da havuza. Bar dediğime bakıp da üç aylık bebekle orada ne işin var demeyin. Oturduğum yer bir otel barı, yani alçak sesli piyano eşliğinde keyif yapma yeri, yoksa haydi bütün eller havaya tipi kafa şişiren bir bar değil.

Günün en keyifli anı başlamak üzereydi.

Bir bardak şarabımı söyledim. Garsonla kısa bir münazara sonunda, Cote bölgesinden, yani Leman gölü üzerinde, Lozan ile Cenevre arasından bir Pinot Noir'da anlaştık.

İngilizce konuşan birinin, Cote bölgesindeki Pinot Noir şarabını bilmesi garsonun her halde takdirini kazandırdı ki, şarapla birlikte, mükemmel fındık, fıstık, cips ve yeşil zeytin de getirdi.

Sandalyemi pencerenin önünde, Alplerin mükemmel manzarasını en iyi görecek biçimde konumlandırdım. Pencere dediğime bakmayın, duvar zaten yok, her yer cam.

Masa üzerindeki bardak, kuruyemiş vesaireyi de zahmetsizce uzanıp alabilecek şekilde ayarladım. iPad ile bir selfie çektim ki Facebook'a hayat bu işte falan diye post edeyim.

Hafif tonda klasik bir caz müziği, My Way, eşliğinde şarabıma başladım. Hayat cidden buydu işte.

Şarabımdan iki yudum ya aldım, ya almadım, bebek arabasının akustiğinin de yardımıyla, yangın alarmı gibi Melissa'nın sesi bütün barı doldurdu.

"VEEEEEEEEEEEEEEEE!!!!!!"

Canım kızım hiç de öyle ağlayan, bağıran bir bebek değildir. Emziği bile yoktur, sadece bir kez, o da fotoğraf çektirmek için kullanmışlığı var, hepsi o.

"VEEEEEEEEEEEEEEEE!!!!!!"

Aslında ağlamaz, emziği falan yok gibi lafların bir sonucu yok. Ağlıyor işte.

İlk iş, hemen mamasını hazırlayıp verdim. Bir-iki yer gibi oldu, sonra başını çevirip kaldığı yerden devam etti.

"VEEEEEEEEEEEEEEEE!!!!!!"

Ne yaparsın... Aldım kucağıma, başladık yürümeye.

Bu yürüme iyi gelmişti. Çığlıkların frekansı düşmüş, hatta biraz güler gibi bile olmuştu canım kızım.

Belki sakinleşmiştir diye bir deneme yaptım ve Melissa'yı arabasına koyar gibi oldum ama öyle bir bağırdı ki, garson bir şey mi oldu diye geldi.

Yeniden aldım kucağıma ve başladık yürümeye. O güzelim şarabım geldiği gibi kalmış, ben elegant bir otel barında, kucağımda Melissa ile turlarken My Way eşliğinde, biberonla mama yediriyordum.

Gezilerimizin Melissa'dan sonra nasıl olacağı yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.

Yorulunca Melissa ile bir anlaşma zemini bulduk. Kucağımda kalmak şartıyla oturmama izin verdi. Ben de bir iki yudum şarap içebilme fırsatını buldum.

Az sonra Jelena havuzdan döndü. Anlaşmamıza göre akşama kadar havuzda kalacaktı ama bir saat bile geçmeden "Sizi özledim" diye geldi. Kibarlık yapıp sizi özledim dese de, kimi özleyip de geldiği aşikar olduğu için üstelemedim. 😊

Ben de gelmişken girmemezlik yapmayıp, bir yarım saatliğine havuza gittim.

Bu spa işi dünyanın her yerinde popüler olmaya başladı, ancak bana sorarsanız, İsviçreliler bu işte bir numara.

Bu spa dedikleri şeyi parayı bastırıp dünyanın her yerine kurabilirsiniz. Sonuçta bir havuz ve suyun altından yada kafanızın üstünden püsküren tazyikli su. Öyle atla deve değil.

İsviçrenin farkı, bu spa işini kendilerine has bir finesse'le, yani Kendilerine özgü tatlarıyla yapmaları.

Oradan, buradan fışkıran suların üstüne havuz başında çıtır çıtır odunların yandığı bir şömineyi, Dünyanın en güzel dağları olan Alplerin o doyulmaz manzarasını ekleyince, İsviçrenin farkı ortaya çıkıyor işte.

Düşünün ve gün boyu kayak yaptıktan sonra bir bardak sıcak şarap ile o sıcacık suyun içine girip, karların içinde, açık havada yorgunluk atmanın dayanılmaz tadını hissedin.

İsviçredeki bu tip resortların başka bir güzelliği de yine geleneksel detaylara verdikleri önemle herşeyi sizin için önceden düşünüp ayarlamaları.

Örneğin çoğunlukla spa bölgesine direkt özel bir asansörle gidilir. Böylece lobide, barda, ellerinde mayolarıyla, havlularıyla insanları görmezsiniz.

Her yer tabelalarla ve ikonlarla işaretlidir. O yüzden kabinler nerede, havuz ne tarafta, saunaya nasıl gidilir diye sağa sola koşuşturan insanlar yoktur.

Kullanacağınız fasiliteler sizin yürüme yönünüzde, kullanım sırasına göre dizilidir. İleri, geri gidip gelmenize gerek kalmaz. Sadece bir istikamette yürüyerek havuza ulaşır, işimiz bitince de geri çıkış kapısını bulursunuz.

Size verdikleri anahtarla dolabınızı açar, içinden terlik, havlu ve bornozunuzu alır, havuz bölgesine gidersiniz.

Havuz bölgesi sessiz ve sakindir. Bağırıp çağıran hatunlar, koşuşturan çocuklar, elinde düdük, o yassah, bu yassah diye size dayılık yapan görevliler yoktur. Havuz, jakuzi, hamam, sauna, artık ne istiyorsanız girer, kullanır, güzelce vakit geçirirsiniz.

Çıkınca duş bölgesinde koca bir sepete havlu ve bornozunuzu atar, duşa girersiniz. Duştan çıkınca temiz havlunuzu alır kabinlere dönersiniz. Dolabınızda ıslak mayonuzu koymanız için bir plastik torba bulunur.

Saçınızı kurutup giyinirsiniz. Yine yolunuzun üstünde bulunan sepete ikinci havlunuzu da atar ve çıkarsınız.

İsviçrenin başka bir güzelliği de, özellikle termal, yani doğal olarak sıcak gelen suyun rutin olarak kontrol ediliyor olmasıdır.

Sıcak suyun bir iki önemli riski vardır.

Örneğin bakteriler sıcak suya bayılırlar. Özellikle ılık suyun içinde hemen üreyip çoğalmaya başlarlar. Bakteri dediğimiz canlılar aslında bildiğimiz mikroplardır. Az bir bölümü faydalı olsa da, çoğunluğu zararlıdır. İnsanları hasta eder, rahatsızlık verirler.

Sıcak suyun başka bir özelliği size ulaşana kadar kat ettiği yol üzerinde bir çok maddenin içinde kolayca çözülmesidir. Ağır metallerden gibi birçok zararlı madde dünyanın derinliklerinden size spalar aracılığı ile ulaşabilir. O yüzden, nerede olursa olsun, sıcak suda yüzerken su yutmamaya dikkat edin derim.

Yıllar önce bir iş seyahati için Kazakistandaydım. Otel odama bir not bırakmışlardı. Üzerinde aynen şunlar yazılı idi.

"Almati soğuk su şebekesi her gün Amerikan elçiliği taraflımdan tahlil edilmektedir, bu su içilmese de, güvenli olarak kullanılabilir. Sıcak su ise kontrol edilmemektedir, o yüzden lütfen duş alırken ağızınızı kapayın."

On gün soğuk su ile duş almıştım. 😊

Ve doğal termal suların belki de en tehlikeli özelliği, içerebilecekleri radyo-aktif maddelerdir.

Radyasyonun her türü zararlıdır. Nokta. Sadece bu zararın azlığı ya da çokluğundan bahsedebiliriz.

Sırbistan'da, Niş kentinin yanı başında Nişka Banya isimli, termal banyoları ile ünlü bir kasaba vardır. Bu termal sular da bir derece radyoaktif madde içerir. Ne acı ki, birçok kişi bu radyasyonum sağlığa faydalı olduğunu düşünmekte.

Bu merkezin bir numaralı otelinin adı Radon.

Radon, herkesçe bilinen plütonyum ve uranyum gibi casus filmlerinde kendine bir yer bulamasa da, her anlamıyla bir radyo-aktif elementdir.

Radon'u diğer radyo-aktif elementlerden ayıran özellik, onun bir gaz olmasıdır. Dünya üzerinde uranyum yada plütonyum gazı doğal olarak bulunmaz. Ancak radon her zaman gaz halindedir. Hem de renksiz, kokusuz, tamamen görünmez ve hissedilmez bir gaz.

Gaz olduğu için de radon'u nefes alarak içinize çekebilirsiniz.

Bu yolla aldığınız radon, ciğerlerinizde kalır ve yaydığı radyasyonla hücrelerimize zarar verir. Bir teoriye göre radon, akciğer kanserine sigaradan daha fazla neden olmaktadır.

Bu yüzden Nişka Banya'daki Radon oteline sağlık aramak için gelen insanlarla aynı iyimserliği paylaşamıyorum, ne yazık ki. Yazının sonuna radonla ilgili biraz detay ekledim, ilginizi çekerse bir göz atın isterseniz.

İsviçrenin spalarına dönersek, havuzların analizleri ve denetimleri düzenli ve titizlikle yapılır. Jelena üç fizyoterapi kliniğinden sorumlu ve bu havuzlar yüzünden kız neredeyse kimyager oldu, ordan biliyorum. Haftada bir habersiz denetim, günlük analizler, vesaire.., çok sıkı sizin anlayacağınız.

İşte böyle. Bir spa ziyareti, yolunuz İsviçreye düşerse, kaçırmamanız gerekli bir aktivite bence. Hele bir de mevsim kış ise tadından yenmez,

Kısa bir havuz sefasının ardından geri lobiye, Melissa ve Jelna'nın yanına döndüm. Sonrasında da Melissa'yı paketleyip Villars'ı dolaşmaya başladık. Ne de olsa, bu Melissa'nın evden uzak ilk hafta sonuydu.

Melissa, annesinin karnındayken gezdiğimiz her yeri bu kez üç kişi dolaştık. Jelena ile birlikte nasıl sabırsızlıkla onu beklediğimizi hatırladık, hatta Melissa'ya da anlattık ama anladığından ya da hatırlayacağından pek emin değilim. O yüzden bol bol fotoğraf çektik.

Üçümüz Villars'dayız
Akşam yemeği için yine bir önceki gelişimizde gittiğimiz bir Meksika restoranına gittik. Bu kez şarabımı içebildim çünkü Melissa, Jelena'yı taciz etmekle meşguldü. Yemeklerimiz geldiğinde önce ben yerken Jelena Melissa'yı eğlendirdi, sonra da nöbeti ben aldım.

İkimiz de hayatımızın nasıl değiştiğini bir kez daha farkettik. Bu değişikliği hiçbir şeye değişmem tabii ki. Sızlanmak için değil, tarihe bir not düşmek için söylüyorum. 😊

Birçoğunuz için bu öyküler ikinci hatta üçüncü baskı biliyorum, ama benim için çok yeni ve çok ilginç beni anlıyorsunuzdur umarım.

Odamıza geldik ve Melissa ev dışında ilk gecesini, hayatında yine ilk defa bir otelde geçirdi. Yine İsviçre finesse'i, odaya Melissa için bir bebek yatağı koymuşlardı.

Sağlıcakla kalın...

---------

Radon'un Öyküsü

Radon bir asil gazdır. İşin kimyasına fazlaca girmeden, bir asil gaz kendi dahil diğer atom ve elementlere o kadar kayıtsızdır ki, bunların hiçbiri ile birleşmez ve hep kendisi olarak kalır. Radon da radon olarak kaldığı sürece gaz halini korur, mesela oksijenin demirle reaksiyona girerek, pas olup, demire "yapıştığı" gibi bir katının üzerine yapışmaz, yada oksijenle hidrojenin birleşip suyu oluşturduğu gibi sıvı halini almaz.

Radon, radyo-aktif olmayan diğer maddeler gibi, doğal koşullarda devamlı kendisi olarak da kalmaz.

Bir elementi element yapan sadece çekirdeğindeki proton sayısıdır. Örneğin, çekirdeğindeki nötronlarını artıran yada azaltan bir madde, hala kimyasal özellikleri bakımından kendisi olarak kalır. Eğer elektronlarını kaybederse, hemen yeni elektron bulur. Ancak protonları bir giderse, artık başka bir madde haline dönüşür.

Radon gibi tüm radyoaktif maddeler, kurşuna dönüşene kadar, devamlı protonlarını kaybederler. Hattızatında radonun kendisi. toryum ve uranyumun protonlarını kaybetmesiyle oluşur. Protonların kaybı bazen çok hızlı, bazen de çok yavaş gerçekleşir. Ne yazık ki, radon bu proton kaybını çok hızlı geçirir. Ciğerlerinize giren radon hızlı ve yoğun biçimde radyasyon yayar ve hücreleri etkier.

Bugün, uygar ülkelerde insanlar ev alırken radon ölçümü yaptırıyor. Radon heryerde bulunabilir, çünkü uranyum yerkabuğunun her bölgesinde mevcuttur.

Size dikkat edin diyeceğim ama nesine dikkat edeceksiniz. Ne görebilir, ne koklayabilir, ne de başka bir yolla hissedebilirsiniz. Umalım ki radonun az bulunduğu bir bölgede yaşıyor olalım.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Mekke Muharebesi

20 Temmuz 1974'de, Türk ordusu, boyutları göz önüne alındığında muazzam bir amfibik harekat gerçekleştirdi ve Kıbrıs'a girdi. Karşısında, sığınaklarla, koruganlarla yıllar boyu pozisyonunu güçlendirmiş Rum ordusu ve milis kuvvetleri vardı.

20 Temmuz sabahı Deniz Çıkarma Tugayı denizden, hesaplarım doğruysa, iki paraşütçü ve iki komando taburu da havadan Kıbrısa girdi.

22 Temmuzda ateşkes ilan edildi, çatışmalar durdu.

Müzakereler bir sonuca ulaşamadı ve zamanın Dışişleri Bakanı Turan Güneş, Başbakan Bülent Eceviti arayıp ünlü Ayşe Tatile Çıksın, yani savaşa devam mesajını Cenevre'den Ankara'ya iletti.

Böylece, 13 Ağustosta ikinci Kıbrıs Harekatı başladı.

Türk ordusu, neredeyse koca adanın yarısına kadar ilerledi ve Lefke ile Magosa'yı aldı.

Askeri bakımdan inanılmaz boyutta bir harekattır bu Kıbrıs Çıkarması. Bu tür harekatların ilk aşaması olan bir "beachhead", diğer bir deyişle sahil başı tutulması esnasında çok asker ölür, yani saldıran taraf ayağını kapıyla eşiğimün arasına koyana kadar.

Sonrası da oldukça zordur, çünkü ordu başka bir ülkenin toprağında savaşmaktadır. Karşısındaki düşman, kendi bildiği, yıllardır yaşadığı topraklarda mevzilenmiştir.

Uzatmayalım.

Bu koşullarda, Türk Silahlı Kuvvetleri, her iki harekatın toplamımda 498 şehit vermiştir.

Geçen gün, Kabe'de yaşanan olay sonucu ise 750 hacı yaşamını yitirmiş.

Yani günler boyu süren, iki düzenli ordu arasında geçen kıran kırana bir savaşın sonunda, saldıran tarafın kayıplarının hemen hemen iki katı.

Hem de öyle savaş, kavga falan yok. Sadece insanlar birbirini itmiş, 750 kişi ölmüş.

Yazacak çok şey var ama, canınızı sıkmayayım. Sadece şöyle diyeceğim.

Yazık.

(Kıbrıs savaşı ile ilgili bir not. Türk ordusunun harekatı, harekat günlerinde, Makarios'u bir darbe ile deviren EOKA-B'ye karşı, Türkiyenin garantör devlet hakkını kullanarak yapmasına, önemli bir meşruiyet kazandırmıştı. Yani Dünya, Türkler pek haksız değil diyordu. Ancak aradan kırk sene gecmesinden sonra, hala adada asker bulundurulması, artık Makarios, EOKA-B falan kalmadı, hangi gerekçeyle hala burada asker tutuyorsunuz sorusunu gündeme getirmekte ve Türk ordusunun işgalci bir güç sayılmasına neden olmaktadır. Ben söyleyeyim, siz doğruluğunu tartın.)

18 Eylül 2015 Cuma

Şero'nun Parazit Aşıları

"Değerli yönetim kurulu üyesi arkadaşlar, herkese iyi günler diliyorum. Bu toplantıda size..."

"Bir dakika..., devam etmeden..., Kemal bey nerede? Onsuz başlamayalım."

"Az önce muhasebede gider makbuzlarını dosyalayan arkadaşla konuşuyordu. Gelmemiş mi salona?"

"Aman! Niye alıp getirmedin? İki saat sürer şimdi onun orda şeyetmesi. Gürselcim, bir zahmet kap gel onu, n'olur."

"Tamam, siz başlayın, ben koşup geliyorum hemen."

On beş dakika sonra...

"Kusura bakmayın arkadaşlar. Gider makbuzlarının bazılarında tarih yazılmamış, muhasebeci arkadaşla bir daha olmasın diye anlatıyordum. Bundan böyle, 1) Gider makbuzlarının üzerine tarih yazılacak, 2) Seri numaraları kontrol edilecek, 3) Taksiye binmişseniz mutlaka plaka yazılacak, 4)..."

"Sayın genel başkan, Sonda araştırmadan Çetin bey, geçen seçimde seçmen eğilimleri hakkında bir sunum içim burada. İsterseniz sunuma bir bakalım, sonra gider makbuzlarını hale yola sokarız."

"Ne sunumu? O sunum Pazartesi günü değil miydi?"

"Bu gün Pazartesi sayın genel başkanım."

"Yapma ya! Yine mi atlamışız... Geçen CNN Türk'de Ahmet Hakan'a da Perşembe dedim, bütün gazeteciler yani yarın mı diye atladılar üzerime. Ayıp oldu, koskoca genel başkan bugün hangi gün, farkında değil gibi. Bundan sonra her TV programından önce 1) Günün tarihi, 2) Ertesi günün tarihi, 3) Haftanın önemli olayları bir kağıda yazılıp yarım saat önce bana verilsin."

"Derhal uygulamaya koyalım sayın genel başkanım. Şimdi arzu buyurursanız sunuma devam edelim mi?"

"Tabii, tabii devam etsin arkadaş..."

"Sağolun sayın genel başkan. Geçen seçimde dini hassasiyeti yüksek seçmen Cehapenin dini söylemlerini samimi bulmamış."

"Ya, bir türlü anlamadım ben bu siyaset işini. Recep kuran, kitap diyor, bu muhafazakarların hepsi ona oy veriyor. Biz de aynısını yapıyoruz, bir oy bile alamıyoruz."

"Aslı varken taklidine oy vermiyorlar sayın genel başkan. Hatta, böyle sapmalar yüzünden kendi seçmenimizin de aklını karıştırıyoruz."

"Valla anlamadım bu işi ben. Neydi adı, Eklemedim, Tekmeledim, onu aday gösterdik, ondan iyisini mi bulacaklardı, olmadı seçtiremedik. İstifa etti, gitti, Mehapeden aday oldu. O eski müftüyü milletvekili yaptık, yine oy alamadık, sonra o da istifa etti gitti. Gürsel, bu seçimde bir dinci bulabildin mi, aday gösterelim?"

"Sayın genel başkan, tam bu konuda... Yaptığımız araştırmaya göre seçmenin hassasiyeti bu seçimde dinden ziyada Kürt konusu üzerinde."

"Bu siyaset modadan daha hızlı değişiyor, bak şu işe. Gürsel, bir Kürt bul, aday gösterelim."

"Sayın başkan, bu Kürt konusu biraz farklı. Etnik aday göstermek yerine, çözüme yönelik irade beyanı istiyor seçmen."

"Haa... Öyle desene. Ben valla anlamadım bu siyaset işini. Eee, gerekiyorsa biz de beyan ederiz irademizi. Ercan, ne demiştik geçen seçimde bu Kürt şeyi için?"

"Sayın genel başkan, önce biz sosyal demokrat bir partiyiz, etnik sorun yaşayan bir halkı desteklemeliyiz demiştiniz..."

"Eeee?"

"Sonra da lan biz bu Kürtleri desteklersek ulusalcıları kızdırır, milli duyguları hassas seçmenin oyunu kaybederiz dediniz."

"Sonra?"

"Sonra da parti arşivinin rutubeti artmıştı, ne yapalım diye onu tartışmıştık..."

"Peki ne dedik sonunda seçmene?"

"Kürtler haklarını almalı ama Türkiye Cumhuriyeti de bir bütündür. Kürt sorunu çözülmeli ama bu çözüm herkesi tatmin etmeli falan dedik."

"Sayın genel başkan, araya girmeme izin verirseniz, yaptığımız araştırmaya göre kimse partinizin Kürt sorunu hakkımdaki görüşünü anlamamış."

"Üzüldüm şimdi bak. Altıyüzyetmişaltı maddelik bir seçim bildirgesi bastırıp dağıtmıştık bir de..."

"Peki bu seçimde ne yapalım sayın genel başkan?"

"Valla herşeyi bana soruyorsunuz. Geçen seçimin yıldızı Demirtaş naaptıysa onu yapalım. O başarılı oldu, biz de oluruz muhtemelen."

"Nasıl yani sayın genel başkan? Pekakalılara terörist değil de gerilla mı diyelim?"

"Sayın genel başkan, saz çalmayı biliyor musunuz?"

"Arkadaşlar, hep bir ağızdan konuşmayalım. Bundan böyle, toplantılarda 1) Konuşmak isteyen her kimse önce elini kaldıracak, 2) Adını soyadını söyleyecek, 3) Söz verildiğinde sesini yükseltmeden..."

Gürsel fısıldayarak:

"Muharrem, yine açıldık, bir toparla istersen."

"Sayın genel başkan, isterseniz bu basın özgürlüğüne ve medya üzerindeki baskılara değinelim."

"İyi dedin Muharremcim. Geçen televizyonda da söylediğim gibi ben bu savcıya savcı demem, o hukuk fakültesini bitirmiş mi, ona bile emin değilim, bitirmişse dört yıl mı okumuş, o da belli değil..."

"Sayın genel başkan, savcının tahsili esnasındaki devam durumunu bıraksak da basın üzerindeki baskılara gelsek?"

"Gelelim, gelelim, haklısın. Ben de bu sabah basından okudum, basın üzerindeki baskıyı."

"Sayın genel başkan, ben akşam sizi aradım, sıcağı sıcağına bir kınama yapın diye ama kimse açmadı telefonu."

"Geçen akşam geç saatte, Deniz de aramış, o da bulamamış. Akşam sekizden sonra kapatıyoruz telefonu, yaş kemale erdi işte..."

Aradan birkaç saat geçer. Sunum devam etse de, sunumu yapan kişi ikinci slayttan ileri gidememiştir. Sonrasında bir sandalyeye oturmuş, partililer tartışırken masada bulduğu kurabiye ve portakal suyu ile açlığını bastırmıştır.

Uzun tartışmalar sonunda, saat de akşam sekize yaklaştığından Kemal bey yeni seçim bildirgesini yazmaya karar verir.

"Yaz kızım, yeni seçim bildirgesi. 1) Cehape dine düşman değidir ama dindar da değidir. 2) Cehape Dindar değildir ama dindarlara da karşı değildir. 3) Cehape Kürt sorununa sempati ile bakar ve çözülmesini ister, ama Türkiye üniter bir devlettir." 4) Cehape basın özgürlüğünü savunur...."

"..."

"... 769) Cehape Türkiye merkez projesı ismiyle, Anadolunun ortasına bir liman yapacaktır. 770) Emeklilere bayramlarda çift maaş verecektir. 771) Şero'nun parazit aşıları her yıl düzenli olarak yapılacaktır..."

Fısıltıyla:

"Şero kim yahu?"

"Partinin kedisi."

"Partinin Kedisinin parazit aşısının seçim bildirgesiyle ne alakası var?"

"Valla gücüm kalmadı şimdi olurdu olmazdı diye dövüşecek. Yaz gitsin, nasılsa kimse 770 maddeyi okumayacak..."

İki ay sonra bir televizyon kanalında Kemal bey partisinin seçim bildirgesini izleyicilere tanıtmaktadır.

"Sayın seçmenler, Cehape iktidara geldiğinde: 1) Şero'nun parazit aşısı her yıl düzenli olarak yapılacak, 2) Basın özgürlüğü güvence altına alınacak..."

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Bir Tek Problem

Trabzomda bir manyak Fenerbahçe otobüsüne tüfekle ateş ediyor. Mersin'de baba, oğul, arkadaş, üç manyak Özgecan isimli bir genç kıza tecavüz etmek isterken onu vahşice katlediyor. İstanbulda, camına kartopu isabet eden bir manyak, dükkanından çıkıp kartopu oynayanlardan birini bıçaklayarak öldürüyor. Gezi olayları sırasında bir gurup manyak bir genci sokak ortasında döverek öldürüyor. Elimde pala, bir manyak yol ortasında bir kadına saldırıp, onu tekmeliyor. Bir gurup manyak, kağıt mendil satan on yaşımda Suriyeli bir çocuğun, ağızını, burnunu kırıyor. Bir manyak kendisini patlatıp, otuz bir gençi öldürüyor. Güneydoğuda birçok manyak (ve cinsel sapık), üç beş bin lira karşılığında, evine Suriyeli kadınları alıp, baba-oğul tecavüz ediyor, karıları ve anneleri de durumdan faydalanıp, aynı kadına ev işlerini yaptırıyor. Birçok manyak, on iki yaşımda kızlarını evlilik adı altında pedofile zorlayıp, babası yaşındaki erkeklerin yatağına gönderiyor. Bir gurup manyak, dinsiz diye onlarca insanı bir otelde kıstırıp canlı canlı yakıyor. Bir manyak, şarkı söyledi diye kız arkadaşını vuruyor. Birçok manyak karılarını, sevgililerini dan, dun öldürüyor. Bir gurup manyak, çekik gözlü diye Koreli turistlere saldırıp, kovalıyor. Yine başka bir gurup manyak, Çin, Uygur Türklerine eziyet ediyor diye, Uygur Türkü bir aşçıyı dövüyor.

Biz de yukardaki olayları birbirinden bağımsızmış zannedip, herbirine ayrı ayrı, "Aaaaa, Olmaz Bu Kadar" falan diyoruz.

Bizim BİR TEK problemimiz var. Onu bir çözersek....

21 Temmuz 2015 Salı

Nefret

Bu dünyada en az sevilen, yada tarihten silinmesi en çok istenen ülke ABD'dir desek, herhalde çok yanılmış olmayız.

Usama'nın, IŞID'ın Şeytan Amerika, Kahrol falan dediğine bakıp ta, ABD'nin en büyük düşmanının İslamcılar olduğunu düşünmeyin.

Amerika, gücünü bütün dünyaya hissettirip, Asya'dan Güney Amerika'ya kadar gezegenin hemen her tarafında istediğini yaptırır. Mallarını satar, enerji kaynakları üzerinde istediği tasarrufu yapar, televizyonunu izlettirir, müziğini dinletir.

Bir cümleyle özetlersek, parasını kazanır.

Bu yüzden, Çin'inden Rusyasına, Japonundan, Güney Korelisinden, Latin Amerikaya, medeniyetleri yüzünden hep kibar kalsalar da, kalben ve gerçekte tam tersi duygulara sahip Avrupa, ABD'den kelimenin tam anlamıyla NEFRET ederler.

Avrupa'ya dönersek, bütün kıta birbirinden değişen oranlarda nefret eder. Ancak günümüzde en çok nefret edilen Avrupa ülkesi Almanyadır desek, yine, herhalde çok yanılmış olmayız. Almanya bugün, bütün Avrupanın parasını kazanıp, karşılığında da, koca bir kıtayı yönetmektedir.

Bugün Almanya olmasa, Fransızların, Britanyalıların ve Güney Avrupa ülkelerinin hayat standartları çok daha yükseklerde olurdu. Çünkü Almanya yerine, bu ülkeler mal ve hizmetlerini satar, bugün Almanyanın kazandığı parayı kazanırlardı.

Benzer nefretler, yerel olarak dünyanın her köşesinde vardır.

Arjantin Brezilyaya, tüm Latin Amerika da Arjantine kıldır.

Kore Japonyaya, Çin Koreye, bütün Asya da Çine nefret besler.

Bu nefret sanıldığı gibi platonik de değildir.

Ülkelerin gizli servisleri, orduları, şirketleri, nefretin hedefindeki ülkelerde operasyonlar yapar, nefret ettikleri ülkelerin aleyhine çalışırlar.

Ancak ne Amerikadaki Latinleri Beyazlarla, ne Bavyeradaki Almanları Saksonlarla, sokaklarda birbirine saldırırken göremezsiniz.

Çünkü, bu ülkelerin insanları, her zaman gelişmiş olmasalar da, aptal da değildirler.

Halkı, öyle üç lafla dolduruşa getirip, birbirine kırdıramarsınız.

Türkiyedeki her olayı, ülkemizde gözü olan şeytani dış güçlerin provokasyonuna bağlayan aydın kesme duyrulur...

23 Nisan 2015 Perşembe

Öyle Sallamakla Olmuyor

Bu iş kuyruğuna basılmış kedi gibi bağırıp çağırarak olmuyor.

Zamanını ayıracak, okuyacak, araştıracak, önce kendin öğreneceksin. Zor, meşakkatli bir iştir bu. Tembellere pek gelmez. İnsan üstüne hem tembel, hem de ben nasılsa akıllıyım, okumadan, araştırmadan hallederim kafasındaysa, dünyanın gerisi gülmekten hemoroid olur böyle.

Araştırdıktan sonra da, oturup, sakin sakin, takımına tezahürat yapan fanatikler gibi değil, duruşmada savunmasını yapan ciddi bir avukat gibi de kanıtıyla, belgesiyle, tutarlı bir biçimde dünyaya anlatacaksın.

Öyle sallamakla olmuyor.

Türkiye cennettir.

İslam barış dinidir.

Ermeni soykırımı yoktur.

Böyle kalkıp yoktur demekle olmamış olmuyor işte. Dikkat, soykırım oldu, islam barış dini değildir, türkiye cennet değildir DEMİYORUM.

Sadece böyle şeyleri söylerken, körü körüne, birinden duyduğu klişeyi doğru varsayıp papağan gibi tekrarlamaktansa sebebi ile, sonucu ile, kanıtı ile destekleyelim diyorum.

Türkiye cennet gibi ülke diyenlerin yüzde doksanı, Türkiyeden başka bir ülke görmemiştir.

İslam barış dini diyenlerin, dünyadaki İslam ülkelerinin hemen tümündeki mezhep kavgalarını, kafa kesmeleri, geri kalmışlığı açıklamaları gerekir. Çoğumuz İslam barış dini derken, sadece büyüklerimizden duyduğumuzu tekrarlıyoruz, o kadar.

Soykırım yok diyenlerin de, ticareti keserim, müttefiklikten çıkarım diye bağırmak yerine soykırımın olmadığını anlatması gerekir. Benim, bu güne kadar duyduğum klişelerden başka, kanıta, bilgiye dayalı bir fikrim yok açıkçası.

Size ancak dışardan bu işler nasıl görünüyor, omu söyleyebilirim.

Türkiye cennet falan değil. Tatile gitmiş bir kadına sorun, nasıl taciz edildiğini, huzurla beş dakika yürüyemediğini anlatacaktır. Turistler sadece ucuz diye geliyor.

İslam barış dini deyince birçok kişi tebessüm ediyor. Bu argüman acaba gibi bir soru bile oluşturamıyor ne acı ki.

Ermeni soykırımı ise artık var mı, yok mu diye tartışılmıyor. Sadece bürokratik bir süreç işliyor o kadar.

Ben söyleyim de, siz yine kızın bana sonra vatan haini, satılmış falan diye...

21 Mart 2015 Cumartesi

Porto

Yıl 2004. Canavar bir arabam var, ayıptır söylemesi. Hızlı zamanlarım, otoyoldaki hız limitlerine dikkat etsem de, arada bazen kaçıyor. Bir gün, işe giderken farkında olmadan neredeyse 200 km'yi bulmuşum. Bir Audi beni solladı. Sollarken de arabanın arka koltuğunda oturan er kişi koca bir tabelayı cama dayadı.

"HALT! - (DUR!)"

Durduk tabii. Sivil bir polis arabası. "Ne olduğunu biliyorsun değil mi?" diye sordu, "Biliyorum." dedim.

Ehliyetim gitti bir ay...

İlk iki hafta, maksimum hızı 45 km olan kiralık bir Smart'la işe gittim geldim. Kanun buna uygun. Arabanın arkasına, takip edenleri sinirden çıldırtmadan durumu açıklamak için bir "45 kilometre" levhası, kapılarına da koca koca kaplumbağa resimleri koymuşlardı. Gören herkes ne olduğunu anlıyordu yani...

Plana göre, geri kalan iki haftayı bir Brezilya tatili ile geçirecek, aşağılanma süremi yarı yarıya düşürecektim.

Brezilyanın eski milli havayolu Varig'in bir DC-10 uçağı ile çıktık yola. Bu DC-10'lar Gökben'in Şiribim Şiribom şarkısı ile ünlendiği zamanların uçakları...

Uçağımız, bu geçen yıllardan payını fazlasıyla almıştı.

Benim koltuğum bozuk, yatmıyordu ama önümdekinin böyle bir problemi olmadığı için uçak kalkar kalkmaz koltuğunu yatırıp burnuma soktu. Yine sehpamın mandalı bozuk olduğu için, dan diye kucağıma düştü. Bir iki kere katlayıp, yerine yerleştirmeye çalıştım, araya kağıt sıkıştırdım falan, fayda etmedi.

Bir yarım saat daha uyumaya çalıştım ama uçağın her yeri gıcırdıyor, yolcular bağrışıyor, hostesler dan dun, koridor kenarındaki koltuklara çarparak koşuşturuyordu.

Çaresiz kalktım, "galley" denen, yiyecek ve içeceklerin hazırlandığı bölüme gittim. Benle birlikte uyuyamayan üç beş yolcu daha, on saat boyunca Atlantik Okyanusunu su, portakal suyu ve şampanya içerek geçtik.

Sabahın erken bir saatinde Rio de Janeiro'ya indiğimizde, sarhoş sayılacak kadar şampanya içmiştim. Bizi hava alanından şehre getiren taksiden iner inmez de öyle bir tropik yağmur başladı ki, üzerimdeki giysilerde herhalde bir beş kilo su birikmişti.

Uykusuzluk, saat farkı, şampanyalar ve üstüne bir de bu yağmur gelince artık takatim kesilmiş, bitkin düşmüştüm. Aklımda tek bir şey vardı.

Kahve!

Birlikte seyahat ettiğimiz arkadaş Rio'yu daha önce birkaç kez ziyaret etmiş, ne nerede bilecek kadar deneyimliydi.

Copacabana plajı ile Ipanema plajını ayıran burunun hemen yanında, Rio'ya biraz güzel vakit geçirmek için gelen birçok kişinin uğrak yeri olan "Help" isimli bir diskotek vardır. Help, bildiğiniz üzere İngilizce yardım demektir, ve gerçekten, eğer yalnızsanız, burada fazlasıyla yardım bulursunuz (Size üçüncü sınıf, çapkınlık hikayeleri anlatıyor gibi olmayayım, sadece coğrafya bilgisi veriyorum. Yine başka bir vicdan notu, ben bu seyahatimde bekar ve bağlantısızdım).

Dağılıyoruz farkındayım, toparlayalım.

İşte bu diskoteğin hemen yanıbaşımdaki bir Cafe'ye götürdü beni bu arkadaş.

Garson ne istersiniz diye sorduğunda aynen şöyle dedim.

"One coffee."

Van minit gibi, van kofi, yani bir kahve. Ne bir eksik, ne bir fazla. Lütfen bile demedim. Sadece "Bir kahve!"...

Copacabana, Sadece bir kahve...
Brezilya'da en çok kullanılan işaretlerden biri olan, tamam anlamındaki, baş parmak havaya, yani pilot selamını gösterip gitti içeri.

Otellerde garsonların servis yaparken kullandıkları iki katlı bir arabayla geri geldi.

Önce kahveleri verdi. Sonra başladı servis arabasından aldıkları tabakları yaymaya. Yağ, bal, beş çeşit reçel, envai çeşit salam, sosis, yoğurtlar, yine envai çeşit ekmekler, krakerler, tropik meyveler, sizin anlayacağınız, aklınıza ne gelirse.

Dört kişilik masaya iki kişi oturmuştuk, buna rağmen tabaklar sığmadı ve garson ikinci katı çıkmaya başladı.

Dayanamadım, "Birader, yanlış getirdin. Ben sadece kahve istemiştim." falan demeye kalktım, ama dinletemedim. Yanımdaki arkadaş gülüyordu.

Adettenmiş, sabah kahveyle yedi tekmili birden kahvaltı getirirlermiş.

Yıllar sonra Porto'da, Papagio restoranda da aynı duyguyu yaşadım. Hani Amerikalıların Deja Vu (doğru telaffuzu Deja Vü) dedikleri, "Lan, ben bunun aynısını daha önce de yaşamıştım." hali.

Uzun bir gün olmuştu. Hamileliğin de etkisiyle eşim Jelena (Yelena) hafif birşeyler yiyip erken yatmak istedi.

Çok fazla seçici davranmadan, nehrin arkalarında, sokak içi, tipik bir restorana girdik. Jelena bir salata istedi, ben de bir biftek. Bir de ufak bir kırmızı şarap söyledim kendime. Şarap Porto'da çok önemli, bu konuya daha sonra geleceğiz.

Önce koca bir ekmek tabağı geldi. Ardından bir tabak zeytin. Ardından içli köfteye benzer bir çeşit tapa. Ardından sarımsaklı ekmek. Ardından peynir.

Ve koca bir şişe şarap...

"Biz ufak şarap istemiştik. Karım hamile, sadece ben içeceğim..."

"It's okay, it's okay, no problem..."

Sonrasında koca bir tepsi içinde Jelena'nın salatası geldi. En az üç kişilik, inanın abartmıyorum.

"It's okay, it's okay, no problem..."
Ve aynı büyüklükte ikinci bir tepsi, yarısı tepeleme pilav, diğer yarısı da patates kızartması.

"Ben biftek istemiştim..."

"It's okay, it's okay, no problem..."

Sonrasında yine koca bir toprak kap. İçi siyah fasulye dolu. Yine Brezilya'dan aşinayım, leblebiden küçük simsiyah fasulyeler, aynı siyahlıkta bir sos içinde. Deli olurum tadlarına.

Ve sonunda biftek de geldi. Kayık, metal bir tabak içerisinde üç koca parça. En az yarım kilo. Şarap için yorum yapmıyorum bile...

Battı balık yan gider, masada ne varsa yedik ve içtik. Ömrüm boyunca unutamayacağım lezzette bir yemek oldu. Kızımız Melissa bile yemeği beğenmiş, Jelena'yı tekmelemek suretiyle mutluluğunu göstermişti.

Hesap ise İsviçrede McDonald's da ödeyeceğimizden daha az bir miktar geldi.

Porto'da geçireceğimiz üç günün nasıl olacağı yavaş yavaş belli olmaya başlamıştı. İki kelimeyle özetlersek Yemek ve Şarap!

Porto, Portekiz'in ikinci büyük kenti. Nüfusu bir buçuk milyondan fazla. Douro (Doro) nehrinin Atlantik Okyanusuna döküldüğü noktanın bir kaç kilometre içerisine kurulmuş bir liman kenti. Port zaten sözcük anlamıyla kapı, liman demek.

Porto'nun Portekizce'deki ismi "o Porto" sözcüklerinden gelmekte, "o Porto", Türkçede karşılığı olmasa da İngilizceye "The Port" şeklinde çevrilebilir. Bugün "o Porto", "Oporto" haline dönüşmüş ve zaman zaman İngilizce ve Portekizce de Porto isminin yerine kullanılmakta.

Jelena ve Melissa Porto'da
Porto, Lizbon'un aksine, tertemiz, bal dök yala bir kent. Çok iyi bakımlı, ve toplu taşım sistemi yaygın ve rahat bir şekilde kullanılabiliyor.

İnsanları, Portekiz'in genel özelliği olarak çok iyi ve arkadaşça. Aslında, eğer Türkiye'deki, kibarlıktan muhafazakarlık diye adlandırdığımız bağnazlık ve yobazlığı çıkarırsanız, arkadaş canlısı olmalarının yanında, yüksek sesle konuşmaları, her yere araba park etmeleri, ıslık çalmaları, ve yerlere tükürmeleriyle bize çok fazla benziyorlar :)

Hava ise inanılmaz güzeldi. İsviçre'de eksi dördü bırakıp artı yirmiye gelmek mükemmel olmuştu.

İşte bir nefeste coğrafik Porto özeti böyle. Daha fazlası Wikipedia'da bulunabilir tabii, ancak sizi ansiklopedik bilgiyle bayıltmadan, bu cennet köşesinin havasını benim burnumdan koklatmaya çalışayım.

Porto bir liman kenti olduğu kadar bir nehir kenti.

Türkler aslen göçebe bir toplum olduklarından bu nehir kentleri bize biraz yabancı gelir. Yani tabii ki nehir görmemiş insanlar değilizdir ama çok takılmayız nehirlere, kent yaşamımızın önemli parçaları değillerdir.

Avrupa'da ise nehirler, kentlerin atar damarları, vazgeçilmez unsurlarıdır. Aklınıza gelen, ismini bildiğiniz neredeyse her Avrupa kenti bir nehrin üzerine kurulmuştur.

Porto bir liman kenti
Bir kaç örnek sıralarsak, Madrid Manzanares, Paris Sen, Roma Tiber, Berlin Spree ve Havel, Amsterdam Amstel, Brüksel Sen, Belgrad Tuna ve Sava, Viyana, Bükreş ve Budapeşte Tuna, Krakow ve Varşova Vistula, Kiev Dinyeper, Londra Teyms, Lizbon Tagus, Moskova Moskva, Zürih Limmat, Prag Moldava, Sen Petersburg ise Neva nehirleri üzerindedir (bazı nehirlerin Türkçe karşılıklarını uydurdum, affola).

Bu listeye Avrupa dışındaki birçok kente ev sahipliği yapmış Nil, Amazon, Dicle ve Fırat gibi nehirleri de ekleyebiliriz.

Bu kentlerin nehir kıyılarındaki tavernalar, pazarlar, depolar ve benzeri ticari oluşumlar ise geçmişten gelen mirasla, hep şehirlerin merkezleri, en hareketli, en canlı noktaları olmuştur.

Porto kentinin nehir üzerindeki eski limanı ve etrafındaki antik şehir merkezi de işte bütün cazibesiyle sizi keşifler çağına geri götürüyor. Burası şehrin doyulmaz güzellikteki bir parçası arkadaşlar. Zaten UNESCO da burayı kültür mirası ilan etmiş durumda.

Bu antik merkezin nirengi noktası ise, yine Porto kentinin en önemli simgesi olan, Douro nehrinin iki yakasını birleştiren Dom Luis I köprüsü.

Dom Luis I köprüsü
Durum böyle olunca ayaklarımız sabah ilk iş, bizi bu köprüye götürdü.

Dom Luis I, çok büyük bir köprü. İki katlı, metal bir yapısı var. Alt katı nehir hizasında ve arabalar için ayrılmış. Üst katı ise, nehirden bir elli metre yukarda. Bu katta sadece tramvay çalışıyor. "Muhafazakarlıktan" kafayı bozup kızı başkasına verdiler diye intahar eden manyaklar olmadığı için, her iki kat da yayalara açık.

Köprünün güney ayağına doğru limanın içinden yürüdük. Nehir kıyısında bir sıra cafe, restoran ve hediyelik eşya satan mağaza var. Sadece bir cafe'den çalan müziği duyabiliyorsunuz. Bad Boys Whatcha Gonna Do. Çok güzel, uzun zamandır dinlemediğim bir şarkıydı, yürüme hızımızı biraz düşürüp sonuna kadar dinledik.

Cafe ve restoranların üstünde bir sıra antik sayılabilecek kadar eski görünen binalar dizilmişti. Bu tip mimariyi ilk defa görmüştüm. Balkonlar, pencereler, panjurlar sanki bir kartona çizilmiş gibi dışa doğru taşmadan dümdüz inşaa edilmişti. Renkler ise canlı sarı, kırmızı, pembe, tipik liman renkleri.

Köprünün alt katının da altından yürüyüp, diğer tarafına geçtik. Burada bir gurup martı, ölü bir balığı yiyiyorlardı. Biz gelince keyifleri kaçtı, hep beraber havalanıp birkaç metre ileriye kondular ve bizim gitmemizi beklemeye başladılar.

Alt katı kullanarak köprüyü geçtik ve benim için Porto gezimizin belki de en ilginç bölümünün yer aldığı, Gaia bölgesine ulaştık.

Kentin bu bölgesi, gümrükte bir duty-free shop'ın şarap rafı gibi. Birçok ünlü Porto şarabı imalatçısı, nehir boyunca bir-iki kilometrelik bir şerite sıra sıra dizilmiş.

Biraz şarap ile aranız varsa, Sandeman'i bilirsiniz, ya da en azından duty-free shop'ların baş köşesinde görmüşsünüzdür. Pelerinli, şapkalı, haydut kılıklı bir logosu vardır. Jelena, Zorro ismini takmıştı Sandeman'e.

Cockburn, Ferreira, Calem, Churchill, Dow, Croft, Graham's, Taylor's hep bilinen Porto şarap markaları.

Yine dikkatinizi çektiyse birçok marka Portekiz yerine Anglo-Sakson isimleri. Bunun nedeni ise Porto şarabının dağıtımının yüzyıllar boyu Britanyalılar tarafından yapılması. Örneğin Sandeman aslında İskoç kökenli bir marka.

Porto şarabı, Fransız Bordeaux (Bordo) ve Bourgogne (Burgonya) şarapları kadar eski ve köklü bir şarap. Sadece ve sadece Douro vadisinin üzümlerinden yapılıyor. Dünya üzerinde bir iki yerde Porto tarzı şarabı Porto adı altında satsalar da Avrupa'da Douro Vadisinden gelmeyen bir şarabı Porto diye etiketleyemezsiniz. AB anayasasında yazılıdır böyle şeyler :)

Yine benzer tatta, Portekiz'in Madeira adasında da Madeira Şarabı yaparlar (Cristiano Ronaldo'nun memleketi). Porto diye etiketleyemeseler de, Madeira'li birkaç arkadaşın sayesinde bu şarabı da bol bol tattım. Douro üzümlerini üzme pahasına, bence lezzeti aynı derecede güzel.

Ferreira mahzeni
Bütün şarap tipleri gibi Porto şarabı da detaylarıma girdikçe ayrışıp karmaşıklaşır. Ancak en basitinden başlarsak, Porto şarabı denince akla kan kırmızı, tatlı ve alkol derecesi normal şaraba göre yüksek bir içecek gelir. Porto şarabının, daha az popüler de olsa beyaz ve/veya sek türleri de var tabii ki.

Porto genelde tatlı yada peynirle içilir. Ben aperitif, tatlı, peynir, digestif, sizin anlayacağınız her yerde, her zaman ve her şey ile içiyorum :)

Porto şarabının kaynağı üzümler Douro vadisinde yetişseler de tek bir çeşit üzüm değil, oldukça çok çeşitli. Bu yazıyı yazarken şöyle bir baktım, içinden sadece bir tanesi tanıdık geldi, Tempranillo, o da sevdiğim bir kaç İspanyol şarabından.

Söylediklerine göre Douro vadisi, nehir Ve tepeleri ile üzüm yetiştirmek için çok uygun bir mikro-iklim oluşturuyormuş. Ben Portekizlilerin yalancısıyım.

Porto şarabının öyküsü işte bu üzümlerin toplanmasıyla başlar.

Üzümler bazı yerlerde hala ayakla yada presle ezildikten sonra üzüm suları eskiden altı düz, tipik teknelerle nehir boyunca, bugün tankerlerle Porto'ya taşınır. Bugün Porto'da, nehir kıyısında hala bu ilginç tekneleri görmek mümkün.

Üzüm suları Shipper adı verilen, az önce bahsettiğim markaların depolarına girer ve şarabın yıllanma aşaması başlar.

Porto şarabının geleneksel şaraplardan en önemli farkı fortified, yani "destekli", "takviyeli" olmasıdır arkadaşlar.

Çok kimyasına girmeden takviyeli ne demek, anlatmaya çalışayım.

Bildiğiniz üzere şarap mayalanmış bir içkidir. Yani maya adı verilen minik bakteriler üzüm suyu içindeki şekeri alkole çevirir, bildiğimiz şarap oluşur.

Normal şarabın aksine, Porto şarabına üretimin belli bir aşamasında üzüm brandy'si katılır.

Brandy, mayalanmış meyvelerin damıtılmasından sonra elde edilen yüksek alkollü likörlerin genel adıdır. Şarap üretimi olan her yerde, şarap için sıkılan üzümlerin artıklarını damıtılması suretiyle yapılan değişik isimli brandy'ler bulunur. Cognac (Konyak), Armagnac (Armanyak), Grappa, Marc hep bu tarz brandy'lerdir. Porto üretiminde ise renksiz, tatsız, katıksız artık üzüm ürünü bir brandy kullanılır.

Portoya katılan bu üzüm brandy'sinin iki önemli işlevi vardır. Üzüm brandy'si, içerdiği yüksek alkol sayesinde maya bakterilerini belli bir süre sonra tüm şekeri alkole çevirmeden öldürür. İşte bu kalan şekerin sayesinde Porto şarabı tatlı kalır ve meyve meyve kokar. Takviyenin İkinci işlevi ise alkol seviyesini artırmaktır.

Porto şarapları değişik biçimde yıllandırılır.

Vintage Porto
Yıllandırma işlemi aslında mayalanma işleminin devamıdır. Yıllanma esnasında en önemli faktörlerden biri şarabın ne kadar oksijenle temas ettiğidir. Hava ile temas, hedeflenen tad ve dokuya ulaşabilmek için çok dikkatli ayarlanması gereken bir işlemdir. Bir şarabın mantarını açın, yani havayla temas etmesini sağlayın ve bir hafta bekleyin. Mükemmel sirke elde edersiniz mesela :)

En pahalı, sofistike tatlı Porto şarabı, şişede yıllanan Vintage dedikleri türdür. Vintage Porto, sadece bir yılın hasatı üzümlerinin suyunun, bir-iki sene büyük fıçılarda bekledikten sonra şişelere konup kırk seneye kadar yıllandırılmasıyla yapılır. Şişelerde yıllanan bu Porto, havayla neredeyse hiç temas etmez, o yüzden çok yavaş evrilir. Tadı da bir o kadar güzel olur.

Tawny adı verilen diğer bir tür ise ambere çalan kırmızı renkte bir şaraptır. Tawny Porto, oksijen ile teması en fazla sağlayan, göreceli olarak küçük fıçılarda uzun sayılabilecek bir süre yıllanır.

Kırmızı ve beyaz reserva
Ruby, yani Yakut Portolar ise kan kırmızı, tatlı ve en çok tüketilen Porto türüdür. Ruby Porto'lar ya metal konteynerlerde, ya da çok büyük tahta fıçılarda, oksijen ile göreceli olarak az temas halinde, çok uzun olmayan bir yıllanma süresi geçirir.

Her şarapta olduğu gibi, üreticinin kullandığı fıçıların yaşı, üzümlerin harmanları, üzüm sapı, çöpü miktarı ve baharatları Portoları birbirinden ayırmakta.

Yazıp yazmamakta tereddütteydim ama yazalım hadi, eskiden Porto"ya bir texture (tekstçır), yani doku katmak için fıçılara domuz bacağından tutun, toptan bir tavşana kadar çeşitli hayvan parçaları atarlarmış. Ancak bu işlem şimdilerde yasak, endişelenmeyin :)

Yine bir not, dikkat ettiyseniz, "fortified", "towny", "ruby" hep Anglo-Saxon kökenli sözcükler.

Ferreira mahzeni
Gaia'da hemen her üretici küçük bir ücret karşılığı sizi mahzenlerinde bir tur yaptırıyor. Bana kalsa muhtemelen Duty-Free yıldızı Sandeman'a ya da Taylor's 'a girecekken, sevdiğimiz bir Portekizli arkadaşımızın yönlendirmesiyle Ferreira mahzenlerinde bir tur aldık.

Çok da iyi ettik.

Bir kere Ferreira tamamen Portekiz kökenli bir üretici, üstüne, çok iyi organize edilmiş turları, ve turun sonunda mükemmel şarap tatma olanakları ile bizi çok mutlu etti. Erkek arkadaşlarıma tavsiyem, karınız hamile iken gitmeniz. Benim gibi, karınızın da şarap tatma hakkını kullanıp "duble" yapabilirsiniz :) Garip Jelena o güzelim şarapları koklayamadı bile...

Ferreira'da şarap tadiyorum
Ferreira'dan mutlu bir biçimde ayrıldık ve köprüye geri onca yolu yürümemek için bu kez nehir kıyısı boyunca giden teleferiği almaya karar verdik.

Bileti alırken de, satıcı kız bize ücretsiz Porto şarabı tatmak için iki kupon uzattı. "Ver bacım, ver..." dedim. Bu sürpriz "degüstasyon" dedikleri şarap tatma fırsatı, ertesi günkü planlarımız içinde hak ettiği yerini aldı :)

Teleferiğe atladık ve bir taraftan ayaklarımıza inen siyah suları boşaltırken, bir taraftan da manzaranın tadını çıkarmaya başladık. Bu manzara izleme amacı teleferikleri Portekizliler her nedense çok seviyor, bir benzerine yine Lizbon'da binmiştik.

Teleferik bizi bu kez köprünün üst katının başında bıraktı. Buradan yürüyerek sabahın son hedefine doğru yola koyulduk.

El Corte Inglés (El Kort İngleş) adlı alışveriş merkezi bütün Porto havamı bozdu. Yemyeşil cam cephesiyle devada modern bir yapı. İçi klasik, aklınıza gelen uluslararası markaların bulunduğu, birini görünce hepsini görmüş sayılacağınız devasa bir AVM. Porto'nun o güzelim klasik havasının üzerine sifonu çekin sizin anlayacağınız. Neyse ki, antik merkezin havasını bozmayacak kadar uzakta.

Jelena, Melissa ve arkalarında şarapçılar
Akşamki yemeğin ağırlığı hala üzerimizde olsa da, yaşamaya devam edebilmemiz için yine de birşeyler yememiz gerekiyordu. Alış veriş merkezindeki bir fast-food restoranına gittik. Jelena, dünkü salatanın büyüklüğünden ağzı yanmış, salatadan vazgeçip, "Ben sadece bir çorba içeceğim." dedi. Ben de bir hamburger söyledim.

Ve tarih tekerrüre devam etti.

Jelena kafasından büyük bir tas, daha doğrusu bir kazan balık çorbasıyla döndü masaya. Benim hamburgerin de sadece adı hamburger. Yarım kilo köfte, pilav, patates, salata, sos, vesaire, vesaire...

Gece
Karnımız tok, sırtımız pek, kendimizi Avenida dos Aliados meydanına attık. Burası, Porto'nun görülmeye değer yerlerine giden yolların kesiştiği kritik bir meydan. Hemen aşağısı zaten Dom Luis I köprüsü. Biraz güneyinde, yine tipik bir alış-veriş caddesi olan Rua Santa Catarina (Rua Santa Katarina), kuzeyinde yüksek kulesiyle Clérigos (Klerigos) Kilisesi ile hemen ilerisindeki Porto katedrali ve batısında ise São Francisco Kilisesiyle Palacio da Bolsa'nın bulunduğu bölge yer almakta.

Porto'da kilise ve katedral darlığı yok arkadaşlar. İberya yarımadasının bir özelliği, herkes oldukça dinine bağlı katolik. O yüzden bunun izlerini her yerde görebiliyorsunuz.

Porto'da gezdiğimiz kiliseler, Avrupa'nın gerisindekilerden fazlaca farklı değil. Yine de görmeye değer.

Güneşi, limanda, köprünün hemen altında bir restoranda batırdık. Soğuktan, uzun bir süre açık havada yemek yiyememiştik. Porto'nun yirmi derece sıcağı çok güzel denk geldi. Bir sokak çalgıcısı yanı başımızda gitarı ile tatlı tatlı şarkı söylerken muhteşem bir şarapla akşam yemeğimizi yedik. Akşamı fazla uzatmadan otele döndük ve uyuduk.

Gezilerimizin neredeyse her zaman kendisini tekrarlayan bir rutini vardır. İlk gün hep çok yürüyüşlü ve yorucu geçer. İkinci gün ise çok daha verimli ve hızlıdır.

Çünkü ikinci güne ulaştığımızda, Jelena kentin minik bir krokisini kafasına yerleştirmiş olur. Saatlerce yürüdüğümüz yerlere kestirmeden birkaç dakikada ulaşır, bir metro yada tramvayla kenti baştan başa geçebiliriz.

Porto'da da durum aynıydı. Otelden çıktık ve bir iki sağ-sol'dan sonra cart diye Rua Santa Catarina caddesine geldik. Burada bir kaç yüzyıl yaşındaki Cafe Majestic'de oturup bir kahve içtik. Daha sonra yine bir minik sağ-sol, ve hop, köprüye geldik. Köprüyü geçtik ve zırt diye Santa Clara (Santa Klara) kilisesinde bulduk kendimizi. Bu kilisenin bahçesinden antik kent ve limanın çok güzel bir manzarasını görebilirsiniz.

Cafe Majestic
Öğle yemeği için yine El Corte Inglés'e gittik. Jelena bir kazan balık çorbası, ben de tepeleme pilavlı, patatesli, salatalı "hafif" bir hamburger yedim. Sonrasında da ikinci şarap tatma seansını yaptık.

Günün son gezisi olan Atlantik Okyanusuna gitmek için özel bir taşıt kullanmaya karar verdik.

En azından yüz yaşında bir tramvay. Dışı sarı, içi kahverengi ahşap. Hala eski kullanım konsolu üzerinde, çalışır vaziyette kurulmuştu.

Oturacak yerler dolduğu için en arkaya, tramvayın ters yöne gelirken kullanıldığı kumandaların olduğu bölüme geçtik. Güzel bir manzara eşliğinde Douro nehri boyunca batıya, nehrin okyanusa döküldüğü noktaya doğru yol almaya başladık.

Yüz yaşında bir tramvay
Okyanus kıyısındaki kentler genellikle koyların ya da iç denizlerin kenarındadır, çünkü okyanusun açık kesimi o kadar azgın, o kadar sert koşullara sahiptir ki, bu noktalara yerleşmek çok zordur.

Porto'da, şehrin merkezi, nehrin biraz iç kesimlerine kurulmuş, ve nehrin okyanusa döküldüğü nokta iki tane dalgakıranla koruma altına alınmış.

Bu iki dalgakıranın arasındaki su sanki bir çarşaf gibi dümdüz. Okyanusa bakan taraflarında ise insan boyundan büyük dalgalar patlıyor. Dalgakıranın hemen başında dalgaların ve rüzgarın yürüyenleri alıp götürebileceğini gösteren tehlike işaretleri var.

Doğanın gücünü gösterdiği noktalarda çok fazlaca etkilenirim. Örneğin bir volkanın ağızında, bir uçurumun yanında, bir mağaranın içinde, bir şelalenin altında, konuşmadan öyle durur, anlamsız anlamsız bakarım etrafa.

Jelena ve Melissa okyanus kıyısında
Okyanusun gerçek halini gördüğüm bu dalgakıranın ucundaki Farol Molhe do Douro isimli deniz fenerinde de aynı duyguya kapıldım. Bizden başka sadece bir çift, taa en uca kadar yürümüşlerdi. Ne bizi, ne rüzgarı, ne de okyanusun ulvi gücünü farkettiklerini sanmıyorum. Gençlik ateşi, gözlerini kapamış, şapır şupur öpüşüyorlardı. Biz onlar yokmuş gibi davrandık, onlar da olasılıkla benim dakikalarca aval aval dalgalara bakmamı görmezden geldi.

Porto'daki son akşam yemeğimizi, ilk akşam yemeğimizi yediğimiz restoranda yedik. Yiyeceklerin boyutlarını bildiğimizden, ikimiz için sadece bir kişilik sipariş verdik.

Sürpriz doğum günü
Bu yemek aynı zamanda Jelena için de baş başa geçirdiğimiz erken bir doğum günü yemeği oldu. Gerçek doğum gününde iş arkadaşları ona bir sürpriz hazırlamışlardı. Benim rolüm de baş başa yemeğe gidiyoruz diyerek Jelena'yı kandırıp, partinin yapılacağı yere götürmekti. Bunu bildiğim için doğum gününü ben erkenden, Porto'da kutlamış oldum.

Öyküyü tamamlama bakımımdan, döndükten sonra Jelena'ya sürprizi başarıyla gerçekleştirdik. Hayatımızın bundan sonrasının nasıl olacağı da yavaş yavaş netleşmeye başladı. Doğum günü Jelena'nın olsa da, pastanın üzerinde henüz doğmamış kızımız Melissa'nın ismi yazılıydı. Hediyeler de hep Melissa içindi. Melissa'nın ilk arabasını da almış olduk. Pembe, klasik bir "convertible" :)

Porto'dan sımsıcak duygular ve çok güzel anılarla ayrıldık. Portekiz'e yolunuz düşerse ilk görmeniz gerekli yer derim. Mimarisi, insanları, yemekleri ve en önemlisi Şarapları ile size unutulmaz bir tatil yaşatacaktır.

Mezzy'nin cabrio arabası
Porto'nun, bizim fazla takılmadığımız ama bazılarınızın ilgisini çekebilecek başka bir ilginç özelliği ise futbol. Hemen herkes bir futbol tutkunu. Konuştuğumuz herkes İsviçre'de yaşadığımızı öğrendiklerinde, hemen bize dört-sıfırlık Basel galibiyetini hatırlattı.

Yine bir not, Fenerbahçeli Raul Meireles ve Bruno Alves hep Porto'lu. İlginizi çekerse Magellan'da olasılıkla Porto'da doğmuş, ancak kesinlikle Porto'da yetişmiş ünlü bir isim.

Porto klübünün stadyumu Estadio do Dragao ziyaret edilebiliyor. Biz gitmedik, ancak Madrid'deki Real Madrid stadyumu ve müzesini referans alabilirsek, ilginç olabileceğini söyleyebilirim.

Sevgiler...

19 Ocak 2015 Pazartesi

Cote d'Azur

Sabahın erken sayılabilecek bir saatinde, ağır kar yağışının altında evden çıktıktan sonra, kısa bir süre içinde Leman gölünün kuzeyinden, batıya doğru uzanan, belki de dünyanın en güzel manzaralı otoyolunda yol almaya başlamıştık.

Bu otoyol yazın da, kışın da her metresi kartpostallara resim olabilecek doğa harikası manzaralarla doludur arkadaşlar.

Solunuzda yemyeşil dağlar, hele bir de Lavaux bölgesinden geçerken, basamak basamak üzüm bağları, sağınızda ise tüm güzelliğiyle Leman gölü ve gölün öbür tarafındaki suyu ile ünlü Evian kenti ile Fransız Alpleri...

Açık bir havada, Avrupa'nın en yüksek noktası Mont-Blanc da eklenince tadından yenmez bu doğa harikası dekor. On beş küsür seneden sonra bile nefesimi keser bu manzara.

Rotamız Güney Fransa'nın tatil cenneti, Cote d'Azur bölgesiydi.

Ve bu gezimizde, geçmiştekilerden farklı olarak iki değil, üç kişiydik.

Ailemizin üçüncü üyesi, henüz kendi gözleriyle göremese de, annesinin karnındaki konforlu mekanımda bize eşlik etmekteydi.

Ona dokunamasak da, bebeğimiz her fırsatta bize "ben buradayım" demekteydi. Özellikle Jelena garibim, belirli aralıklarla bulabilirse bir tuvalete, tuvalet yoksa da, tabiatın müstesna bir köşesine koşmak zorunda kalıyordu.

Sonrasında da "Böööğğğğğğğ!" tabii...

Yolculuk biraz çileli olsa da, hem doktorumuzun onayı, hem de hava değişikliği olması bakımından ikimize de iyi gelecekti. Jelena'nın hamileliği biraz enteresan başlamış, her ikimizi de bir miktar uğraştırmıştı. Bu tatile çıkmaya da biraz kafamızı dağıtmak için karar vermiştik.

Leman gölünü geride bırakmış, Martigny kentinde otoyoldan çıkıp, yavaş yavaş Grand Saint-Bernard geçidine doğru tırmanmaya başlamıştık.

Alplerin, İsviçre, İtalya ve Fransa'nın kesiştiği bu noktası hem çok yüksek, hem de geçilmesi çok zor bir alanı oluşturur. Geçmişten bugüne birçok yolcu bu bölgede soğuk ve daha da tehlikelisi çığ nedeniyle yaşamlarını kaybetmiş yada uzun süre kar altında mahsur kalmışlardır.

Boyunlarına asılı sıcak çikolata fıçıları ile ünlü Sen Bernar köpeklerinin de memleketi bu bölgedir. Bu köpekler kar altında kalmış birçok yolcuyu bulup hayatlarını kurtarmışlardır.

1964 yılında yapılan bir tünele şükürler olsun ki bugünlerde hiç kimse üç bin küsür metreye çıkıp, bu geçitten geçmek zorunda kalmıyor, zırt diye dağın bir tarafından girip, tünelle öbür tarafından çıkıyor.

Az önce söylediğim bugünlerde hiç kimse Saint-Bernard geçidinden geçmiyor önermesi tam olarak doğru sayılmaz. Hattızatında avanak ben kulunuzun, iki kez tüneli bırakıp arabayla taa en tepeye, Col (Kol) isimli sınır köyüne kadar çıkıp, gerçek Saint-Bernard geçidinden geçmişliği vardır.

Geçidin zirvesindeki manzarayı size anlatmam çok zor, ancak, benim yaşıtlarımın hatırlayacağı Heidi isimli çizgi filmde karekterize edilen İsviçre"ye en yakın manzaralardan birini bu dağda bulabilirsiniz demek yeterli olacaktır sanırım.

Bu bölgeye yolunuz düşerse mutlaka tüneli bırakıp, Col'dan geçmenizi öneririm. Yolunuzu sadece yarım saat kadar uzatma karşılığında, dünyadaki en güzel doğa manzaralarından birini görme fırsatını bulacaksınız. Ancak dikkat, bu geçiş sadece Haziran ile Eylül arası trafiğe açık.

31 Aralıkta başka bir şansımız olmadığından tünele doğru rotamızı çevirip gaza bastım. Bir taraftan da tek gözle GPS üzerinden yüksekliğimizi izliyorum. Hayatımıza yeni girmiş bir fenomen olduğu için yola çıkarken düşünememiştim, ancak tünele yaklaştığımda aklım başıma geldi.

Saint-Bernard's doğru
Belli bir yükseklikten fazlası hamilelik sürecinde tehlikeli olduğundan, doktorumuz Zermatt gibi bir kaç yeri gezi programımızdan çıkarttırmıştı. Her ne kadar bizim Cote d'Azur'e araba ile gittiğimizi bilerek bu geziye onay vermiş olsa da sonuçta Saint-Bernard'ın irtifasını göz önüne alıp almadığından emin değildim. 

Sonuçta adam bir doktor, Hava Trafik kontrolörü değil.

Yükseklik iki bin metreye geldiğinde arabayı kenara çektim. Yılın son günü, yarım metre kar altında, İnternet üzerinden hangi yükseklik hamile kadınlar için tehlikeli, okumaya başladım.

Mazur görün. Ellisinde çocuk beklerse, böyle görmemişlik yapabiliyor insan.

Altı bin feet'den, on iki bin feet'e kadar değişen sınırlar var İnternette. Altı bin feet, al takke, ver külah, iki bin metre. Yani tam bizim yüksekliğimizin sınırında. Bir de çoğunlukla bu yüksekliklerde aktivitelere angaje olduğunuzda, tatil yaptığınızda falan dikkat edin diyorlar. Ne demekse dikkat edin?

Jelena'nın hızlı nefes alması şartıyla yolumuza devam ettik.

Altı kilometrelik tüneli bitirip, İtalyan tarafından dışarı çıktığımızda, İsviçre tarafının karlı, buzlu havasına karşılık, Aosta vadisinin yazdan kalma güneşli bir günü ile karşılaştık.

Bu tünelden bugüne kadar çok kez geçtim, ve hemen hepsinde de İtalyan tarafında güneş, İsviçre tarafında ise yağmur, kar ve kötü hava vardı. Alpler sanki bir perde gibi kapanıp, güneşi İtalya'ya saklamışlardı.

Aosta vadisi de İsviçre tarafı kadar güzel manzaralı bir bölgedir. Buradan geçerken de bol bol gözlerimizi besledik, doyurduk.

Hamileliğin başka bir belirtisi olan unutkanlık yüzünden Jelena yiyecek dolabının ayarını sıcağa getirmişti. Kaynar kola ve haşlanmış sandviçlerli attıktan sonra Cote d'Azur'e doğru yolumuza devam ettik.

Savona'da ilk defa Akdenizin mavisini gördükten sonra, Ventimiglia'ya kadar, İtalyan riviyerasını batıya doğru kat ettik.

Ventimiglia'dan sonra Fransa'ya geçtiğimizde ise İtalyadaki ismi Autostrada dei Fiori yani çiçek yolu olan bu otoyol, L'autoroute des Fleurs, yani yine çiçek yolu ismini alır.

Menton sahili, üçümüz de buradayız
Fransa'ya geçtikten sonra, bu otoyolda araba kullanmak gerçekten güçleşir. Çünkü, ipini koparan funky, neşeli genç, altında, cart renkli Porsche, Ferrari, vesaire, spor bir arabayla kıçınıza yapışıp, 130 km ile giderken, sizi on santimetre geriden takip (ve taciz) etmeye başlar. Fransızların, bir de İsviçre plakalı arabalara alerjisini eklerseniz, Cote d'Azur'ün bu bölgesinde fazlasıyla tatsız bir yolculuğu göze almanız gerekir. 

Neyse ki bir yirmi kilometre sonra ilk konaklama noktamıza ulaşmıştık.

Menton isimli bu kent, Monako'nun hemen yanında, deniz kıyısında, cennet kopma bir köşe. Cote d'Azur'ün Nice, Cannes gibi medyatik kentlerine göre çok daha temiz, sakin ve güvenli bir yer.
Jelena bebek giysilerine bakmaya başladı
Sahil ve antik kent merkezi çok güzeldi. Biz de bol bol yürüyüp, deniz havası aldık. Jelena da yavaş yavaş bebek giysilerini kurcalamaya başladı.

Akşam ise yeni yılı karşılamak için Monaco'ya geçtik. İlk olarak prenslik sarayının bulunduğu tepeye tırmandık. Buradaki eski kent merkezi, eski evleri ve dar sokakları ile dünyanın en cazibeli yerlerinden biri. Saray ise başlı başına bir çekim merkezi.

Sarayın avlusundan Monte Carlo ve yat limanının panoramik bir manzarasına doyabilirsiniz.
Jelena ve Melissa
Prenslik sarayının avlusunda
Sarayın hemen yanında ise Grace Kelly'nin nikahının kıyıldığı devasa katedrali ve bence katedral kadar güzel mahkeme binasını görmek mümkün.

Hemen yakındaki, eski bir mahzenden bozma bir cafe'ye girdik. Ben bir sürahi kırmızı şarabımı içerken, Jelena lokal çay çeşitlerini deniyordu :) bu hamilelik en çok bana yaramıştı. Jelena içki içemediğimden ben içiyor, o da arabayı kullanıyordu.

Saat on buçuk gibi yeni yılı karşılamak için Monte Carlo'ya, James Bond filimlerinin geleneksel mekanı olan kumarhanenin bulunduğu meydana geldik.

Monacolular bu meydanı harika süslemişler. Bütün alanın ışıkları aynı anda renk değiştiriyor, ismini bilmesem de müziklerinden profesyonel oldukları aşikar bir gurup günün popüler şarkılarını çalıyordu.

Saat on ikiye on kala müzik The Beatles'a döndü. Saat oniki itibarı ile de Rolling Stones.

Ve tabii ki havai fişekler...
Jelena ve Melissa Casino'nun bahçesinde
Bir ara kumarhaneye girsek de yer bulmak mümkün olmadığı için milyoner olmayı başka bir güne ertelemek zorunda kaldık.

Ertesi gün ilk durağımız Eze köyü oldu. Bu ortaçağdan kalma köy sanki bir açık hava müzesi. En tepesinde eski bir minik kale, kalenin etrafında da bir botanik bahçesi, köyün girişinde ise ünlü Fragonard parfüm fabrikası var. İlginizi çekerse bir ziyarete değer. Biz birkaç sene önce ziyaret etmiş, güzel de vakit geçirmiştik.

Eze'de ailemizin yeni üyesiyle birlikte gezerken, birkaç sene önce aynı yerlerde yürüdüğümüz ve yakın zaman önce kaybettiğimiz eski üyesini, kızımız Koni'yi de bol bol yad ettik.

Jelena ve Melissa Eze'de
Bir sonraki durağımız olan Nice'e geldiğimizde saat öğlen vaktini biraz geçmişti. Deniz kıyısı boyunca sahil ile yol arasındaki geniş Promenade des Anglais isimli, yaya yolunu her zamanki gibi arşınladık ve eski kente yöneldik.

Uzun sayılabilecek bir yürüyüşün sonumda kendimizi Hard Rock Cafe'ye attık. Burada uzun zamandır gözümüze kestirdiğimiz bir bebek tulumunu almayı kafamıza koymuştuk. Tek sorun, bebeğin cinsiyetini bilmediğimizden tulumu pembe mi, mavi mi alacağımızdı.

Bir çocuk sahibi olmak belki de yaşamım boyunca en çok istediğim şeylerden biri olmuştu. Ancak herkesin çocuk sahibi olamayacağını bilecek kadar da kaşarlanmıştım hayatta. O yüzden, hiçbir zaman çocuk sahibi olmayı bir yaşam nedeni, evliliğimin de nihai hedefi olarak görmedim.
Jelena ve Melissa Nice'de
2013 yılında, pek de kolay günler geçirmediğimiz bir dönemde, Jelena'yla Como gölünün kıyısındaki, aynı isimli kasabada yürüyorduk. Bir hatıra eşya dükkanının önünde, döner bir kafesin üzerine tahtadan melekler gördük. Her meleğin altında da isimi yazılıydı. 

Beraberliğimiz boyunca ikimiz de bir kızımız olsun istemiştik. Ben belki biraz daha fazla, ama söylemeyin bunu Jelenaya :) Neyse, -olursa- kızımızın ismi bile sekiz yıl öncesinden hazırdı.

Meleklere bakınırken Melissa isimlisini bulduk.

Normalde, olası düş kırıklıklarını düşünerek, böyle duygu-yoğun işlere kalkmam, ancak, benim de canım biraz sıkkın olduğundan mıdır nedir, alalım anasını satayım dedim. Jelena biraz kem, küm etti ama ben alalım diye ısrar edince meleği satın aldık.
Como'da, Melissa'nın meleği ile
Böylece Melissa isimli melek envanterimize girdi ve gözden uzak bir çekmecede günlerini geçirmeye başladı.

Nice'e dönersek, Hard Rock Cafe'de olay biraz daha az duygu-yoğun durumdaydı. Jelena zaten hamile olduğundan iş sadece doğru rengi seçmeye kalmıştı.

Jelena corporate ruhlu, maliyet odaklı bir öneri getirdi. Gri renklisini alalım, kız da olsa, oğlan da olsa giyebilir şeklinde.

Yok dedim. Zaten bir meleğe yatırım yaptık, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Bizim bir kızımız olacak, pembesini alalım.

Emin misin? diye bir daha sordu.

Emindim...
Melissa'nın Hard Rock body'si
İlerleyen günlerde, Jelena'nın çevresinde herkes çocuğun erkek olacağı kehanetinde bulundu. Aile, arkadaşlar, iştekiler, hatta Jelena'nın falcıları bile ağız birliği etmişcesine erkek diyorlardı.

Ben hala bir kızımız olacağına emindim.

Bir gün Jelena "Ben rüyamda gördüm, erkek olacak!" diye isyan başlattı.

İster istemez, bebek için, kökleri Tunusa kadar uzanan "Yogi" lakabını tescil etmek zorunda kaldık. Biraz maskülin, yani erkeksi de olsa, sonucunda bir lakap olduğu için bir cinsiyet tesbiti yapmıyordu. Aksi halde, aramızda konuşurken bebeğe Türkçe karşılığı "o" olan İngilizce "he" yada "she" şeklinde hitab etmemiz gerekiyordu ki, bunlardan birini kullanmak cinsiyet belirlediğinden, mutedil de olsa bir hayal kırıklığına yol açabilirdi.

Böylece bir iki hafta Yogi ile idare ettik.
Jelena ve Melissa Nice'de
Sizlere bu satırları yazdığım gün, genetik bozuklukları saptayan ve yan ürün olarak da bebeğin cinsiyetini ortaya çıkaran bir testin sonuçlarını almıştık.

Bir kızımız olacaktı.

Doğru bir yatırım kararı vermiş, Melissa'ya daha doğmadan bir melek ve bir Hard Rock Baby tulumu satın almıştık :)

Yogi ismi - belki ilerde kullanılmak üzere - buzdolabına kalktı. Artık bebeğimiz resmi olarak "Melissa" ve "she" olmuştu.

Erkek olmuş olsaydı, yine hemen aynı derecede sevineceğime emin olabilirsiniz ama kız olması beni tartışmasız dünyanın en mutlu insanı yaptı.

Neyse, biz Nice'e dönelim.

Dünyada (çoğunluğu medeni insanların araç kullandığı şehirler arasında) trafiği en boktan yerlerden biri Nice'dir. Bir kavşakta sekiz-on yol birleşir. Her yer oraya buraya tek yöndür. GPS'in sola dön dediği noktada sola dönen üç farklı yolla karşılaşırsınız.

Nice bu kez de bizi mahçup etmedi. Şehirden çıkıp otoyolu almak iki saatten biraz az sürdü :)

Kısa bir yolculuk bizi Cannes şehrine getirdi. Hemen otelimize gittik ve günü kapattık.

Jelena ve Melissa Cannes'da
Cannes kentini duymayanınız yoktur herhalde. Şu film festivali ile ünlüdür hani. Bir de doğru zamanda giderseniz, plajlarında görebileceklerinizle.

İstanbul'un Bağdat Caddesi ya da Ankaranın Tunalı Hilmisi ne ise Cannes'ın da Croisette'i (Kruazet) odur. Cannes'a gelip bu kıyı yolu üzerinde piyasa yapmamak olmaz.

Biz de ertesi sabah ilk iş, Croisette üzerinde turumuzu tamamladık. Saat sabah on bile olmamıştı ve korktuğum başıma geldi arkadaşlar.

Jelena "Ben Haagen Dazs dondurma istiyorum!" dedi.

İngilizcede bir deyiş vardır bilir misiniz? Hell hath no fury like a woman scorned şeklinde. Aldatılmış kadının gazabı cehennemde bile yoktur anlamıma gelir.

Aldatılmış kadının gazabı hiçbir şey. Hell hath no fury like a woman pregnant and hungry! Siz hamile ve karnı aç kadının gazabından korkun.

Bir hafta önce Lozan'ın tüm marketlerini gezdim, Ocak ayında karpuz bulmak için. Sonunda Kosta Rika'dan ithal, armut boyunda üç beş karpuz bulabildim de Jelena sakinleşebildi.

Bu Haagen Dazs işinin nereye gittiği aşikardı ancak bu noktada başka yapılabilecek hiç birşey yoktu.

"Eh! Madem ki istiyorsun, yiyelim tabii ki karıcım...."

Ve Croisette üzerinde, bir aşağı, bir yukarı başladık yürümeye...

"Emin misin Cannes'da Haagen Dazs olduğuna?"

"Var tabii ki. Bir önceki gelişimizde beraber yemedik mi?"

Ben bir önceki gün ne yediğimi hatırlamıyorum, iki sene önce Cannes'da hangi dondurmacıda ne yediğimi mi hatırlayacağım?...

"Eminim buralarda, Croisette'in üstündeydi..."

"Birine sorsak ya Jelenacım..."

"Sormaya gerek yok, buluruz şimdi kendimiz..."

Bir yarım saat yürüdük. Artık ben kırık Fransızcamla yoldakilere soruyorum.

"U e Hagen Daz?"

"Kua?"

Croisette bitmiş, parelelindeki caddeyi arşınlarken sonunda Jelena iki kadın polise sordu. Onlar da bizi yüz metre ilerdeki bir otelin karşısına yönlendirdiler. Haagen Dazs oradaydı. Sadece Croisette'e bakan girişine Cafe Bilmemne şeklinde bir tabela koymuşlar, Haagen Dazs işareti arka girişinde kalmıştı. İşin komiği, Jelena haklıydı. Dondurmacı Croisette'den bakıldığında tam söylediği yerdeydi.

Jelena siparişini verip bitirdiğinde garson bana dönüp ne istediğimi sordu.

"Dondurma." dedim.

Küfür gibi geldi adama söylediğim. "Nasıl dondurma?" diye bir daha sordu.

"Any" dedim. Getir, ne dondurması istersen...

Jelena ve Melissa Antibes'de
Öğlen yemeğinden sonra hemen yakındaki Antibes'e (Antib) gitmeye karar verdik. Pikasso'nun da bir zamanlar içinde yaşadığı kalesiyle, milyonlarca dolarlık lüks yatlarıyla havalı bir Cote d'Azur kenti Antibes. Cannes'a uzaklığı on kilometre ama biz TGV isimli, saatte ikiyüzelli kilometre yapabilen hızlı trene bilet alıp beş dakika yerine dört buçuk dakikada Antibes'e ulaştık :)

Geçenlerde okuduğum bir kitaptan aklımda kaldı, yeri gelmişken anlatayım size. Bu Pikasso nasıl cin bir adammış biliyor musunuz?

Ünlü olduktan sonra bütün ödemelerini çekle yapmaya başlamış, çünkü biliyormuş ki üzerinde imzası bulunan çekleri birçok alacaklısı bozdurmak için bankaya vermek yerine kendileri için saklayacaklar...

Jelena ve Melissa Antibes'de
Cannes'a döndüğümüzde bir shopping-lite yapıp otele döndük. Barda oturduk, Jelena çaylarını, ben de şarabımı içtik ve geyikledik.

Cote d'Azur gezimizin son durağı ise İtalyanın Sanremo şehri oldu. Sanremo'yu belki geçmişte popüler olan müzik festivaliyle hatırlarsınız.

Sanremo bir kuzey İtalyan şehrinden çok Güney İtalyan şehirlerini hatırlatan bir yer. Daha da spesifik olarak Napoli'ye çok benziyor.

İtalya'nın geri kalanı gibi her yeri tarih. Zaten bence İtalya'nın tümü, içinde insanların da yaşadığı bir müze. Hatta bana sorarsanız Sanremo, o burunları havada Cannes'dan ve Nıce'den çok daha cazibeli bir yer ama... Kader işte.

Sanremo'nun doğal ve tarihi güzelliğinden gayrisi ünlü kumarhanesi, bir de festivali.

Kaldığımız otel üç yıldızlı, sıradan bir otel gibi görünse de, içine girince olay biraz değişti. Otel bakımsızlıktan dağılmak üzere, ancak biraz dikkatli bakınca bazı şeylerin farklı olduğunu görüyor insan.

Sanremo'da eski otelde
Örneğin yaşlı italyanların televizyon seyrettiği bir salonu var ki, Viyanadaki Avusturya kraliçesinin balo salonu gibi. Yine restoran'ın duvarları bir beş metre boyunda.

Bu otelin geçmişte daha iyi günleri gördüğü kesin.

Arka kapısından dışarı çıkarken kirli bir camekanın arkasındaki bir fotoğraf durumu özetledi. The Beatles gurubunun dört üyesi otelin havuzunda.

O günden beri de otele kimse bir çivi bile çakmamış sizin anlayacağınız.

Cote d'Azur gezimiz bize umduğumuz kafa dağıtmasını fazlasıyla sağladı. Bu bölgeye gelmek için zaten benim mutlaka görün dememe gerek yok.

Sağlıcakla kalın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...