4 Mart 2025 Salı

Tiflis

Tiflis havaalanına sabaha karşı indik ve birkaç dakika içerisinde formaliteleri tamamlayıp, dışarı çıktık. İlk iş Bolt uygulamasıyla bir taksi çağırmaya çalışmak oldu. Gel gör ki, eSIM kartım çalışmıyordu. Havaalanına geri dönüp, free wi-fi ile bir Bolt çağırdım.

Taksiyi beklerken yanımıza belki on tane taksici yanaştı. Kimileri Bolt gelmez, boşuna bekleme, kimileri de Bolt’un yazdığı fiyat başlangıç fiyatıdır, senden fazlasını isterler diyordu. Kardeşim, haritaya bak adam geliyor, Bolt da zaten parayı peşin aldı, ne diyorsun sen falan diyene kadar Bolt geldi. On İsviçre Frangı gibi bir fiyata otelimizin önüne kadar geldik. Karşılaştırma bakımından, Atina’da neredeyse bu fiyata sadece bir kişi metro ile havaalanından şehir merkezine gidebiliyordu.

Check-in yaptıktan sonra hemen eSIM ayarlarını ufak bir hack ile çalışır hale getirdim.

Bu eSIM işi çok rahat sevgili arkadaşlar. Her ülke için ayrı bir eSIM alabileceğiniz gibi her ülkede çalışabilen bir tek eSIM almak da mümkün. Ben ikincisini aldım ve onu kapat, bunu aç derdinden kurtuldum. Yüklediğiniz para da bir sonraki ülkeye devrediyor ve böylece kartınızda artık miktarlar yanmıyor. Fiyatlar ise çok çok ucuz. Gürcistan’da beş gigabayt, beş euro falan gibiydi. eSIM’i bir QR Code’u okuyarak telefona yükleyebiliyorsunuz, gerçekten çok kolay. Şiddetle tavsiye ederim.

Odamız cehennem gibi sıcaktı. Termostatı kurcalayıp, soğutmayı denedim ama nada. Camları açtık ve Şubat ayındaki Kafkas soğuğu ile odanın sıcaklığını zar zor insani seviyelere düşürebildik.

Kahvaltı için Kikliko isimli bir cafe’ye gittik. French toast’un fırın ekmeği ile Gürcüleştirilmiş versiyonu. Çok güzel bir salata ile servis ediyorlar. French toast ile aranız yoksa, birçok yerde bulabileceğiniz haçapuri falan yiyebilirsiniz.

Tiflis, Kura Nehri’nin ortasından geçtiği, dağların ortasında bir şehir. Büyük İpek Yolu’nun önemli bir durağı olmuş ve bu konumu nedeniyle birçok imparatorluk tarafından ele geçirilmiş. Şehir, Bizans, Pers, Arap, Moğol, Osmanlı ve Rus hâkimiyetleri altında kalmış, bu yüzden de bu dönemlerden izler taşımakta.

Tiflis’teki ilk izlenimlerimiz biraz karışıktı. Merkezi alanlar fazlasıyla cazibeliydi ancak bir sokak geriye gittiğimizde, hemen her zaman, gerçekten çok kötü bir manzarayla karşılaştık. Çok fazla Sovyet usulü binalar vardı. Gürcüler de benzeri durumdaki diğer ülkelerin başvurduğu kısa yolu alıp, sprey boyayla bu binaların çoğunu grafiti ile bezemişler. İyi de olmuş, kente biraz renk gelmiş.

Şehirde gezerken gördüğümüz her üç kişiden biri Türk’tü - abartmıyorum. Uçak biletlerinin ucuzluğu, vize gerekmemesi ve yolun kısalığı yüzünden bütün Türkler Gürcistan’da geziyor. Türklere iki dakika olan bu kent, bize üç saatlik jetlag ile, ciddi uzun yol. O yüzden heyecanımı hoş görün.

Tiflis’te trafik ise bir felaket. Bir kilometrelik yolu bazen on beş dakikada zor alıyorsunuz. Daha önce de yazmıştım, bu adamların yaptıkları araba kullanmak değil. Trafikte beş dakika aynı noktaya bakın, beş kez neredeyse kaza yada kafadan kaza görürsünüz. O kadar aptalca araba kullanıyorlar, anlatamam.

Yine diğer arabaları milimetre ile sıyırarak Tiflis’in kukla tiyatrosu ve saat kulesinin bulunduğu küçük meydana ulaştık.

Saat Kulesi
Saat kulesinin çok nevi şahsına münhasır bir mimarisi var. Pisa kulesi halt etmiş, bu kulenin her tarafı eğri büğrü. Tek bir çelik kolon bu kulenin sağa sola yatmış parçalarını tutuyor. Bu kuleyi ve yanındaki tiyatroyu ünlü kuklacı Geppetto, yok yok, Rezo Gabriadze yapmış. Prag’daki astronomik saat misali her saat başı, kulenin tepesindeki bir balkonda bir melek beliriyor ve yandaki çanı çalıyor. Her gün saat 12 ve 19’da ise, saatin altındaki bir balkonda kuklalarla yapılmış, yaşam çemberi temalı, doğumdan ölüme geçen süreçleri sembolize eden kısa bir kukla şov izlenebiliyor.

Kulenin üzerinde renkli ve göze güzel görünen çiniler var, bir de camın arkasına konmuş çok küçük bir saat. Bu saat için herkes farklı bir yerin (Dünyanın, Gürcistan’ın, Tiflis’in) en küçük çalışan saati diyor. Ben çıplak gözle saati pek seçemedim. Fotoğrafını çekip, büyüttüğümde anca gördüm.

Bu kule öyle çok eski değil, 2010 yılında yapılmış, ancak çok özel ve başka bir yerde görülemeyecek bir yapı. Biz çok beğendik, tavsiye ederiz.

Meydanda, ufak da olsa, benim çok hoşuma giden bir şey yapıyorlar. Resminizi siz farkında olmadan çekip, bir gazete sayfasına basıyorlar, ücretsiz size veriyorlar. “Şöhretler Tiflis’te” gibi bir de manşet koymuşlar.

Kulenin hemen ilerisinde Anchiskhati Basilica isimli, Gürcistan’ın en eski kilisesi var. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel kiliselerden biri. İçinde inanılmaz güzellikte freskler var. Ne yazık ki fotoğraf çekmek yasak. Böyle yasakları gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum. Niye yasak, kim yasakladı, niye burada yasak da bir sonraki kilisede yasak değil, beni aşıyor. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Saat kulesinin etrafında çok güzel cafe’ler var. Buralarda genellikle yemek de servis ediyorlar.

Cafe Leila
Tesadüfi bir şekilde girdiğimiz Cafe Leila’nın bu cafe’lerin en ünlülerinden biri olduğunu sonradan öğrendik. İçerisinin tavan ve duvar işçiliği bir sanat harikası. Turların fotoğraf çekmek için durdukları bir nokta.

İçerideki şef de şaraptan çok iyi anlıyordu. İlerleyen zamanlarda, Tiflis’in geri kalan bir çok yerinde içtiğim şarabi ne yazık ki buzdolabında saklayıp, soğuk servis ediyorlardı. O güzelim şarabı ellerimle ısıtıp, içilebilir bir hale getirmek zorunda kalıyordum. Sadece Cafe Leila’da şarap doğru ısıda gelmişti. Şef de önerdiği şaraplarla uygun peynirleri eşleştirince, mükemmel bir şarap seansı yaptık. Bu yüzden başka bir şarap tatma turuna katılmaya da gerek kalmadı.

Ben bol bol Saperavi denedim, ama sek türlerini. Gürcistan'da (ve Azerbaycan'da) dikkat, kırmızı şarabı sıkça yarı tatlı yada tatlı yapıyorlar. Benim çok sıkıcı bir şarap zevkim vardır sevgili arkadaşlar. Beyaz şarap kesinlikle içmem, kırmızı şarabı da yalnız sek severim. Siz de benim gibiyseniz, şarap sipariş ettiğinizde "sek", "dry" falan demeyi unutmayın.

Gürcistan'da, özellikle şarapla çok güzel giden sulguni isimli peyniri mutlaka not edin sevgili arkadaşlar. Biraz bizim yarı taze kaşar peynirine benziyor. Bir de, başta haçapuri, hamur işlerinde kullandıkları imeruli peyniri var. Bence çok belirleyici bir karakteri yok ama kötü bir de peynir sayılmaz.

Cafe Leila’dan ayrılıp, The Bridge of Peace yani Barış Köprüsü’ne doğru yola koyulduk.

Tiflis’te alışmanız gerekli bir fenomen ise din sevgili arkadaşlar. Gürcüler dinlerine çok kuvvetle bağlılar. Duvarlardaki her boşluğa, her direğin, her çitin ucuna birer haç iliştirmişler. Daha önce de yazdım, taksiciler kiliselerin yanından geçerken haç çıkarıyorlar, telefonlar kilise çanlarıyla çalıyor.

Yol boyunca haçların huzuru ve koruması altında Barış Köprüsü’ne ulaştık.

Barış Köprüsü
Barış Köprüsü, eski şehir ile Rike Park’ı birbirine bağlayan, Kura nehri üzerindeki bir yaya köprüsü. Yay şeklinde, çelik ve camdan bir yapısı var. Michele De Lucchi isimli, İtalyan bir mimar tasarımlamış. Köprünün parçaları İtalya’da yapılmış ve 200 kamyonla Tiflise getirilmiş. Barış köprüsü de yeni sayılabilecek bir yapı. 2010 yılında açılmış.

Köprünün üzerinde bir kaç seyyar satıcı var. Geçerken ortama biraz renk katıyorlar. Onun haricinde yeşil camların verdiği tonun altında yürümek insana biraz ilginç geliyor.

Barış Köprüsü belki Prag’daki Charles Bridge değil ama Tiflise geldiğinizde bir kere deneyimlenmesi gerekli bir nokta.

Köprüden aşağı inip, Rike Park’a geçtik. Rike Park nehir kıyısında çok güzel bir park ama Şubat ayında ziyaret etmek için pek popüler bir yer değil. Yine de Melissa ve Jelena dakikalarca salıncakta sallandılar. Bunu yapmaları için binlerce kilometre uçup, Tiflis’e gelmelerine gerek yoktu bana sorarsanız.

Holy Trinity Katedrali
Başka bir Bolt yolculuğu bizi Holy Trinity Cathedral of Tbilisi, yada Gürcülerin daha sık kullandıkları biçiminde Sameba’ya getirdi. Daha durmadan şoför yine haç çıkarıp, duaya falan başladı. Böyle kafamızda yeşil bir haleyle, ilahilerle arabadan indik.

Bu Holy Trinity, yani kutsal üçlem, kutsal üçlük meselesini evvel ezel anlamamışımdır sevgili arkadaşlar.

Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın tanrının elçisi değil, tanrının oğlu, bazen de tanrının kendisi, yani insan biçiminde varoluşu olduğuna inanılır.

İncil’de Hz. İsa için verilen Mesih sıfatı onun doğrudan tanrı olması ile çelişir. İncil’in Eski Ahit bölümünde, yani Yahudilikte, Mesih hiç bir tanrısal konumu olmayan, tamamen insan olan bir varlıktır. Bir kral, başka bir anlamda yüksek düzeyde bir papazdır. Özel bir yağ ile yağlanmıştır. Mesih anlamına gelen Yunanca Khristós, İngilizcesiyle Christ, Hz. İsa için doğal bir tanımlama olmuştur. Jesus Christ, tam tercümesiyle İsa Mesih demektir.

İncilde, yani Eski Ahit’teki bu Mesih tanımı, Hristiyanların Hz. İsa’yı tanrının oğlu, yada bir sonraki aşamada tanrının kendisi saymalarıyla çelişir.

Bu Holy Trinity kavramı işte Hz. İsa’nın yukarda bahsettiğimiz tanrısal pozisyonunu tanımlamak için ortaya çıkmıştır. Türkçe anlamı olan kutsal üçleme göre Hz. İsa bir kontekstte The Son, yani oğul yada tanrının oğlu, başka bir kontekstte The Father, yani baba yada tanrı, ve üçüncü bir kontekstte de The Holy Spirit, yani kutsal ruh olur. Ben ilk ikisini anlamış olsam da, bu kutsal ruh tarafını şimdiye kadar tam olarak çözemedim. Ömrüm yeterse biraz daha derinine inip, bakacağım. Ancak bu Holy Trinity o kadar popülerdir ki, Dan Brown’un romanlarından, Tiflis’teki katedralin ismine kadar, Hristiyan dünyasında birçok yerde karşımıza çıkar.

The Holy Trinity Cathedral of Tbilisi, yada Sameba, Gürcü Ortodoks kilisesinin merkezi. Devasa bir katedral, gerçekten çok büyük ve çok yüksek bir yapı. İçerisi de ünvanlarına uyacak şekilde bir stil ile dekore edilmiş.

Kiliseye girdiğimizde bir nikah vardı. Gelini, damatı falan gördük. Papaz bunları evlendirdikten sonra bizleri kovaladı.

Sevgili karım kiliseyi baştan sona gezip, ibadetini tamamladı. Onun için de güzel bir deneyim olmuştu bu başka bir kültürün Ortodoks ibadethane ve adetlerini görmek. 🐝Mezzy🐝 de bu arada benle teoloji felsefesi yapıyordu.

Metekhi Kilisesi
Bir sonraki durağımız yine bir Ortodoks kilisesiydi. Metekhi, yada tam ismiyle The Metekhi church of the Nativity of the Mother of God, Türkçesiyle Metekhi, Tanrının Anasının (Hz. Meryem) Doğuşu Kilisesi.

Bu kilise Kura Nehrinin kıyısında bir tepeye yapılmış, dış görünüşü muhteşem bir kilise. Bolt şoförü yine bizi haçlarla, tütsülerle, Ameno şeklinde uğurladı.

Metekhi kilisesinin dışı muhteşem ama içi çok sade yapılmış. Böyle bir hayal kırıklığını Moskova’daki St. Basil katedralinde yaşamıştım. Dış görünüşü ile bence dünyanın en güzel kiliselerinden biri olsa da, içine girdiğimizde çok mütevazi bir kilise bulmuştuk.

Yeteri kadar inançsal ziyaret yapmıştık. Artık dünyevi işlere dönmenin zamanı gelmişti. Üçümüzün de karınları zil çalıyordu.

Metekhi kilisesinin karşısında kendimize bir Gürcü restoranı bulduk. Tek problem, bütün personelin Rus olup, Rusça konuşmasıydı.

Normalde bu bir problem sayılmayabilirdi. Çünkü Gürcistan’da İngilizce ile iş görmek basit şeyler için olanaklı olsa da, işler biraz komplekse döndüğünde tamamen umutsuz bir hal alıyor. Rusça ise Jelena sayesinde çok kolay olabilirdi, eğer sevgili karım garsonlarla Sırpça konuşsaydı - Rusça ve Sırpça neredeyse aynı dildir. Ama heyhat. Tüm Slavik bir dil konuşanlar gibi sevgili karım da eğer karşısındaki Sırp değilse onu anlamayacağına inanır, karşısındakinin de aynı şekilde. Bu hususta arzuhâlim tavîldir ama şimdi başınızı ağrıtmayayım.

Hal böyle olunca Jelena işi İngilizce’ye döktü, ama garsonlar tek kelime anlamadı. Jelena İngilizceden devam edince işler artık imkansıza bağlandı. Üc kuruşluk Rusçam ve beş kuruşluk Sırpçamla ben kafa göz yarmaya başladım da sipariş verebildik.

Ne yediğimin önemi yok, elceğizimle şarabımı ısıtınca keyfim yerine geldi.

Yemekten sonra bir teleferik bizi Sololaki Tepesi’ne çıkardı. Bu tepede ne var derseniz, Gürcistan’ın Anası var. Sinirlenip küfür ettiğinizde kime gidiyor, burada grafik olarak görebiliyorsunuz. Gürcistan’ın Anası, yani Kartlis Deda, yani The Mother of Georgia devasa bir kadın heykeli. Tiflis’in hemen her yerinden görülebiliyor. Kadının bir elinde bir kase şarap, diğer elinde de koca bir kılıç var. Yani akıllı olursan hoş geldin, gel bir bardak şarabımızı iç, çakallık yaparsan da seni çizerim diyor.

Kartlis Deda, Sololaki tepesinde olsa da, Sololaki Tepesi bu heykeli görmek için en kötü nokta. Kadının yüzü şehre baktığı için sadece yanından görebiliyorsunuz.

Ancak Sololaki Tepesi’ndeki park çok güzel. Teleferikten inince akordiyonlu bir amca sen nereliysen o memleketin ulusal marşını çalıyor. Teleferikle beraber çıktığımız bir Turko-Ukrayna’lı bir çift amcaya İstiklal Marşını çaldırdı. Amca hızını alamayıp, İzmir Marşı’na geçti. Hep beraber “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” olduk. İçim kabardı, gözlerim yaşardı.

🐝Mezzy🐝 kendisine, ponponlarına basınca “ciyk” deyip havalanan kulakları olan bir kulak seti aldı. Bütün gün güldük ona.

Sololaki Tepesi, bir Tiflis manzarası görmek için güzel bir nokta. Teleferik de çok ucuz. Gelmişken çıkın derim.

Kükürt Banyoları
Günün son ziyaret noktası kükürt banyoları oldu sevgili arkadaşlar. Bunlar, bir kelimeyle özetlemek istersek, kaplıcalar. Tiflis yani Tbilisi sözcüğü sıcak yer demek. Bunun kaynağı da bu kükürt banyoları. Efsaneye göre, Kral Vakhtang Gorgasali, bölgede avlanırken şahini bir sıcak su kaynağına düşerek ölmüş. Kral, doğal kükürt kaplıcalarından o kadar etkilenmiş ki, burada bir şehir kurmaya karar vermiş. Adına da Tbilisi demiş.

Bir Bolt bizi kükürt banyolarına götürdü. Bilmeyenleriniz için kükürt, çürük yumurta gibi kokar. Arabadan iner inmez o kesif kokuyu aldık. Banyoların içine girmedik, ancak isterseniz ve mideniz kaldırırsa bir hamam muhabbeti mümkün. Her yerde olduğu gibi burada da kaplıcaların sağlığa iyi geldiği söylenir. Buranın bütün misafirleri, yani Osmanlılar, Safeviler, Ruslar falan bu banyolara bir el atıp, bir şeyler yapmışlar. Banyolardan bir tanesi ve en ünlüsü zaten kafadan İran mimarisi.

Kükürt banyolarının yanında ilginizi çekebilecek bir köprü var. Bu köprünün yanlarındaki raylara aşıklar “Ali Ayşe’yi Seviyo” şeklinde kilitlerin üzerine yazıp, asıyorlarmış. Bütün kilitlerin hep aynı ve ortak bir renk harmonisi içinde olduğunu düşünürseniz, bu köprü biraz turistler için yapılmış sonucunu çıkarabilirsiniz, ama iyimser bir açıdan, “Love is in the air!”


Tiflis’te ilk günümüzü otelimizde bitirdik. Bir sonraki gün, özellikle benim için çok ilginç olacaktı.

Devam edeceğiz…

2 Mart 2025 Pazar

Gürcistan

Sevgili arkadaşlar, rotamız Gürcistan. Türkiyenin burnunun dibinde, kapı komşumuz. Artvin’den bir minibüse bakıyor, Gürcistan’a ulaşmak. Vize, pasaport falan gerekmiyor. Yeni çipli kimliklerle girilebiliyor. Herhangi resmi bir açıklama yok ancak deneyimlerime göre konuşuyorum, bu orta vadede değişebilir, aklınızda olsun. O yüzden fırsat varken gidip görün.

Gürcüler, Kafkasya’nın yerel halklarından biri. Kendi dillerinde Gürcü halkına Kartvelebi’ler deniliyor. Bilinen tarihe göre milattan önce 8’inci yüzyıldan beridir var olmuşlar. Bilinmeyen tarihe göre daha da eski oldukları muhakkak.

Tamamen kendine özgü bir dilleri var. Yine kendine mahsus bir alfabe ile dillerini yazıyorlar.

Genelde böyle ex-Soviet ülkelerinde sevgili karım Jelena Kiril alfabesini okuyabildiği için hayatımız çok kolaylaşır, ama Gürcü alfabesi o kadar kendine özgü ki, o bile tamamen çaresiz kaldı. Ancak bir çok tabela ve işarette Latin alfabesi ile karşılıkları yazılmış. Gitmeyi düşünenlerin fazlaca endişe etmesine gerek yok.

Gürcüce, Lazca’ya çok yakın. Zaten gidince de hallerinden, tavırlarından rahatça görülebiliyor ki, hepsi neredeyse Lazdurlar da.

Ancak arada çok önemli bir fark var.

Türkiye'deki Lazlar da Lazdurlar ama iyi, neşeli, sevimli insanlardır. Gürcüler ise hayatımda gördüğüm en aksi, kaba, ters, somurtkan, nalet, nemrut halklardan biri.

Sizlerle "lütfen" konuşuyorlar. Konuşmanın ortasında kafayı çevirip, gidiyorlar. Bir empati, bir saygı, bir nezaket yok. Bir arada olması zor halklardan biri. Ruslar da böyledir ama hangisi daha kötü, bilemedim.

Neredeyse tümü Ortodoks. Hristiyanlığı en erken kabul etmiş halklardan biri. Kapadokya’dan gelen papazlar Hristiyan yapmış Gürcüleri. Bu işe en çok Jelena sevindi. Bir Ortodoks olarak hem kendisi eski bir Ortodoks kültürünü görme, hem de 🐝Mezzy🐝 ‘ye gösterme fırsatı bulacağı için.

Ancak bu din işi çok fazla almış, yürümüş. Hristiyanların koyuları genelde Katoliklerdir. Katoliklerin de en koyularından biri olan Polonya'da üç yıl çalıştım, onlar bile Gürcüler kadar dine kafayı takmamıştı.

Tiflis'te taksi şoförleri kiliselerin yanından geçerken haç çıkarıyorlar. Bir iki kere kaza yapacaktık. Cep telefonları kilise çanları şeklinde çalıyor.

Herkesin inancı kendine tabii ama bana göre Gürcüler bu işi biraz abartmışlar.

Hayatları, Kafkasya’nın her halkı gibi, Osmanlılar’la, İranlılar’la. Ruslarla kah kavga ederek, kah kardeşçe oynayarak geçmiş. Osmanlılar batı Gürcistanı, Batum ve civarındaki Çıldır Eyaleti diye isimlendirdikleri bölgeleri 300 yıl egemenliği altında tutmuş. Gürcistanın doğusu ise genelde Safeviler’in, yani İranlılar’ın egemenliğinde kalmış (Safeviler'in Türk kökenli olduklarının farkındayım, İran kültürünü kast ediyorum).

Bu süre içinde birçok Gürcü İslam’ı kabul edip, devlet içerisinde yükselme fırsatı bulmuş. Osmanlı ve uzantısı olarak Türkiye Cumhuriyeti bu nedenle tarihinde birçok önemli Gürcü kökenli şahsiyeti barındırır. Mesela Kösem Sultan Gürcü kökenlidir, keza Cemal Gürsel.

Gürcistanın, en azından benim için, insanlık tarihine en önemli katkısı ise şaraplarıdır sevgili arkadaşlar. Tarihteki en eski şarap bu bölgede, belki de Gürcistan’da yapılmıştır - elbette Ermenistan da olabilir. Bilinen kaynaklara göre şarap bu bölgede sekiz bin yıldır yapılmakta. Unutmayalım, sekiz bin yıl önce Bordeaux falan hep bataklıktı. Benzeri bir duyguyu Moldova’da da yaşamıştım, Gürcistan da beni yanıltmadı. Bu kadim şarap bölgeleri insanlığa çok makul fiyatlarda, tadları tarifi zor olacak kadar kaliteli, güzel şarap içme fırsatı tanırlar.

Ben denediklerim arasında en çok Saperavi’yi beğendim. Zaten en popüler şarap ta bu üzümden yapılıyor. Gürcistan’da bir kadeh kırmızı şarap ister yada istemiş iseniz, gelen şarap olasılıkla Saperavi olmuştur.

Saperavi, Gürcü yemekleri ile de çok güzel gidiyor. Mutlaka deneyin sevgili arkadaşlar. Bu arada aynı şaraptan Azerbaycan’da da bol bol var, orada da korkmadan deneyin. Gürcüler kadar güzel yapıyorlar.

Çaça
Her şarap ülkesi gibi Gürcistanda da şarap için sıkılmış üzüm ve çöplerin damıtılarak yapıldığı sert bir alkol var. İsmi çaça. Benzerleri grappa yada marc'a göre çok daha sert. Ağır bir yemeğin üzerine sindirim için çok iyi. Denemenizi öneririm.

Gelelim yemeklere.

İnternet’te şöyle bir gezinin, binlerce haçapuri (bir tür peynirli-yumurtalı pide), kinkali (mantı-XL) videoları göreceksiniz. Ben şahsen bunlarda pek bir özellik göremedim. Bilmediğimiz şeyler değil.

Hamur işi ve yağ, tabii ki de et.

Yemeklerin hemen hepsinde bol bol cilantro adı verilen, bizde kişniş dedikleri ot var. Eğer kişnişi sevmiyorsanız, Gürcistan’daki tek opsiyonunuz McDonald’s. Kişniş, beni fazla rahatsız da etmedi ama öyle "wow" ’da olmadım. Tek problem, her yemek kişniş yüzünden neredeyse aynı tadı veriyor.

Etli, pirinçli çorba.
Ben haçapuri falan değil, gerçekten beğenerek bir etli, pirinçli bir çorba ve mükemmel bir etli güveç yedim.

Gürcü mutfağı elbette dünyaca tanınan, özel bir mutfak. Benim zevkime göre fena değil diyebilirim, ancak olmasa da olabilir.

Eğer Gürcistan’ı ziyaret edecekseniz, aşağıda yazacağım tavsiyeyi lütfen hafife almayın. Geziniz boyunca hayatınızı kurtaracaktır.

Bolt.

Bolt, Uber benzeri bir taksi uygulaması. Henüz Türkiye’deyken indirin. Kredi kartınızı girin ve voila. Bedava sayılabilecek paralara özel limuzininiz ile Gürcistan’ın her yerini ziyaret edebilirsiniz. Ücretler gerçekten komik denecek kadar düşük. Uygulama da problemsiz, tıkır tıkır işliyor. Öyle, metroya, otobüse falan ihtiyaç yok.

Gürcistan’da para birimi Lari. Herhalde Lira’yı Laz usulü yazmışlar diyorum ben. Simgesi GEL. 1 ABD Doları, 3 Lari’den biraz daha az. Yine size tavsiyem, böyle yüksek matematikle uğraşmaktansa, XE isimli uygulamayı indirin, cart diye bütün para birimi çevrimlerinizi yapsın.

Gürcistan gerçekten ucuz bir ülke. Aynı gezide Atina, Tiflis, Bakü ve İstanbul’u ziyaret edip, fiyatları karşılaştırma şansını bulmuş biri olarak söylüyorum, Gürcistan en ucuzu, hem de bayağı yüksek bir marj ile.

Tavsiyem, bundan faydalanmanız. Mesela idareli bir otel yerine hazır fiyatlar ucuz iken, lüks bir otelde kalın, yada yukarıda yazdığım gibi Bolt kullanarak, sanki özel limuzininiz ile gezin. Birinci sınıf şarapları komik fiyatlara için ve taşıma imkanınız varsa bol bol alışveriş yapın.

Youtube’da görüyorum, Tiflis’e gidenlerden bazıları yarı metruk otellerde, pansiyonlarda, hostellerde kalıyorlar, buz gibi havada yürüyüp, otobüs, metro arıyorlar. Hiç gerek yok.

Gürcistan çok güvenli. Bir kere bile beni tedirgin edecek, rahatsız edecek bir durum olmadı. Yukarda adamlara aksi, nemrut falan dedim, ama bu agresifler demek değil. Kimse size dokunmuyor.

Eğer problem istiyorsanız, size beni en rahatsız edenini söyleyeyim.

Gürcüler, birçok eski Sovyet halkı gibi “orta” yada “normal” gibi kavramları tanımayan bir halk. Hep extremlerdeler. Bu yüzden de sıcaklığı sonuna kadar yükseltiyorlar. Gittiğimiz her kapalı mekanda bu böyleydi. Barlara, restoranlara falan ilk girdiğimizde o yüzüme çarpan sıcak hava dalgası yüzünden bir kaç kez ciddi olarak başım dönmeye başlamıştı. Havaalanında bizi Bakü’ye götürecek uçağı beklerken Jelena dayanamadı, çizmelerini ve çoraplarını çıkarıp, yalınayak dolaştı.

Başka bir problem ise dil. İngilizce çok basit düzeyde. Menüyü gösterip, “I want this” deyince oluyor ama “What do you serve it with?” gibi, işin biraz derinine dalarsanız, durum umutsuz.

Bolt bu yüzden de çok faydalı. Taksicilerle bir kelime bile etmeden istediğiniz yere gidiyorsunuz.

Trafik ise bir facia. 

Gürcüler araba kullanmayı bilmiyorlar, nokta. Bu kadar sarsaklığı, bu kadar cahilliği çok az yerde gördüm. Kaç kez milimlerle kaza atlattık. İçinde bulunduğumuz bir Bolt arabası, motorsikletli birini neredeyse öldürüyordu. Adamlar mesela yandan bir araba geldiğini göre göre durmayıp, ilerliyorlar. Diğer araba da ilerliyor, artık hangisi chicken olursa son anda frene basıyor, kazayı kurtarabilirse kurtarıyor. Aman dikkat. 

Adamlar yayalara, yaya geçitlerinde saygılı, duruyorlar, ama siz siz olun, güvenmeyin. 

Bir de sıkışıklık. beş kilometrelik yolu bir saatte gidebilirsiniz. Hele havaalanına falan giderken biraz erken davranın derim.

Bir nefeste Gürcistan böyle sevgili arkadaşlar. Umarım size bir fikir vermiştir.

Bir sonraki yazıda Tiflis’i gezeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️




27 Şubat 2025 Perşembe

Atina

Şimdi Kafkasya yolunda Atina’nın ne işi var diyeceksiniz, hemen arzedeyim. Tiflis’e uçuşumuz Atina aktarmalıydı, o yüzden neredeyse bir tam gün Atina’da geçirdik, çok da iyi ettik.

Öncelikle kızımız 🐝Mezzy🐝, tarih derslerinde çağları okuyor ve Antik Çağın en önemli uygarlıkları da Mısır ve Yunan uygarlıkları. Sevgili kızım her ikisine de fazlasıyla ilgi gösteriyor. Biz de bu layover’dan doğan fırsattan yararlanıp, ilkin Antik Yunan’ın en önemli kalıntılarından biri olan Parthenon tapınağını görsün istedik.

Yunanistan çok güzel bir ülke, Atina da çok güzel bir şehirdir. Gerçi Yunanistan’a deniz-güneş tatili için gelenler Atina’dan pek haz etmez, adaları yada Halkidiki falan gibi tatil kıyılarını yeğlerler ama Atina da Atina’dır işte. Antik Yunan’ı tatmak için Acropolis’e değil de nereye gideceksiniz?

Bir Yunan tanrıçası gibi Acropolis’i ziyaret etmişti.
Atina’da en son on üç yıl önce bulunmuştuk sevgili arkadaşlar. Biraz karanlık, zor günlerimizdi ama sevgili karımla bunları unutup, çok güzel zaman geçirmiştik bu güzel kentte. Jelena kendine bir Yunan elbisesi alıp, bir Yunan tanrıçası gibi Acropolis’i ziyaret etmişti. O zamanlar gençtik tabii, bu günlerde enerji bakımından biraz alt seviyelerde kalıyoruz.

Yunanlılar çok iyi insanlar ve turistlere çok iyi davranıyorlar. Türk olduğunu söylemem en ufak bir farklılık yaratmadı. Aynı candanlıkla, aynı içtenlikle iletişime devam ettik.

Atina havaalanından bir metroya binip, şehir merkezini geçtik ve Pire limanına ulaştık. Burada çok güzel bir dönerci hatırlıyordum ve sevgili kızıma o döneri, yada Yunanca’daki ismiyle “gyros” ‘u tattırmak istiyordum.

Dönerci dediğime bakmayın, duvarlarında bütün Avrupa’nın kraliyetinin fotoğrafları vardı. İlk girdiğimde acaba burada döner yemeye rütbem yeter mi diye düşünmüştüm.

Döner ise Türkiye dahil, yediklerimin en güzellerinden biriydi. Yemek bitip, kalktıktan sonra Jelena’ya sen alışveriş’e devam et, ben geri dönerciye gidiyorum deyip, soluğu ikinci porsiyon için tekrar orada almıştım.

Pire'de bir yemek yedik.
Bu kez, çok arasam da, o restorantı bulamadım. Ancak çok fark etmedi. Sahilde başka bir restorana girdik ve mükemmel bir öğle yemeği yedik. Elbette tzatziki yani cacık ile. Şarap olarak da house wine dedikleri restoranın kendi şarabını içtik. Aklınızda olsun, Güney Avrupa’da bu house wine’lar çok güzeldir, hatta isimli şarapları ile ünlü Fransa’da bile. Côte d’Azur’de fırsat buldukça, en azından ilk kadeh olarak bunları içerim.

Yunan şarapları çok iyidir. Henüz tür ve isim olarak detaylarına inemedim ancak hem anakara, hem de adaların, özellikle Girit’in şarapları bir içim su. Hal böyle olunca her durakta bir başka şarap denedim elbette.

Pire’den metroya binip, Monastiraki meydanına geldik. Burası Acropolis’in tam dibinde bir meydan. Bu meydanda ilginizi çekerse Tzistarakis yada bizdeki ismiyle Cizderiye camii var. Bir de sokak pazarı. Geçen gelişimizde bu meydanda çok yaşlı bir kadından Antep fıstığı almıştık, tadı mükemmeldi. Şöyle bir bakındım ama göremedim. Her halde emekli olmuştu.

Acropolis’e doğru yola koyulduk.

Acropolis dendiğinde herkesin aklına Atina’daki Acropolis gelse de terim jeneriktir. En tepedeki şehir anlamına gelir. Başka yerlerde de Acropoleis bulunur ama biz gelin Atina’dakine odaklanalım.

Atina kenti de, bu kentin Acropolis’i de tanrıça Athena’ya atfen kurulmuş. Acropolis’de birden fazla yapı var, ancak bunların en ünlüsü kuşkusuz Parthenon tapınağıdır. Yanlış olarak bu tapınağa Acropolis de derler. Bu tapınağın nefes kesen bir mimarisi vardır sevgili arkadaşlar.

Bu tapınak Tanrıça Athena’ya atfen miattan önce beşinci yüzyılda yapılmış, milattan sonra altıncı yüzyılda kiliseye, on beşinci yüzyılda da camiye çevrilmiş. Mora savaşı esnasında Osmanlılar bu yapıyı mühimmat deposu olarak kullanmışlar ve bir Venedik top mermisi Parthenon’u hedef alıp, depolanan barutu patlatmış. Tapınak bu patlamada çok hasar görmüş (ben yanlış olarak mühimmat deposu olarak kullanılan binayı Erechtheion olarak biliyordum ve isabet alıp patladığından da haberim yoktu, düzeltmiş olayım).

Bu komplekste Parthenon’dan başka törenler için kullanılmış Propylaea, yine Tanrıça Athena’ya adanmış Erechtheion gibi gerçek birer sanat eseri yapılar var.

Acropolis’in anlamı tepedeki şehir olunca görmek için de tepeye tırmanmanız gerekiyor sevgili arkadaşlar. O yüzden Acropolis’i gençken görmenizi tavsiye ederim. Tanrılara yakın olmak için bir tepeye kurdukları bu tapınağa çıkarken az kaldı, tanrıların yanına gidiyorduk. Tepeye ulaştığımızda nefes nefese, ne Jelena, ne ben konuşabildik. Bir on beş dakikadan sonra ancak kendimize gelebildik.

🐝Mezzy🐝 ile tapınağı turladık.
🐝Mezzy🐝 ile tapınağı turladık. Jelena, hemen Parthenon’un yanına park etti ve bizle gelmedi. Sevgili kızımla bol bol Antik Yunan geyiği yaptık. Yolda, metroda, ben Zeus için Roman bir tanrı demiştim, 🐝Mezzy🐝 beni Yunan diye düzeltmişti. Haklıydı. Zeus’un Roman karşılığı Jüpiter’di. Nasıl Afrodit’in karşılığı Venus, Poseidon’un Neptün, Demeter’in Ceres, Artemis’in Diana, Ares’in de Mars’ın karşılığı olduğu gibi. Apollo her nasılsa her iki uygarlıkta da aynı kalmış.

Antik Yunan mitolojisi çok enteresandır sevgili arkadaşlar. Öyküler, mekanlar falan çok renklidir. Mesela gök tanrısı Uranüs, yer tanrısı Gaia, zaman tanrısı Cronus (hala crono-meter yani kronometre deriz) gibi Titanlar, Olimpik tanrılardan önce hükümranlıklarını sürdürmüşlerdir.

İlk Titan hükümran Uranüs idi. Sonra Cronus bunu tahttan indirip yerine geçti. Cronus, kendi çocuklarının da onu tahttan indireceğini düşünerek bunların hepsini yemiş. İçlerinden sadece Rhea’nın sakladığı Zeus kurtulabilmiş.

Zeus büyümüş ve babasının yediği kardeşleri Poseidon, Hades, Hera, Demeter, ve Hestia’yı kurtarıp, Titanlar’a savaş açmış. War of the Titans falan diye duyduğunuz işte bu savaş. Zeus bu savaşı kazanıp, Titanlar’ı sürgüne göndermiş ve Olimpik tanrıların dönemi başlamış.

Olimpik tanrılar, Titanlar’a göre daha insanvaridirler. İnsani hisleri, dürtüleri vardır. En başta da seks.

Olimpik tanrılar arasında herkes birbirini götürür ama Zeus açık farkla bunların en sapığıdır. Kardeşleri Hera, Demeter ve Hestia’yı düdüklemiştir. Poseidon da kardeşi Demeter’i götürmüştür. Ensest olmayanların arasında da Afrodit başı çeker. Yakaladığını götürmüştür. Yunanca’yı Almanca’yla değiştirin, alın size 80’lerin pornosu.

Zeus’un marifetleri ensestle sınırlı değildir, ibneliği de vardır. Mesela Ganymede isimli bir Truva prensini düdüklemiştir. Aynı bağlamda Apollo, Hyacinthus isimli bir Spartalı genci, Poseidon da Pelops isimli bir prensi götürmüştür. Şarap tanrısı Dionysus, herhalde kafayı bulup, Ampelos isimli bir satiri düdüklemiştir. Malumunuz satirler yarı insan, yarı keçi varlıklardır. Yani Dionysus, bizim abaza Anadolu genci misali, faliyet alanını hayvanlarla genişletmiştir. İbnelik hususundaki tartışmasız lider ise Herakles, yani bizim Herkül’dür. Tuttuğunu götürmüştür.

Son durak Hard Rock Cafe
Olimpik tanrılar böyle işte. Ancak unutmayalım, o zamanlarda, Antik Yunan’da, aynı Osmanlı’daki gibi ibnelik sapkınlık sayılmıyordu ve normal hayatın bir parçasıydı - işin komiği günümüzde de bu duruma yavaş yavaş dönüyoruz. Ensest ise kraliyet arasında kabul edilebilir durumdaydı.

Tanrılar böyle. Gelelim biz fanilere...

Acropolis’ten aşağıya inip, günün son durağı olan Hard Rock Cafe’ye ulaştık. Burada Girit şarabının belini kırdım.

Bu kısa Atina durağı çok iyi gelmişti ama sıradaki Kafkas turu beni çok daha fazla heyecanlandırıyordu.

Havaalanına gidip, bizi Tiflis’e uçuracak Sky Express uçağına bindik.

Sonunda Kafkasya'yı görecektim.

Devam edeceğiz elbette.

Sevgi ile kalın ❤️

11 Şubat 2025 Salı

Kafkasya - Yola Çıkmadan

Sevgili arkadaşlar, eğer Youtube üzerinde Türk gezginlerini izliyorsanız, bir sonraki hedefimiz olan Tiflis ve Bakü hakkında yüzlerce video bulacaksınızdır.

Bunun bir kaç nedeni var.

Öncelikle hem Azerbaycan, hem de Gürcistan’ı ziyaret etmek için vize gerekmiyor. Bırakın vizeyi, pasaport bile gerekmiyor. Kimliğinizi gösterip, cart diye girebiliyorsunuz.

İkincisi, her iki ülke için de bir yabancı dil konuşmak gerekmiyor. Azerbaycan zaten Türkçe, Gürcistan’da da Türkçe konuşan çok kişi var.

Üçüncüsü, her iki ülke de fazlasıyla ucuz. Çok hesaplı bir şekilde gezebiliyorsunuz.

Çok turist geldiği için bir çok havayolu Türkiye’den Bakü ve Tiflis’e uçuyor. Bu yüzden de çok ucuz fiyatlara uçak bileti almak mümkün.

Ancak en önemlisi, her iki ülke de çok güzel. Gezecek, görecek ve vlog çekebilecek çok yer var.

Hal böyle olunca gezginler ve gezgin namzetleri ilk destinasyonları olarak bu iki ülkeyi seçiyorlar.

Yüzlerce gezi videosunun çekildiği, görülmesi gereken her yerin gösterildiği, söylenecek her şeyin söylendiği bu iki kent için yazacak ne kaldı da, mesaini harcıyorsun diye sorabilirsiniz. Haklı da bir soru olur. Ancak benim de söyleyecek iki lafım var tabii - ne zaman yoktu ki?

Öncelikle buralara gelen gezginlerin çoğunun neredeyse ilk yurt dışı deneyimleri olduğunu unutmayın sevgili arkadaşlar. Lütfen yanlış anlamayın. Bu gençlerin hiç birini küçümsemiyorum, tam tersine cesaretlerine hayranlık duyuyorum. Ancak acemilik de acemilik işte. Daha fazla yer gördüklerinde, elbette daha doğru, daha hassas gözlemler yapacaklardır.

İlk kez yurt dışına çıktığımda ben şahsım da her gördüğüm şeye “Anaaaa!” olmuştum. Bunda bir beis yok.

Ama söylenenleri duyunca hafif bir gülümseme gelmiyor da değil.

Çoğu Bakü’nün temizliğini yere göğe koyamıyor. Onlar için böyle bir temizlik istisnai bir durum. Asıl istisnanın Türkiye’deki kentlerin pisliği olduğunu bir bilseler…

Keza trafik. İstisnasız hepsi Gürcistan ve Azerbaycan’da sürücülerin saygılı oldukların, yayalar geçerken durduklarını, kornaya basmadıklarını defalarca tekrarlıyor. Yine istisna ve normun hangi ülke olduğu ile ilgili bir konu.

Biraz da bilgisizlik.

İzlediklerimin önemli bir bölümü, özellikle Bakü’nün merkezindeki güzelim binaların “Sovyet Mimarisi” olduğunu söylüyor.

Halbuki bu binalar çoğunluğu Rönesans, Barok, Neo-klasik ve Art Nouveau falan tarzı bir mimariye sahipler. Ama önemli olan bunların hangi tarzda bir mimariye sahip oldukları değil, olmadıkları.

Sovyet Mimarisi nasıldır, biliyor musunuz, sevgili arkadaşlar?

Şimdilerde var mıdır, bilmiyorum. Bizim zamanımızda ilkokullarda elişi dersleri vardı. Kartonlardan ev yapardık. Dümdüz duvarlar, kare kare kesilmiş pencereler. Sovyet mimarisi ahan bu. İnsanın içini karartan, hiç bir özelliği olmayan kaba-saba binalar.

Sovyet Mimarisi'nin "Sanatsal" diyebileceğim bir örneği

Sovyet mimarisinin nadir “sanatsal” örneklerinde ise köşeli sütunlar bulunur. Zafer anıtları, liderlerin mozoleleri falan hep böyledir. Bunların önünde emmi şapkalı partizanların, ağlayan bebekli kadınların, ellerinde kazma-kürek işçilerin ve kahraman Kızıl Ordu askerlerinin heykelleri bulunur.

İşte bizim gezginler Bakü ve Tiflis’te gördükleri, çoğunluğu Çarlık Rusyası'ndan kalma güzel yapılara yanlış bir biçimde Sovyet Mimarisi diyorlar.

Bir de çoğu “mimari” kelimesini “bina” yada “yapı” yerine kullanıyor. “Etrafımızda çok güzel ‘mimariler’ var” veya “Karşıdaki ‘mimari’ ‘nin resmini çektim” gibi. “Manzara” sözcüğünün de gereksiz yere “manzaralar” şeklinde çoğul halini kullanıyorlar - “Manzaralar çok güzel” gibi.

Şunu da birden çok kez duydum. “Alfabe” ‘yi “al-faaaa-be” diye telaffuz ediyorlar. Bu yeni moda Araplaşma’nın bir parçası mıdır, bilmiyorum, ancak benim zamanımda “alfabe” der, “fa” hecesini uzatmazdık.

Geçenlerde biri “Sırpça hem Kiril, hem de Latin alfaaabesiyle konuşulur” demiş. Dayanamadım, “Alfabe ile konuşulmaz, yazılır” diye cevap yazdım.

Sadece acemi gezginlerde değil, kıdemli zenginlerde de bulunan başka bir sorun var sevgili arkadaşlar. Bunlar bir yere gidip, kameralarını çalıştırmakla gezi videosu çektiklerini düşünüyorlar. Bence gerekli ön araş₺ırmayı yapmıyor, gördüklerini yapısal, anlaşılır bir biçimde anlatamıyorlar.

“Ayyyyy, dostlarrrrrrrr, otelimize geldikkkkkkkk, Yani her şey çok güzellllll…. Ama, şey, yani, ayyy tokamı düşürdüm, karşıda bir bina var ama kilise mi anlamadımmmmmmm….. Acaba buranın adı ne kiiii?”

Yapma be ablacımmmmm :)

Off, konu dağılıyor ama yazmadan da duramadım. Yine bunlardan biri Belgrad’a gitmiş. Muhtemelen Sırp “Dragan” ‘lardan biri bunu kafaya almış, “Eğer ‘kırmızı’ belediye otobüslerine, ancak sadece ‘orta’ kapıdan binersen otobüs bedava oluyor” demiş. Bizim gezgin de bu bilgiyi başka yerlerde bulamazsınız diye bize satıyor. Garibim, kim bilir kırmızısı gelsin de bedava gidelim diye kaç otobüse binmedi. Daha da iyisi, eğer bir yakalasalardı, bilet almadı diye oyarlardı. Neyse…

Daha neler var.

Yine bir başkası “Belgrad’da olduğumu bilmesem, burası Avrupa diyeceğim” diyor. Okullarda coğrafya yerine ölü kefenleme öğretilince böyle oluyor. Bildiğiniz üzere Belgrad, Avrupanın göbeğinde bir şehirdir.

Bu gezginlerin çoğu kısıtlı bir bütçe ile seyahat ediyor. Adam Roma’ya kadar gidip, Vatikan Müzesi’ni gezmiyor, yada Champs-Élysées’de oturup, bir bardak şarap içmiyor. Singapur’a gidip, Marina Bay Sands’e, yada New York’a gidip, Empire State Building’e çıkmıyor. Endülüs'e gidip, Sevilla’yı, Granada’ya gidip Alhambra’yı görmüyor. Bunlar olmayınca da gidilen yerin bir tadı, çekilen videonun da bir anlamı kalmıyor. Sadece sokakları ve ucuz tekne turlarını görüyorsunuz.

Bir de hali vakti yerinde olanlar var ki, onlar bazen daha da komik oluyorlar. Bir tanesi Bakü’de “yerel” bir restoran tavsiye ediyor. “Otantik” Azerbaycan restoranında yedikleri “kruvasan” ve “avokadolu bilmemne”. Gel de gülme.

Bu “kruvasan” sözcüğüne de gıcık oluyorum. O “v” dünyada hiç bir dilde “croissant” ‘ın söylenişinde yok. Croissant bu arada Fransızca’da hilal demek. Osmanlı bayrağının üç hilalinden dolayı bu ismi almış. Aynı şekilde “pankek”, “donut”, “çöpstik” falan da sinirlerimi kaldırıyor.

Türkiyede Esenyurt Otel Ibis’de kalıyorum. Haramidere’den taksiye binmeye çalışıyorum. Bir taksi durdu, “Esenyurt Ibis” dedim. “Abi metrobüs ile iki durak, trafiğe bir girersek bir saatte gidemeyiz” dedi. “Emin misin o Ibis’in Esenyurt Ibis olduğuna? Başka bir Ibis olmasın?” diye bir kere daha sordum.

“Abi burada başka ‘ibiş’ otel yok” dedi.

İçimden güldüm tabii.

Bir de kahveciler var ki, onlara değinmezsem kurdeşen olurum.

Gerekli biçimde eğitilene kadar bu kahve konusunda Türkiye’de çok aşağılandım.

Geçenlerde Antalya'da Kahve Dünyası mı, Kahve Diyarı mı, Kahve Sarayı mı, öyle bir yere girdim. Sabah yeni kalkmışım, daha afyonum patlamamış. “Bir kahve lütfen” dedim. Adam bana öyle bir baktı ki, hani Maho Ağa köyden gelmiş, İstanbul’u yeni görmüş, canı bir kayfe çekmiş de bu dükkana girmiş gibi.

Alaycı bir gülüşle, şöyle tepeden, “Ne tür kahve istersiniz?” diye sordu, ama hala sırıtıyor.

Ne bileyim, kahve işte. Listeye baktım, “Americano” dedim, “Biraz sütle”.

“Americanoda süt olmaz” dedi.

Ne oluyor biraz süt koyunca? Günah yazılıp, cehenneme mi gidiyorsun?

“Babacım, olmaz diyorsan olmasın, ama benim için biraz koyamaz mısın?”

Cevap bile vermedi, kahveci kıza seslendi. Cümlede özne bile yok, “Bir americano ama süt istiyor…”

Kahveyi almak için gittim. Kız kapkara kahveyi uzattı. “Ablacım ben biraz süt istemiştim…” diye korka korka mırıldandım.

Kız şöyle bir la havle oldu, o da “Americanoda süt olmaz” dedi.

“Ben kasadaki beyefendiye şeyetmiştim, tamam koyarız dedi” falan diye geveledim.

Kız “O zaman süt için ekstra ücret ödemeniz gerekecek” dedi.

Kıytırık bir kahve yüzünden polis çağıracak neredeyse. “Vereyim, ne kadarsa” dedim. Kasadaki adam “Tamam, önemli değil, bir parça süt koy” dedi de kahvemi sonunda alabildim.

Türkiye seyahatim boyunca tövbe billah, bir daha “kahve” istemedim. Siparişimi hep “Bir americano, biliyorum americanoda süt olmaz ama benim için biraz koyabilir misiniz?” şeklinde verdim.

Siz Türkler bu kahve işine çok takıldınız, benden söylemesi.

İlkin, dünyanın her yerinde bir “kahve” sipariş ettiğinizde, özel bir kahve değil, orta boy geleneksel bir kahve istediğiniz anlaşılır. Genelde “Black or white?”, yada “Milk and sugar?” falan diye sorarlar. Kimse sizi americano mu, latte mi, macchiato mu, cappuccino mu, tarçın aromalı tingamatria mı falan diye sorguya çekmez.

Ne zaman ki özel bir kahve istersiniz, o zaman espresso, cappuccino, latte falan gibi kahvenizi kalifiye edersiniz.

Kahve türleri - Doğru isimleriyle

Öyle americano, latte, espresso, macchiato falan hüdainevi reçeteler değil sevgili arkadaşlar. İstediğiniz kahve latte yada cappuccino gibi zaten sütle hazırlanan bir kahve değilse, bunu sütle yada siyah içebilirsiniz. Özellikle americanonun isim babası Amerika’da. Orijinal reçetede olmasa da kahveye süt eklemek kadar doğal bir şey yoktur. Americanoda olduğu gibi, gerçek espressoda da süt olmaz ama İtalya’da bile espresso istediğinizde bazen siz söylemeden yanında süt veya krema getirirler.

Her şey bir kenara, bu hıyarlığı yapan, hangi kahvenin ne olduğunu şeflerinden yada garson arkadaşlarından öğrenmiş az gelişmiş ülkenin çocukları, ukalalık yapmadan önce karşılarında bir müşteri olduğunu hatırlayıp, biraz kibar olsalar, bence çok daha iyi olacak.

İtalya’da espressoyu rakı ile karıştırırlar sevgili arkadaşlar. Ciddi söylüyorum. Espressoya, sambuka isimli, anasondan yapılma, rakı ile tamamen aynı tatta bir içki eklerler. Buna “caffè corretto”, yani “doğru kahve” derler.

Girdi mi şimdi o üç kahve ismi ezberledi diye adam olduğunu zanneden kenar mahalle kızına?

Adam espressoya rakı katıyor, ben americanoya süt koymuşum, çok mu?

Altmış yıl Nescafe’den başka kahve içmemiş memlekete gerçek kahve gelince böyle oluyor işte.

Anladınız her halde. İşte tam bu yüzden başka bol bol gezi videosu varken, bu gezimizi sizlere bir de kendi kalemimden anlatmak istedim.

Çok mu iddalı oldu? Belki. Ama idda olmadan, başarı da gelmez. Ben yazayım da, zırvaladığımda - ki sıkça zırvalarım, siz de bana gülün.

Bir de yazının büyüsüne hala inanıyorum sevgili arkadaşlar. Biliyorum, çoğunluk bırakın okumayı, on beş dakikadan uzun videoları izlemiyor bile, yada x2’ye alıp, çabukça bitiriyor. Ancak ben hala okumanın değerini anlayanlar olduğunu düşünüyor, hatta biraz da biliyorum. Bu blog altmış bin kez okunmuş. Yani hala umut var sizin anlayacağınız.

Devam edeceğiz.

10 Şubat 2025 Pazartesi

Kafkasya

Sevgili arkadaşlar, uzun sayılabilecek bir süredir seyahat etmiyoruz. Başta sevgili karımın ciddi sayılabilecek bir sağlık sorunu, özel hayatımızda olan bir kaç tatsız olay bizi hem seyahatten, hem de olağan hayatımızdan biraz geri bıraktı. Neyse ki işler yavaş yavaş yoluna girmeye başladı ve biz de uzun süredir planladığımız Kafkasya gezimize başladık.

İyi kötü biraz gezmiş biri olsam da inanın dünyanın bu bölgesine henüz hiç gelmemiştim. Halbuki Kafkasya, müzikleriyle, danslarıyla, kısacası bütün halklarıyla kültürümüzün çok bilinen bir parçasıdır.

Ne yapalım, kısmet bugüneymiş.

Hatta biraz daha fazlası var, söyleyeyim de ayıplayın beni. Ben henüz Doğu Karadenizi görmedim. Doğup, üç yaşına kadar yaşadığım, bir daha da hiç gitmediğim Merzifon’u saymazsanız, Zonguldak’ın doğusuna hiç geçmedim. Elbette, ömrüm yeterse birgün mutlaka göreceğim bu cennet bölgeyi. Ancak şimdilik Kafkaslarla başlayalım.

Kafkasya coğrafik bir bölge arkadaşlar. Hiç bir yerde bulamayacağınız bu nadide bilgiyi verdikten sonra Kafkasya tam olarak neresi, ona bakalım…

Kafkasya, Karadeniz’in batı kıyısından Hazar denizinin doğu kıyısına kadar uzanan dağlık bölgenin ismi. Kuzey sınırı Rusya’da bulunan Kuban, güney sınırı da Aras nehirleri. Kafkasyanın kuzeyi, yani Kuzey Kafkasya Rusya Federasyonu’nun sınırları içinde kalır. Güney Kafkasya’da ise bağımsız devletler bulunur.

Kafkasya
Kuzey Kafkasya çok renkli birçok halkı ve kültürü barındırır.

Çerkesler, kuzey Kafkasya’da, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkarya bölgelerinde yaşarlar.

Çerkesler renkli bir halk, gelin biraz detaylarına girelim.

Genel kanının aksine, Çerkesler bir Türk halkı değildirler. Öz be öz Kafkasya’dan gelmedirler. Konuştukları dil Çerkesçe, tamamen Kafkas kökenlidir.

Yani Reis’in, Türkiye’nin Türk ve farklı diğer etnisitelerine göndermede bulunurken söylediği “Laz, Çerkes, vs…” fazlasıyla doğrudur.

Rusların Çerkesya’yı işgal etmesi sonucu, milyonlarca Çerkes göçe zorlanmış, Kafkasya’daki Çerkes nüfusu yüzde doksana kadar azalmış. Göç eden Çerkeslerin önemli bir bölümü Osmanlı’ya sığınmış. Göç sırasında hastalık ve açlıktan ciddi sayıda Çerkes hayatını kaybetse de, bir milyona yakını Osmanlı topraklarına yerleşmiş. Bugün Çerkeslerin çoğu dünyanın farklı yerlerinde yaşamakta.

Osmanlı’dan bugüne Çerkes kızları güzellikleriyle bilinir. Çerkes kızları açık tenli, renkli gözlü, uzun boylu, zarif, üzerine bir o kadar da zeki, ahlaklı, bilgili ve kültürlüdürler. Tanıdığım bir kaç Çerkes kızına dayanarak söyleyebilirim ki, bu söylenenlerin hepsi doğru. Özene, bezene yaratılmışlar, sizin anlayacağınız.

Boş yere, özellikle Topkapı Sarayı’nın hareminin çoğunluğu Çerkes kadınlardan oluşmamış sevgili arkadaşlar. Sultan II. Abdülhamid’in manevi annesi Perestu Valide Sultan, Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Valide Sultan, Sultan Abdülaziz’in annesi Şevkefza Sultan hep Çerkesmiş.

Çerkes erkekleri de Türk tarihinde önemli bir yer tutmuş. Mesela Çerkes Ethem’i bilirsiniz.

Tarihteki başka renkli bir Çerkes figür ise bugün Paris’te, Concorde meydanındaki o muazzam dikilitaşı Fransızlar’a “Alın götürün, sizin olsun” diyen Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dır. Hatta Luxor tapınağında bulunan her iki dikilitaşı birden vermiş, ancak Fransızlar “İkisini birden götüremeyiz, önce birini alalım” demişler. Yakın zamana kadar Fransızlar “O bize hediye” diyerek Mısır’dan ikinci dikilitaşı da istiyorlardı, ancak Mitterand, “Tamam sizde kalsın, istemiyoruz” deyip, husumeti sonlandırmış.

Kavalalı için Arnavut kökenli deseler de, Kavala’ya yerleşmiş bir Çerkes ailenin çocuğu olduğu idda edilir.

Kuzey Kafkasya’da yaşayan bir başka halk ise Abhazlar’dır. Bölge olarak Abhazya'da yaşarlar. Kökenleri yine tamamen Kafkasya, ve yine bir Kafkas dili konuşurlar.

Abhazlar ve Abhazya, batı dillerinde Abkhaz ve Abkhazia şeklinde geçer. Abhazya, Gürcistan ile yaptığı savaş sonucu bağımsızlığını ilan etmiş olsa da, bu devleti Rusya’dan başka tanıyan bir devlet yok. Dünyanın gerisinin gözünde hala Gürcistan’ın bir parçası sayılmakta.

Ve evet, “abaza” deyişinin kökeni bu halktır. Osmanlı zamanı “Abaza”, Abhazlar, Çerkesler ve Abazinleri (abaza yerine bazen abazan da derler) kapsayan bir sıfatmış. Mesela tarihte bir Abaza Mehmed Paşa vardır. Ancak zaman içerisinde “abaza” sözcüğü o bildiğimiz anlamına evrilmiş. Osmanlı zamanında başta Çerkes kadınlarına ilgi duyan, ilerleyen zamanlarda da kadın bulamadığı için hafif cinsel sıkıntılar yaşayan erkekler için kullanılmış.

Tarihte, Abhazlar da Çerkesler gibi sürgüne uğramış ve bir bölümü Osmanlı’ya sığınmış.

Osmanlı zamanında Çerkesler gibi haremde ve orduda Abhaz kökenli sultanlar ve paşalar olmuştur, ancak asıl renkli Abhaz figürleri Kurtuluş Savaşı ve genç cumhuriyettedirler.

Örneğin Rauf Orbay bir Abhazdı, keza Ali Fuat Cebesoy. Sanat dünyasında ise Ediz Hun, Hulusi Kentmen ve İsmail Hakkı Sunat hep Abhaz kökenlidir.

Kuzey Kafkasya’da yaşayan başka bir topluluk ise Abazinler’dir ve Abhaz’larla aynı halktırlar, ancak Abhazya’da değil, Karaçay-Çerkes bölgesinde yaşarlar.

Kuzey Kafkasya’nın başka renkli halklarından biri Çeçenlerdir. Rusya Federasyonu’nun bir parçası olan Çeçen Cumhuriyeti’nde yaşarlar ancak Rus İmparatorluğunun zorunlu göç politikasından onlar da nasiplerini almışlardır. Çeçenistan dışında yaşayan önemli bir Çeçen diasporası vardır.

Çeçenler tarihleri boyunca özgürlükleri için savaşmışlar. Rus İmparatorluğu, Sovyetler ve sonrasında Rusya Federasyonu ile durmaksızın mücadele etmişler.

İmam Şamil’i, yada popüler ismiyle Şeyh Şamil’i bilmeyen yoktur herhalde. Rus İmparatorluğuna kök söktürmüş. Ayna’nın Ceylan şarkısının müziği Şeyh Şamil ilintilidir.

Aynı şekilde Israilov Sovyetleri, Dudayev de Rusya Federasyonunu öttürmüş. Günümüzde ise Kadirov Ukraynalıları öttürüyor.

Çeçenlerin yakın akrabaları olan İnguşlar da Kuzey Kafkasyanın halklarından biridir. Çoğunlukla İnguşetya Cumhuriyeti’nde yaşarlar. İnguşlar’ın da önemli bir diasporası vardır.

Kuzey Kafkasyanın yerli halkları olan Avarlar, Laklar, Lezgiler, Dargiler, Tabasaranlar, Rutullar, Agullar ve Tsahurlar ise Dağıstan’da yaşarlar. Kafkas Avarlarını Avar Türkleriyle karıştırmayalım. Bu ikisi tamamen farklı iki halktır.

Buraya kadar anlattığımız halkların hiçbiri etnik olarak Türk değildir. Binlerce yıldır Kafkasya’da yaşamışlardır. Hemen hepsi önce Rus İmparatorluğunun, yani Çarlık Rusyası’nın acımasız zorunlu göç politikalarına maruz kalmış, başta Osmanlı, zamanın diğer devletlerine yerleşmişlerdir. Bu halklar ikinci zorunlu göçlerini Stalin sayesinde Sovyet döneminde yaşamışlardır. Bazıları sınırları belirli cumhuriyetler olsa da, bugün Rusya Federasyonunun birer parçasıdır.

Bu halklar genelde Müslümandırlar ama farklı dinden olanların sayısı hiç de az değildir.

Kafkasya kökenli Türk halklarının da olduğunu biliyoruz. Gelin biraz da bunlara bakalım.

Kuzey Kafkasya’daki Türk varlığı çoğunlukla Moğollar ve Altınordu devletlerinin Kafkasya’yı işgali sonucunda oluşmuş. Bu halkların çoğunluğu Türkçe konuşurlar ve Müslümandırlar. Hemen tümü İkinci Dünya Savaşı sonrası, Stalin’in zorunlu göç politikalarına maruz kalmış, Sovyetlerin farklı yerlerine yerleştirilmiştirler. Bunların bazıları Kruşçev’in başa gelmesiyle Kafkasya’ya geri dönmüşlerdir.

Karaçay ve Balkar Türklerinin kökenleri Kıpçak Türklerine dayanır ve Kafkasya’ya 11 ve 13’üncü yüzyıllarda yerleşmişlerdir. Balkarlar daha çok Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti’nde, Karaçaylar ise daha çok Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yaşarlar.

Nogay Türkleri Stavropol, Dağıstan, Astrahan ve Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yaşarlar. Kıpçak Türkleri ve Moğollar’ın bir karışımıdırlar. Bugün çok çeşitli görünümlere sahiptirler. Bazıları çıkık elmacık kemikleri ve çekik gözleri ile tam bir Kıpçak-Moğol görünümünde olsalar da, bazıları Tatar ve Çerkeslerle karıştıkları için tam bir batılı görünüme sahiptirler.

Kumuklar, Kıpçak ve Oğuz Türklerinin karışımı olarak ortaya çıkmış bir halktır. Dağıstan Cumhuriyeti’nde yaşarlar.

Son olarak Osetler’den bahsedelim.

Osetler Kafkasya’nın bir Hint-Avrupa dili konuşan tek halkıdır. Aslen Kafkas kökenli değillerdir, İrani bir halktır. Dilleri de Farsça’ya çok yakındır.

Osetler’in Ortaçağ’daki isimleri Alanlar’dı. Tarkan okurları, Yiğit Altar’ı öldüren Alanlı Kostok’u hatırlayacaktır. O Alanlar işte bugünkü Osetler.

Osetler Rusya Federasyonu’nun bir parçası olan Kuzey Osetya-Alanya Cumhuriyeti ve Güney Osetya’da yaşarlar. Güney Osetya, Gürcistan’ın bir parçası olarak kabul edilse de, 1992’den beri fiilen bağımsız bir ülkedir. Putin ve Putinvari Venezüella, Nikaragua gibi birkaç ülke Güney Osetya’yı tanısa da, genelde bağımsız bir ülke olarak tanınmamakta.

Kuzey Kafkasya işte böyle.

Ancak gezimiz Kuzey Kafkasya’yı kapsamayacak. Kuzey Kafkasya’yı ilerleyen günlerde bir Rusya gezisi ile birleştirmemiz gerekecek. Bu gezimize eklemek için hem zamanımız az, hem Rusya’nın durumu malum, hem de kızlar Sırp pasaportlarıyla vizesiz Rusya’ya girebilseler de, problem çocuk bendenizin vize falan alması gerektiğinden no-go olduk.

Güney Kafkasya’ya gelirsek, burada devlet haline gelmiş üç dominant halk var. Azerbaycanlılar, Gürcüler ve Ermeniler.

Bunlardan Gürcistan ve Azerbaycan’ı göreceğiz. Ülkelerine gittikçe bu halkları size anlatacağım.

Ermenistan’ı da çok görmek isterdim. Özellikle Gürcistan sınırında çok güzel kilise ve manastırları var. Erivan da gerçekten görülesi bir kent. Ancak Karabağ savaşı sonrasında ülkede duygular fazlaca yoğun ve Türk olmayan bir pasaportla girsem de ismimin falan sorun çıkarabileceğini düşündüm. Youtube üzerinde Ermenistan’a girip, sorun yaşamış Türkleri izledikten sonra Ermenistan’ı da biraz ileriye bıraktık.

Durum böyle.

Etnik olarak dünyanın en renkli, en karmaşık, doğası bir cennet, tarihi nadide, ve benim için her şeyden önemlisi şarabın insanlık tarihindeki doğum yeri olan bu bölgeye gitmeyi dört gözle bekliyorum.

Stay tuned!

16 Ocak 2025 Perşembe

Radyoaktivite - Ne Yapalım?

Uzun süredir bu nükleer savaş konseptine takıldık sevgili arkadaşlar. Üstüne bir de özel bir kaç mesele girince bir türlü sonlandıramadık.

Kısmet bugüneymiş…

Yazımızın bu son bölümünde tepemizde bir nükleer bomba patlarsa ne yaparız, ona bakacağız.

Bir nükleer bomba patlaması, devasa bir enerji salınımı ve yıkım potansiyeli ile çok katmanlı fiziksel olayları beraberinde getirir. Olayın fiziğine daha önce girmiştik ama kısaca bir kere daha toparlayalım.

Bir nükleer bombanın patlaması, iki ana fizyon ve/veya füzyon reaksiyonuyla gerçekleşir.

Fizyon reaksiyonu, uranyum-235 veya plutonyum-239 gibi çekirdeklerin nötronlarla bombardıman edilmesi sonucu çekirdeklerin bölünmesiyle başlar. Her bölünme olayı, daha fazla nötron salarak zincirleme bir reaksiyona neden olur.

Füzyon reaksiyonu ise hidrojen izotoplarının (örneğin, döteryum ve trityum) birleşerek daha ağır bir element oluşturması sonucu enerji serbest kalır.

Füzyon genellikle fizyon reaksiyonuyla tetiklenir.

Bir nükleer patlama birkaç önemli fiziksel etkiden oluşur. İlk olarak, patlama milyonlarca derece sıcaklık oluşturarak şiddetli bir ışık patlaması ve yanık yaralanmalarına neden olabilir.

Ardından gelen basınç dalgası, hava basıncının şok dalgası şeklinde yayılmasına yol açar, binaları ve camları yıkarak ciddi yıkıma sebep olur. Aynı zamanda, gama ve nötron radyasyonu gibi zararlı radyasyon yayılar. Patlama sonrasında radyoaktif partiküller atmosferde yayılır ve yer yüzeyine düşerek uzun süreli radyasyon tehlikesi yaratır.

Durum böyle. Şimdi umarız olmaz ama, eğer başımıza böyle bir iş gelirse ne yapabiliriz, ona bakalım.

Özetleyelim.

Bomba patladığında blast dediğimiz patlama etki alanında değilseniz anında ölmeyeceksiniz. Eğer bu alanın içindeyseniz, yazının sonrasının bir önemi zaten olmayacaktır.

Sonraki ısı dalgası patlamadan uzaklaştıkça azalan bir etkiye sahiptir.

Bir nükleer patlamanın en sinsi tarafı ise patlama sonrası yayılan radyasyondur. Bu etki patlamadan sonraki elli yıla kadar uzar. Ölüm ve hastalıklar nesillerce sürer.

Hiroşima örneğine bakalım.

Bomba patladığında 70–80 bin kişi (o dönemde Hiroşima'nın nüfusunun yaklaşık %30'u), patlama, şiddetli ısı ve ani radyasyon etkisi nedeniyle hemen hayatını kaybetti.

140.000 kişi, Aralık 1945'e kadar radyasyon hastalığı, yanıklar ve diğer yaralanmalar nedeniyle yaşamını yitirdi.

Radyasyona maruz kalan binlerce kişi sonraki yıllarda kanser ve diğer radyasyona bağlı lösemi başta, farklı hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetti. Gerçek sayıyı kimse bilmiyor.

Durum böyle. Şimdi başımıza böyle bir iş gelirse ne yapalım, ona bakalım.

Nükleer bir patlamadan korunmak için belli başlı adımları izlemek hayati önem taşır.

İlk olarak, patlama anında görsel ve termal etkilerden korunmak için parlak bir ışık görüldüğünde hemen yere yatmak ve başınızı korumalısınız. Bu esnada gözlerinizi kapatarak şiddetli ışıktan korunmaya çalışın. Basınç dalgasından korunmak için ise patlama sesi veya dalga hissedildiğinde hemen yere yatın ve çevredeki sert yüzeylere sıkıca yapışın. Mümkünse sığınak veya dayanıklı bir yapı içine girin.

Patlama sonrasında radyoaktif maddeye, buna exposure derler, maruz kalmayı azaltmak çok önemlidir.

Hemen kapalı bir alana girin, kapılar ve pencereler kapayın.

Dışarıda kalmış giysiler çıkarıp vücudunuzu iyice yıkayın.

Nükleer bir patlama, eğer patlama noktasına çok yakın değilseniz, sizi bir anda öldürmeyecektir. Korunma tedbirleri uzun bir zamana yayılmalıdır.

Radyoaktif fallout (düşüm) etkilerinden korunmak için yer altı sığınakları veya radyasyon korumalı alanlar elbette sığınılacak en doğru yerlerdir.

Elden geldiğince, paketli yiyecekler ve kapatılmış su kaynaklarını kullanın, kontamine olmuş gıdalardan uzak durun.

Uzun vadede, radyoaktif alanlardan uzak durmak hayati öneme sahiptir.

Eğer kaldıysa, yetkililerin talimatlarına uymak ve radyasyon seviyesi ölçümü için cihazlar kullanmak, risklerin azaltılmasını sağlar.

Nükleer bir patlama ciddi fiziksel yıkıma ve can kaybına neden olabileceğinden, patlama anında ve sonrasında yapılması gerekenler konusunda bilinçli olmak hayatta kalma şansınızı ciddi biçimde artıracaktır.

Bunları sizi korkutup, dünyanızı karartmak için yazmadım. Ancak bilmekte fayda var.

Hepinize radyoaktif olmayan günler dilerim.

Sevgi ile kalın.

25 Kasım 2024 Pazartesi

Kamp 'Atmak', Yemek 'Gömmek'

Abi artık bööğğğğk geldi. Her Türk gezgini vizesiz ve uçak bileti ucuz diye Belgrad'a, Tiflis'e, Üsküp'e gidiyor. İçim dışım Belgrad oldu.

Uzun süre yaşadığım Sırbistan hakkında söylediklerinin çoğu kulaktan dolma, Türklüğün gayreti ile doğuştan her şeyi bilirim, bilmesem de şeytani zekamla kıvırırım kaynaklı yalan yanlıs, zırva bilgiler.

Birisi öyle bir uydurmuş ki, meğer Belgrad'da "kırmızı" belediye otobüslerine "orta" kapıdan binersen bedava oluyormuş. Aman dikkat. Böyle yapar da yakalanırsa, şahıs annesinin cinsel organını görür, hem de tam orta kapıdan.

Birisi Zemun semtini Macarlardan kalma tarihi bir yer olarak anlatıyor. Zemun, çocukluğumun Çın Çın bağları gibi bir yerdir, yalnız gir, zor çıkarsın.

Başka birisi Sırpça öğretiyor. Jelena ile oturup, dakikalarca güldük. Meğer "merhaba", "zdrova" demekmiş, hayır da "nı". İlgilenirseniz doğruları "zdravo" ve "ne".

Belgrad'a sanki bir Avrupa kenti diyor, Belgrad Avrupa'da değilmiş gibi. Belgrad, malumunuz, Avrupa'nın göbeğindedir.

Bir de nasıl abuk bir Türkçe
Bir de nasıl abuk bir Türkçe. Adam "Caddeleri çok güzel 'mimariler' sarmış" diyor, "tam karşıdaki 'mimarinin' fotoğrafını çektim" diye devam ediyor. Çok aciz, çok zavallı bir Türkçe bu. Adam 'mimari' kelimesini 'bina' zannediyor.

Bunlar kamp 'atıyor', yemek 'gömüyorlar'.

Henüz Gürcistan'ı görmedim ama görseydim, eminim bir bu kadar da onun için yazardım.

Eğitimin hali malum, ama bu kadarı çok geldi bana...

Macaristan ve Budapeşte

Yıl 2001, bir toplantı için Macaristan’daki Eger kentine gitmem gerekiyordu. Macaristan’a ilk gidişim olacaktı, ancak daha gitmeden ülke ile...