16 Eylül 2013 Pazartesi

Burgonya

Bugün eşim Jelenayla birlikte bir ara çok sıklıkla gittiğimiz ancak son günlerde ihmal ettiğimiz Fransanın Bourgogne bölgesine çevirdik rotamızı.

Bu diyarın İngilizcedeki adı Burgundy, Türkçemizde de bildiğim kadarıyla Burgonya.

Ancak bu Burgonya isminin altını kanımla imzalayamam. Tarih ve coğrafyada, ulema bu beldeyi başka bir isimle de anıyor olabilir diyelim ve lafı fazla uzatmadan, en azından bu yazı kapsamında Burgonya isminin doğru olduğunu varsayıp kelamımıza devam edelim.

Burgonya, Fransa'nın güney doğu bölgesinde, yani İsviçrede yaşadığımız Lozan kentine aşağı yukarı üç saat uzaklıkta bir bölge.

Burgonya tarihte bir "Dükalık", yani bir "Dük" 'ün hüküm sürdüğü bir ülke.

Burgonya Dükünün Şatosu
Bu Düklük, Kontluk, Baronluk ünvanlarını biz pek bilmeyiz. Benim yirmi yaşıma kadar bildiğim tek kont Drakula, tek baron da Tom Braks'ın arkadaşı Baron De Castaganac'dı. O yüzden öyle aklınıza köfteden bir ünvan gibi gelmesin diye söylemiş olayım, bu Burgonya Dükleri bayağı önemli adamlar. Mesela, Adamların bir sarayı var ki neredeyse Versailles dan büyük.

Bu saray da Dükalığın başkenti Dijon kentinde,

İşte Burgonya gezimiz bu Dijon kentinde başladı.

Üç kuruşluk gezmişliğime dayanarak söyleyebilirim ki Dünyada iki ülke benim gözümde tarihin, doğanın ve insanın gerçek birer sanat eseri olma ünvanını taşır.

Bu ülkelerden biri İtalya, diğeri de Fransadır.

Bu iki ülke de tüm yüzölçümleri ile birer açık hava müzesi olabilir. Bu ülkeleri ziyaret ederken rotanızı özel bir noktaya çevirmeniz gerekmez. Neredeyse gittiğiniz her şehir tarihiyle, mimarisiyle kalbinizi çalar.

Biraz daha ileri giderek söyleyebilirim ki Fransa deyince akla ilk gelen Paris, Cannes, Nis yada İtalya dediğinizde akla ilk gelen Roma, Venedik gibi şehirler görülmesi en az zevkli yerlerdir.

Dijon
Bu şehirler yılın dört mevsimi turist doludurlar ve o harala gürelede ne ağız tadıyla gördüklerinizden zevk alanilir ne de yeni bir şeyle karşılaşma fırsatını bulursunuz. Parise gidip zaten bildiğiniz Eyfel kulesine çıkar, Venedikte ise kimbilir kaç kez resmini gördüğünüz San Marko meydanını turlarsınız. Ancak çok azımız Genova, Verona, Annecy, Avignon yada Besançón'u gezi programlarımıza alırız.

Halbuki bu ve benzeri gizli güzellikler santim santim görülmesi gerekli tarihi miraslardır bendenizce.

İşte Dijon kenti de böyle bir "saklı mücevher" arkadaşlar. Yolunuz düşerse bir gününüzü ayırın.

Muhteşem Dükalık sarayı dışında katedralleri, her santimetre karesi ayrı bir tarih sokakları, anıtları ve yemekleri ile Dijon baştan aşağı bir açık hava müzesi.

Yemek demişken hemen dokındıralım.

Burgonya bölgesi yemekleriyle ünlü tam bir gourmet cenneti. Bir de tabii ki şarap konusu var ancak ona biraz sonra geleceğiz.

Dijon da Burgonya'nın başkenti olarak bu "Gourmet" ünvanını hakkıyla taşıyor. Eğer (benim aksime) biraz maceracı bir mideniz varsa Dijonda, ve tabii ki Burgonyanın geri kalan her şehrinde, hayatınız boyunca unutamayacağınız güzellikte yemekler yiyebilirsiniz.

Dijon Hardalı
Dijon'un bu "Gourmet" ünvanına yaptığı en önemli katkı ise dünyaca ünlü hardalı.

Dijon hardalının diğer hardallardan farkı ise yüz sene önce bir Dijonlunun hardal yapımımda kullanılan üzüm suyunu sirke ile değiştirmesi.

Süpermarket ürünü olmayan gerçek bir Dijon hardalı yemediyseniz mideniz sizi hayatınız boyunca affetmeyecektir. Jelena ile aldığımız bir kavanoz Dijon hardalının yarısını eve gelir gelmez götürdük bile.

Köpekle aramızda geçen ufak çaptaki aile kavgasını saymazsak Dijon gezimiz olaysız geçti diyebiliriz.

Önceki ziyaretlerimiz hep alel acele olmuştu, hatta bir keresinde Jelena'yla dört saatlik bir araba yolculuğundan sonra Dijona ulaşmış, bir restoranda soğan çorbası içip yarım saat sonra da geri yola koyulmuştuk.

Neyse ki bu kez biraz daha uzun vakit geçirebildik, şehrin önceden göremediğimiz bölgelerini dolaştık ve bonus olarak orta çağları sembolize eden bir festivalin bir bölümünü de izledik.

Eski bir başkent olan Dijon her ne kadar dünyanın en cazibeli şehirlerinden biri olsa da Burgonya'ya bizim ve hemen diğer tüm ziyaretçilerin geliş amacı genellikle başka bir motife dayanır.

Şarap...

Burgonya, içinde benim de bulunduğun birçok kişiye göre Fransa ve Dünyanın en iyi şaraplarının üretildiği bölgedir.

Burada bir parantez açalım.

Ukala şarap geyiği kadar sinir bozucu birşey yoktur.

Gene ukala şarap geyikçileri sadece ülkemizde değil dünyanın her yerinde bulunur ve dillerini dudaklarını şapırdatarak şarapın biraz fazla tanik, biraz az yoğun, ancak tam tadında aromatik olduğu şeklinde kimsenin doğrulayamayacağı yada aksini kanıtlayamayacağı şeyleri söyleyip insanların sinirlerini kaldırırlar.

O yüzden şarap geyiği yaparken biraz çekingen hissederim kendimi, gereksiz konuşup etrafımdakilerin canını sıkmamak için.

Ancak Burgonya'yı anlatırken şaraplarından bahsetmemek, genel rölarivite teorisini anlatırken Einstein'dan bahsetmemeye benzer.

Bütün bunların ışığı altımda, 'özürlerinizle' deyip biraz şarap üzerine yoğunlaşacağım.

Burgonya şarapları benim ilk tattığım sirkeden hallice şarap çeşididir.

Eski patronum çok sever bu şarapları. Sağolsun, yirmi sene boyunca büyük bir sabırla bana Burgonya şaraplarını anlattı ve tattırdı. Belki ilk göz ağrım olduklarından hala çok severek içerim bunları. Eski patronum ise bu günlerde yavaş yavaş Bordo şaraplarına dönmekte :)

Burgonya'da günümüzde neredeyse tüm endüstri şarap üretimine odaklanmış durumda. Tüm bölge uçsuz bucaksız üzüm bağları ile kaplı.

Bu bağlarda neredeyse tamamen iki tür üzüm yetişmekte. Beyaz şarap yapımında kullanılan Chardonnay ve kırmızı şarap için kullanılan Pinot Noir.

Burgonya şarapları, ezeli rakibi Bordeaux şaraplarından bu noktada farklılaşır.

Bordo şarapları genelde Cabernet Sauvignon, Cabernet Franc, Merlot gibi değişik üzümlerin harmanından yapılırken kırmızı bir Burgonya şarabı sadece Pinot Noir türü üzümünden yapılır.

Üzüm bağları
Üzümün iyisi tepelerin yamaçlarında yetişir. Yamaçlar dikleştikçe genelde kalite artar çünkü üzüm bitkisi dikliğin verdiği açıdan dolayı daha farklı ve yararlı güneş ışınlarını alır.

Yamaçlardan aşağı inildikçe eğim azalır ve üzümlerin kalitesi düşer. Tepelerin altındaki düz ovalarda ise şarap yapımına en az uygun üzümler yetişir.

İşte bu sebeple Burgonya'nın üzerinde üzüm yetişen her parseli yamaçların konumu ve toprağın da kalitesine göre bir değerlendirme notu alır.

Tepelerin dik yamaçlarındaki parseller genellikle en kaliteli Grand Cru, aşağılara doğru daha az dik yamaçlardaki parseller ise ikinci kalite Premier derecelerini alırlar. Köylerin etrafındaki düz ovalardaki bağlar Village ve geri kalan tüm bağlar ise Regional değerlendirmesine sahiptir.

Bir fikir vermesi açısından söyleyeyim, yıllanmış, iyi bir şişe Burgonya Grand Cru şarabı yirmi bin dolar'a kadar fiyatlanabilir.

Bu parsele yani toprağa göre kalite belirleme, Bordo şaraplarına göre başka bir farkı ortaya çıkarır.

Bordo'da Grand Cru gibi değerlendirmeler toprağa ve burada yetişen üzüme değil, şarap üreticilerinin kendilerine verilir. Bu üreticiler üzümleri Bordo'dan almak kaydıyla istedikleri topraktan temin edip, yine istedikleri gibi harmanlarlar.

İşte bu yüzden, Bordo'da tarihten gelme gelenekle şarap üreticileri şato sahipleri olduğundan neredeyse tüm şaraplar şato bilmemne, şato falanfilan diye isimlenir.

Burgonya'da ise üzüm üreticileri ve şarabı şişeleyenler farklı olabilir. Yani siz de gidip Grand Cru değerlendirmesine sahip bir parselden gelen üzümleri kullanarak kendi adınıza bir şarap üretebilir, onu da Burgonya Grand Cru diye etiketleyip satabilirsiniz.

Burgonya şarap bölgeleri
By DalGobboM¿!i? - Own work, CC BY-SA 4.0, Link

Burgonya'nın en güzel şarapları Dijon'un güneyinden başlayan Côte d'Or bölgesinden gelir. Côte d'Or bölgesi hattızatında iki alt bölgeden oluşur, Côte de Nuits ve Côte de Beaune.

Bu iki bölgede ise Route des Grands Crus isimli, hayli ünvanlı bir yol vardır ki adından da anlayacağınız üzere en kaliteli üzümlerin yetiştiği köyleri birbirine bağlar.

İşte Dijon'dan sonra, Jelena'yla bu ünlü yola girdik ve rotamızı ilk durak olarak Côte de Nuits'nin belki de en güzel şaraplarının üretildiği Gevrey-Chambertin'a çevirdik.

Gevrey-Chambertin, dokuz Grand Cru parseli ile Côte de Nuit'deki en çok Grand Cru değerlendirmesine sahip köy.

Gevrey-Chambertin'a ilk kez bundan onüç sene önce gelmiştim. Bir arkadaşım aracılığı ile fazlasıyla bilinen bir şarap üreticisinin mahzenini gezme şansım olmuştu. Teknoloji adına gördüğüm tek şey etiketleri şişelere yapıştıram bir makineydi. Gerisi hep yüzyıllarca öncesindeki gibi.

Gevrey-Chambertin
Üzümleri devasa bir tahta presle eziyorlardı. Ben daha sormadan söylediler:

"Evet, bazı üreticiler üzümleri hala çıplak ayakla çiğneyerek eziyorlar..."

O yıllarda bu üreticinin şarapları o kadar popülerdi ki Gorbaçov'un Fransa'yı ziyareti esnasında, menüye koymuşlardı.

Üzümlerin preslenip, fıçılarda depolanmasına, sonrasında şişelenip yıllandırılmasına kadarki bütün süreçi hem göstermiş, hem de anlatmıştı.

Tütün endüstrisinde uzun süre çalıştığımdan biraz bilirim. Tarımsal bir ürünle çalışmak çok zordur, çünkü ham made çok değişkendir. Mevsimin uzun, kısa, yağmurlu, kuru, soğuk, sıcak olmasına göre ürünün rengi, tadı, aroması değişir. Üreticiden beklenen ise bitmiş ürünün her sene aynı tadı ve keyfi vermesidir.

Zorluk burada başlar.

Şarabın tadı, aroması ve içim keyfini sabit tutabilmek için bitkinin değişik konumlarından toplanılan üzümleri (ya da Burgonya'da pek olmasa da farklı üzümleri) doğru oranda karıştırmak, ilk preslemeden sonra kalan tortuyu değişik oranlarda yeniden presleyip harmana dahil etmek, preslenmiş şarapları doğru oranda yeni ve eski fıçılarda saklamak, fıçılarda yıllanma zamanının uzunluğu hep şarabın tadını sabit tutmanın yöntemleri.

Morey-St-Denis
Şarap içmeyi sevseniz de, sevmeseniz de, yapımının bir sanat olduğunu anlıyorsunuz böyle yerleri ziyaret edince.

Bu arkadaş işi öylesine ilerletmişti ki kendisine özel bir deney bahçesi yapmış, bu bahçedeki üzümlere suni olarak hastalık bulaştırıp yeni tedavi yöntemleri geliştiriyordu.

Route des Grands Crus'daki ikinci durağımız Morey-St-Denis köyüydü. Beş Grand Cru parseliyle iddialı bir köy olsa da her nedense benle pek yıldızı barışmadı, daha doğrusu tadı bana uyanına henüz denk gelemedim. Siz yine de benim böyle dediğime bakmayın. Birçok kişi Morey-St-Denis şarapları için ayılıp bayılmakta.

Bir sonraki köyün adı Chambolle-Musigny. Bu köyün hem şarapları, hem de kendisi çok güzel. Kahverengi taş binaları ile zaman içinde bir kaç yüzyıl geriye gitmiş gibi oluyor insan.
Chambolle-Musigny

Clos Vougeot
Sonraki durak Vougeot köyü. Bu köyün en ayırıcı özelliği etrafı tamamen duvarla çevrili Cote de Nuit'nin en büyük Grand Cru parseli ile muhteşem güzellikteki şatosu. Eski rahiplerin kurduğu ve bu büyük bağın ismi Clos Vougeot. Hem şaraplar hem de manzara on üzerinden ona çok yaklaşıyor.

Ancak gerçek süperstar bir sonraki köyde. Köyün ismi Vosne-Romanée, süperstarın ismi ise Romanée-Conti .

Romanée-Conti, dünyanın en pahalı kırmızı şarabı, nokta.

Bir şişesi yirmi beş bin dolara kadar alıcı bulabilmekte. Öyle bir şişe Romanée-Conti alıp eve de götüremiyorsunuz. Bir şişe Romanée-Conti alabilmek için yanında başka şaraplardan oluşma bir paketi de almanız gerekiyor.

Geçmiş zamanda dört arkadaşla birlikte para denkleştirip bir şişe Romanée-Conti - tabii ki yirmi beş bin dolarlık şişe değil - alıp birer kadeh içme gibi bir girişimimiz olmuştu ama sonuçlandıramadık.

Romanée-Conti böyle bir şarap sizin anlayacağınız.

Durum böyle olunca düldülün istikametini Romanée-Conti bağına çevirip gaza bastık tabii ki.

Bağın üzerindeki üzümlerin değeri milyon dolar seviyesinde olsa da bağın etrafında duvar, dikenli tel, mayın tarlası gibi şeyler yok. Bir medeni insandan diğer medeni bir insana yapılmış medeni bir uyarı levhası var sadece.

Diyor ki "Lütfen bağa girmeyin".

Jelena Romanée-Conti bağında
Jelena ilk sıradaki ilk üzüm bitkisinin yanında bir ninja-hırsız pozu verdi. Bir de gövdenin altında yere düşmüş bir tane üzüm bulup ağzına attı.

Ve tadını beğenmedi....

Bağın etrafında gezerken yine bir on sene önceki ziyaretten kalma bir anı geldi gözümün önüne.

Nur içinde yatsın, canım köpeğim Yumuk, kaşla göz arasında Romanée-Conti bağına çiş yapmıştı. O yılın şarapları muhtemelen ekstra bir pirimle satılmakta :)

Ve her gelişimde olduğu üzere aynı cevapsız soru aklıma takıldı.

Gözünüzde canlandırın. Sağınızda ve solunuzda üzüm bağları ve bu üzüm bağlarını ortadan ikiye bölen üç metre genişliğinde bir yol.

Solda Grande Rue 2, sağda Romanée-Conti
Bu yolun sağ tarafı bir dünyanın en pahalı şarabının yapıldığı bir bağ, üç metre solda ise şarapları neredeyse onda biri fiyatına satılan ikinci bağ. Aynı güneş, aynı toprak ve aynı üzüm.

Niye derseniz..... İşte ööle :)

Yorgunluk yavaş yavaş çökmeye başladı. Vosne-Romanée'de Jelena da köpek de arabadan inmeyi reddetti. Ben de tek başıma fotoğraf çekmeye gittim.

İşte bundandır ki rotayı Côte de Nuits'nin belki de en şirin köyü olan ve isminin de kaynaklandığı Nuits-Saint-Georges'a yani Aziz Jorj Geceleri'ne çevirdik.

Nuits-Saint-Georges
Bu köy diğerlerinin aksine sadece şarap üreticilerinin yaşadığı bir köy değil. Otelleriyle, kafeleriyle ve Burgonya'nın tadına doyamayacağınız yiyecek ve içeceklerini satın alabileceğiniz mağazaları ile tam bir konaklama yada duraklama noktası.

Bu köyün güzelliğini hayalinize yada Facebook fotoğraflarına bırakıyorum ancak yolunuz düşerse merkezdeki otelin bahçesinde bir Burgundy Trilogy ısmarlamanızı tavsiye ederim. Burgonya'dan üç çeşit şarap ve üç çeşit peynir.

Burgonyada bulabileceğiniz peynir çeşitleri hayal gücünüzü zorlayacak kadar çok. Karabiber, hardal, mantar, soğan yada kül kaplı tekerlek beyaz peynirler ve sayısız sarı peynir. Peynir Fransa'da kendi başına bir mutfak.

İçmek için ise - herhalde artık şarabı geçebilirim - ilk tavsiyem Marc de Bourgogne.

Şarap üretilen her bölgede suyu sıkılmış üzüm tortularının damıtılmasıyla yapılan kuvvetli bir alkol çeşiti bulunur. İtalyada mesela bu içkiye Grappa, İsviçre'de ise Lie derler. Bu içkinin Fransa'daki ismi Marc, Burgonyadaki ismi ise Marc de Bourgogne.

Yemek üstüne, genellikle kahve ile içildiğinden bu tür içkilere Digestive yani hazım içkisi derler ancak hazma herhangi bir yardımları olmadığı gibi bir de midenizi cayır cayır yakmak gibi zararlı etkileri vardır.

Ne olursa olsun ben Marc'ı çok severim.

İyi bir Burgonya Marc'ı yıllanmış satılır ve şişenin üstü mumla mühürlenir.

Benim gibi sormadan sazanlarsanız kendinizi bir bıçak ile saatlerce bu mumdan mühürü kazımaya çalışırken bulabilirsiniz. Halbuki şişenin ağızını bir süre sıcak su altında tutmak bu mühürü açmak için yeterlidir.

Grappa'nın aksime Marc buzdolabında soğutulmaz. Bir de çok içmemeye bakın çünkü adamı çok fena çarpar.

Burgonya'nın başka satın alınabilesi Gourmet ürünü ise baharatları. Ben pek girmedim bu baharat işine ancak hastaları çok.

İşte Nuits-Saint-Georges, bu tür malzemelerin ikmali için mükemmel bir durak.

Eğer Nuits-Saint-Georges'u kaçırırsanız benzeri fırsatları bizim de son durağımız olan Beaune'da bulabilirsiniz.

Nuits-Saint-Georges'dan ayrıldığımızda artık Côte de Nuits'yi geride bırakıp Côte de Beaune bölgesine geçmiş olduk. Côte de Beaune şarapları da tartışmasız mükemmel lezzette Burgonya şarapları içindedir.

Ancak benim ilk göz ağırım ve favorim Côte de Nuits'yi geride bıraktığımızda bu gezimizi ve bu yazıyı da sonlandırmış olduk.

Belki başka bir sefere Côte de Beaune bölgesini size anlatma şansım olur. Kim bilir...

Ancak tüm bu gezinin en üzücü anektodunu en sona sakladım, bitirmeden onu da aktarayım size.

Tüm bu gezi boyunca bir damla bile şarap içemedim, çünkü şoför bendim :(

Unutmayın, Burgonya'da birçok şarap üreticisi sizi hiçbir parasal karşılık yada taahhüt beklemeden mahzenine davet eder ve şaraplarını tatmanıza izin verir.

Sağlıcakla kalın...

30 Ağustos 2013 Cuma

Mamma Mia

Mamma Mia müzikali çıktığında Jelena'yla ABD'deydik. Bir Broadway showu hele bir de Mamma Mia olursa mükemmel olur dedik ama Broadway için çok geç kalmıştık, bilet bulmak mümkün değildi. Tarzan müzikaline razı olduk, Plan-B olsa da o da çok güzeldi.

Neyse...

New York'dan Las Vegas'a geçtik. Mamma Mia Vegas'ta da sahneleniyordu. Yine biletler satılmıştı ancak bu kez ikinci el bilet satan acentelerden birinde iki bilet bulduk.

Mandalay Bay otelinin amfi-tiyatrosunda güzelim ABBA şarkılarını aynı derece güzel Broadway-tarzı bir müzikalle birleştirmiş tadından yenmeyecek bir şov seyrettik.

Şimdi bayram değil, seyran deği niye bunları anlatıyorsun diyeceksiniz.

Çünkü şu anda TV'de Mamma Mia'nın filmi oynamakta. ilk defa seyrediyorum. Streep'li, Brosnan'lı, iddialı bir kadro ancak bir müzikal yerine bence bir belgesel olmalıymış.

Konusu da bir müzikalin ırzına nasıl geçilir...

O güzelim müzikal ucuz bir video klibine dönüşmüş.

İçim acıdı....

17 Haziran 2013 Pazartesi

Bokeh

Hadi biraz fotoğraf geyiği yapalım...

Haso fotoğrafçılar, fotoğrafını çektikleri şeyi geri plandaki kalabalıktan ayırmak için geri planda kareye giren diğer herşeyi flulaştırırlar.

Böylece fotoğrafı izleyenlerin gözü direkt olarak fotoğrafın konusuna odaklanır.

İnsan beyninin çalışma şeklinin bir sonucudur bu. Beynimiz gözümüzü öncelikle görünen en keskin detaya yönlendirir. Daha sonra daha az keskin, yani flu detaylara bakarız.

Bakalım fotoğrafçılıkta bu keskinlik işi nasıl yürüyor...

Fotoğraf çekerken lensin odaklandığı nesneler keskin, odaklanmadıkları ise flu çıkar.

İşte insan beyninin bu keskin detayı önce görme huyundan faydalanmak için dikkat çekmek istediğimiz nesneye odaklanır, onu mümkün olduğunca keskin yapmaya çalışırız.

Bu işin en kolay kısmı.

Yani keskin olmasını istediğimiz detayı vizörden yada ekrandan baktığımızda görünen küçük kırmızı karenin içine getirip çekme düğmesine yarım basarsak bir iki saniye içinde bir düt sesi duyarız ve kırmızı kare yeşil olur.

Bu da demektir ki konumuz olan ilk bakışta görülmesini istediğimiz keskin detayı yakaladık.

İşin zor kısmı fotoğraf konumuzu keskin yapmak değil, konumuz olmayan geri plan detayları flu yapmaktır.

Çünkü biz kameramızı onlara odaklamasak da bu istenmeyen detaylar hala keskin çıkma eğilimindedirler. Özellikle de küçük cep kameralarında.

Şimdi size üç-beş kelime ile bu istenmeyen detayları nasıl flulaştıracağımızı anlatayım.

Kameranızı bir noktaya odakladığınızda sadece bu nokta değil, bu noktanın önünde ve arkasındaki belli bir uzunluktaki alanda bulunan herşey keskin çıkar.

İşte odaklandığımız noktanın önünde ve arkasındaki herşeyin keskin çıktığı bu alana "Alan Derinliği" denir.

Alan ne kadar derinse üzerine odaklanan nesne ile birlikte arka ve önde daha büyük bir alan keskin detaylı görüntü verir.

Bunun tersi, alan ne kadar sığ ise odaklanılan cismin önünde ve arkasında daha küçük bir alandaki detaylar keskin çıkar.

Yazımızın hedefine yaklaşıyoruz.

Demek ki fotoğraf konumuzu keskinleştirmek için onun üzerine odaklanmak, konumuz olmayan detayları flulaştırmak için de alan derinliğini azaltmak gerekiyormuş.

İyi de alan derinliğini nasıl azaltırız? Başka bir değişle nasıl sığlaştırırız?

Bunun üç yöntemi var.

Ve bu üç yöntemi de elden geldiğince aynı anda kullanmalısınız. Sadece biri yada ikisini kullanmak çoğunlukla yetmeyecektir.

Lafı uzatmadan bu üç yöntemi anlatalım.

Bir. Diyaframı, yada İngilizcesiyle apperture'ı açabildiğiniz kadar açın.

Bunun için kameranızın çekim ayarını "A" yada "AV" 'ye getirin ve f/... değerini mümkün olduğunca düşürün. Bu değer düştükçe diyafram açılır.

Birçok kamerada bu diyaframın alabileceği en küçük değer yada başkaca deyişiyle en büyük açıklık f/3.5 - f/4.0 gibi bir değerdir. Eğer şanslıysanız, yani kocanız, karınız yada babanız size kameranızı alırken biraz paraya kıymışsa bu değer f/2.8 'e kadar düşebilir. Eğer GERÇEKTEN şanslıysanız f/1.2 - f/1.8 gibi bir değere kadar inebilirsiniz.

Geri planı flulaştırmanın ikinci yöntemi ise mümkün olduğunca odak uzaklığını artırmak yani "zum" yapmaktır. Siz zum yaptıkça görüntü büyür ve kareyi doldurmaya başlar, aynı zamanda odak uzaklığı artar ve alan derinliği düşer yani sığlaşır.

Üçüncü ve en etkili yöntem ise hiç de teknolojik olmayan, bayağı abbas işi bir yöntem.

Bir cümle ile fotoğrafını çekeceğiniz nesneye yaklaşabildiğiniz kadar yaklaşmak.

Burada amaç konu ile geri plan arasındaki uzaklığın kamera ile konu arasındaki uzaklığa oranını yükseltmek.

Çok matematik oldu, hemen bir örnekle açıklayalım. Kamera ile manken arasında diyelim bir metre var, manken ile arkadaki perde arasımda da bir metre.

Birin bire oranı bir.

Eğer mankene yarım metre yaklaşırsanız kamera ile manken arasındaki mesafe yarım metre olur, manken ile arkadaki perde arasındaki mesafe de bir kalır. Böylece oran iki katına, yani bir metre bölü yarım metreye çıkar.

Eğer mümkünse konu ile geri plan arasındaki mesafeyi de artırıp aynı sonuca ulaşabilirsiniz. Yani mankene "Yürü bakalım bir metre daha, uzaklaş bakiim perdeden" diyebilirsiniz.

Ancak konunuz bir dağ yada müzede bir heykelse kameranın konuya uzaklığını değiştirmek daha kolay olacaktır.

İşte böyle. Son olarak bu arka planı flulaştırmanın teknik isminin de Bokeh olduğunu söyleyip bitirelim.

Hadi bol bol dreamy creamy bokeh'li iyi fotoğraflar herkeze.

21 Mayıs 2013 Salı

Kara Büyü

Kim bilir kaç filim seyrettim, kaç kitap okudum Kara Büyü hakkında.

Kim bilmez Kara Büyüyü, Vudu İnanışını, Zombileri ve iğne batırılan kumaş bebekleri?

Ben söyleyeyim, Kara Büyü ve Vudu inanışının sahibi Haitililerle aynı adada yaşayan Dominikliler bilmez.

Eğer yalan söylüyorsam ne olayım. En az yirmi Dominikliyle konuştum, biri bile neden bahsettiğimi anlamadı.

Şimdi kafayı mı yedi bu? Ne anlatıyor böyle diyenleriniz için olaya bir açıklık getireyim ve bu kara büyü meselesi nereden çıktı arzedeyim.

Ben kendim öyle astrolojiye, sihire, büyüye müyüye inanmam ancak Haiti gibi böyle olağanüstü ögeleri barındıran kültürlerden fasine olurum (Burada "fasine" kelimesini spontane olarak uydurmuş bulunuyorum. İngilizce aşağı yukarı etkilenmek anlamına gelen "to be fascinated" 'i günümüzde hayli popüler olan Türkçenin ırzına geçme metodlarıyla dilimize uyarladım).

Vudu, Afrika kökenli bir din ancak Hristiyanlık dahil birçok dinden değişik ögeleri benimseyip inanç sistemine dahil etmiş.

Vudu inanışı Bondiyö adlı bir tanrının etrafında kurulu. Sözcüğün kökü Fransızca. Bon iyi, Diyö tanrı demek. Ancak Bu Bondiyö aslında o kadar da iyi bir tanrı değil. İnsan cemaati onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor, insanlarla herhangi bir ilişkisi yada iletişimi yok.

Vudu müritleri işte bu yüzden Bondiyö'ye inançlarını, kendileri ile iletişim kurduklarına inandıkları Loa isimli Bondiyö'nün emrindeki doğa üstü varlıklara ibadet ederek gösteriyorlar.

Loalar olağanüstü varlıklar olsalar da Vudu inanışı onları mistik, soyut, fiziksel olmayan formlar şeklinde tanımlamamış. Aksine her Lao fiziksel özellikleri fazlasıyla renkli ve vivid olarak tanımlı varlıklar. Örnek olarak, Loaların en ünlülerinden biri olan Baron Samedi (Baron Samdi ~ Baron Cumartesi) frak giymiş silindir şapkalı bir iskelet! Devamlı alkol ve puro kullanıyor, küfür ediyor ve karı kız peşinde koşuyor :)

Vudu inanışında üç türlü din adamı var. Honganlar erkek, Mambolar kadın Vudu rahipleri. Üçüncü olarak ise Vudu inanışının en renkli din adamları Bokorlar var. Bokorların en önemli özellikleri büyü yapabilmeleri. Bu büyü iyilik amaçlı Beyaz Büyü olabildiği gibi kötülük amaçlı Kara Büyü de olabiliyor.

Evet işte Zombileri ayaklandıran, kumaş bebeklere iğne batırıp düşmanlarına büyük acılar yaşatan (!) hep bu Bokorlar.

Bondiyö, Mambo, Bokor, Zombi, Kara Büyü, Baron Samdi, hatta Haiti ve Port-o-Prans sözcükleri hayatıma daha çocukken okuduğum ve şu anda adını bile hatırlamadığım bir kitapdan sonra girdi hayatıma.

Adını hatırlamasam da bu kitap benim üzerimde çok mu çok profaund ~ derin :) bir etki bırakmıştı. O gün bu gün Haiti'ye gidip o romanı yaşamasam da en azından bir yad etmek düşüncesi yaşadı benle birlikte.

Ve siz düşünün halimi. Haiti'ye yüz kilometre uzaktayım ve sınırı geçemiyorum. Eğer gidersen seni döverler, soyarlar, öldürürler diyorlar. Allah biliyor ya, Jelena olmasa yine de giderdim ama olmuyor işte anlayın.

Bu yüzdendir ki bUralara kadar gelmişken en azından bir Vudu bebeği alıp götüreyim istedim.

Ve başladım girdiğimiz her mağazada Vudu bebeği aramaya...

İşte yazımızın başladığı noktaya geldik. Ne acı ki Dominiklilerin Vudu yada toptan Haiti ile ilgili ne bildikleri ne de ilgilendikleri bir şey var. Tamamen kayıtsızlar.

Ben Vudu Bebeği anlamına gelen Voodoo Doll dediğimde tahta bebek anlamına gelen Wooden Doll dediğimi zannedip anlamsız tahtadan oyma siyahi yerli figürleri getirdiler. Kumaştan bebeği tarif edince de kıvırcık saçlı, etekli, elbiseli şirin mi şirin gerçek çocuk bebekleri satmaya çalıştılar. Bu bebekler o kadar sevimli ki onlara iğne batırıp yakacak Bokor bulsanız bile Bondiyö gazabını göndermeyi reddeder!

Baktık böyle olmayacak, bir Haitili bulup onla birinci elden konuşmayı düşündük. Burada ki tek problem ise Dominiklilere "Haitili misin?" diye sorduğumuzda bozulmaları.

Neyse ki yakındaki bitpazarından her gün otele gelip havuzun kenarında tezgah kuran satıcılardan biri olan Sweet Dave ~ Tatlı Deyv ile muhabbeti ilerletmiştim. Ondan bir iki kolye, üç beş şişe Mama Juana ve rom alınca iyi arkadaş olduk ve ona sordum Haitili, İngilizce bilen birini tanıyormusun diye.

"Buluruz gringo!" dedi ve iki tezgah ilerdeki bir satıcıyı getirdi. Adam Haitili olmasına Haitili ama yaratıcılığı sıfır. "Bu bebekler Haitide çok var ama burada bulunmaz." diyor, başka birşey demiyor. "Yarına getir bir tane." diyoruz, "Yarın kayınpederim ziyarete gelecek." diyor.

Yani hayır demece oynuyoruz. Sonunda "Tamam, yarına bir tane buluruz. Alış veriş merkezindeki ilk mağazaya gel." dedi ama ben beş yaşındayken anneme bundan güzel yalan söylüyordum.

Yine de gittik ertesi gün ancak beklendiği üzere "Nada"...

Dominik Cumhurıyeti'ndeki son tam hünümüzde bu sefer bitpazarına biz gittik Jelena ile. Yine her mağazaya sorma kaydıyla bir Haitili bulup getirdiler yanımıza.

Bebeği anlatıp sorunca "Tabii ki Kara Büyü'yü biliyorum amigo." dedi ve başladı anlatmaya:

"Bizim köyde bir Mambo var ki üç otu karıştırıp bir büyü ile seni istediğin yere gönderiyor. Gözünü kapayıp açıyorsun New York, Buenos Aires, istediğin her yerdesin..."

İçimden "Giderken o üç otu yanımda götürme yoksa New York'daki hapisaneleri de gösterir o Mambo sana..." dedim ama :)

"Bize kumaş bebek bulabilecek misin?" diye sorunca, "Noproblem amigo!" dedi, önce depozit istedi, sonra bebek başına yirmibeş dolar. Sizin anlayacağınız tezgah!

"Yok, istemiyoruz." dedik, döndük otele.

İşte size başarısız Kara Büyü maceramız. Umalım ki Haiti gelecekte biraz daha güvenli bir yer haline dönüşsün, ben de dünya gözüyle bir Kara Büyü göreyim.

Adios!

17 Mayıs 2013 Cuma

Dominik Cumhuriyeti

"Maniana" sözcüğü İspanyolca'da yarın anlamına gelir. Bu sözcükten türemiş olan "Maniana Pace" yani "Maniana Ritmi" denilen bir terim vardır ki genelde Orta/Güney Amerikalılar için kullanılır. Rivayete göre onlardan birşey yapmalarını istediğinizde size "maniana" yani yarına derler. Bu da anlayacağınız üzere o işin hiçbir zaman yapılmayacağı anlamına gelir.

Bu rivayet Güney Amerikanın her yerinde geçerli mi bilemem ama Dominik Cumhuriyetinde deneysel olarak ispatı bir daim mevcut.

İşte dünyanın cennetten kalma bu köşesinde hayat tamamen maniana ritminde yürümekte. İnsanlar neşeli, mutlu ve fazlasıyla arkadaş canlısı ancak herşey ağır çekimde unutulmuş bir filmi izliyormuşcasına yavaş ilerliyor.

Dokuz küsür saatlik uçak yolculuğunun sonunda uçak inip kapıya yanaştığında bu ağır çekim filim oynamaya başladı. Uçak durmuş, insanlar kabin bagajlarını indirmiş, koridor uzun uçuştan sersemlemiş ve bir an önce inmek için can atan iki yüz küsür yolcuyla dolmuş durumda ancak kapının üç metre ötesindeki körük bir türlü kapıya yanaşmıyor.

Beş dakika geçti, on dakika geçti, onbeş dakika geçti, körükte bir hareket yok. Hostes artık yolcuların yavaş yavaş yükselen gazabını savuşturup doğru hedefe yönlendirmek için bir anons yapma gereğini duydu:

"Sayın bayan ve baylar, körük niye yanaşmıyor, biz de bilmiyoruz. Lütfen sabrınızı koruyun ve biraz daha bekleyin. Dankeşön..."

"Yavol" dedik, beklemeye devam ettik. Napalım?

Neyse, biraz sonra körük yanaştı da bir Airbus dolusu yolcu kendisini alev alev yanan uçaktan attı dışarı. Biz de akıntıyla pasaport kontrol bölgesinde bulduk kendimizi. Tam sıraya girecekken bir görevli yanımıza yaklaştı ve kulağımdan tam içeri gürledi:

"Senin turist kartın var mı?"

"Yok abi" dedim. "Ben alaylıyım. Turist kartım yok ama çok gezmişliğim var. Olur mu?"

Küfür gibi geldi ki hem Jelenayı, hem de beni sıradan çıkarıp salonun diğer ucuna doğru sürdü.

Bu yeni sırada bir yirmi dakika kadar bekledik. Ben sonunda bir turist kartı beklerken yirmi dolar kadar bir parayı verdikten sonra elimize tuvalet kağıdı benzeri iki rulo fiş verdiler.

Demek turist kartı Dominik Cumhuriyeti abonmanı gibi bir şeymiş ki, biz bir kerelik girdiğimizden bize tuvalet kağıdı fişlerini uygun görmüşler.

Daha iki metre yürümeden başka bir görevli elimizdeki fişlerin yarısını parçalayıp kopardı. Biz "İstersen diğer yarısını da verelim" dedik, ancak görevli kabul etmedi ve gürledi:

"Onları gümrükçülere vereceksiniz!"

Emir büyük yerden, katlayıp koyduk cebimize parçalanmış fişlerin ikinci yarılarını ve yürüdük pasaport kontrolüne.

Bizim tüm pasaport, bilet ve diğer seyahat dökümanları Jelena'da durur. Bu yüzden de kuyruklarda hep önde o, arkasımda da ben olurum. bu sebeple Sıra bize geldiğinde Jelena hemen kontrol bankosuna yürüdü ve çantasını açıp pasaportları çıkarmaya başladı.

İşte tam bu anda Jelena'nın tam başının üstümden bir polis uzandı ve kontrol görevlisinin eline iki tane Amerikan pasaportu tutuşturdu.

Torpil sizin anlayacağınız.

Görevli Jelena'ya dönüp n'apayım gibisinden bir gülümsedi ve başladı diğer pasaportların işlemini yapmaya.

İşini bitirdiğinde Jelena bizim pasaportları adamın gözüne soktu.

Görevli bu sefer bizden uçakta doldurduğumuz adam başı iki nüsha çarşaf benzeri formları istedi. Jelena tam çantasını açıp formları verirken bu sefer bankonun diğer tarafından bir el uzandı ve iki tane daha lacivert Amerikan pasaportu koydu görevlinin önüne.

Görevli yine ne yapalım gülümsemesini gösterdi ve başladı yeni gelen pasaportların işlemini yapmaya.

Bu arada ben de bankoya, Jelenanın yanına gitmek üzere bir adım attım ama aşağıda bir şeye çarpıp durdum.

Kafamı aşağı çevirip neye takıldım diye baktım ki, bir metre yirmi santim boylarında Dominikli bir kadın, Jelena'yla benim arama kaynak yapmış.

Bana baktı ve gülümsedi.

Ben de gülümseyerek karşılık verdim. Sonra kadın kıçıyla kendine geniş bir yer açıp resmen Jelenayla bağlantımı kopardı.

Tam bu anda kadının sağından kocası kıçın kıçın geldi ve koluna girdi. Soldan da çocukları...

Bu esnada araya girenlerin momentımuyla ben sıranın gerisine doğru kaymaktayım ve Jelenayla aramız gitgide açılmakta.

Neyse, bu arada Jelena formları da görevlinin gözüne soktu ve araya girenlerden kaynaklanan hoşnutsuzluğunu AÇIKCA gösterdi. Görevli de durumu anladı ve başladı bizim işlemimizi yapmaya.

O ana kadar beni hemen arkasında zanneden Jelena kafasını çevirip beni göremeyince başladı bağırmaya.

"Bugiii, neredesin?"

Ben bir omuz darbesiyle aramızdaki kadının dengesini bozdum ve önüne geçtim. Haa, bir de geri dönüp gülümsedim kadına.

Ben geldiğimde görevli çoktan pasaportumu damgalamıştı bile.

"Gracias amigo" dedim ve Jelenayla birlikte valiz bantlarına doğru yürüdük.

Valizleri beklerken kulağıma sanki Türkçe birkaç kelime gelir gibi oldu ancak herhalda halüsünasyon dedim ve çok da önemsemedim.

Sıcak ve nemli ekvator havası daha kapıdan çıkmadan kendisini hissettirmişti. Artık resmi olarak dünya üzerinde bir cennet sayılan bu harikulade ülkedeydik. Havaalanı binasının içinde dört müzisyen o güzelim, insanın içini kıpır kıpır yapan latin ritimleriyle yöresel bir rasta şarkısı çalıyordu. Mutlu insanların diyarına gelmiştik ve mutlu olmamak için hiçbir bahanemiz yoktu.

Jelena kar ceketini çoktan valizlerden birinin içine tıkmıştı. Ben de sweat shirt'ümü çıkarıp belime sardım ve üzerinde bizim tur firmamızın logosu olan tişörtlü otobüs şöförünü yada otobüsün kendisini aramaya koyulduk.

Otobüsü yada daha doğru bir deyişle minibüsü bulup yerleştiğimizde şöför "İki kişi daha gelecek" dedi. "Muybien, no problem" dedik, başladık beklemeye...

"İki kişi" fazla gecikmedi. Valizlerini taşıyan Dominikli çocuk minibüsün arka kapısını açıp çantaları yerleştirirken bizi hola ~ merhaba diye selamladı. Ben de de hola diye karşılık verdim. Tam bu esnada yeni gelen çiftten kadın olanı da erkek olanına döndü ve...

"Ayy Cengiz ben bu kelimeyi biliyoruuuum!" Dedi.

Ne var bunda işte, altı üstü yurt dışında iki Türkle karşılaşmışsın diyebilirsiniz. Ancak inanın bana çok kaka bir durumdur bu, yani sizin bir Türkü görmeniz ancak onun kapsama alanında başka bir Türk olduğunu bilmemesi.

Benim başıma çok geldi, oradan biliyorum.

Yurt dışında Türkçenin başkaları tarafımdan anlaşılmaması insana bir rahatlık verir ve başlarsınız bu rahatlıkla sallamaya.

Alın size en hassosu, kendimden örnek.

Yirmi seneden fazla oldu, Kophenag'da şöför nasılsa anlamaz diye bir taksinin içinde sallıyorum:

"Bak hayvana... Bizim memlekette taksiciler gece gündüz demeden oniki saat direksiyon sallar, bu, Mercedes'in içinde on dakikada bizimkilerin bir günde kazandığından fazlasını kazanıyor, adalet mi bu?..."

Bununla da kalmadım, Türkçemizin renkliliği ile şöförün muhtelif organlarına birkaç göndermede de bulundum.

Gideceğimiz yere olaysız geldik. Şöför kredi kartını makineden geçirdi ve temiz bir Türkçeyle "Beyefendi, şurayı imzalayıp alttan ikinci nüshayı alın" dedi.

Nasıl utanmıştım...

Başka bir defasında, Annecy'de Jelenayla yürüyoruz, kafamın içinde de o sıralar İnternette dinlediğim "Al İpek Yeşil İpek" türküsünün küfürlü versiyonu çalıyor.

Bir ara Jelena döndü ve "İkidir yoldan geçen üçbeş kişi sana bakıp bakıp gülüyorlar. Niye ki?" diye sordu.

Kafama o an dank etti. Farkında olmadan nasılsa anlamazlar'ın verdiği rahatlıkla şarkıyı mırıldanmaya başlamışım:

"Al ipek, yeşil ipek, kaytan ederler, vay ananın...."

Ne güzel bir Kerkük türküsüdür aslı...

Böyle işte.

İşin kötüsü, bu durumlarda, nasılsa anlamazlar havasındaki arkadaş sallamaya başladığında, zart diye atlayıp "Baba ben Türküm, öyle abur cubur konuşma" da diyemezsiniz. Uygunsuz kaçar. Bir incelikle karşıyı üzmeden bir bahane bulup Türk olduğunuzu söylemek zorundasınızdır.

Zamanlama burada hayati önem taşır. Eğer Türk olduğunuzu söylemekte gecikirseniz karşınızdaki kişi sallamaya başlar ve iş işten geçmiş olur.

Zor iştir sizin anlayacağınız...

Hikayemize dönersek, yeni gelen çiftin Türk olduğunu anlar anlamaz hemen bir bahane bulmam gerekti ve buldum. Konuşma daha fazla ilerlemeden kamerayı erkek arkadaşa verip Türkçe, bir resmimizi çeker misin diye sordum.

Biraz şok oldular ama hemen toparlandılar, akabinde "Tabii ki, verin makineyi çekelim" konumuna geldik ve iş kontrolden çıkmadan başarılı bİr müdahale ile olayı bağladık.

Bu arada Dominik Cumhuriyetinde, abuk sabuk bir minibüsün içinde, fazlaca da manalı olmayan bir resmimiz oldu Jelenayla böylece...

Modern hayatın getirdiği yeni bir ihtiyaç var artık tatil planlarımızda, WI-FI. E-Mail'lerimize ulaşımdan evdeki muslukların kontrolüne kadar artık hayatımızın bir parçası haline geldi bu İnternet. Bu sebeple biz de her gittiğimiz yerde olduğu gibi Dominik Cumhuriyetinde de daha odamıza bile gitmeden otelin lobisinde İnternet bağlantımızı satın aldık.

Ancak öyle karmaşık bir paket ki Einstein zor çıkar işin içinden. 25 saat bağlantı ancak 6 günde kullanılması gerek. Bir günde en çok 4 saat bağlı kalıyorsun ancak istisnai olarak bir saati bir kerede de ek olarak kullanma şartıyla.

Yani ölme eşeğim ölme...

Uzun uçuştan sonra tek şarjlı cihaz Jelena'nın iPad'i kalmıştı. Hemen onunla bağlanıp acil işimizi gördük. Sonrasında telefonla bağlanmaya çalıştım...

Nada.

Biraz login ekranına bakınca olay daha anlaşılır hale geldi. Meğer her paket sadece bir cihaz içinmiş.

Saçma bir kural da olsa kural kuraldır. Ancak buradaki tek problem bu bağlantı paketini satan amigo'nun bu tek cihaz kuralını bana söylememiş olması. Neredeyse en çok kaçıncı dereceden akrabalarımızın hangi koşullarda ve istisnalarda İnternet bağlantısını kullanabileceğine kadar lüzumlu lüzumsuz en küçük detayı bile anlatan arkadaş bu can alıcı noktayı atlamış!

Kağıdı kaptım ve lobiye gittim. Birbirimizi önce "Hola" 'ladık ve somra da yumruklarımızı tokuşturup rasta selamı verdik.

"İlk önce eşimim iPad'inden bağlandım. Sonrasında kendi telefonumdan bağlanmaya çalıştığımda bağlantı rededdildi çünkü her bağlantı tek cihaz içinmiş. Bu tek bağlantı hakkımızı telefona çevirebilir misin?" diye sordum.

O da "İlk önce eşinin iPad'inden bağlanmışsın. Sonrasında kendi telefonundan bağlanmaya çalışırsan bağlantı rededdilir çünkü her bağlantı tek cihaz içindir." dedi.

Şaka yapıyor zannettim.

Güldüm. "İşte problem de bu ya..." dedim, "Bu bağlantıya telefonda ihtiyacımız var, iPad'de değil. Bu tek cihazı telefona çevirebilir misin?" diye bir daha sordum.

O da "No, no, no amigo, it's impossible" yani mümkün değil dedi.

"Porke ~ niçin?" diye sordum.

O da "İlk önce eşinin iPad'inden bağlanmışsın. Sonrasında kendi telefonundan bağlanmaya çalışırsan bağlantı rededdilir çünkü her bağlantı tek cihaz içindir." dedi.

"Bak amigo" dedim, "Bana niye bu problemi yaşadığımı yeniden anlatma, zaten nasıl bu duruma geldiğimizi sana ben söyledim. Sadece iPad yerine telefonu kullanmak istiyorum. Değiştirirmisin?" Diye bir daha sordum.

O da "No, no, no amigo, it's impossible" yani mümkün değil dedi.

Bir daha "Porke?" 'ledim.

O da "İlk önce eşinin iPad'inden bağlanmışsın. Sonrasında kendi telefonundan bağlanmaya çalışırsan bağlantı rededdilir çünkü her bağlantı tek cihaz içindir." dedi.

Sinirlenmeye başlamıştım. Amigo da bunu farketti ki çıkardı ağızımdan baklayı.

"Bak amigo, senin için yirmibeş dolar ne ki? Ama benim için bir günlük yemek parası. Al bir tane paket daha, çözülsün problemin..."

Olayın rengi tamamen ortaya çıkmıştı. Tam pazarcı tezgahı... Sormuş olmak için sordum. "Arayabileceğim bir teknik destek numarası var mı? Belki onlar yapabilir bu değişikliği".

Cep telefonunu çıkarıp salladı. "Teknik destek hattı...".

Sonra yine sordu "Hazırlayayım mı yeni paketi?".

"Over my dead body!", yani ancak cesedimi çiğnersen dedim ve çıktım dükkandan.

"Vaya con dios amigo, ben burdayım fikrini değiştirirsen" diye bağırdı arkamdan.

Artık bu iş bir gurur meselesine dönmüştü. Ölür de almazdım ikinci paketi, 3G maliyetinin yirmibeş doları bir kaç kez katlayacağını bilsem de kızılcık şerbeti durumları sizin anlayacağınız.

Bu satırları yazarken hala bir iPad üzerinden İnternet bağlantısını paylaşmanın yollarını aramaktayım :)

Onbeş saatlik yolculuk ve otele yerleşene kadarki koşuşturma bir ölçek fazla gelmişti ikimize de. Ancak tüm bu rahatsızlıklar mayolarımızı giyip kendimizi havuza attığımız an tarihin karanlık sayfalarına gömülmüştü bile.

Hindistan cevizi ağaçlarının gölgesinde, Dominikan melodileri eşliğinde boğazımıza kadar suyun içinde Banana Mama kokteyllerimizi yudumlarken ikimiz de artık sonunda tatilin başladığını anlamıştık.

Artık Dominik Cumhuriyetindeydik...

Dominik Cumhuriyeti, Antillerde Küba'dan sonraki en büyük ada olan Hispaniola'nın doğu tarafında yer almakta. Adanın batısında ise Haiti var. Dominik Cumhuriyetinin başkenti Santa Domingo ve adanın güneyinde bulunmakta. Biz ise adanın kuzeyinde Haiti sınırına yakın bir şehir olan Puerto Plata'dayız. Eğer buralara yolunuz düşecekse bir de doğudaki Punta Cana kentini not edin. Seksi bir Dominikan tatili için birebir.

İklim ise tamamen tropik. Güneş cayır cayır! Bulutsuz masmavi bir gökyüzünden kapkara bulutlar ve bardaktan boşanırcasına tropik bir yağmura geçiş süresi on beş dakika. Yağmur sanki başınızdan aşağı birisi sıcak su döküyormuş gibi. Kimse yağmuru iplemiyor çünkü kısa sürede sonlanıyor ve güneş geri geliyor.

Bu kadar yağmurla tabii adanın her yeri yemyeşil. Neredeyse bitkisel hayat betonların üzerinde devam edecek.

Tropik her yer gibi börtü böcek bol. Sivrisinekler ise malesef yirmi dört saat görev başında.

Tropik iklimin faydalı tarafı ise o adını bile bilmediğimiz meyveler ve meyve suları. Muz ise buranın ekmeği gibi, kızartması, haşlaması, buğulaması, her bi şekli var.

Yemekleri Meksika kadar başarılı değil ancak benim deniz mahsulsüz diyetim iyi bir referans olmayabilir. Jelena balıklardan had safhada memnun ve mutlu.

Milli içki ise tabii ki rom. Rom sevmeyenleriniz bile bu roma bayılacaktır. Öyle duty-free işi Bacardi'ye benzemiyor. Çok mu çok güzel. Bir de Karayip kokteylleriyle mükemmel gidiyor.

Mama Juana
Bir de içkiden sayarsanız Mama Juana isimli bir yöresel içecek daha var. Telaffuzu yüzünden bir narkotik olan marijuanna ile karıştırmayın. Ağaç kabukları ile rom, şarap ve balı karıştırarak yapıyorlar. Temel fonksiyonu bir afrodizyak olması ancak ne sorarsanız ona iyi gelir diyorlar. Baş ağrısı, mide yanması, kanser, kısırlık, iktidarsızlık, kalp yarası... Kısaca herşey :)

SADECE TATMAK AMAÇLI olarak birkaç kez denedim. Her defasında tadı farklıydı ancak çok güzeldi. Ufak bir şişe götürüyoruz eve. Yolu düşenler deneyebilir.

İnsanlar ise haddinden fazlasıyla iyi ve arkadaşça. Ancak çürük elmalar her yerde var ve bunların çürükleri de gerçekten ciddi çürük çıkıyor. Bu sebeple suç almış başını gitmiş. Her ne kadar bu güvenlik problemi tatilcileri otellerimdeyken etkilemiyor olsa da mesela akşam şehire yalnız başınıza gitmeniz mümkün değil.

Puerto Plata Kalesi
Normalde bizim gözümüz karadır, öyle kibar turist gibi gezmeyiz, ancak itiraf ediyorum burada tırstım. Orijinal planlarda Santa Domingo ziyareti olmasına rağmen bizden başka kimse gitmek istemediği için turun iptal edilmesinin ardından araba kiralayarak yada kendi başımıza otobüsle gitmek yemedi açıkçası.

İnsanlar ise tüm Orta Amerika ülkeleri benzeri, yerlilerle Avrupalı kolonicilerin ve Afrika kökenli kölelerin karışımları. Adanın bu günkü Haiti olan bölgesini Fransızlar, Dominik Cumhuriyeti bölgesini ise İspanyollar kolonileştirmiş. Bu yüzden Haitinin dili, insan ve yerleşim yerlerinin isimleri hep Fransızca. Aynı şekilde Dominik Cumhuriyetinin de her şeyi İspanyolca.

Kristof Kolomb'un Amerika'da ayak bastığı ilk yer olmasada ilk seyahatinde ayak bastığı bölgelerden biri Hispaniola adası, ancak en önemlisi, yeni dünyada kurulan ilk Avrupa yerleşim merkezinin Santa Domingo olması. Amerikadaki ilk kilise de bu şehirde yer almakta. Pek telaffuz edilmese de kitlesel olarak ilk defa ırzlarına geçilen yerliler de bu adamın yerlileri olsa gerek.

Günümüzde bu insanların kökenleri, mesela "Haitililer Haitinin yerlileri ile Fransızların karışımıdır" gibi öyle masumane anlatılıyor ki duyan da Fransız kolonistlerin Haitililerle aşk evlilikleri yaptığını düşünecek.

Puerto Plata
Puerto Plata'da gezinirken bir mağazada genç bir satıcıyla geyiklemeye başladık. Sohbet koyulaşınca dayanamadım sordum Haitililerle aranız nasıl diye. Nasıl can damarına dokunduysam on beş dakika bana Haitililerin Fransız kökenleri yüzünden ne kadar kötü, işe yaramaz insanlar olduklarını anlattı ve Fransızlar yerine İspanyollar tarafından ırzına geçilmenin faydalarını sıraladı.

Güler misin, ağlar mısın? Beyaz adamın altınlarını alması, kadınlarının ırzına geçmesi, erkeklerini köleleştirmesi, getirdiği hastalıklarla halkını telef etmesi, yaptığı tüm zulüm ve soykırım bu günün insanının gurur kaynağı olmuş neredeyse.

Bir sonraki mağazadaki amigo'nun aklı başka yerdeydi. Jelena incik boncuklara bakarken hop çekti beni kenara. Fısıldayarak bir sonraki tatilde Küba'ya git, bir dolara istediğin kadar yersin dedi. "Fo tu dolla, yo fok evr voma" yada seviyeli çevrisiyle iki dolara da her kadınla birlikte olabilirsin.

Gücü gücü yetene... Kim kimi yakalarsa götürüyor yani :)

İnsanların uğraşı çoğunlukla turizm ve onun yan sanayileri. Adada kakao ve kahve gibi egzotik ürünler yetişiyor ancak bölgeye özgü şekerkamışı ve muz tarımı da yapılıyor.

Şekerkamışı rom'a, kakao da çikolataya dönüşüyor.

Ancak buradaki çikolata öyle süpermarket çikolatasına benzemiyor.

Saf çikolata
Yine bir mağazada satıcı çocuk plastik bir kovanın içinden şekliyle ve boyutuyla bir yumurtayı andıran simsiyah bir lop cismi çıkarıp elime tutuşturdu.

"Ne bu?" diye sordum, "Boşver ne olduğunu, ye..." diye buyurdu. Üzeri siyah ve mat bir tozla kaplıydı. Dış görünüşü ile sanki sertmiş izlenimini veriyordu. Bir diş aldım, içi meğerse yumuşakmış. Ancak birkaç saniye sonra o yoğun çikolata tadı ve aroması yayıldı tüm ağızıma. Çikolatayı daha önce bu derece saf haliyle hiç yememiştim.

Daha sonra bir cip turunda çikolatanın nasıl yapıldığını da gördüm. Kakao'yu toz haline getirip şekerkamışı şekeri ve hindistan cevizi sütüyle karıştırıyor, sonra da yamyam kazanı gibi bir tencerenin içinde, açık ateşin üzerinde kaynatıyorlar. Başka hiçbir katkı maddesi falan yok. Bir minik yumurta boyu saf çikolatanın tadı neredeyse bir kilo ticari çikolatadan alacağınız tada eşit.

Aynı turda hayatımda ilk kez kakao ve kahve ağacını da görmüş bulundum. Kakao "meyvesi" kırmızımsı bir uzun bir dutu andırıyor.

Kahve meyvesi ise en ilginç olanı. Kahve ağaçta yeşil renkli böğürtlen benzeri bir meyve (meyve diyerek botanik açıdan doğru tanımlamıyor olabilirim ama aklıma başka bir sözcük gelmiyor). Kahve kurutulmuş ve çekirdek haline gelmiş durumunda bile yeşil. Dominik usulü işlemede kahveye o tanıdık kahverengi rengini veren şekerkamışı şekeriyle kavrulması (kahvenin kahverengi rengi ve şekerkamışı şekeri :) bazı isimlerin köklerinden bahsederken böyle komik tanımlamalar çıkıyor işte). Şeker, ısı ile ortaya çıkan kahve çekirdeğimin şekeri ile birlikte karamelleşiyor ve ortaya kahvenin koyu rengi çıkıyor.

Ben öyle pek espresso türevi İtalyan kahveleri için deli olmuyorum. Çoğunlukla harmanlarında o acı tadıyla zevkimi kaçıran robusta türü kahve kullanıyorlar. Bir de o basınçlı buharla hazırlanışı yüzünden sanki kahve çekirdeğinden tadı güzel olsun kötü olsun her türlü maddeyi çıkarıp içeceğin içine karıştırıyormuş gibi geliyor (kahve işleminin kimyası konusunda çok bilgim yok, burada söylediklerim daha ziyade hissettiklerim üzerine).

Ben ise aksine çokça ve iyi kalite Arabikanın filtre ile süzülmüş halini seviyorum (kahve bizde Yemen'den gelir ne de olsa). Bu yüzden Dominik Cumhuriyetinde filtre ile hazırlanmış kahveden tazeliği ve yoğun aromasıyla inanılmaz zevk aldım.

Elle sarılan bir puro
Dominik Cumhuriyetinin başka önemli bir ürünü de puro. Sigara içerken çok severdim Dominik purolarını. Mesela Davıdoff Dominik orijinlidir. Normalde Havana markaları olan Cohiba, Monte Cristo gibi ünlü isimlerin Dominik versiyonlarını da gördüm ancak gerçek miydiler yoksa sahtemi bilmiyorum.

İddiaya göre her Dominik purosu elle sarılır. Ben bir puro atölyesi gezdim, en azından orada gördüklerimi gerçekten elle yapıyorlardı. Acayip meşakkatli bir iş. Merakınız varsa bir tane yakın ve deneyin derim, yoksa tütün kullanmadığınız için şanslı olduğunuzu düşünüp denemeyin :)

Ada insanları taş ve tahta işlemesinde çok başarılı. Gördüğüm bir atölyede taşları milim milim oyarak aklınıza gelebilecek tüm süs eşyalarından minik heykellere ve satranç takımlarına kadar herşeyi yapıyorlardı.

Dominik Cumhuriyetine özel Larimar isimli mavimsi bir renkte bir taş türünden yapılmış süsler ve incik boncuk da çok popüler. Tabii ki bölgedeki hemen her ülkede olduğu üzere amberden yapılmış süs eşyalarını her yerde bulabilirsiniz.

Adada ayrıca istemediğiniz kadar yağlı boya resim bulabilirsiniz. Sanatsal değerlerini ölçmeye yetkili sayılmam ancak rengarenk ve eğitimsiz gözüme çok güzel görünen resimler. Avrupa'ya göre oldukça da ucuzlar.

Bob Marley
Bütün bu resimlerin arasında bir portre var ki her gittiğimiz yerde istisnasız en az bir tanesini karşımıza çıktı. Bob Marley. Bobby buranın Zeki Müreni, Neşet Ertaşı.

Lokal müziği size sözlerle nasıl anlatırım bilmiyorum. O kadar kendine özgü bir Latin ki bıkmadan saatlerce dinleyebiliyor insan. Klasik Latin müziğini alın, Reggie ile harmanlayın, bir tutam Rumba, bir tutam da Salsa ritmi atıp hafif ateşte on dakika pişirin. Bir güneş batışı ve bol bol romla servis edin, tadından yenmeyecektir.

Başka ilginizi çekebilecek bir aktivite ise horoz dövüşleri. Horoz dövüşleri Dominik Cumhuriyetinde yasal. Biz biraz turist usulü, horozların birbirlerini öldürmedikleri bir vesiyonunu gördük ancak gerçek horoz dövüşleri çok popüler. Ufak köylerde bile horoz dövüşü arenalarını görebilirsiniz.

Horoz dövüşleri
Bunların dışında geriye kalan ise dünyanın en güzel kumsallarından biri ve skuba dalışıyla, snorkeli ile, wind surfing den kite surfinge kadar her türlü su aktivitesi ile rüya gibi bir tatil.

Bizim kaldığımız otel Playa Dorado yani Altın Kumsalda. İsmi gibi kumları altın renginde. Biraz yakınımızda Karayip denizine özgü bembeyaz kumlarıyla başka bir plaj var. Mart-Nisan aylarında yolunuz düşerse üremek için burada duraklayan balinaları da görebilirsiniz.

Yine biz gitmedik ama Paradise Island isimli bir ada snorkel sevenler için bir cennet diyorlar. Dizinizden aşağı sığ sularda bile yüzlerce çeşit balığı ve diğer deniz hayvanını gözleyebiliyormuşsunuz.

Yine ilginizi çekerse bir dizi mini şelaleyi ziyaret edip içlerinden kayarak ve yüzerek aşağı inebilirsiniz. Biz fotoğraf aşkına sadece ilk şelaleyi görebildik çünkü yolun gerisi fazlasıyla sulu ve takdiriniz üzerine her fotoğraf makinesi suyla pek arkadaş değil.

Buralara yolunuz düşerse Jeep Safari isimli bir turu almanızı şiddetle tavsiye ederim. Adı Jeep Safari de olsa sizi bir kamyonun kasasına bindirip dolaştırıyorlar. Ülkenin gerçek doğasını ve insanlarını bu tur sayesinde görme şansımız oldu. Amerikan tarzı işe yaramaz zip line yada ata binme turlarına kıyasla kat be kat eğlenceli ve samimi.

Playa Dorado
Günlük hayatta, gittiğiniz her yerde karşınıza size birşeyler satmak isteyen birileri çıkıyor ancak Türkiyedekiler gibi yapışkan, Kuzey Afrikadakiler gibi de agresif değiller. İstemiyorum derseniz rahatsız etmiyorlar. Eğer biraz niyetiniz varsa dikkatli olun, ağzınızdan girip burnunuzdan çıkarak sonunda size birşeyler satıyorlar.

Bizde bir laf vardır, pazarlık ederken satıcının fiyatının yarısını teklif et diye. Dominik Cumhuriyetinde bu kural satıcının fiyatının üçte birini teklif etmek şeklinde değişiyor. Pazarlıksız hiçbir şey satın almak mümkün değil. Bir örnek, kişi başına yüz yirmi dolar istedikleri bir turu ikimiz için toplam yüz on dolara aldık.

Ve bir de hayal kırıklığı, buraya gelmeden özellikle Haiti ile ünlü, vudu ve kara büyü bebekleri, iğneleri vesaire bulabileceğimi umuyordum ancak şimdiye kadar hiçbir yerde göremedim. Yine de umudu kesmedik. Bu yazıyı post etmeden bulursam sizi haberdar edeceğim.

Buralara kadar gelip de Haiti ve Santa Domingoyu göremediğimiz için üzgün olmamız dışında tatilimiz düşündüğümüzden çok daha güzel geçiyor. Dominik Cumhuriyeti kesinlikle yeniden görülebilecek bir ülke. Biz Jelenayla gelecek sene için Punta Cana planları yapmaya başladık bile.

Eğer dinlenip, denizin güneşin tadını çıkaracağınız, sakin bir müzik eşliğinde bir havuz barda dünyanın en güzel kokteyllerini yudumlayacağınız kebap bir tatil istiyorsanız Dominik Cumhuriyetinden iyisini zor bulursunuz.

Vize gerekmiyor. Uçuşlar da, oteller de göreceli olarak ucuz. Gelin ve görün derim. Vamos!

Adios ve Hasta la Vista (Baby)...

5 Nisan 2013 Cuma

Moskova

Priviyet!

Uçağımız Moskova havaalanından kalkalı belki bir yarım saat oldu. Yönümüz Cenevre ancak hala Rus hava sahasındayız.

Aeroflot, hala uçmanın bir zevk ve ayrıcalık olduğunu hissettirmeye çalışan üç beş nadir havayolundan biri. Uçağın havada olduğu her an bir şeyler ikram ediyorlar. Bu da ellerinde kredi kartı makinası, içtiğiniz her kahveye birkaç Euro geçirmeye çalışan EasyJet ile bayağı bir kontrast yaratıyor.

Uçağın sağ sağlim Cenevre'ye ineceğini düşünerek, Rusya gezimizi tek parça bitirdiğimizi söyleyebilirim.

Bu altı günde Rusya'nın havasını fazlasıyla kokladık. İlk durak Saint Petersburg'du, ikinci durak ise Moskova. Gelin size hala Rusya havasından çıkmamışken gezinin Moskova bölümünden de üç beş kelimeyle bahsedeyim.

Her şeyden önce Moskova’yı biraz perspektifine koyalım.

Moskova'ya, öyle bir tarih, sanat yada aşk şehri olarak tanımlamak bence eşyanın tabiatına aykırı. Moskova, benim ve çağdaşlarım için Sovyetler Birliğinin başkentidir, nokta.

Moskova demek en azından benin için Kremlin, Polit Büro, Kızıl Meydan, Lenin, Soğuk Savaş, Stalin, Kruşçev, Brejnev, KGB, Duma demektir.

Haa, bir de 007 :)

Yani eski Sovyet bloğunun başkenti, eski Sovyetler ‘in gururu.

Zaten uçaktan inip terminale girer girmez bir "Biz buraya gelen herkesi etkileriz kardeşim" havasını hissediyor insan.

Sheremetyevo havaalanı, öyle büyük ki bir terminalden diğerine yürümek yarım saat alıyor neredeyse. Onlarca jet köprüsü, yirmilerce uçak, yüzlerce işsiz güçsüz adam ve on binlerce metrekarelik bomboş, üzerinde hiçbir şeyin olmadığı terminal gayri menkulü. Yürüyorsunuz ama yürüdüğünüz yer sadece yer ve duvar. İşte bu devasa büyüklük insanı etkiliyor etkilemesine ancak biraz da sinirlendiriyor.

Önce havaalanından bir otobüs aldık şehrin merkezine doğru. Daha sonrasında ise adını binlerce kez duyduğum Moskova metrosunun bir istasyonuna attık kendimizi.

Ancak bir metro istasyonunda mı yoksa bir sanat galerisinde mi olduğumu anlayamadım bir süre.

Büyükşehir metroları genellikle banyoları hatırlatır bana. Duvarları ve tavanları çoğunlukla fayans kaplıdır. Duvarlardaki üç beş reklam panosunu ve istasyon isimlerinin yazılı olduğu levhaları saymazsanız istasyonlarda neredeyse fayanstan başka hiçbir şey yoktur diyebilirsiniz.

Metro istasyonundaki partizan heykeli
Moskova'daki bu adsız, sansız, izbe metro istasyonun girişinde ise beni bir heykel karşıladı arkadaşlar! En az üç metre boyunda, elinde, askerdeyken elime tutuşturdukları acemi tüfeği gibi bir tüfek olan, emmi şapkalı bir Rus partizanının heykeli...

Tavana zincirlerde bağlanmış kristal benzeri avizeler, duvarlarda baştan aşağı desenli kabartmalar, kapı üstü kemerleri, mermer yer kaplaması... Metroda değil Versay sarayındayız sanki...

Eski ancak temiz bir trene bindik. Bir noktada tren öyle bir hızlandı ki herhalde çizgi filmlerdeki gibi dağılıp, tuzla buz olacak, biz de havada bir süre ileri uçtuktan sonra kıçımızın üzerine düşeceğiz gibi geldi.

Neyse ki tren dağılmadı, biz de ilk metro değiştireceğimiz istasyonda indik. Bu yeni istasyon biraz daha büyükçe ve merkezi bir konumda.

Bu istasyonda ise her üç metrede bir emmi şapkalı bir partizan heykeli var...

Kafamı kaldırıp duvardaki bir plaketi okumaya çalıştım, anladığım tek şey 1946 sayısıydı. Yani bu günün standartlarında yaşlı sayılan ben kulunuzun doğumundan yirmi sene önce yapılmış. Ben doğmadan yirmi sene önce acaba Türkiye'de toplu taşım sözcüğü kimseye bir şey ifade ediyor muydu?

Moskova'da bir metro istasyonu
Metro değiştirirken bana Ankara’daki otuz beş sene öncesinin Yeni Karamürsel mağazalarının yürüyen merdivenlerini hatırlatan ahşap bir yürüyen merdivene bindik. Aşağıdan baktığımızda ben sonunu göremedim. En azından iki yüz metre uzunluğundaydı.

Bu arada ilk kez de bir iş koluyla tanıştım, "Yürüyen Merdivencilik".

Aşağı ve yukarı giden iki sıra yürüyen merdivenin arasında bir kulübe, kulübenin içinde de yaşlı bir kadın, kameralarla yürüyen merdiveni takip ediyor. Belli ki bir şey olursa yürüyen merdiveni durduracak.

Ancak büyük olasılıkla o "Dur" düğmesine bir kere bile basmadan emekli olacak. Gözünü sevdiğimin komünizmi... Bir iş olsun da, gerekli mi, gereksiz mi, hiç önemli değil!

Herhalde bir beş dakika dünyanın merkezinin bayağı yakınından yeryüzüne doğru tırmandık. Bizi otelimize götürecek trene bindik ve bir beş durak sonra yine emmi şapkalı bir partizan heykelinin bulunduğu istasyonumuza ulaştık.

Bu istasyonda yürüyen merdivenler yok, üzerinde yürünen klasik merdivenler var. Ne yapalım, proletarya yürür deyip başladık yüzlerce basamağı çıkmaya, Sonunda istasyondan geride bırakıp gün ışığını gördük.

Otelimiz, Moskova olimpiyatları sırasında yapılmış birkaç gökdelenden biri. Çok güzel, çok modern bir otel. Eğer Moskova'ya bir daha gelirsek başka otel aramaya hiç hacet yok. Ancak uyumaya gelmedik buraya. Hemen attık valizleri odamıza ve koyulduk yola.

Hedef Kızıl Meydan!

Tekrar Metroya bindiğimizde yavaş yavaş yer isimlerine aşinalığımız başlamıştı. Bir düşündüm ve sonra güldüm içimden. Çocukluğumun ve gençliğimin bir bölümünde bu yer isimlerini bir cümle içerisinde kullansaydım başıma ciddi işler gelebilir, sopa yiyebilir yada tutuklanabilirdim :)

Otelimizin metro istasyonunun adı "Partizanska", Kızıl Meydan durağımız "Revolutsiya", yani devrim! Cadde isimleri "Lenin", "Marks", "Komünista", "Gorki", "Dostoyevski"... Gel de alış bir anda kolaysa!

Kızıl Meydan durağımızdan yine dünyanın merkezine seyahat merdiveniyle yeryüzüne ulaştık. Yoğun bir kar yağışı var.

Birini durdurup "Kızıl Meydan nerede?" Diye sorduk, eliyle sol tarafı işaret etti. Bir iki yüz metre sonra sol tarafımda belki on şeritli, eli metre genişliğinde bir yol, sağ tarafımda devasa "Otel Moskva" binası ve tam karşımda kırkımızı Kremlin duvarlarının arasında, tepesinde altın kaplama bir yıldız bulunan bir kule!

Kızıl Meydan'dayız
Kızıl Meydandayız. Bana ve Jelena'ya farklı şeyler ifade etse de ikimizin ortak noktası "Vay be!" demek. O, çocukluğunun okullarında okutulan efsanenin, ben de çocukluğumdan beri korkutulduğum ezeli düşmanın can evinde, kalesindeyiz.

Bir elli metre sonra kıpkırmızı tuğladan duvarlarıyla Devlet Tarih Müze binasının solundaki kemerli kapıdan geçtik ve Kızıl Meydana girdik.

Yavaş yavaş, bir süper gücün başkentinde bulunduğumu idrak etmeye başladım. Moskova, sosyalizmin vitrini olmuş, hem yoldaş sosyalistlere, hem de sütü bozuk kapitalist ziyaretçilere "Etkilenin Lan!" diye bağıran bir şehir.

Ve etkilendik abi.

Jelena ve Kızıl Meydan
Kızıl Meydan her yönüyle etkiledi bizi.

Bir kere önce geometride anlaşalım. Kızıl meydan Taksim yada Tiananmen gibi simetrik bir meydan değil, uzunlamasına ilerleyen, dikdörtgen bir şekli var.

Kremlin'in kırmızı duvarları bu dikdörtgenin uzun kenarlarından birini baştan sona kaplamakta. Bu duvarların tam önünde ise Lenin'in mozolesi var. Ne yazık ki mozole beyaz, şişme bir çadır içerisinde kalmış, ne ziyaret, ne de mozolenin dışını görmek mümkün değil.

Dikdörtgenin ikinci uzun kenarında ise devasa bir tarihi bina. Bu tarihi bina öyle Dostoyevski'nin türbesi yada Stalin'in karargahı falan değil. Gum isimli bir alış veriş merkezi. Hem de komünizmin çöküp kapitalizmin Rusya’yı asimile etmesinden sonra ortaya çıkmış bir mağaza da değil bu Gum.

GUM Mağazası
Tam aksine, Komünizmin en parlak zamanlarının bir simgesi. İnsanların en basit ihtiyaç maddelerini bile almak için günlerce kuyruklarda beklediği o dönemlerde, Moskova'ya ziyaretin bir simgesi, her ziyaretçinin eve çocuklara bir şeyler aldığı bir mağaza.

Bir zamanlar Türkiye’mizde de vardı bu fenomen. "Lan ne güzel saat bu..." dediğimizde arkadaşlarımız "Amcam Hac'dan getirdi.", yada "Teyzem Almanya’dan almış." derlerdi.

Kızıl meydanı oluşturan dikdörtgenin kısa kenarlarından birinde kırmızı cephesiyle az önce de sözünü ettiğim Devlet Tarih Müzesi var. Bu bina her ne kadar güzel ve etkileyici bir bina olsa da meydanın diğer ucundaki Aziz Basil katedralinin yanında küçülüyor, küçülüyor ve kaybolur gidiyor.

Aziz Basil Katedrali
Aziz Basil katedrali benim tereddütsüz şimdiye kadar gördüğüm en güzel yapı. Zaten Kızıl Meydan yada Moskova denince akla gelen ilk simge. Rengarenk kubbeleri, kırmızı duvarlarıyla bir katedralden çok Disneyland'i hatırlattı bana. Jelena da ben de ilk gördüğümüzde ağızımız açık bir süre seyrettik hiç konuşmadan.

Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim, eğer Jelena da ben de bu katedralin içini gezerken ciddi bir şey kaçırmadıysak, dışardan ne kadar güzelse içerden de o kadar vasat. Bence vaktiniz sınırlı ise, içini görmeseniz de olur.

Kremlin ise bir imparatorluk sarayı. Bir kenarı Kızıl Meydan, diğer kenarı Moskova nehri boyunca ilerleyen, üzerinde gözetleme kulelerinin bulunduğu kırmızı bir duvarla çevrili bir kale. İçeride asıl saray binası ve birkaç katedral var.

Kızıl meydanın kendisi ise, işte bu yapıların arasında, arnavut kaldırımları ile üzerinde bu meydanla özdeşleşmiş askeri geçit törenleri için kullanılan beyaz ve sarı şerit çizgileri bulunan bir açıklık.

Birçok batılı diplomat ve casus yeni Sovyet teknolojilerini ilk kez bu meydanda gördü.

Kızıl meydandan Devlet Tarih Müzesi yönüne gittiğinizde sağda hemen pembe rengiyle dikkatinizi çekecek Kazan kilisesini, biraz sonrasında da Manezhnaya Meydanı'nı ve bu meydanın en büyük binası olan Moskva Otelini görürsünüz.

Bu Moskva Oteli ilk 1930 ‘larda yapılmış. Sovyet döneminde ise baştan aşağı yenilenmiş.

Otel Moskva, Sovyet günlerinde Moskova'ya gelen her ziyaretçinin kaldığı yada kalmak istediği bir oteldi. Sanki komünistlerin de biraz zevk sahibi olabileceğini göstermek için yapılmış gibi.

Sonrada bir başka Moskva oteli yapılmış, eskisi yenilenmiş falan. Sovyetlere özgü tipik sulandırma yani...

Bu otelin komik de bir hikayesi var.

1940'larda bu otelin içi yenilenirken birbirinden tarz olarak çok farklı iki proje yarışmaktaymış. Bu iki projeyi Stalin'in onayına göndermişler.

Bu arada koca Sovyet başkanının, bir otelin iç dekorasyonuyla ne işi varmış diyebilirsiniz. Kimbilir... Ya hiç başka işi yokmuş Stalin'in, ya da küçükken mimar olmak istemiş ama becerememiş, diktatör olmuş.

Neyse, Stalin, önüne koyan kağıtların iki ayrı proje olduğunu ve birini seçmesi gerektiğini bile anlamamış, sadece onaylıyorum deyip imzalamış.

Kağıtlar geri geldiğinde, kimse Stalin'e "Bak bilader bunlardan birini seçmen gerekiyordu, sen onaylıyorum demiş bırakmışsın. Olmadı böyle.. " diyememiş tabii.

Sonunda, Stalin’in korkusuna otelin bir kanadını ilk, diğer kanadını da ikinci projeye göre yapmışlar. Böylece de ortaya bir garabet çıkmış.

Otel Moskva'nın bulunduğu Manezhnaya meydanının altı ise devasa bir alış veriş merkezi. Bu kadar marka aynı yerde Paris’te bile yok. Fiyatlar ise İsviçre’den bile pahalı. Hatta rahatça söyleyebilirim ki Moskova şimdiye kadar bulunduğum en pahalı şehir.

Neyse ki sadece iki günlüğüne ziyaret ediyoruz Moskova’yı...

Kızıl Meydandaki Gum mağazasının yanından biraz ilerlediğinizde o Moskova’yı Moskova yapan bildik yerlerine geliyorsunuz.

Karşınıza ilk çıkan büyük bina Duma. Fazlasıyla büyük bir bina, bir o kadar da zevksiz. Tam bir komünist mimarisi.

Duma’nın yanında yeşil renkte çok güzel görünümlü klasik tarzdaki bina ise yine komünist partinin bir binası var. Biraz ilerlediğinizde ise sokunuzda ünlü Bolşov tiyatrosunu, sağınızda ise granitten yapılma koca bir Karl Marks heykeli görüyorsunuz.

Bolşov Tiyatrosu'nun hemen ilerisinde ikinci bir Bolşov tiyatrosu var - lütfen az önce bahsettiğim Sosyalist tarzı sulandırmayı hatırlayın. Her yerde insanların bildiği, sevdiği şeylerin kopyaları var. Mesela hemen her şehirde bir Gorki Parkı, bir Devrim Meydanı... :)

Aynı cadde sizi bir dolu hükümet binası ile birlikte büyük ve gerçekten ekskuzit markaların bulunduğu başka bir alış veriş merkezine ve sonrasında ise Çocukların Dünyası isimli, yine Sovyetlerin medarı iftiharı bir oyuncak mağazasına götürüyor.

Bu mağazanın karşısında ise kahverengi dev bir bina var. Bu binanın içinde oturanları ise herhalde tanımayanımız yoktur.

KGB!

Gerçi bu günlerde isimleri FSB gibi bir şey olmuş ama, hammadde aynı sizin anlayacağınız.

KGB Karargahı
Bu devasa binanın alt katında bir hapishanenin olduğundan bahsedilir. Yine söylenenlere göre bazıları oldukça tanınan birçok kişi bu hapishanede işkence görmüş, can vermiştir.

Ve yine doğrulanmamış duyumlara göre bugün bu hapishane bölümü artan bürokratik ihtiyaçlar çerçevesinde ofis olarak kullanılmaktadır. Ancak tur otobüsünde söyledikleri gibi bundan emin olamayız, henüz bu binaya turistik turlara izin verilmiyor.

Eski günlerinde "Çocukların Dünyası" isimli oyuncak mağazasının karşısında bulunduğundan "Yetişkinlerin Dünyası" diye de isimlendirilen bu binaya veda edip yolumuza devam edelim çünkü bir sonraki durak KGB binasından bile önemli.

Politeknik Müze
Yine elli metre genişliğinde bir caddeden ilerlerseniz, sokunuzda bulunan devasa ancak güzelim bir binadaki Politeknik Müzeyi geçip Staraya meydanına ulaşıyorsunuz.

Staraya, Slav dillerde eski demek. İşte bu eski meydanın dört numarasında öyle bir bina var ki dünyamızın kaderi uzun bir süre bu binanın içinde oturanlar tarafından belirlendi. Bu binanın bu günkü ismi pek eski işlevi ile ilgili ipuçları vermiyor. O yüzden ben size kolay anlaşılır ismini söyleyeyim,

Komünist Parti Binası.

Rusya başkanının ve eski Polit büronun ikametgahı.

Polit Büro ve Merkezi Komite Binası
Bilir misiniz bilmiyorum, her ne kadar "parti" kelimesi bir demokrasiyi, SSCB' deki "C" 'de cumhuriyeti çağrıştırıyor gibi görünse de, parti denilen çoğunluk yetkilerini kendilerinin bile seçmediği beş kişilik bir Polit Büroya devretmişti. Polit Büro ise Parti Genel Sekreterin emirlerini uygulayan bir kurumdu. Kısacası isminde bol bol demokrasi, cumhuriyet falan geçse de eski SSCB belki de en gerçek diktatörlüktü.

Gene sulandırma konusuna dönersek mesela Başkan her zaman Genel Sekreter olmak zorunda değildi. Başkanlar, Premierler, Komünist Parti Genel Sekreterleri, Komünist Parti, Komünist Parti Kongresi, Polit Büro, Duma falan gibi yüzlerce kafa karıştırıcı kurum vardı. Ancak bir kelimeyle Komünist Parti Genel Sekreteri tüm Sovyet bloğunun mutlak hakimiydi.

Bugün sayın Putin de bu binayı sıklıkla kullanmakta ancak arada Kremlin'e de gitmekte.

Başkan Putin'in araç konvoyu
Ve bizim şansımıza, Moskova’daki son günümüzde Staraya meydanına giden devasa cadde iki ucundan kapatılmış, biz de içinde kalmıştık. Sonrasında, korumaları, ambulansları, motosikletli polisleri ve başka onlarca araba ile Başkan Putin belki de on metre önümüzden geçti. Tabii ki ben çat-çut resimlerini çektim, acaba gizli servis benim kameramı alır mı diye biraz da korkarak :) Ancak hiçbir şey olmadı.

İşte size dilimin döndüğü kadarıyla Kızıl Meydan ve çevresinin havasını koklatmaya çalıştım.

Moskova tabii ki sadece Kızıl meydan değil. Şehrin her yeri müzelerle, kiliselerle, alış veriş merkezleriyle dolu. İnsan rahat rahat bir hafta hiç sıkılmadan gezebilir.

Hz İsa Katedrali
Önemli bir diğer Moskova simgesi ise Hazreti İsa'nın adıyla anılan devasa katedral.

Vatikan'daki Saint Peter’s katedrali Katolikler için ne ise Moskova’daki bu katedral de Ortodokslar için aynısı.

Beyaz, devasa bir yapı. Dünyadaki en yüksek Ortodoks katedrali. On bin kişiyi aynı anda barındırabiliyor.

Bu katedralin orijinali Çarlık Rusya zamanında yapılmış. Kubbelerin bir bölümü gerçek altın ile kaplıymış. Mimarisi ise Aya Sofya'dan esinlenme.

Bolşeviklerin gelmesiyle bu katedral de ateist politikalardan nasibini almış. Stalin bu katedrali proletaryanın hiç de gereksinim duymadığı bir lüks olarak değerlendirmiş ve sonrasında bu katedral, yerine bir Sovyet sarayı yapılmak üzere temeline kadar yıkılmış.

1990'ların başında ise yaşasın yeni kral, bir milyon Moskovalının yaptığı bağışların da katkısıyla eskisinin bir kopyası olarak yeniden sıfırdan yapılmış.

İşte Moskova böyle bir yer.

Moskova'ya gelirken hedefim geçmişteki o Sosyalist zamanın havasını koklamak, zamanında korktuğumuz, yada sempati duyduğumuz, o süper gücün can damarı, baş kentini yakımdan tanımaktı.

Bu hedefime ulaşmıştım... Neredeyse.

Moskova'da o soğuk savaş dönemini bana yeniden yaşatacak, beni çocukluğumdan götürecek kalan son bir hedefim vardı.

Bu son hedef bir müzeydi, Moskova'nın kırk kilometre dışında, Monino isimli bir kasabada bulunan dünyanın en büyük havacılık müzesi/müzelerinden biri. İçinde sadece Rus uçakları var, ha bir de düşürülen şu ünlü U2 uçağının üç beş parçası.

Evlilik yıldönümümüz olan 1 Nisan ise bu ziyaret için Moskova'da kaldığımız süre içindeki tek uygun gündü. Jelena'ya "Bu gün evlenme yıldönümümüz, eğer istersen gerçekten gitmem.", dedim. Dünyanın en anlayışlı kızıdır eşim. Benle metroya kadar geldi, hem gidiş, hem dönüş biletlerimi aldı, önemli metro duraklarının Kril yazılışını gösterdi, ve beni paketleyip metroya koydu.

Artık Rusya'da yalnızdım. Metronun gittiği en son noktaya kadar gittim. Buradan sonra bir otobüse binmem gerekiyordu. Otobüs durakları yol üstünde ama ne nedir, kim kimdir anlamak mümkün değil, her şey Kril alfabesiyle yazılı.

Orta yaşlı, temiz yüzlü bir adamı gözüme kestirdim. Kırık Sırpçamla yalan yanlış Monino otobüsü nerede diye sordum:

"İzvini, gde ye Monino otobüs?"

Adam da bana:

"De get la!" gibisinden öyle bir hırladı ki...

Anladım ki orta yaşlı, temiz yüzlü adamlara olmayacak. Bir kıza sorayım, en azından cazibem işe yarar dedim, ilk gördüğüm kıza yaklaştım:

"İzvini, gde ye Monino otobüs?"

Kız cevap bile vermeden yürüdü gitti.

Otobüsün numarasını biliyorum ama otobüsler ve duraklar pek birbirini tutmuyor. Ben de sıradan başladım her gördüğüm otobüsün kapısından içeri kafamı uzatıp sormaya:

"Monino?"

"Hrrrr!"

"Monino?"

"Harrr!"

"Monino?"

"Grrrr"

Böyle bir on, on beş otobüs geçtim. Sonra hurda yeşil beyaz bir otobüsün yanına geldim. Şoför lastik değiştiriyordu. Ona da sordum:

"Monino?"

"Da."

Hop, atladım içeri. Parasını verip bir bilet aldım. Bir yarım saat daha bekledik ve iki yolcu daha geldi.

Otobüs kalktı. Ben kafamda bir hesap yaptım. Monino, Moskova'ya kırk kilometre uzakta. Ben de Metroyla aşağı yukarı on kilometre gitmiş olsam, geriye kalır otobüsle gidecek otuz kilometre. Saatte altmış kilometreye gitsek yarım saatte oradayız.

Monino Otobüsü
Otobüs tüm yol boyunca iki nokta arasındaki en kısa yolun bir doğru olmadığını ispatlamaya çalıştı. Yol boyunca her kasabaya, her köye girdik. Otobüsün nüfusu hemen hiç değişmese de her daim birileri iniyor, başka birileri biniyordu.

Belki yirmi kere durduk. İşin kötüsü her durduğumuz yer Monino olabileceğinden durur durmaz şoförü bir kere "Monino?" 'luyordum. Tabii o da her defasında sinirle cevaplıyordu "Nyet!".

İki buçuk saat gibi bir süre sonra otobüs durdu ve şoför benim sormamı beklemeden bağırdı.

"Monino... Davay!"

Yeri gelmişken bu "davay" kelimesini bir not edin derim. Rusçada çok önemli bir kelime, bir gün Rusya'ya giderseniz işe yarar. Anlamı "Haydi".

Otobüs, daha ikinci ayağımı hala içindeyken hareket etmeye başladı. Ben attım kendimi dışarı. Etrafıma umutsuzca da olsa acaba müzeyi görebilir miyim diye baktım, ancak hayat bu kadar kolay olamazdı.

Etrafta müze olmadığı gibi, müze nerede diye soracak kimse de yoktu. Böyle yarım bir meydanda duruyordum, o yüzden üç yönden birini seçip başladım yürümeye.

İçinde manav, kasap, bakkal gibi ayrı ayrı dükkanların bulunduğu bir binaya girdim. Şöyle altmış yaşının üstünde bir kadını gözüme kestirdim ve yine yalan yanlış sordum:

“Gde ye aviatsya museum?”

Kadın cevap olarak belki bir beş dakika konuştu. Ben hiç bir şey anlamasam da Moskova tecrübelerimin aksine sevinerek şaşırmıştım.

Çünkü kadın hırlamıyordu, hatta gülümsüyordu.

Sonrasında kadın baktı ki ben anlamıyorum, kolumdan tuttu ve başladık beraber yürümeye.

Kardaki ayak izleri
Nasıl mahcup olmuştum. Kadın alış verişi kesip beni müzeye kendisi götürüyordu. Ben kusura bakma, göster ben gideyim şeklinde pantomim yaptıkça o bana “Pajaulsta, pajaulsta, davay...” yani önemli değil, haydi gidelim diyordu.

İster inanın, ister inanmayın bir yarım saate yakın yürüdük. Bu yürüyüş sırasında Hitler ve Napolyon’un niye Rusya’da yenildiğini birinci elden gördüm.

Soğuk!

Bu soğuk öyle bildiğiniz gibi bir soğuk değil. Yerdeki buzların yazın bile çözüldüğünü düşünmüyorum. Temizlenmemiş alanlarda karın yüksekliği pantolon kemerimin hizasında. Kafamda kürklü bir şapka var ama o bile fayda etmiyor.

Ben kaygan buzda arka arkaya üç normal adım atamazken yol arkadaşım bir balerin gibi buz üzerinde süzülüyordu.

Neyse, yada Rusçasıyla “karoçe”, kadın beni bir minibüse koydu. Minibüstekiler benden para almayı kabul etmediler ve müzeye kadar götürdüler.

Yol kenarından içlerdeki müzeye yürürken gözüm kardaki ayak izlerine takıldı. Bir zoolog olmasam da büyüklüklerinden bir ayıya ait olduklarını düşünüyorum. Resimlerini çekip yola devam ettim.

Monino Havacılık Müzesi
Müzedeki uçaklar zaman zaman gövdelerine kadar kara gömülmüşlerdi. Soğuk eksi bilmem kaç derece de olsa oyuncak mağazasındaki bir çocuk gibi üç saat geçirdim. Soğuk savaşın bütün reliklerini birinci elden gördüm.

O soğukta müzeyi benden başka ziyaret eden avanak olmadığından rahat rahat yüzlerce fotoğraf çektim.

Bir çocukluk rüyası gerçekleşmişti.

İşte Moskova böyle arkadaşlar. Çok uzun oldu farkındayım ama bu dünyanın en önemli kentlerinden birine haksızlık etmek istemedim.

Rusya bu yeni düzende kendisini konumlandırmaya çalışan bir ülke. Halk eski alışkanlıklarla yeni düzen arasında biraz kaybolmuş ancak bir yeni nesil geliyor ki fark etmemek imkansız.

Rus halkı gururlu, istekli bir halk.

Bir küresel güç ve bence öyle kalmaya da devam edecek.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...