29 Ekim 2017 Pazar

Tintilia

Bugün yemek için uzun süredir arkadaşımız olan İtalyan bir ailenin evine davetliydik.

🐝Mezzy🐝'den bir yaş büyük bir kızları var, o yüzden çocuklar mutlu mutlu beraberce oynuyorlar. Anne ve baba ise italyan mutfağı ve daha da önemlisi İtalyan mahzeninin, kelimenin tam anlamıyla hakkını verecek kadar olaya hakimler. Baba örneğin geçenlerde bana evde pesto sosu yapmayı öğretti. Jelena da, anneden aldığı tiramisu tarifi sayesinde üç ülkede tiramisu ustası diye anılıyor :)

Sözün kısası, onların sayesinde İtalyan mutfağının gizli, karanlık köşelerini keşfeder, her görüştüğümüzde de bir-iki kilo alıp eve döneriz.

Bu akşam da yemeğe başladık ve tabi ki şarabımızdan birer yudum aldık. İlk tanıştığımız zamanlarda adetten dolayı yemek öncesi aperitif falan ikram ediyorduk birbirimize, sonraları olayı çözdüğümüzden damardan kırmızı şaraba giriyoruz :)

Şaraptan aldığım ilk yudumdan sonra aklım karıştı, başladığım cümlenin sonunu getiremedim. Türkçe "Ne bu lan?" dedim kendi kendime. Şarap değil, aşk çeşmesinden dökülen mey! Bu kadar mı güzel olur be bu meret?

Şarabı karafa koymuşlar. Normalde karafta gelen şaraba, bu ne diye sormam ama nazımız geçtiği için bu kez sordum.

Tintilia dediler.

Üç kuruşluk şarap içmişliğim vardır, hattızatında içmemiş olsam da şarapların isimlerini iyi kötü bilirim, ancak hayatımda o ana kadar kadar "Tintilia" diye bir şarap duymamıştım.

Bizim memleketten bir üzüm türü dedi arkadaş. Peki şarabın ismi ne diye sordum, ismi yok, evde yaptık, geçen gittiğimizde getirdim dedi.

Walla eğer ben senin yerinde olsam buraya getirmez, oturup hepsini kaynağında içerdim dedim 😛

Gerçekten de bu şarabın bir kadehini Şato Margaux'ya gönder, sonra da otur şantaj yap, söylediklerimi yapmazsan piyasaya sürerim diye.

Kendimi tekrarlamak pahasına, bu kadar mı güzel olur bir şarap?...

Yemek boyunca su bile içmedim. Yemek sonrası, yine adetten gelen grappa, vesaire gibi dijestiflere bile bulaşmadım, hep "Tintilia" içtim. Karafı bitirdiğimizde vidalı kapaklı şişede ikinci raundu getirdiler, yine aynı şarapla devam ettik. Yanına da dört farklı İtalyan peyniri hazırlamışlar ki, şarabın tadı ikiye katlandı.

Eve gelir gelmez Tintilia'yı araştırdım.

Tintilia, İtalyanın Molise bölgesinde yetişen bir üzüm türüymüş arkadaşlar.

İngilizce'de crop yield derler, yani ekin randımanı, yani metre kareye yada dönüm başına aldıkları ürün miktarı çok düşük olduğu için bir süre ekmeyi bırakmışlar. Az daha nesli tükeniyormuş, son anda yeniden ekmeye başlamışlar.

Crop yield'in düşük olması aslında üzümün kalitesi bakımından genelde iyi bir göstergedir. Düşünün, toprağın, güneşin, yağmurun nimetlerini daha az sayıda üzüm paylaştığından, tatları da bir o kadar güzel olur. Yurt dışında yaşayanlarınız beni daha iyi anlayacaktır, marketlerde antibiyotiklerle, genetik oynamalarla yetiştirilen, kolum kadar büyük ama saman tadında salatalıklardan sonra memlekete geldiğimde küçücük ama güzelim tatlı salatalıklara, kavunlara, karpuzlara saldırırım.

Tintilia üzümü de işte bu yüzden küçük ve full-body şarapla sonlanan bir üzüm olmasına rağmen, normalde merlot gibi büyük ve etli üzümlerde bulunan meyve aromalarını da barındırabilmiş. Bunun sayesinde ortaya koyu, kıpkırmızı, kalın ama aynı zamanda buram buram meyve bir şarap çıkmış.

Tinto İspanyolca'da kırmızı demek olduğundan İspanyollar bu üzüme sahip çıkmışlar. Bir ara da Sardunyalılar yok bu üzüm bizden diye atlamışlar. Ancak DNA testleri göstermiş ki, Tintilia tamamen Molise bölgesine özgü bir üzümmüş ve Romalılardan önce bile bu bölgede yetişiyormuş. Başka bir deyişle Alparslan atının kuyruğunu bağlayıp Malazgirt kapılarına dayandığında bu şarap bin iki yüz yıldır içiliyormuş!

Bugün şarap denildiğinde yan gözle bakıp, konuşmak için izin aldığımız anlı şanlı Fransızlara şarap yapmayı Romalıların öğrettiklerini düşünürseniz, İtalyan şaraplarının gerisindeki birikimi daha da iyi anlarsınız sevgili arkadaşlar.

Tintilia'yı araştırırken benzeri adı duyulmamış bir dolu üzüm ve şarap türüne rast geldim. Demek İtalyan şaraplarından anlarım diyebilmek için önümde daha gidecek çok yol varmış. Ama bu yolda yürümenin zevki başka hiç bir yerde yok, ondandır çok mızmızlanmıyorum :)

Tintilia şaraplarını İsviçre'de hiç görmedim, belki karanlık köşelerdeki raflarda vardır ama yaygın olmadığı kesin. Bir sonraki gidişimizde İtalyadan bakacağız artık.

Sevgi ile kalın.

23 Ekim 2017 Pazartesi

Bu Günlerde Kendimi Hıyar Gibi Hissediyorum

Yıllar öncesinden kalma bir şarkı vardı bilmem hatırlar mısınız, bu günlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum diye?

İşte şu sıralar aynen öyleyim sevgili arkadaşlar. Elim hiçbirşeye gitmiyor. Ne yazasım var, ne oturup müzik dinleyesim. Nadir anlarda bir şey yapmaya başlasam da sonu bir türlü gelmiyor. Magandaların denize attıkları pet su şişesi gibi amaçsızca, bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalaya yalpalaya sürükleniyorum.

İki yeni projemiz var, ve doğal olarak biraz vakit alıyor ama onlara da pek öyle "umph" asılamıyorum.

Bu gün iki termos kahve içip, sekiz saat bilgisayarın başında reklam slaytları hazırladım. Böyle bol kafeinli ve zihin doldurucu aktivitelerden sonra, bilirsiniz, öyle cup diye uyuyamıyor insan. Ben de uzanıp aldım iPad'i elime ve sizlerle biraz dertleşeyim dedim.

Aman telaşa düşmeyin. Kılıçdaroğlu falan yazmayacağım. Tanrı size bağışlasın onu, ağzımı açarsam dişim kırılsın!

Zaten memleket meselelerini de yazmayı bıraktım. Bir sonucu olmadığı gibi, kendi kendimin de sinirini bozuyorum. Bu meyanda memleketi de sizlere ve hülooooğğğ'lara emanet ediyorum. Tepe tepe yaşayın 😀

Gelin çok ciddiyete dalmadan, hafif, hafif, tatlı tatlı geyikleyelim.

🐝Mezzy🐝 ve Jelena uyuyorlar, o yüzden kulaklıkta gecenin bu saatinin anlam ve önemine uygun tatlı bir müzik çalıyor. Omega isimli Macar bir gurubun Pearls in Her Hair isimli şarkısı. İsminden tanıyamadıysanız Youtube ya da Spotıfy'dan dinleyin, kesin hatırlarsınız.

Lise yıllarımda ilk defa dinlemiştim Omega'yı. Sonrasında paketlenip kalktı tabi. Taa ki iş için 2001 di yanılmıyorsam, Macaristan'a gidene kadar.

Eğer kentine iner inmez bir müzik mağazasına koşup ellerindeki bütün Omega CD'lerini almış, eksikleri de Budapeşte'den tamamlamıştım.

Böyle böyle, o zamaki işimin beni götürdüğü her ülkenin tabi ki rock müzik yapan guruplarını dinlemeye başladım.

İstisnasız her ülkede de çok özgün, çok başarılı müzisyenler ve bunların şarkılarını keşfettim.

Üç sene kadar yaşadığım Polonya'da bir taksideyken radyoda mükemmel gitar eşliğinde çalan rock şarkıyı duyar duymaz şoför'e bu kim diye sordum. O da bana şarkının adını söyledi, ben de bir kağıda anladığım kadarını yazdım.

Taksiden inip beraber yemek planı yaptığımız Polonyalı arkadaşa mağazalar kapanmadan şu CD'yi alalım mı diye miyavladım. O da sağ olsun tabi dedi, ve ilk gördüğümüz CD mağazasına daldık.

Tezgahtar hangi CD'yi istiyorsun diye sordu, ben de takside yazdığım kağıdı çıkarıp gösterdim. Kız kağıdı evirdi, çevirdi, baktı, bir daha baktı, "Nie razumiem - anlamadım" deyip geri verdi.

Yanımdaki arkadaş bu kez kağıdı alıp okumaya çalıştı ama sonunda o da ayıp olmasın diye sadece gülümseyip kağıdı geri verdi. Haliyle taksiciden duyup yazdığım kadarı Polonyacada çok manalı olmamıştı.

Polonyaca telaffuzu en zor dillerden biridir arkadaşlar. Bu dili konuşan bir tanıdığınız varsa mesela çok popüler isimler olan Grzegorz - ki bunca seneden sonra hala yanlış yazmış olabilirim ya da Krzysztof'u telaffuz etmesini isteyin, ne demek istediğimi anlarsınız.

O güne dönersek, taksicinin bana söylediği Polonyacadaki doğru hali "Bo do tanga trzeba dwojga" olan şarkı ismini nasıl uydurup yazdığımı artık siz düşünün.

Neyse ki yanımdaki arkadaş kağıda karaladığım abur cuburun içinde gördüğü tango sözcüğüne uyandı ve bu Budka Suflera olmasın dedi.

Tezgahtar kız şarkıyı çaldı ve hedef on iki, benim şarkı.

Taksici bana şarkının ismi yerine nakaratını söylemiş. Şarkının asıl ismi Takie Tango, söyleyen gurup ise Budka Suflera. Canavar bir şarkı!

Hemen aldım diski tabi. O günden bu güne üç ev, üç ülke değiştirmiş olsam da halen sapasağlam durur 😛

Polonya'dan başka bir favorim Urszula. Biraz daha pop ama Supernova isimli bir albümü var ki, baştan sona mükemmel dinlemelik.

Çek cumhuriyetinden, Kazakistan'dan, Romanya'dan, hatta Rusya'dan böyle cımbız çekimi favori müziklerim var, ama gelin onları tek tek sayıp yazıyı bir Billboard chart'ına çevirmeyelim.

Ancak yaşadığım yerlerde müziği en zengin olanı tartışmasız Sırbistan.

Müzik Sırpların, daha doğru deyişiyle eski Yugoslavların hayatlarının mütemmim cüzü. Herkes her yerde fanatik bir biçimde müzik dinliyor. Göreceli olarak küçük bir ülke olmasına rağmen Sırbistan'da herhalde Türkiyeden daha çok müzisyen ve müzik vardır.

Turbo Folk dedikleri bizim arabeskin modern aletlerle çalındığı felaket bir müzik türü var. Benim midem kaldırmıyor ama milyonlarca insan dinliyor bu müziği.

Ceca (Tsetsa okunuyor) diye bir hatun var mesela, bir konser veriyor, insanlar Bulgaristan'dan dinlemeye geliyor. Konser günü hayat duruyor, kavgalar çıkıyor, kıyametler kopuyor, vesaire... Yine Beşiktaşlı Toşiç'in karısı Jelena Karleuša da turbo folk söyler. Bizim Jelena çok gıcık olur bu hatuna hattızatında 😛

Ümit Besen'in Nikahına beni de çağır, şahidin olayım sevgilim gibi bir iki şarkısı kelime kelime çevrilip, genelde Bosnalı Şaban Bayramoviç falan gibi sanatçılar tarafından söylenmiş.

Sırpların kendi folk müziği, tür olarak yakın olduğum bir müzik olmasa da gerçekten çok severek dinlediğim şarkıları var. Bir de Niş'te yaşadığım üç sene boyunca o kadar çok dinledim ki artık bazı şarkıların Sırpça sözlerini ezbere biliyorum.

Katibim falan gibi bir iki ortak şarkımız da var, kim kimden çalmış bilemiyoruz tabi.

Ancak Sırp pop müziği bence gerçekten on numara. Örneğin Zdravko Colic diye bir müzisyenleri var ki sabah akşam hiç durmadan dinlenir. Mükemmel müzik yapıyor! Bir de yanılıp yenilip lokal şarkıcı muamelesi yapmayın. Bu arkadaş uzun bir süre Abba gurubunun anlı şanlı esmeri prenses Frida'yı boinklemiş 😜

Yine Karadağ'lı Vlada Giorgiev isimli bir popçularını da çok severim. İki kere canlı dinledim. Gerçekten güzel müzik yapar.

Herkesin bildiği Goran Bregoviç'in gurubu Bijelo Dugme (Bijelo beyaz, dugme de bizim düğme) için her halde çok reklam yapmaya gerek yok. Gerçek birer müzisyen bunlar, ancak Bijelo Dugme'nin üç farklı lineup'ı var ve müzikleri çok farklılık gösteriyor. Benim zevkime daha ziyade Zeljko Bebek hitab etmişti. İşin komiği, bu arkadaşları canlı olarak Sırbistanda değil, ilk defa Zürihte dinlemek kısmet olmuştu😛

Rock tarzında ise mükemmel bir maden bölgesi Sırbistan.

Çok güzel müzik yapan Van Gogh, Ekateeina Velijka gibi guruplar var tabi, ancak benim tartışmasız favorim Bora Corba.

Aslında gurubun adı Riblja Corba (Riblja balık, Corba da bizim çorba). Bora (Đorđević) ise grubun solisti ve en renkli üyesi. Tam bir bohem, tam bir rock virtiözü. Nefis bir müzikleri var. O kadar çok ve bir o kadar zevkle dinledik ki daha fazla nasıl üzerine basarak yazıya dökerim bilmiyorum.

İşte böyle.

Müzik evrensel bir dil. İstisnasız herkes bu dili konuşuyor, duygularını, zevklerini, arzularını dünyanın gerisi ile sınırsızca paylaşabiliyor.

Haftanız, hatta tüm hayatınız müzikli olsun.

🎶🎸

18 Eylül 2017 Pazartesi

Sunum

"Değerli yönetim kurulu üyesi arkadaşlar, herkese iyi günler diliyorum. Bu toplantıda size..."

"Bir dakika..., devam etmeden..., Kemal bey nerede? Onsuz başlamayalım."

"Az önce muhasebede gider makbuzlarını dosyalayan arkadaşla konuşuyordu. Gelmemiş mi salona?"

"Aman! Niye alıp getirmedin? İki saat sürer şimdi onun orda şeyetmesi. Gürselcim, bir zahmet kap gel onu, n'olur."

"Tamam, siz başlayın, ben koşup geliyorum hemen."

On beş dakika sonra...

"Kusura bakmayın arkadaşlar. Gider makbuzlarının bazılarında tarih yazılmamış, muhasebeci arkadaşla bir daha olmasın diye anlatıyordum. Bundan böyle, 1) Gider makbuzlarının üzerine tarih yazılacak, 2) Seri numaraları kontrol edilecek, 3) Taksiye binmişseniz mutlaka plaka yazılacak, 4)..."

"Sayın genel başkan, Sonda araştırmadan Çetin bey, geçen seçimde seçmen eğilimleri hakkında bir sunum içim burada. İsterseniz sunuma bir bakalım, sonra gider makbuzlarını hale yola sokarız."

-"Ne sunumu? O sunum Pazartesi günü değil miydi?"

"Bu gün Pazartesi sayın genel başkanım."

"Yapma ya! Yine mi atlamışız... Geçen CNN Türk'de Ahmet Hakan'a da Perşembe dedim, bütün gazeteciler yani yarın mı diye atladılar üzerime. Ayıp oldu, koskoca genel başkan bugün hangi gün, farkında değil gibi. Bundan sonra her TV programından önce 1) Günün tarihi, 2) Ertesi günün tarihi, 3) Haftanın önemli olayları bir kağıda yazılıp yarım saat önce bana verilsin."

"Derhal uygulamaya koyalım sayın genel başkanım. Şimdi arzu buyurursanız sunuma devam edelim mi?"

"Tabii, tabii devam etsin arkadaş..."

"Sağolun sayın genel başkan. Geçen seçimde dini hassasiyeti yüksek seçmen Cehapenin dini söylemlerini samimi bulmamış."

"Ya, bir türlü anlamadım ben bu siyaset işini. Recep kuran, kitap diyor, bu muhafazakarların hepsi ona oy veriyor. Biz de aynısını yapıyoruz, bir oy bile alamıyoruz."

"Aslı varken taklidine oy vermiyorlar sayın genel başkan. Hatta, böyle sapmalar yüzünden kendi seçmenimizin de aklını karıştırıyoruz."

"Valla anlamadım bu işi ben. Neydi adı, Eklemedim, Tekmeledim, onu aday gösterdik, ondan iyisini mi bulacaklardı, olmadı seçtiremedik. İstifa etti, gitti, Mehapeden aday oldu. O eski müftüyü milletvekili yaptık, yine oy alamadık, sonra o da istifa etti gitti. Gürsel, bu seçimde bir dinci bulabildin mi, aday gösterelim?"

"Sayın genel başkan, tam bu konuda... Yaptığımız araştırmaya göre seçmenin hassasiyeti bu seçimde dinden ziyada Kürt konusu üzerinde."

"Bu siyaset modadan daha hızlı değişiyor, bak şu işe. Gürsel, bir Kürt bul, aday gösterelim."

"Sayın başkan, bu Kürt konusu biraz farklı. Etnik aday göstermek yerine, çözüme yönelik irade beyanı istiyor seçmen."

"Haa... Öyle desene. Ben valla anlamadım bu siyaset işini. Eee, gerekiyorsa biz de beyan ederiz irademizi. Ercan, ne demiştik geçen seçimde bu Kürt şeyi için?"

"Sayın genel başkan, önce biz sosyal demokrat bir partiyiz, etnik sorun yaşayan bir halkı desteklemeliyiz demiştiniz..."

"Eeee?"

"Sonra da lan biz bu Kürtleri desteklersek ulusalcıları kızdırır, milli duyguları hassas seçmenin oyunu kaybederiz dediniz."

"Sonra?"

"Sonra da parti arşivinin rutubeti artmıştı, ne yapalım diye onu tartışmıştık..."

"Peki ne dedik sonunda seçmene?"

"Kürtler haklarını almalı ama Türkiye Cumhuriyeti de bir bütündür. Kürt sorunu çözülmeli ama bu çözüm herkesi tatmin etmeli falan dedik."

"Sayın genel başkan, araya girmeme izin verirseniz, yaptığımız araştırmaya göre kimse partinizin Kürt sorunu hakkımdaki görüşünü anlamamış."

"Üzüldüm şimdi bak. Altıyüzyetmişaltı maddelik bir seçim bildirgesi bastırıp dağıtmıştık bir de..."

"Peki bu seçimde ne yapalım sayın genel başkan?"

"Valla herşeyi bana soruyorsunuz. Geçen seçimin yıldızı Demirtaş naaptıysa onu yapalım. O başarılı oldu, biz de oluruz muhtemelen."

"Nasıl yani sayın genel başkan? Pekakalılara terörist değil de gerilla mı diyelim?"

"Sayın genel başkan, saz çalmayı biliyor musunuz?"

"Arkadaşlar, hep bir ağızdan konuşmayalım. Bundan böyle, toplantılarda 1) Konuşmak isteyen her kimse önce elini kaldıracak, 2) Adını soyadını söyleyecek, 3) Söz verildiğinde sesini yükseltmeden..."

Gürsel fısıldayarak:

"Muharrem, yine açıldık, bir toparla istersen."

"Sayın genel başkan, isterseniz bu basın özgürlüğüne ve medya üzerindeki baskılara değinelim."

"İyi dedin Muharremcim. Geçen televizyonda da söylediğim gibi ben bu savcıya savcı demem, o hukuk fakültesini bitirmiş mi, ona bile emin değilim, bitirmişse dört yıl mı okumuş, o da belli değil..."

"Sayın genel başkan, savcının tahsili esnasındaki devam durumunu bıraksak da basın üzerindeki baskılara gelsek?"

"Gelelim, gelelim, haklısın. Ben de bu sabah basından okudum, basın üzerindeki baskıyı."

"Sayın genel başkan, ben akşam sizi aradım, sıcağı sıcağına bir kınama yapın diye ama kimse açmadı telefonu."

"Geçen akşam geç saatte, Deniz de aramış, o da bulamamış. Akşam sekizden sonra kapatıyoruz telefonu, yaş kemale erdi işte..."

Aradan birkaç saat geçer. Sunum devam etse de, sunumu yapan kişi ikinci slayttan ileri gidememiştir. Sonrasında bir sandalyeye oturmuş, partililer tartışırken masada bulduğu kurabiye ve portakal suyu ile açlığını bastırmıştır.

Uzun tartışmalar sonunda, saat de akşam sekize yaklaştığından Kemal bey yeni seçim bildirgesini yazmaya karar verir.

"Yaz kızım, yeni seçim bildirgesi. 1) Cehape dine düşman değidir ama dindar da değidir. 2) Cehape Dindar değildir ama dindarlara da karşı değildir. 3) Cehape Kürt sorununa sempati ile bakar ve çözülmesini ister, ama Türkiye üniter bir devlettir." 4) Cehape basın özgürlüğünü savunur...."

"..."

"... 769) Cehape Türkiye merkez projesı ismiyle, Anadolunun ortasına bir liman yapacaktır. 770) Emeklilere bayramlarda çift maaş verecektir. 771) Şero'nun parazit aşıları her yıl düzenli olarak yapılacaktır..."

Fısıltıyla:

"Şero kim yahu?"

"Partinin kedisi."
"Partinin Kedisinin parazit aşısının seçim bildirgesiyle ne alakası var?"

"Valla gücüm kalmadı şimdi olurdu olmazdı diye dövüşecek. Yaz gitsin, nasılsa kimse 770 maddeyi okumayacak..."

İki ay sonra bir televizyon kanalında Kemal bey partisinin seçim bildirgesini izleyicilere tanıtmaktadır.

"Sayın seçmenler, Cehape iktidara geldiğinde: 1) Şero'nun parazit aşısı her yıl düzenli olarak yapılacak, 2) Basın özgürlüğü güvence altına alınacak..."

15 Eylül 2017 Cuma

Bir Jet Pilotunun Anıları

Ve bitti. Aynı gün de biterdi ama 🐝Mezzy🐝sağolsun, havuz başında kitap okuma günleri geride kaldı.

Son on sene boyunca beni en çok etkileyen kitap oldu İrfan Paşa'nın Bir Jet Pilotunun Anıları.

Beni doğup beş yaşına kadar yaşadığım Merzifon Hava Üssüne götürmekle kalmadı, belleğimde bölük pörçük kalmış bir çok boşta noktayı birleştirdi.

Sevgili babamın bir parçası olduğu dönemin havacılarının yaşamını, ailelerin çektiği zorlukları, devletin olanaksızlıklar yüzünden temin edemediği uçuş elbiselerini yamayan elleri öpülesi pilot eşleri, sinekten yağ çıkarıp dünyanın başka yerlerinde çoktan hizmetten alınmış yüzbaşı rütbesindeki bir Amerikalı pilotun görüp tanımakta güçlük çektiği C-47'leri on yıllarca havada tutan ikmal ve bakım personeli tek tek yaşlı gözlerimin önünden geçti.

Otuz sene önce birlikte uçtuğu başkadiklinin adını şükranla anan anlı şanlı tümgenerallerin camiası bu. Bugün her yerde zibil, beş kuruşa arkadaşını satan utanmazların değil.

Bu kitap beni yine ön kapısı şoförün çevirdiği kollarla açılan servis otobüslerine, "gayri faal" uçakların "kal" edilmesi gibi tabirlere geri götürdü.

Bunca seneden sonra üzerine bir yüz koyamasam da, kitapta bahsi geçen bir çok kişinin ismine aşinayım.

Bunlardan birisi, hem de kelli felli bir paşa, 1970'lerde, beni askeri birlikte tek başıma gezerken görmüştü. Yüzü kıp kırmızı kesilmiş, "Bu çocuğun burada ne işi var? Alın götürün bunu" diye bağırmıştı.

"Nalcı yüzbaşının oğlu" dediler, "Annesi de stok kontrolde çalışıyor"

Anlamıştı evde bana bakacak kimse kalmadığından babamla annemin işyerine gelmek zorunda olduğumu.

Kafasını kaşıdı.

"Öyleyse o da personel sayılır. Bir gazoz getirin oğluma" demiş, başımı okşayıp gitmişti.

İşte böyle.

Sevgiki Istemihan bundan daha güzel bir hediye bulamazdı benim için. Sağolsun, varolsun.

Sevgi ile kalın.

5 Eylül 2017 Salı

Saint Julien

Bu akşam "Vive la France!"...

Bordo'da, Rive Droite dedikleri, Dordogne nehrinin doğu kıyısında, Saint Emilion'dayız (yorumlardaki haritada nümero 21).

Buradan gelen Bordo, nazik, meyve kokulu Merlot üzümü ağırlıklı. Biraz Cabernet Sauvignon ve Franc da var tabi.

Merlot'muz nazik dedik ya, o yüzden geniş değil dar bir karafta demleniyor - hoş aslında gerçek karaf budur hattızatında, yani sapsız sürahi, o geniş, labaratuar imbiği gibi olana decanter derler ama argoda hepsi karaf oluyor işte 😝

Bu gelecek bir kaç haftanın sonuna kadarki son şarap akşamımız sevgili arkadaşlar, çünkü tatil geliyor. Şaraba devam tabi ama şarap akşamlarına ara sadece. Hem önümüzdeki iki hafta boyunca canım Türk şaraplarını içeceğim.

No more "Sante". ŞEREFE olacak abicim, anasını satayım🍷😍

---


Önemli not: Demek cidden tatile ihtiyacım var. Size Saint Emilion anlatıp, Saint Julien açmışım 😶

Rive Droite değil, Rive Gauche'dan gelme, Medoc bölgesinden ve sapına kadar Cabernet Sauvignon tabi ki. Şimdi karaf değiştiriyorum. Yine o Alman aklımı başımdan aldı - Alsheimer.

😝😝😝😇😇😇

Akşam görüşürüz...

Akşam!

Bir de Kemal efendiye şaşkın diye kızarım...

"Hayat averaj şarap içilmeyecek kadar kısa"
Bu akşam güzel bir şarap açayım dedim. Altı yaşında bir Saint Julien'la dokuz yaşımda bir Saint Emilion Grand Cru arasında gittim geldim. Sonra da hadi lan Merlot olsun bu gece anasını satayım deyip Saint Emilion'u alayım derken, Saint Julien'ı almışım.

Bir de oturup Saint Emilion şöyledir, böyledir diye anlattım 😇

Demek kalbimde o varmış 😜

Saint Julien, Bordeaux'nun en iddalı şaraplarından biri. Bu akşamki şişe ise tam bir içim su!

Yani "Hayat averaj şarap içilmeyecek kadar kısa" mottomuzu devam ettiriyoruz.

Herkesin gecesi mutlu, kutlu olsun 🍷

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Yeni Bir İnsan Tipi

Yeni bir insan tipi türedi anasını satayım!

Kendisi dana olup, danalardan, dinlemeyi bilmeyip, dinlemeyi bilmeyenlerden, konuşmayı bilmeyip, konuşmayı bilmeyenlerden, maganda olup magandalardan, hıyarın alası olup hıyarlardan devamlı şikayet eden tuhaf, kendini akıllı zannedip, aslen süzme salak olan, acayip bir tür bu.

Kendisi gibi olanlara kızınca ben hıyarım ya, onu bu eleştirdiği guruptan ayıracağım. Çünkü etkileyici sesinden ve ölümcül konuşma becerisinden etkilendim, hipnotize oldum anasını satayım 😜

Başka bir tür dingil gurubu daha var.

Bu tür de ha bire konuşuyor, ama konuşmalarında bir bütünlük, bir sonuç, bir sıra, bir düzen yok. Kervan yolda kurulur ya... bu cinler nasılsa ben akıllıyım, bağlarım bir yere diye alıyor sazı eline, konuşuyor da konuşuyor anasını satayım.

İngilizcede "platitude" derler, konuşmaları anlama hiçbir katkısı olmayan, boşluk doldurmaya yarayan böyle zırvalarla dolu.

Şimdi... aslında... öyle.... bir şekilde... aslen... fazlasıyla... muhteşem... inanılmaz...

Ne söyleyeceğini düşünüyor çünkü...

Ama susarsa gol yiyecek aklınca, o yüzden atış serbest, durmuyor tosun... Ne kadar hızlı, ne kadar çok şey söylerse o kadar etkili olacağını düşünüyor, uygar dünyanın uygar görünmeye çalışan neandertali.

Bazen zevk olsun diye konunun başlangıcını hatırlatıp, ne alaka diye soruyorum bunlara. Ama adam karpuz kabuğundan girmiş, konuşa konuşa Trump'a gelmiş, ben ya bunu bi karpuz kabuğuna bağlasana deyince, yavuz hırsız bırak utanmayı, hala bastırabilmek için bok beyni ile yırtıyor kıçını alakayı kurayım diye 😛

Konuştukça batıyor, battıkça kurtulayım diye daha çok konuşuyor, daha çok konuştukça daha da çok batıyor, muhteşem, inanılmaz, dehşet, bir şekilde sarmala düşmüş, harikulade bir tarzda, öylesine şimdi aslında daha da anlamını yitirmiş derinlemesine.... Sorry lan! I'm screwing with ya 😜

Listemdeki siz arkadaşlarımdan başka derdimi anlatacağım kimse kalmadı, kusuruma bakmayın 🙏

Listemde çoğunlukta olsanız da, sizin gibi uygar iletişim kurabileceğim kimseler azınlığın azınlığında.

Akşamın geyiği de bu olsun.

Sevgi ile kalın...

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Medoc ve Peynir


Bu akşam şarap akşamı sevgili arkadaşlar. Şarabımız altı yaşında bir Medoc. Onu demlenmeye bırakalım, akşama görüşürüz ❤️😍🍷

Onu demlenmeye bırakalım
Hayat güzelleşiyor sevgili arkadaşlar. Şarap ve muayyen peynir ve sonrasını sormayın bile... 😛

Nasılsa görgüsüzlüğe başladık, sonunu da getirelim bari...

Peynir çeşitlerimizin önemli olanlarını tanıtayım.

Bas gitarda kuzeybatıdaki Camembert peynirimiz. Ulvi entel, her konudaki engin bilgisiyle gönülleri kazanmış çav bella Soner Yalçın bugünkü hoşaf yazısında bu peynire dokındırmış 😛 Rivayet oymuş ki, Camembert pastörize sütle yapılana kadar yemesi tehlikeli bir peynirken, pastörize sütten sonra güvenli olmuş falan. Bu pastörize sütle yapılmış olsa da peynirin kendisi pastörize olmadığı için rivayete göre hala tehlikeli ama, olur o kadar işte...

Peynir orkestrası
Ritim gitarda güneybatıda Époisses dedikleri peynir var ki, Soner abi bunu fena atlamış. Çok geleneksel bir peynir Hem de hala bazı peynirciler pastörize süt kullanmıyor. Peynirin kendisi de aynı Camembert gibi pastörize değil. Ancak bu petniri Marc denilen canavar, konyak kılıklı bir alkolle yıkıyorlar ki, bakteri, makteri kalmıyor işte 😜 - bu vesileyle sevgili kardeşim Istemihan'a da sataşmış oldum 😍

Davullarda ise kuzeydoğuda Munster var. Baba peynirdir, biraz kuvvetlidir ama erkek adama böylesi gider zaten.

Vokallerde ise altı yıllık bir Medoc var.

Herkesin gecesi güzel olsun 🍷

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...