19 Ocak 2015 Pazartesi

Cote d'Azur

Sabahın erken sayılabilecek bir saatinde, ağır kar yağışının altında evden çıktıktan sonra, kısa bir süre içinde Leman gölünün kuzeyinden, batıya doğru uzanan, belki de dünyanın en güzel manzaralı otoyolunda yol almaya başlamıştık.

Bu otoyol yazın da, kışın da her metresi kartpostallara resim olabilecek doğa harikası manzaralarla doludur arkadaşlar.

Solunuzda yemyeşil dağlar, hele bir de Lavaux bölgesinden geçerken, basamak basamak üzüm bağları, sağınızda ise tüm güzelliğiyle Leman gölü ve gölün öbür tarafındaki suyu ile ünlü Evian kenti ile Fransız Alpleri...

Açık bir havada, Avrupa'nın en yüksek noktası Mont-Blanc da eklenince tadından yenmez bu doğa harikası dekor. On beş küsür seneden sonra bile nefesimi keser bu manzara.

Rotamız Güney Fransa'nın tatil cenneti, Cote d'Azur bölgesiydi.

Ve bu gezimizde, geçmiştekilerden farklı olarak iki değil, üç kişiydik.

Ailemizin üçüncü üyesi, henüz kendi gözleriyle göremese de, annesinin karnındaki konforlu mekanımda bize eşlik etmekteydi.

Ona dokunamasak da, bebeğimiz her fırsatta bize "ben buradayım" demekteydi. Özellikle Jelena garibim, belirli aralıklarla bulabilirse bir tuvalete, tuvalet yoksa da, tabiatın müstesna bir köşesine koşmak zorunda kalıyordu.

Sonrasında da "Böööğğğğğğğ!" tabii...

Yolculuk biraz çileli olsa da, hem doktorumuzun onayı, hem de hava değişikliği olması bakımından ikimize de iyi gelecekti. Jelena'nın hamileliği biraz enteresan başlamış, her ikimizi de bir miktar uğraştırmıştı. Bu tatile çıkmaya da biraz kafamızı dağıtmak için karar vermiştik.

Leman gölünü geride bırakmış, Martigny kentinde otoyoldan çıkıp, yavaş yavaş Grand Saint-Bernard geçidine doğru tırmanmaya başlamıştık.

Alplerin, İsviçre, İtalya ve Fransa'nın kesiştiği bu noktası hem çok yüksek, hem de geçilmesi çok zor bir alanı oluşturur. Geçmişten bugüne birçok yolcu bu bölgede soğuk ve daha da tehlikelisi çığ nedeniyle yaşamlarını kaybetmiş yada uzun süre kar altında mahsur kalmışlardır.

Boyunlarına asılı sıcak çikolata fıçıları ile ünlü Sen Bernar köpeklerinin de memleketi bu bölgedir. Bu köpekler kar altında kalmış birçok yolcuyu bulup hayatlarını kurtarmışlardır.

1964 yılında yapılan bir tünele şükürler olsun ki bugünlerde hiç kimse üç bin küsür metreye çıkıp, bu geçitten geçmek zorunda kalmıyor, zırt diye dağın bir tarafından girip, tünelle öbür tarafından çıkıyor.

Az önce söylediğim bugünlerde hiç kimse Saint-Bernard geçidinden geçmiyor önermesi tam olarak doğru sayılmaz. Hattızatında avanak ben kulunuzun, iki kez tüneli bırakıp arabayla taa en tepeye, Col (Kol) isimli sınır köyüne kadar çıkıp, gerçek Saint-Bernard geçidinden geçmişliği vardır.

Geçidin zirvesindeki manzarayı size anlatmam çok zor, ancak, benim yaşıtlarımın hatırlayacağı Heidi isimli çizgi filmde karekterize edilen İsviçre"ye en yakın manzaralardan birini bu dağda bulabilirsiniz demek yeterli olacaktır sanırım.

Bu bölgeye yolunuz düşerse mutlaka tüneli bırakıp, Col'dan geçmenizi öneririm. Yolunuzu sadece yarım saat kadar uzatma karşılığında, dünyadaki en güzel doğa manzaralarından birini görme fırsatını bulacaksınız. Ancak dikkat, bu geçiş sadece Haziran ile Eylül arası trafiğe açık.

31 Aralıkta başka bir şansımız olmadığından tünele doğru rotamızı çevirip gaza bastım. Bir taraftan da tek gözle GPS üzerinden yüksekliğimizi izliyorum. Hayatımıza yeni girmiş bir fenomen olduğu için yola çıkarken düşünememiştim, ancak tünele yaklaştığımda aklım başıma geldi.

Saint-Bernard's doğru
Belli bir yükseklikten fazlası hamilelik sürecinde tehlikeli olduğundan, doktorumuz Zermatt gibi bir kaç yeri gezi programımızdan çıkarttırmıştı. Her ne kadar bizim Cote d'Azur'e araba ile gittiğimizi bilerek bu geziye onay vermiş olsa da sonuçta Saint-Bernard'ın irtifasını göz önüne alıp almadığından emin değildim. 

Sonuçta adam bir doktor, Hava Trafik kontrolörü değil.

Yükseklik iki bin metreye geldiğinde arabayı kenara çektim. Yılın son günü, yarım metre kar altında, İnternet üzerinden hangi yükseklik hamile kadınlar için tehlikeli, okumaya başladım.

Mazur görün. Ellisinde çocuk beklerse, böyle görmemişlik yapabiliyor insan.

Altı bin feet'den, on iki bin feet'e kadar değişen sınırlar var İnternette. Altı bin feet, al takke, ver külah, iki bin metre. Yani tam bizim yüksekliğimizin sınırında. Bir de çoğunlukla bu yüksekliklerde aktivitelere angaje olduğunuzda, tatil yaptığınızda falan dikkat edin diyorlar. Ne demekse dikkat edin?

Jelena'nın hızlı nefes alması şartıyla yolumuza devam ettik.

Altı kilometrelik tüneli bitirip, İtalyan tarafından dışarı çıktığımızda, İsviçre tarafının karlı, buzlu havasına karşılık, Aosta vadisinin yazdan kalma güneşli bir günü ile karşılaştık.

Bu tünelden bugüne kadar çok kez geçtim, ve hemen hepsinde de İtalyan tarafında güneş, İsviçre tarafında ise yağmur, kar ve kötü hava vardı. Alpler sanki bir perde gibi kapanıp, güneşi İtalya'ya saklamışlardı.

Aosta vadisi de İsviçre tarafı kadar güzel manzaralı bir bölgedir. Buradan geçerken de bol bol gözlerimizi besledik, doyurduk.

Hamileliğin başka bir belirtisi olan unutkanlık yüzünden Jelena yiyecek dolabının ayarını sıcağa getirmişti. Kaynar kola ve haşlanmış sandviçlerli attıktan sonra Cote d'Azur'e doğru yolumuza devam ettik.

Savona'da ilk defa Akdenizin mavisini gördükten sonra, Ventimiglia'ya kadar, İtalyan riviyerasını batıya doğru kat ettik.

Ventimiglia'dan sonra Fransa'ya geçtiğimizde ise İtalyadaki ismi Autostrada dei Fiori yani çiçek yolu olan bu otoyol, L'autoroute des Fleurs, yani yine çiçek yolu ismini alır.

Menton sahili, üçümüz de buradayız
Fransa'ya geçtikten sonra, bu otoyolda araba kullanmak gerçekten güçleşir. Çünkü, ipini koparan funky, neşeli genç, altında, cart renkli Porsche, Ferrari, vesaire, spor bir arabayla kıçınıza yapışıp, 130 km ile giderken, sizi on santimetre geriden takip (ve taciz) etmeye başlar. Fransızların, bir de İsviçre plakalı arabalara alerjisini eklerseniz, Cote d'Azur'ün bu bölgesinde fazlasıyla tatsız bir yolculuğu göze almanız gerekir. 

Neyse ki bir yirmi kilometre sonra ilk konaklama noktamıza ulaşmıştık.

Menton isimli bu kent, Monako'nun hemen yanında, deniz kıyısında, cennet kopma bir köşe. Cote d'Azur'ün Nice, Cannes gibi medyatik kentlerine göre çok daha temiz, sakin ve güvenli bir yer.
Jelena bebek giysilerine bakmaya başladı
Sahil ve antik kent merkezi çok güzeldi. Biz de bol bol yürüyüp, deniz havası aldık. Jelena da yavaş yavaş bebek giysilerini kurcalamaya başladı.

Akşam ise yeni yılı karşılamak için Monaco'ya geçtik. İlk olarak prenslik sarayının bulunduğu tepeye tırmandık. Buradaki eski kent merkezi, eski evleri ve dar sokakları ile dünyanın en cazibeli yerlerinden biri. Saray ise başlı başına bir çekim merkezi.

Sarayın avlusundan Monte Carlo ve yat limanının panoramik bir manzarasına doyabilirsiniz.
Jelena ve Melissa
Prenslik sarayının avlusunda
Sarayın hemen yanında ise Grace Kelly'nin nikahının kıyıldığı devasa katedrali ve bence katedral kadar güzel mahkeme binasını görmek mümkün.

Hemen yakındaki, eski bir mahzenden bozma bir cafe'ye girdik. Ben bir sürahi kırmızı şarabımı içerken, Jelena lokal çay çeşitlerini deniyordu :) bu hamilelik en çok bana yaramıştı. Jelena içki içemediğimden ben içiyor, o da arabayı kullanıyordu.

Saat on buçuk gibi yeni yılı karşılamak için Monte Carlo'ya, James Bond filimlerinin geleneksel mekanı olan kumarhanenin bulunduğu meydana geldik.

Monacolular bu meydanı harika süslemişler. Bütün alanın ışıkları aynı anda renk değiştiriyor, ismini bilmesem de müziklerinden profesyonel oldukları aşikar bir gurup günün popüler şarkılarını çalıyordu.

Saat on ikiye on kala müzik The Beatles'a döndü. Saat oniki itibarı ile de Rolling Stones.

Ve tabii ki havai fişekler...
Jelena ve Melissa Casino'nun bahçesinde
Bir ara kumarhaneye girsek de yer bulmak mümkün olmadığı için milyoner olmayı başka bir güne ertelemek zorunda kaldık.

Ertesi gün ilk durağımız Eze köyü oldu. Bu ortaçağdan kalma köy sanki bir açık hava müzesi. En tepesinde eski bir minik kale, kalenin etrafında da bir botanik bahçesi, köyün girişinde ise ünlü Fragonard parfüm fabrikası var. İlginizi çekerse bir ziyarete değer. Biz birkaç sene önce ziyaret etmiş, güzel de vakit geçirmiştik.

Eze'de ailemizin yeni üyesiyle birlikte gezerken, birkaç sene önce aynı yerlerde yürüdüğümüz ve yakın zaman önce kaybettiğimiz eski üyesini, kızımız Koni'yi de bol bol yad ettik.

Jelena ve Melissa Eze'de
Bir sonraki durağımız olan Nice'e geldiğimizde saat öğlen vaktini biraz geçmişti. Deniz kıyısı boyunca sahil ile yol arasındaki geniş Promenade des Anglais isimli, yaya yolunu her zamanki gibi arşınladık ve eski kente yöneldik.

Uzun sayılabilecek bir yürüyüşün sonumda kendimizi Hard Rock Cafe'ye attık. Burada uzun zamandır gözümüze kestirdiğimiz bir bebek tulumunu almayı kafamıza koymuştuk. Tek sorun, bebeğin cinsiyetini bilmediğimizden tulumu pembe mi, mavi mi alacağımızdı.

Bir çocuk sahibi olmak belki de yaşamım boyunca en çok istediğim şeylerden biri olmuştu. Ancak herkesin çocuk sahibi olamayacağını bilecek kadar da kaşarlanmıştım hayatta. O yüzden, hiçbir zaman çocuk sahibi olmayı bir yaşam nedeni, evliliğimin de nihai hedefi olarak görmedim.
Jelena ve Melissa Nice'de
2013 yılında, pek de kolay günler geçirmediğimiz bir dönemde, Jelena'yla Como gölünün kıyısındaki, aynı isimli kasabada yürüyorduk. Bir hatıra eşya dükkanının önünde, döner bir kafesin üzerine tahtadan melekler gördük. Her meleğin altında da isimi yazılıydı. 

Beraberliğimiz boyunca ikimiz de bir kızımız olsun istemiştik. Ben belki biraz daha fazla, ama söylemeyin bunu Jelenaya :) Neyse, -olursa- kızımızın ismi bile sekiz yıl öncesinden hazırdı.

Meleklere bakınırken Melissa isimlisini bulduk.

Normalde, olası düş kırıklıklarını düşünerek, böyle duygu-yoğun işlere kalkmam, ancak, benim de canım biraz sıkkın olduğundan mıdır nedir, alalım anasını satayım dedim. Jelena biraz kem, küm etti ama ben alalım diye ısrar edince meleği satın aldık.
Como'da, Melissa'nın meleği ile
Böylece Melissa isimli melek envanterimize girdi ve gözden uzak bir çekmecede günlerini geçirmeye başladı.

Nice'e dönersek, Hard Rock Cafe'de olay biraz daha az duygu-yoğun durumdaydı. Jelena zaten hamile olduğundan iş sadece doğru rengi seçmeye kalmıştı.

Jelena corporate ruhlu, maliyet odaklı bir öneri getirdi. Gri renklisini alalım, kız da olsa, oğlan da olsa giyebilir şeklinde.

Yok dedim. Zaten bir meleğe yatırım yaptık, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Bizim bir kızımız olacak, pembesini alalım.

Emin misin? diye bir daha sordu.

Emindim...
Melissa'nın Hard Rock body'si
İlerleyen günlerde, Jelena'nın çevresinde herkes çocuğun erkek olacağı kehanetinde bulundu. Aile, arkadaşlar, iştekiler, hatta Jelena'nın falcıları bile ağız birliği etmişcesine erkek diyorlardı.

Ben hala bir kızımız olacağına emindim.

Bir gün Jelena "Ben rüyamda gördüm, erkek olacak!" diye isyan başlattı.

İster istemez, bebek için, kökleri Tunusa kadar uzanan "Yogi" lakabını tescil etmek zorunda kaldık. Biraz maskülin, yani erkeksi de olsa, sonucunda bir lakap olduğu için bir cinsiyet tesbiti yapmıyordu. Aksi halde, aramızda konuşurken bebeğe Türkçe karşılığı "o" olan İngilizce "he" yada "she" şeklinde hitab etmemiz gerekiyordu ki, bunlardan birini kullanmak cinsiyet belirlediğinden, mutedil de olsa bir hayal kırıklığına yol açabilirdi.

Böylece bir iki hafta Yogi ile idare ettik.
Jelena ve Melissa Nice'de
Sizlere bu satırları yazdığım gün, genetik bozuklukları saptayan ve yan ürün olarak da bebeğin cinsiyetini ortaya çıkaran bir testin sonuçlarını almıştık.

Bir kızımız olacaktı.

Doğru bir yatırım kararı vermiş, Melissa'ya daha doğmadan bir melek ve bir Hard Rock Baby tulumu satın almıştık :)

Yogi ismi - belki ilerde kullanılmak üzere - buzdolabına kalktı. Artık bebeğimiz resmi olarak "Melissa" ve "she" olmuştu.

Erkek olmuş olsaydı, yine hemen aynı derecede sevineceğime emin olabilirsiniz ama kız olması beni tartışmasız dünyanın en mutlu insanı yaptı.

Neyse, biz Nice'e dönelim.

Dünyada (çoğunluğu medeni insanların araç kullandığı şehirler arasında) trafiği en boktan yerlerden biri Nice'dir. Bir kavşakta sekiz-on yol birleşir. Her yer oraya buraya tek yöndür. GPS'in sola dön dediği noktada sola dönen üç farklı yolla karşılaşırsınız.

Nice bu kez de bizi mahçup etmedi. Şehirden çıkıp otoyolu almak iki saatten biraz az sürdü :)

Kısa bir yolculuk bizi Cannes şehrine getirdi. Hemen otelimize gittik ve günü kapattık.

Jelena ve Melissa Cannes'da
Cannes kentini duymayanınız yoktur herhalde. Şu film festivali ile ünlüdür hani. Bir de doğru zamanda giderseniz, plajlarında görebileceklerinizle.

İstanbul'un Bağdat Caddesi ya da Ankaranın Tunalı Hilmisi ne ise Cannes'ın da Croisette'i (Kruazet) odur. Cannes'a gelip bu kıyı yolu üzerinde piyasa yapmamak olmaz.

Biz de ertesi sabah ilk iş, Croisette üzerinde turumuzu tamamladık. Saat sabah on bile olmamıştı ve korktuğum başıma geldi arkadaşlar.

Jelena "Ben Haagen Dazs dondurma istiyorum!" dedi.

İngilizcede bir deyiş vardır bilir misiniz? Hell hath no fury like a woman scorned şeklinde. Aldatılmış kadının gazabı cehennemde bile yoktur anlamıma gelir.

Aldatılmış kadının gazabı hiçbir şey. Hell hath no fury like a woman pregnant and hungry! Siz hamile ve karnı aç kadının gazabından korkun.

Bir hafta önce Lozan'ın tüm marketlerini gezdim, Ocak ayında karpuz bulmak için. Sonunda Kosta Rika'dan ithal, armut boyunda üç beş karpuz bulabildim de Jelena sakinleşebildi.

Bu Haagen Dazs işinin nereye gittiği aşikardı ancak bu noktada başka yapılabilecek hiç birşey yoktu.

"Eh! Madem ki istiyorsun, yiyelim tabii ki karıcım...."

Ve Croisette üzerinde, bir aşağı, bir yukarı başladık yürümeye...

"Emin misin Cannes'da Haagen Dazs olduğuna?"

"Var tabii ki. Bir önceki gelişimizde beraber yemedik mi?"

Ben bir önceki gün ne yediğimi hatırlamıyorum, iki sene önce Cannes'da hangi dondurmacıda ne yediğimi mi hatırlayacağım?...

"Eminim buralarda, Croisette'in üstündeydi..."

"Birine sorsak ya Jelenacım..."

"Sormaya gerek yok, buluruz şimdi kendimiz..."

Bir yarım saat yürüdük. Artık ben kırık Fransızcamla yoldakilere soruyorum.

"U e Hagen Daz?"

"Kua?"

Croisette bitmiş, parelelindeki caddeyi arşınlarken sonunda Jelena iki kadın polise sordu. Onlar da bizi yüz metre ilerdeki bir otelin karşısına yönlendirdiler. Haagen Dazs oradaydı. Sadece Croisette'e bakan girişine Cafe Bilmemne şeklinde bir tabela koymuşlar, Haagen Dazs işareti arka girişinde kalmıştı. İşin komiği, Jelena haklıydı. Dondurmacı Croisette'den bakıldığında tam söylediği yerdeydi.

Jelena siparişini verip bitirdiğinde garson bana dönüp ne istediğimi sordu.

"Dondurma." dedim.

Küfür gibi geldi adama söylediğim. "Nasıl dondurma?" diye bir daha sordu.

"Any" dedim. Getir, ne dondurması istersen...

Jelena ve Melissa Antibes'de
Öğlen yemeğinden sonra hemen yakındaki Antibes'e (Antib) gitmeye karar verdik. Pikasso'nun da bir zamanlar içinde yaşadığı kalesiyle, milyonlarca dolarlık lüks yatlarıyla havalı bir Cote d'Azur kenti Antibes. Cannes'a uzaklığı on kilometre ama biz TGV isimli, saatte ikiyüzelli kilometre yapabilen hızlı trene bilet alıp beş dakika yerine dört buçuk dakikada Antibes'e ulaştık :)

Geçenlerde okuduğum bir kitaptan aklımda kaldı, yeri gelmişken anlatayım size. Bu Pikasso nasıl cin bir adammış biliyor musunuz?

Ünlü olduktan sonra bütün ödemelerini çekle yapmaya başlamış, çünkü biliyormuş ki üzerinde imzası bulunan çekleri birçok alacaklısı bozdurmak için bankaya vermek yerine kendileri için saklayacaklar...

Jelena ve Melissa Antibes'de
Cannes'a döndüğümüzde bir shopping-lite yapıp otele döndük. Barda oturduk, Jelena çaylarını, ben de şarabımı içtik ve geyikledik.

Cote d'Azur gezimizin son durağı ise İtalyanın Sanremo şehri oldu. Sanremo'yu belki geçmişte popüler olan müzik festivaliyle hatırlarsınız.

Sanremo bir kuzey İtalyan şehrinden çok Güney İtalyan şehirlerini hatırlatan bir yer. Daha da spesifik olarak Napoli'ye çok benziyor.

İtalya'nın geri kalanı gibi her yeri tarih. Zaten bence İtalya'nın tümü, içinde insanların da yaşadığı bir müze. Hatta bana sorarsanız Sanremo, o burunları havada Cannes'dan ve Nıce'den çok daha cazibeli bir yer ama... Kader işte.

Sanremo'nun doğal ve tarihi güzelliğinden gayrisi ünlü kumarhanesi, bir de festivali.

Kaldığımız otel üç yıldızlı, sıradan bir otel gibi görünse de, içine girince olay biraz değişti. Otel bakımsızlıktan dağılmak üzere, ancak biraz dikkatli bakınca bazı şeylerin farklı olduğunu görüyor insan.

Sanremo'da eski otelde
Örneğin yaşlı italyanların televizyon seyrettiği bir salonu var ki, Viyanadaki Avusturya kraliçesinin balo salonu gibi. Yine restoran'ın duvarları bir beş metre boyunda.

Bu otelin geçmişte daha iyi günleri gördüğü kesin.

Arka kapısından dışarı çıkarken kirli bir camekanın arkasındaki bir fotoğraf durumu özetledi. The Beatles gurubunun dört üyesi otelin havuzunda.

O günden beri de otele kimse bir çivi bile çakmamış sizin anlayacağınız.

Cote d'Azur gezimiz bize umduğumuz kafa dağıtmasını fazlasıyla sağladı. Bu bölgeye gelmek için zaten benim mutlaka görün dememe gerek yok.

Sağlıcakla kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...