11 Eylül 2012 Salı

Yine Avrupa

Uzun süredir Avrupa ekonomisi ile ilgili yazmadım. Bunun sebebi unutkanlık değil, yazmaya değer bir şey olmaması.

Bildiğimiz kadarıyla.

Gerçekten, ne yapıyor bu adamlar? Şu gündemde tartıştıkları şeyler şaka gibi walla...

Neredeyse Avrupa’nın tüm sorunu tahvil satışları esnasında komisyon alan aracı kuruluşlar.

Bu aracılar kalktığı anda Avrupa’nın tüm ekonomik sorunları çözülecek yani :)

Bence ip kopmuş. Avrupa birliği ülkeleri kendi başlarına, ucuz ulusal çıkarları doğrultusunda bireysel olarak hareket etmekte.

Çok iddialı konuşacağım. Bu topluluğun bu koşullarda devam etmesi olası değil.

Ya iyi durumda ülkeler standartlarını düşürür ve çizginin altında kalan ülkelerin standartlarını yükselterek eşitlenirler, yada bu eşitsizliği bir şekilde kurumsallaştırırlar, yani iyiler ve kötüler olarak iki sınıflı bir birlik olurlar.

İlk seçeneğin olma şansı sıfıra yakın. Aksi halde bugün Yunanistan’da, İspanya’da olanlar olmazdı.

Bakın, Yunanistan’a verdikleri paralar nasıl canlarını acıttıysa, geri alması garanti olsun diye köle gibi çalıştırmaya çalışıyorlar komşuyu.

Bu önlem paketlerinin Yunanistan’ın ekonomik problemlerini çözmeye falan yaraması olası değil. Bunların tek hedefi Yunanistan’a bu paraları geri ödetip hatta biraz da kar etmek.

Alın bakalım bu önlemlerden bazılarına, sonra siz söyleyin ne işe yarayacaklarını.

Mesela Yunanistan kamu kuruluşları çalışanları atsın. Böylece memur maaş ödemeleri azalsın.

Başka?

Çalışma günleri haftada altıya çıksın. Bu da tamam. Böylece az sayıda kalan memurlar fazladan beşte bir memur kadar iş yapsın aynı maaşa.

Böylece vergiler eksi bu azalan maaş ödemelerini de bu borçları ödemek için kullansın komşu.

Ne var bunda diyeceksiniz. İlk bakışta iyi bir şey gibi durmuyor mu?

İki küçük problem var bu sözde önlemlerin.

Bir, bu atılan ve işsiz kalan insanlar ne yapacak? Yazık değil mi bu insanlara? Yanlış politikalar onların suçu değil.

İki, bu önlemler Yunanistan’ın bozuk ekonomisini bırakın düzeltmeyi, daha da kötüleştirir.

Yavaş yavaş bu Avrupa niye böyle gitmez dememin sebebine geliyorum.

Krizin sonucunda Yunanistan’da atılan kamu çalışanları yada İspanya’nın yüzde yirmi beş genç işsizleri açlıktan ölür, azalan nüfus sonucunda devletlerin harcamaları azalır, yeniden refaha ulaşır Avrupa.

Acaba?

Bu işsizlerin bu günkü koşullarda açlıktan ölmeye göre çok daha sevimli bir seçenekleri var.

Avrupa birliği anlaşmalarına göre bir Yunanlı yada İspanyol Avrupa’nın her ülkesinde sorgusuz sualsiz çalışabilme hakkına sahiptir.

Alternatifsizlik yada biraz daha melodramatik söylemiyle “çaresizlik” bu işsiz insanların normalden çok daha ucuz maaşlara razı olmaları sonucunu doğurur. Yani bu insanlar Fransa’ya gider ve Fransızlardan daha az maaşa çalışırlar.

Bu da piyasanın düşmesine ve maaşların azalmasına neden olur. Fransızların geliri düşer, İspanyolların geliri artar ve bizi yazının başındaki standart eşitlenmesi durumuna getirir.

Düşünebiliyor musunuz mesela iki milyon İspanyol’un Almanya’ya iş bulmak için gittiklerini?

Olmaz abi.

Haa, bu olmazsa ne olur derseniz onu bilemem.

Bu alavere dalavere çözümler benim değil Avrupa’nın zenaatı.

Artık Avrupa anayasasına yeni bir madde mi koyarlar? Mesela “Aşağıda yazılı ‘Bremen Kriterlerine’ uyamayan ülkeler serbest dolaşım hakkını kaybeder. Bremen Kriteri Bir: İşsizlik yüzde beşin altında olmalıdır!”

Walla hiç de fena durmadı. Zenaatım değil falan dedim ama sanki kıvırdım bu işi. Eee on beş senedir Avrupa’da yaşıyorum ne de olsa. Demek ki kapmışım biraz :)

Açıldım sanki. Alın size ikinci formül. “Avrupa fonlarından para çeken ülkeler bu paraları geri ödeyene kadar serbest dolaşım haklarını kaybederler.”

Tamam abi, ben bu işi becerdim.

Başka bir formül. “Eurozone üyesi olmayan ülkeler Avrupa’nın eşit ve bölünmez birer parçasıdır. Ancak bu ülkeler Eurozone’a girene kadar serbest dolaşım hakları ‘ertelenir’. Mesela Polonya ve Çek Cumhuriyetine Eurozone’a girebilmeleri için yirmi senelik birer yol haritası hazırladık.”

Şaka bir kenara, ciddi değişiklikler yolda bana sorarsanız.

Bekleyip görelim.

2 Eylül 2012 Pazar

Çoklu Çağların Sanatçıları

"Muzaffer komutanlar önce savaşı kazanıp sonrasında savaşa girerler, mağlup komutanlar ise önce savaşa girip sonra onu kazanmaya çalışırlar"

Bu özlü sözü diyen kimdir derseniz söyleyeyim. Sun Tzu (Sunsu) isimli, Çinli bir general ve filozof.

İsa'dan yedi yüz küsür sene önce yaşamış Sun Tzu "Savaş Sanatı" isimli bir kitap yazmış. Bu kitap o günün koşullarında bir "Best Seller" olmuş. Hem doğuda, hem batıda bugün bile birçok politikacı ve stratejist bu kitaba atıfta bulunmaya devam eder.

Yani Sun Tzu sadece çağının önemli bir adamı olmakla kalmamış, her çağda geçerli, evrensel diyebileceğimiz ilkeleri ortaya süren bir düşünür olarak insanlık tarihinde yerini almıştır.

Yazının başındaki sözü bir kere daha okuyun. Hiç öylesine derinlemesine düşünmeye gerek kalmadan hayatımızdaki birçok olaya damardan uyarlayabilirsiniz.

Alın bakın Suriye'de yaptıklarımıza. Öyle zart diye gidip sonunu düşünmeden Esad'a zeybeklendik, karşımıza terörden başlayıp yüzbinlerce mülteciye kadar nasıl baş edeceğimizi bilmediğimiz birçok mesele çıktı. Böylece kendimizi daha öncesinde kafamızda kazanmadığımız bir savaşın içinde, kazanmaya çabalarken bulduk.

Benzeri bir savaşı bu 4+4+4 eğitim sisteminde kazanmaya çalışıyoruz ama bakın karşımıza çıkanlara. Küçük çocukların çiş yapıp ellerini yıkayamayacak olmaları okulların açılmasına bir ay kala aklımıza geldi. Yine savaşa girmeden önce kazanmamış olduğumuzdan bu da kaybedilmiş savaşlar hanesine yazılacak gibi.

Sun Tzu işte bunları görebildiği için sadece çağının değil çağların insanı olmuştu.

Böyle insanları tanımlamaya aday olmuş ancak tam anlamıyla başarılı olamamış birçok sıfat sayabiliriz. Vizyoner yada İngilizcesiyle visionary, (yada tam Türkçesiyle görebilen kişiler), dahi, akıllı, zeki gibi düşünme hızı ve hacmine yönelik sıfatlar, yada sadece bizim dilimize mahsus "Lan ne adammış bu ______" cümlesinin sonundaki boşluğu doldurabileceğiniz eşşolueşşek, pezevenk gibi iltifatlar bunlardan bazıları.

Bana sorarsanız bu çoklu çağların insanlarını tanımlamaya en çok yaklaşan sıfat "sanatçı".

Evet, bence Sun Tzu, Albert Einstein, Leonardo da Vinci, Agustus Sezar, İmotep, Hipokrat, Bill Gates. Ronald Reagan, Isaac Newton, hepsi birer sanatçı.

Çoklu çağların sanatçıları.

Bu insanların ortak özellikleri işlerini iş olarak değil sanat olarak görmeleridir bendenizce. Yaptıkları işlerini severler, ona vakit ayırırlar ve içlerinden gelerek icra ederler.

Bu insanlar baştan aşağı mükemmel, rol modeli olabilecek kişilikler de değildir. Hatta bir çoğu, kaba, nezaketsiz, asosyal hatta başka insanların ölümüne sebep olmuş şahsiyetlerdir. Mesela Newton, mesela Reagan.

Ancak bu kişiler birçok alanda başarısız ve beceriksiz olmuş olsalar da o isimlerini hatırlamamıza neden olan bir tanecik alanda o kadar başarılılardır ki tarih onları sonsuza dek hatırlayacaktır.

Hadi bir parantez açıp söyleyeyim, bayram değil, seyran değil, Reagan’ın adı nasıl Da Vinci'lerin, Einstein'larin arasına karışmış. Bu tabii ki tamamen benim kişisel görüşüm ancak Reagan, soğuk savaşı bir sanatkar gibi sağda solda nükleer bomba patlamadan bitirmesiyle benim çoklu çağların sanatçıları listemde yerini aldı. Neyse, konumuz Reagan yada soğuk savaş değil. Eğer onun adını yakıştıramadıysanız görmemezlikten gelin ve devam edelim.

Bu listeye Türk olarak bizim katkımız tabii ki Atatürk olacaktır. Atatürk en az Da Vinci kadar başarılı bir çoklu çağlar sanatçısıdır. Ancak lütfen burada Atatürk’ün gerçek kişiliği ve ilkelerini zamanımıza bilinçsizce ve hoyratça taşınmış derslerde okuduğumuz sözde kişiliğinden ve ilkelerinden ayırın. Bu hoyratlığın sonucudur ki Türkiye'nin yarısı günümüzde Atatürk’ü sevmemekte, diğer yarısı da Atatürk’ü sevdiğinden değil de şeriatın korkusuna onun ilkelerine sarılmaktadır.

Bu Atatürk sonrası "fenomeni" sadece Atatürk ve Türkiye'ye özel değildir. Hatta o kadar yaygındır ki onu bir "post çoklu çağların sanatçısı sendromu" olarak genelleyebiliriz.

Bakın Amerika'ya. Reagan’dan sonra gelen ve başkanlıktan ziyade Beyaz Saray stajyerleri üzerinde sanatını icra eden Clinton'u alın, dehası başka bir yazının konusu olabilecek Baby Bush'un yanına koyun.

Yada bakın Microsofta'a. Billy the Gates gitti, Microsoft batmak üzere. Apple'a da aynı şey olacak gibi sanki. Neyse ki Steve Jobs yakardaki kısa çoklu çağların sanatçıları listemde yok.

Sanki bir doğa kuralı. Bu başarılı çoklu çağların sanatçıları herhangi bir sebeple sahneden çekildiklerinde yerlerini hemen teknokrat yapılı kişiler doldurmakta.

Bu teknokratlar yerlerini doldurdukları sanatçıların ruhuna sahip olmadıklarından o sanatçıların gördüklerini göremezler, ancak yaptıklarını tekrarlayabilirler.

Bu yapılanları tekrarlama işlevi aynen bir maymunun insanı taklit etmesi gibidir. Yaptıklarının sebebini anlayamadıklarından soranlara da anlatmakta güçlük çekerler ve işin kolayına kaçıp bu maymunvari taklitlerini putlaştırırlar. Putlaşan kavramlar sorgulanamaz ve teknokratlar da günü kurtarmış olur.

Ne var ki gelişme durur, tüm yapılanlar elde kalanı koruma çabasına dönüşür.

Ancak, teknokratların olayların özünü, gerçek sebeplerini ve yerlerini aldıkları sanatçıların davranışlarındaki motiflerini anlayamadıklarından bu taklitleri koşulların biraz değiştiği bir ortamda işe yaramaz hale gelir.

Sonrasını biliyorsunuz.

Bir toplumun başarısı bence bu sanatçıları üretme hızına bağlıdır. Bir sanatçı sahneden çekildiğinde yerini bir teknokrat yerine başka bir sanatçı alabiliyorsa toplum gelişmeye devam eder.

Bu ilk bakışta mümkün görünmese de fazlasıyla olasıdır. Atatürk gibi bir adam dünyaya bir kere gelir lafı gereksiz yere insanın hevesini kıran olumsuz bir laftır. Birçok Atatürk şu anda araba tamir ediyor, garsonluk, muhasebecilik yapıyor olabilir.

Yeter ki onları doğru sanatı seçip çoklu çağları değiştirebilecekleri ortamı hazırlayabilelim.

24 Ağustos 2012 Cuma

Tarihi Bir Hatayı Düzeltmek

Deep Purple’ı ilk kez canlı olarak Belgrad’da izledim. Hem de nelerin pahasına.

Konser zamanında Sırbistan’ın ikinci büyük kenti Niş’de yaşıyor ve çalışıyorum. Ofiste fazlasıyla önemli bir denetleme geçiriyoruz. Dünyaca tanınmış büyük bir denetleme firması aşağı yukarı yirmi kişilik bir ekiple tepemizde davul çalıyor.

O aralar da Jelena’yla ilk tanıştığımız günler. Pek ortalarda gezmiyoruz. Konserin bir-iki gün öncesinde Regent isimli fazlasıyla burnu büyük bir restoranda yemek yiyiyoruz, ancak tek masa biziz, başka hiç müşteri yok. Özel yemek odamız gibi yani. Canlı klasik müzik çalıyor, biz de mükemmel bir Hırvat şarabı etrafında tatlı tatlı geyikliyoruz.

Jelena sordu nasıl geçti günün diye. Ben de başladım söylenmeye:

“Yaw, başımızda bir ordu denetçi, canımızı çıkarıyorlar. Bütün gün bebek bakıcılığı yapmaktan iş yapamıyoruz...”

Neyse, akşamın sonuna doğru omuzumda bir el hissettim. Kafayı bir çevirdim ki tüm denetçi gurubu kalkmış restoranı terk ediyorlar. Denetçilerin reisi hanım da bana yüzünde bir metre bir gülümsemeyle iyi akşamlar demeye gelmiş.

“Lan...” dedim içimden, “Duydular mı ki dediklerimi?”, ama istifimi bozmadım. Tam arkamdaki masaya gelmişler. Görmedim. Naapıyım... İyi geceler deyip ayrıldık. Onlar gidince Jelena’ya sordum.

“Ne kadardır buradalardı bunlar?”

Jelena da “Biz geldikten hemen sonra geldiler.” dedi.

Olan oldu, ne yapalım?

Neyse, konser günü geldi. Konser akşam saat onda, Belgrad’da Arena isimli bir salonda. Niş Belgrad arabayla iki buçuk saat. Saat iki. “Kum” Dusan biletlerle beni bekliyor, ben de ofiste denetçilerle kapanış geyiklerini tamamlıyorum. Tam bu anda denetçilerin reisi geldi ve:

“Ay ben şunu da istiyorum. İki saate kadar hazırlayabilir misiniz?”

diye sordu. Ben de dayanamadım ve:

“Çok önemli bir işim var. Benim gitmem lazım ama falancaya söyleyeyim yapsın”

dedim. Oradaki denetçilerin hemen hepsi aynı anda başladılar:

“Ya, ya, eminiz çok önemli.”

“Bu önemli işin saçları sakın sarı olmasın?”

Rezillik :)

Hiç gevelemeden söyledim.

“Deep Purple konserine gidiyorum.”

Güldüler. Hepsi de fazlasıyla iyi insanlardı.

Hemen arabaya, oradan Dusan’a, oradan da Belgrad’a. Saat beş gibi konser salonunun etrafındaydık. Kendimize birer Purple tee-shirt’ü alıp giydik. Akşam onda başlayacak konser iki saat rötarla oniki ‘de başladı. Siz hesaplayın, yedi saat ayakta bekledik.

Ve konser başladı. Pictures of Home. Nasıl güzel şarkıdır. Gitarist Ritchie Blackmore varken istemedi diye hiç canlı çalmamışlar. Blackmore gidince konserlerinin açılış şarkısı olmuş. Yaşasın yeni kral.

Pictures of Home, açılış şarkısı olarak da mükemmel bir şarkı. Orijinali Ian Paice’den bir davul soloyla başlar. Şarkının gitar riff’i ve solosu Blackmore’dan. Muhteşem. Yine bol bol Jon Lord ve klavye ve en önemlisi uzun ve mükemmel bir bas gitar solo. Bu soloyu çalarken basçı Roger Glover ile aramızda beş metre ya var ya yok. Vokal de Deep Purple (Mark II)’nun efsanevi sesi Ian Gillian. Bu şarkının melodisini Blackmore kısa dalga radyosuyla Bulgar yada Türk radyolarının birinden duymuş ve uyarlamış.

O günlerden gelip gurupta kalan Ian Paice, Ian Gillian ve Roger Glover’ın üçü de altmış yaşından fazla, yani toplam iki yüz yıla eşit bir efsane başladı çalmaya. O günlerde yours truly sadece otuz dokuz yaşında, gencecik bir adam. O bile yoruldu ancak Deep Purple üç saat boyunca durmadan, yorulmadan çaldı. Ben de azım açık gözümü kırpmadan seyrettim.

Deep Purple’ı ikinci kez Montreux’de canlı olarak izleme şansına sahip oldum. Deep Purple’ı Montreux’de dinlemek, Château Margaux’yu Bordeux’da içmeye, Sushi’yi Tokyo’da yemeye yada kumarı Las Vegas’da oynamaya benzer.

Purple’ı Montreux ile ilişkilendiren ise gurubun “Machinehead” albümü ve orijinal plağın ikinci yüzünün ilk şarkısı “Smoke on the Water” dır.

Bunun sebebi ise Machinehead’in Montreux’de kayıt edilmiş olması ve Smoke on the Water’ın da bu hikayeyi anlatması.

Smoke on the Water’ı duymayan, bilmeyen yoktur. Hiç müzik dinlemeyen biri bile melodiyi duyunca tanıyacaktır.

Bu dört notalık gitar riff’i yetmişli yılların gençlerinin milli marşı haline gelmiştir. Sofistike (ve ukala) müzik kritikleri bazen Blackmore’a “Yaw, bu riff altı üstü dört nota, çok basit ama nasıl ballıysan bu tuttu” şeklinde sataşırlar. Blackmore da onlara Beethoven’ı Beethoven yapan beşinci senfonisinin “piyano rıff ” ’inde kaç nota olduğunu sorar (doğru cevap dört’dür).

Smoke on the Water’a daha sonra döneceğiz. Şimdi Machinehead’in diğer şarkılarına bakalım.

Albümün açılış şarkısı Highway Star. Nasıl yazıldı anlatayım size, gülün.

Yıl 1971. Grup otobüsle Portsmouth’a gidiyor. Otobüste bulunan gazetecilerden biri gruba sorar:

“Şarkılarınızı nasıl yazıyorsunuz?”

Bunun üzerine Blackmore eline bir akustik gitar alır ve kafadan, sadece “sol” notasını üst üste çalarak bir riff yaratır. Ian Gillian ise hemen kıçından sözleri uydurur ve söylemeye başlar. Aynı günün akşamı bu şarkıyı ilk defa konserlerinde çalarlar. Highway Star, yetmişli yılların Rock efsanelerinden biri haline dönüşür :)

Belgrad konserinin açılış şarkısı Pictures of Home da Machinehead’den. Hikayesini yukarda anlatmıştık.

Albümde benim çok sevdiğim Maybe I’m a Leo, biraz uzatılmış tercümesiyle “Aslan burcundan olsam da aslan değilim”, diğer efsanelerin yanında fazlasıyla sönük kalıyor. Ancak bir Leo yani Aslan burcundan biri olarak hala bu şarkı benim hitlerim arasında. Gurupta ise sadece Ian Gillian Aslan burcundan. Doğum günlerimiz aynı. Ağustos on dokuz.

İlk yüzün son şarkısı Never Before. Yazıldığında herkes başarısından o kadar emindir ki, albümden önce single olarak yayınlanır. Sonuç ticari bir felaket olur. Üç saniyede otobüste, ayak üstü, yarı şaka yazılmış bir şarki kırk sene sonra bile dinlenirken, başarı diye özene bezene yazılmış başka bir şarkı bir felakete dönüşebiliyor. Ne olursa olsun, ben hala severek dinlerim.

İkinci yüzden Lazy hiç dinlemediğim ve haz etmediğim bir şarkı. Bir hikayesi varsa da ben bilmiyorum.

Yine ikinci yüzden Space Truckin’, Ian Gillian’ın Blackmore’u ikna etmesiyle albüme girer. Blackmore, bu şarkının kendi yazdığı riff’inin çok basit – evet, Smoke on the Water’ın dört notalı riff’inden bile daha basit – olduğu için albüme koymak istememiştir. Bu şarkı da aynı albümden başka bir hit olur :)

Burada yeri gelmişken diğer şarkılarla birlikte Montreux’de kaydedilmiş ancak albüme girememiş ve benim çok sevdiğim When a Blınd Man Cries’a dokundurmadan geçmeyelim. Yedi dakikalık gereksiz Lazy yerine bu şarkı albüme koyulabilirdi bence. Blackmore yine Blackmore’luğunu yapmış yine.

Ve Smoke on the Water, yani Machinehead’in hikayesi.

Rock ağırlıklı ve oldukça başarılı In Rock albümünden sonra, biraz da Ian Gillian’ın bastırmasıyla hafif Funk’a çalan Fireball albümünü yapar Purple. Bu yeni albüm hafif ekşi satmıştır. Purple bu albümden sonra Hard Rock’a geri dönmeye karar verir.

Yani acilen yeni bir albüm yapmak şart olur.

Başka bir problem ise hem In Rock’ın, hem de Fireball’un stüdyoda kaydedilmiş albümler olmalarıdır.

Stüdyo kayıtlarının güzelliği, stüdyo olanaklarını kullanarak enstrümanların ayrı ayrı kaydedilip sonradan zaman zaman da değiştirilerek biraraya getirilmesidir. Yani mix.

Bu işlem mükemmel albümler yaratsa da bu yapay şarkılar konserlerde canlı olarak çalındığında pek başarılı olmamaktadır.

Bu yüzden Purple yeni albümlerini sanki konserde çalınmış gibi canlı kaydetmeye karar verir. Yani tüm enstrümanlar ve vokal aynı anda çalınıp söylenecek ve kaydedilecektir.

Purple böylece The Rollling Stones grubunun kullandığı kayıt cihazlarıyla dolu bir kamyonu kiralar ve atlayıp Leman gölü kıyısında bir şehir olan Montreux’ye gelir.

Yıl 1971, aylardan Aralık. İsviçre soğuk memleket. Montreux gibi bir yerde bu mevsimde pek aktivite olmaz. Grup, bundan da faydalanarak o yıllarda Montreux Jazz festivalinin sahne aldığı Montreux Casino’da albümlerini kaydetmeye karar verir.

Ancak aynı yerde Frank Zappa ve orkestrası Mothers of Invention da bir konser vermektedir. Bu konsere Purple’ı da davet ederler. Tam Don Preston King Kong isimli şarkılarında bir klavye solosunun ortasındayken seyircilerden biri elindeki işaret fişeğini tavana doğru ateşler.

Casino’nun çatısı alev alır ve bir “yangın yanmaya” başlar :) Montreux Jazz festivalinin direktörü Claude Nobs yada şarkıdaki ismiyle “Funky Claude”, izleyicileri bir kaza olmadan dışarı çıkarmıştır ancak Casino ve dolayısıyla Purple’ın albüm kayıt lokali yanar ve kül olur.

O gün bu gündür Montreux Jazz festivali Casino yerine yeni yapılan gösteri merkezinde yapılmaktadır. Bu merkezde Purple dahil, Blondie, Gary Moore gibi birçok değerli müzisyenleri dinleme şansım oldu. Casino da yeniden modern bir bina şeklinde yapıldı. 2007 ve 2008 yılbaşlarını bu yeni Casinoda geçirdim.

Neyse, 1971’e dönersek, Casino’nun yanması üzerine “Funky Claude”, Deep Purple’ı geçici olarak The Pavillion isimli bir lokale yerleştirir. Grup da bu yeni mekanda kayıt yapmaya başlar.

İlk şarkının, ki sonradan hepimizin bildiği Smoke on the Water olacak bu şarkının o anda bir ismi yoktu, sadece “Take One” deniliyordu, gitar riff’inin kaydının tam ortasında lokalin kapısı çalınır.

Bu noktada olayın nasıl olmuş olabileceğini anlayabilmek ve benim de ilk duyduğumda tepine tepine güldüğüm gibi tadını çıkarabilmek için ne yazık ki İsviçre’de yaşamış olmanız gerekir.

Evet, kapıyı çalan İsviçre polisidir ve komşuların gürültüden şikayeti üzerine gelmişlerdir :) :)

Bu olayın üzerine Funky Claude grubu, mevsim olmaması yüzünden kapalı olan Grand Hotel adlı bir otele yerleştirir. Şarkıda bu olay “We ended up at the Grand Hotel.” Şeklinde geçer. Gurup da tamamen boş olan bu otelin bir koridorunda tüm Machinehead albümünü kaydeder.

Minik bir istisna ile tümü.

Smoke on the Water’ın müzik kayıtları Polislerin kovaladığı The Pavillion’da yapılmıştır :)

İşte bu Grand Hotel bizi yazımızın başındaki tarihi hataya getirir.

Lütfen özürlerimi kabul edin, biraz Forrest Gump’vari uzun bir hikaye oldu ancak sonuca yaklaştık.

Benim tarihi hatam, şarkıda adı geçen Grand Hotel’i bu güne kadar Montreux’nün merkezindeki Grand Hotel Majestic olduğunu düşünmemdi. Tamamen tesadüf eseri Şarkıda geçen Grand Hotel’ın Montreux’da değil hemen Montreux’un dibindeki Territet’de olduğunu öğrendim.

Bu bilgiyi aldığım kaynakta otelin adı “Grand Hotel, Hotel des Alps” şeklinde geçiyordu. Tek problem bu otelin bu gün apartman dairelerine çevrilmiş olmasıydı. Yani Grand Hotel des Alps artık yoktu.

Bu eski otelin bu günkü yerini bulmak için sarıldım Google’a. Yarım gün sonra Montreux’un eski binaları isimli bir makalede bir resmini bulabildim. İster inanın ister inanmayın adresi ile birlikte.

Rte de Shillon 78.

Dün akşam bir toplantıdan sonra atladık arabaya ve Jelena’yla birlikte yukarıdaki adrese gittik ve kötü bir sürprizle karşılaştık. Rte de Shillon 78, tadilat altında, her tarafı ağla kaplanmış bir bina. Kapısında ise “Residence des Alps” yazıyor.

Tam arabaya binip geri dönecekken gözüm yandaki yani Rte de Shillon 74 deki binaya takıldı. En az tadilat altındaki Hotel des Alps kadar büyük, Viktorian bir bina.

Kapısına gidip yazanları okuduk.

“Residence de Grand Hotel”

İşler karıştı birden. Demek iki otel var. Grand ve des Alps. Sorun, Purple’ın bu iki otelin hangisinde kaldığı.

Burada yardıma Classic Albums belgeselinde Machinehead’in anlatımı esnasında Roger Glover’ın birkaç saniyeliğine olsa da gösterdiği Grand Hotel fotoğrafı koştu.

Bu fotoğraftaki bina Rte de Shillon 74 deki tadilat altında olmayan Residence de Grand Hotel binasıydı.

Tarihi yanlış düzeltilmiş, Machinehead’in kayıt yeri bulunmuştu.


Grand Hotel

Delili yukarda.

Sağlıcakla kalın...

19 Ağustos 2012 Pazar

Marsilya II

Evet, bu akşam da kıçımızı kaptırmadan otele dönebildik. Bir bayağı ciddi "near miss" yani "neredeyse kaptırma" aşamasına geldik ancak biraz da şansın yardımıyla Marsilya'nın eski limanının yukarılarında kimsesiz yollarda gezen iki turisti görüp "u" çeken bir arabadan zor da olsa kaçabildik ve otelimize ulaştık. Yanımızda korunmamızdan sorumlu kırkbeş kiloluk Alman kurt köpeğimiz Koni the Brave Heart hepimizden önce kendisini otel odasına attı :)

Eski Liman
Marsilya böyle işte. Gördüğüm en güzel şehirlerden biri bununla birlikte Kuzey Afrika ve Fransız "asi"lerinin ortak az birazcık çabalarıyla güvensiz bir hale gelmiş. Ancak kendimi tekrar etmek pahasına bir kez daha söyleyeyim, çok cazibeli, çok güzel bir şehir Marsilya.

Bu sabah ilk iş eski liman çevresinde gezindik. Yüzyıllar yaşındaki binalar hala ayaka, içlerinde insanlar yaşıyor. Rıhtımların birinde eski bir yelkenli gemi bağlı. Hani o korsan zamanlarından. Hikayesini henüz bimiyorum, eve dönünce Google'layacağım. Hemen geminin karşısında Hotel de Ville, ama hotel dediysek öyle bildiğimiz otel değil, hükümet konağı, koloni tarzında çok güzel bir yapı.

Limanın biraz içerilerinde eski şehir yani the old town var. Napolyon burada yaşamış yada bulunmuş biraz. Bilirsiniz Napolyon ülkemizde öyle fazlaca kahramanlık duyguları uyandıran bir kişilik değildir. Bizde Napolyon dediğinizde ya kafası biraz karışmış, elini ceketinin içinde tutan ve başında hunisi olan bir karekter canlanır gözümüzde yada daha popüler olan Jozefin. Ancak Fransızlar için Napolyon çok önemli bir tarihsel figürdür. O yüzden Napolyon'un burada bulunmuş olması önemli.

Eski limandan bir gemiyle If adasına geçtik. Bu If İngilizcedeki "eğer" anlamına gelen "if" değil, adanın ve aynı zamanda üzerinde bulunan şatonun ismi. Bu şato olası bir İspanyol yada (sıkı durun burada) Türk işgaline karşı Marsilya'yı korumak için yapılmış.

If Adası
Ancak bu ada ve şatonun önemi burda ondört yıl hapis kalmış Edmond Dantès isimli bir mahkumdan gelmekte. Bu Edmond Dantès, Fransız yazar Alexandre Dumas'ın kaleminden tanıdığımız çoğumuzun bildiği ismiyle Monte Kristo Kontundan başkası değil. Gerçek bir tarihsel karekter olan Monte Kristo Kontunun hücresini görmek çok heyecanlandırdı beni.

Monte Kristo Kontunun hücresi
If adasından dönüp oyuncak trene bindik ve bu kez de tam ters istiksmetteki Notre Dame de la Garde katedraline geçtik. Katedralin kendisi de çok güzel ancak şehire binikiyüz metre yükseklikdeki bir tepeye yapılnış bu bina Marsilya'nın panoramik fotoğraflarını çekmeye olanak sağlaması bakımımdan çok daha önemli oldu bu gezimizde.

Akşam yemeğinde Jelena Marsilyanın en ünlü yemeği olan midye ve birkaç çeşit balık ile patates üzerine dökülen bir sos ile yenen Bouillabaisse'i denedi ve çok beğendi. Ben ise bir şişe Provansal kırmızı şarapla beraber bifteğimi kemirdim.

Daha sonra alkolün de tesiriyle - burada bir arkadaşı analım, bir cengaverlik yaparak limanın yukarısındaki bölgeye doğru yürüdük ve burdan sonrasını biliyorsunuz zaten, kaptırıyorduk elimiz avcumuzdakileri :)

Yarın ki program ise Calanques (kalank okunuyor) isimli denize uzanan yamaçları gemi ile ziyaret. Sonrasında Cassis isimli funky bir deniz kıyısı kasabasına gideceğiz.

Yarın görüşürüz..

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Marsilya

Neredeyse bir ay oldu, bir yarım saat ayırıp iki kelime de olsa yazamadım. Saat bu günlerde biraz hızlı çalışıyor benim için. Teoride biraz daha az yoğun bir dönem beklerken işin aslı biraz tersine çıktı. Koşmaca, koşuşturmaca sizin anlayacağınız.

Neyse ki Jelenayla bir bahane bulup bir hafta sonu için olsa bile Lozan'dan uzaklaştık. Nereye gittiniz diye sorarsanız Marsilya'dayız. Fransa'nın Paris'den sonraki ikinci büyük şehiri. Hani geçenlerde Eskişehirspor'u eleyen Marsilyaspor'un evi işte (eşşolueşşekler, kağıt üzerinde de olsa Eskişehirliyimdir yani).

Marsilya önemli bir liman şehri. Kısa bir zaman oldu geleli, öyle uzun boylu bakınmaya zaman olmadı ama gördüğüm kadarıyla çok özel bir yer, olabildiğince "çarming" ve "fenomenal". Liman ve tarihi şehirdeki binalarla acaip fotoğraf malzemesi var sizin anlayacağınız. Neyse yarın size şehir hakkında daha detaylı bilgi verebilirim diye düşünüyorum.

Marsilya'nın ilginç tarafı daha şehiri gezmeden Marsilya'lı yada Marsilya'da yaşamış arkadaşlardan edindiğimiz ön bilgi. Kime sorduysak "Arabanın kaskosu var di mi?" yada "Aman hesap öderken parayı cüzdandan çıkarma, elli Euro kadar bir miktarı cebinde ayrı sakla!" gibi şeyler söylediler.

Anlaşılan burada bayağı eğleneceğiz. Eğer kıçımızı kaptırmadan dönebilirsek anlatırım detayları size.

Lozan'dan Marsilya arabayla dört-beş saat gibi. Biz bugün gelirken Lyon üzerinden otoyolu almak yerine Grenoble üzerinden geldik. Sisteron'a doğru otoyolu bırakıp köy yollarını kullandık ve bu sayede de biraz Provance havası koklamış olduk.

Denizden içerilere girdikçe Provance'ın tüm havası değişiyor. Nice'li, Cannes'lı, Saint-Tropez'li Cote d'Azur'ün ukala yada hadi yine devşirme bir terim kullanayım, "snob" havası içerilere girince kayboluyor ve bana sorarsanız dünyanın sayılı güzel bölgelerinden biri haline dönüşüyor inland Provance.

O yemyeşil dağlar, belki de dünyanın en güzel köyleri, neredeyse Kapadokya gibi biçimlenmiş kayaları, şatoları ve kaleleri ile Provance'ı yeme ama yanında yat.

Öyle güzel yani. Yakınına gelip de görmemek bir insanlık suçu...

İşte böyle. Yarın yürüme günü o yüzden yatalım, uyuyalım ve büyüyelim.

Görüşmek üzere...

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Tunus 6

Bugün Temmuzun on dördü. Yemek öncesi bir kokteylden sonra mum ışığı altında akşam yemeğini yedik. Yemek salonunun ortasında kırmızı, beyaz ve mavi renklerden oluşan dev bir pasta. Kimse yemeye kıyamadı, herkes fotoğrafını çekiyor.

Bu akşam tüm animasyonlar iptal. Havuzun kenarına bir sahne yapıldı, hem de bayağı büyük bir sahne. Otel personeli kılıklarını değiştirdi. Papyon falan takıyorlar. DEFCON 2 durumları yani.

Bu aşamadaki beklenen soru ise Temmuzun on dördünün öneminin ne olduğu. Tunus bağımsızlığını mı kazanmış? Habip Burgiba'nın doğum günü mü? Kuskusun keşif yıldönümü mü? Ne sahiden?

Bunların hiçbiri.

Ondört Temmuz Fransız devriminin yıldönümü. Daha doğrusu Bastile saldırıp yaktıkları gün - haliyle devrim aylar almış bir süreç, sembolik olarak ondört Temmuza indirgenmiş. Bu gün fransızların ulusal günü sizin anlayacağınız.

Peki Tunus'ta bir otele Fransız devriminin yıldönümü nedeniyle neyin girip çıktığını sorabilirsiniz.

Müşteriler Fransız, belki ondan deseniz değil. Üçbeş Fransız var o kadar. Çoğunluk Alman. Bilindiği üzere Almanların Fransız devrimi yada toptan Fransa için pek de sempatilerinin olduğunu söylemek zor. İkinci çoğunluk müşteri gurubu da Belçikalılar. Belçikalılar ise Belçikayı bile takmamakta, bırakın Fransanın ulusal gününü taksınlar.

Bu, sizin anlayacağınız, Tunusluların işi.

Birini çevirip sordum, "Hemşerim, Fransanın ulusal gününden size ne böyle kırk gün kırk gece kutlamalar yapıyorsunuz" diye. O da dedi ki "Tunus eskiden bir Fransız kolonisiydi".

E, ondan önce de Türk kolonisiydi, o zaman niye yirmidokuz Ekim'i kutlamıyorsunuz diye sormak vardı ama hadi neyse dedim.

Çünkü Tunuslular kendilerini Fransızca konuşarak, Fransız müziği dinleyerek ve Fransız adetlerini yerine getirerek Fransa'yla ilişkilendirmekten bir tür haz alıyorlar. Ondört Temmuz da işte bunlardan biri.

Fransa sanki Tunus'un modern dünya ile bağı. Aynı izlenimi tanıdığım Faslı ve Cezayirli arkadaşlardan da aldım. Her iki ülkenin de ana dili Arapça olmasına rağmen bir ikisi kendi aralarında bile Fransızca konuşuyordu.

İşin komiği, Fransa'nın Tunus dahil eski kolonilerine pek bir hayrı da dokunmuş değil. Hatta tarihe bakarsak, Fransa'yı sömürgeciliğin erbapları Birleşik Krallık, İspanya yada Portekiz ile karşılaştırdığımızda bu sömürgecilik işini Cezayir örneğine olduğu üzere fazlasıyla eline yüzüne bulaştırdığını söyleyebiliriz.

En azından Tunus'da gördüğüm kadarıyla Fransızlar bir çivi bile çakmamış. Oysa gidin bakın Şangay'a, Hong Kong'a. Koloni zamanından kalma bir çok bina, yol, vesaire görürsünüz. Tunus derseniz hak getire.

Buna rağmen Fransa diye ayılıp bayılıyor Kuzey Afrika.

Ne yapalım, canları sağolsun. Bu arada unutmayalım ki Osmanlı döneminde biz de yüz yıllarca Fransa diye ayılıp bayılmışız.

Neyse, Tunusluların derdi bizi germesin.

Fransanın Bastili yıkma gününden çok daha fazla önemli bir konu artık tatilin sonunun yavaş yavaş gelmesi. Pazartesi yarım günlük bir havuz vedasını saymazsak yarın son günümüz. Cerbe'ye veda etmek bayağı zor olacak. Bir de üstüne gelecek hafta çok önemli ve yoğun bir hafta. Neyse ki bu on beş günün şarjı fazlasıyla yeter.

Bugün Jelena'yla birlikte bol bol su altı fotoğrafı çektik. Techizatımız biraz iptidaiydi çünkü bir yanlış anlaşma sonucu snorkelleri getirmemişiz, ancak sonuç bence fena değildi. Resimleri büyük ekranda görünce anlayacağız ama umutlarım fazlasıyla yüksek.

Su altı dünyası büyüleyici bir dünya. Balıklar, bitkiler, kayalar inanılmaz güzellikte görüntüler vermekte. Bu da aynı güzellikte fotoğraflar demek.

Bu su altı fotoğraf işi beni bayağı sarmaya başladı. Şu anda beş metreye derinliğe dayanıklı ufak bir Point & Shoot kamerayla görüyorum işimi ama yakında bir plastik casing satın alıp bir DSLR ile dalmayı planlıyorum. Eğer bu işi becerebilirsem ilk hedef doğal olarak Kızıldeniz. Gelecek sene size beğeneceğiniz bir iki su altı fotoğrafı post edebilirim.

Yarınki program ise yunuslar. Tabi ki hava, yol ve yunusların keyif durumlarına göre değişebilir sonuçlar. Bir iki gün önce yunus kovalamaya çıkan bir gurup hayal kırıklığı ile geri döndü. Yunus munus görememişler. Ne yapalım, yunus göremezsek martı fotoğrafı çekeriz. Buranın martıları sarılı, siyahlı, çok ilginç martılar.

Bu günlük bu kadar. Görüşmek üzere...

13 Temmuz 2012 Cuma

Tunus 5

Barmenle ilişkilerimi ilerletmemin sonrasında artık otelle aynı adlı Zephir kokteyllerini büyük kadehlerle almaya başladım. Bu masa ile bar arasındaki round-triplerin sayısını yarıya düşürdü. Bu önemli çünkü Temmuzun ortasında Afrika'ya gelmenin travmasının üzerine ek olarak Tunus bir de normalin üstü yüksek sıcaklıklara maruz kalmakta. Bu günün maksimumu örneğin gölgede kırk beş derece, yarın kırk sekiz bekleniyor. Dün dünyanın en sıcak çölü Sahara'yı ziyaret etme basiretini gösterdik ve sıcaklık orada gölgede elli iki derece idi.

Sizin anlayacağınız kıçımız yanmakta.

Buna rağmen tatil hala güzel ilerlemekte. Dünkü Matmata-Douz turu mükemmeldi.

Matmata'dan başlarsak yine hayatımda ilk defa bir Berberi ailesini kendi evlerinde ziyaret etme şansını buldum. Berberiler yada buradaki adlarıyla Berberler - ki bu Berberler ne saç kesmekte, ne de beri gelmekte - Kuzey Afrika'nın yerlileri. Başka bir deyişle Fas, Cezayir, Tunus ve Libya'da tarihsel filmi geri sararsak Arap yayılması öncesinde bu topraklarda sadece Berberileri görmekteyiz.

Berberi Ailesi
Berberiler genelde göçebe olan Bedevilerle karıştırılsa da aslında oldukça yerleşik bir toplum. Köyleri ve kendilerine has evleri var.

Dümdüz, kil toprağı yoğun, yirmi metreye yirmi metre boyunda bir alanı düşünün. Berberiler, evlerini bu alana inşa etmek için önce bu alanı bir daire biçiminde on-on beş metre derine kadar kazıyorlar. Bayağı daire biçiminde bir çukur. Sonra bu çukurun çeperine odaları oyuyorlar. Bazı evler iki katlı bile olabiliyor.

Star Wars'ın çekildiği Sidi Driss oteli de bu tarzda yapılmış bir Berberi evi. Hala filmden kalma dekorlar var. Ancak mesela Amerika'da olsa bir Star Wars mabedine çevirilebilecek bu yer ne yazık ki ikinci sınıf bir otel olmuş. Luke Skywalker'ı filimde gözünüzde canlandırmaya çalışırken iki garson ellerinde salata tabaklarıyla önünüzden geçiyor, bir üçüncüsü onlara elleri dolu iken tekme atarak şaka yapmaya çalışıyor.

Berberilerin ikinci ev şekli ise düzlük yerine tepelik bir alana yerleşmeleri gerektiğinde seçtikleri mağara benzeri kayalara oydukları odalar.

Her iki tarz evler de mutlaka görülmeye değer.

Matmata civarında başka bir durağımız ise Tunusluların eski köyler diye adlandırdıkları toprak yapılı köyler. Görünüşü fazlasıyla güzel olan bu köylerde ne yazık ki yaşanması çok zor, ne elektrik ne su var. Bu köylerin birçoğu Tunus'un ünlü başkanı Habib Burgiba'nın teşvikiyle yetmişli yıllarda boşaltılmış ve fazla uzakta olmayan imar planlı, elektrikli ve sulu yeni köylere taşınmış. Ne olursa olsun eski köylerin cazibesi yeni köylerde yok. Görülmesi gerekli yerler listesine direkt birer aday bu eski köyler.

Toprak yapılı köyler
Matmata'yı geride bırakıp Douz'a yöneldik. Douz, Sahara çölünün başlangıcında Red Kit maceralarında fazlasıyla yaygın "son şans köyleri" benzeri bir şehir. Tam bir Kuzey Afrika minyatürü Douz. Çok ilginç bir cazibesi, çok da güzel bir pazarı var. Jelena bir dolu hatıra malzemesi ve giyecek aldı.

Douz Pazarı
Yeri gelmişken söyleyeyim, Jelena rahmetli annemden sonra tanıdığım en çetin pazarlık erbabı. Bir Arap satıcı Jelenanın pazarlık fiyatını kabul ettikten sonra, nasıl içine dokunduysa dükkanın kapısından çıkarken bizi durdurdu ve "Eğer Ekimle Aralık arasında gelseydin bu dükkandan ya eli boş ya da benim fiyatımla aldığın tunikle çıkardın" dedi, cevabımızı bile beklemeden döndü gitti.

Matmata ile Douz arasında Tunusluların Taş Çölü dedikleri kum ile kaya karışımı bir alan var. Douz'dan sonrası ise Sahara, bildiğiniz kum çölü.

Sahara Douz'dan hemen sonra başlıyor. Yürüme mesafesi. Biz arabalarla bir on dakika daha ilerledik. Sahara'nın bu kesiminin kumları daha beyaz. İlk Sahara bölgesinin kumları daha altınsıydı. Geri kalan herşey aynı. Cehennem sıcağı ve kilometrelerce kum.

Su şişesine Sahara kumu
Arabadan inince ilk iş boş bir pet su şişesine hatıra Sahara kumu doldurmak oldu. Jelena bir iki fotoğrafdan sonra, bir önceki Sahara ziyaretinde başına gelenlerin de etkisiyle arabaya geri döndü. Ben cengaverliğe devam ettim ve bandanama su dökerek kum tepelerinin üzerinden bu kez yürüyerek daha içerilere doğru yöneldim.

Deve Ölüsü
Üç yada dördüncü tepeden sonra bir koku geldi ama kimyasal silah gibi, iğrenç bir koku. Lan ne oluyor diye bir döndüm ki bir deve ölüsü, daha doğrusu deve ölüsünün dış tarafları. Bayılma pahasına bir fotoğrafını çektim ve hemen uzaklaştım.

Sahara o gün en sıcak günlerinden birini yaşıyordu. Gökyüzü morumsu bir mavi renk almıştı. Teoride gözle görünmeyen yüksek frekanslı ultra violet yani mor ötesi ışıma arttığında bu ışımanın sarkmaları gözle görünür mor renkli ışımayı da artıtır. O gün gökyüzünün morluğu bundan mıydı benim hayal gücümden miydi bilmiyorum ancak o sıcaklık gerçekti ve belleğime kazındı.

Otele döner dönmez havuza atladık ancak o gün havuz suyunda makarna haşlanırdı bence. Oradan denize koştuk. Deniz havuz kadar olmasa da yine sıcaktı. Önceki günlerde Jelena ile beraber akıntının soğuttuğu bir bölge bulmuştuk. Oraya yüzdük ve bir yarım saat birbirimizle konuşmadan "soğuduk".

Bugünün olayı ise bir deve - pardon dromader turuydu. Hayırlısı, bu günlerde şansımız develerden açıldı, sonu iyi gelsin diyelim.

Buyrun gülün...

Hayatımda ilk defa bir deveye bindim. Çok eğlenceli ve vücudunuzun herhangi bir bölgesine akla ilk gelenler dahil herhangi bir zararı yok.

Bu deve macerasının bir hedefi de klasik bir deve fotoğrafı çekmekti - ki bu aşamada işler biraz karıştı.

Nedir bu klasik deve fotoğrafı derseniz anlatayım hemen. Bir gün batımı canlandırın gözünüzde. Kırmızımsı bir renk altında beyaz kum tepeleri, kumun üzerinde bir yada birkaç deve, develerin üzerinde bir yada birkaç insan silueti, heybeler, kilimler. Ancak en önemlisi fotoğrafın can damarı olan develerin kum üzerinde uzamış gölgeleri.

Senaryo güzel de set ve dekorda problemimiz var.

Herşeyden önce saat üç buçuk, öyle güneş batımı kızıllığı falan yok ortada. Güneş koç gibi kırkbeş derece tepemizde parlıyor.

İkincisi çölde değil deniz kıyısındayız. Ayak bileklerine kadar su içine girmiş bir deve ve etrafında mayolu insanlar, o çöl yalnızlığı ve kuruluğu kurgusu ile pek de gitmiyor.

Kum deseniz deniz kumu, çöl kumu değil. Aradaki fark da kum içerisindeki öbek öbek yosunlar ve ayak izleri.

Fotoğrafımız zor ancak imkansız değil.

Gün batımı kızıllığını halletmek kolay, biraz Photoshop'a bakar. Burada problem güneşi kareye almamak. Zaten güneş kareye girerse başka sorunlara da yol açacak.

Benzer nedenlerle denizin de kareye girmemesi gerek.

Problem ise güneşin denizin aksi tarafında olması. Yani güneşi arkanıza alırsanız deniz önünüzde kalıyor.

Denizi "görmemek" için de devenin kıyıdan daha içerilere girmesi gerekiyor, ancak sahil her yerde bu kadar geniş değil.

Devenin üzerinde sadece ben varım ve oniki-onüç yaşında bir çocuk yerde, deveyi dizginlerinden çekerek ilerliyor. Cocuğumuz az derece Fransızca konuşmakta.

Bu arada kameraman Jelena çünkü deveye binmek istemedi ve bizi kıyıdan koşarak takip ediyor. Onun problemi ise yalın ayak olması. Kızgın kumların üzerinde ancak birkaç saniye durabiliyor.

Toparlarsak sahılde kumlu, yosunsuz, üzerınde ayak izi olmayan, etrafında insan bulunmayan, denizi saklayabilecek kadar kıyıdan içerde bir yer arıyoruz.

Bir ara deve çiş yapmaya başladı ve bu andan sonra Jelena korkudan bizle arasını öyle bir açtı ki bağırmadan konuşmak imkansız hale geldi.

Böylece deveci cocukla anlaşma işi bana ve kırık Fransızcama kaldı. Biz "Agoş silvuple" (Sol lütfen) ve "Adruat silvuple" (Sağ lütfen) diye diye iyi kötü gitmeye başladık.

Bir on beş dakika gezindikten sonra anladık ki yosunsuz ve ayak izi-siz bir nokta bulmak mümkün değil. Ancak bunların az olduğu bir yer bulabiliriz.

Yeri gelmişken Photoshop'ı yada daha yoğun kullandığım Lightroom'u sadece crop yada renklerle, exposure'la vs. oynamak için kullanırım. Spot repair dışında pixel editlemesi yapmam. Türkçesi fotomontaj yapmam da sevmem de (bu arada komiklik olsun diye mesela Zagorun üzerine kendi yüzümü koyduğum üç-beş fotoğrafı hariç tutuyorum). Bu sebeple yosun yada ayak izlerini "silmek" bir seçenek değil.

N'apalım dedik olduğu kadar.

Gözüme işe yarayabilecek bir alan kestirdim. Bir-iki "agoş/adruat" la o bölgeye ulaştık. Bir "Arret silvuple" (Dur lütfen) ile durduk.

Çocuk hala dizginleri tutuyor. Olmaz. Dizginleri bırakıp kareden çıkması lazım. "Alezi mösyö" dedim yani buyur git gibisinden. O hadi gidelim anladı, dizginleri çekip deveyi hareket ettirdi.

Nasıl kıçımı yırtıyorum "Arret" diye. Cocuk korkup durdu. Durdu da biz de bu arada az yosunlu, az ayak izli bölgeden ayrılmış olduk. Devenin geri vitesi yok ki takıp hemen geri dönelim. Baktım ki öyle "Agoş" la, "Adruat" la "U" çekip geri dönmek en az on beş dakika alacak, vazgeçtim.

Ne yapalım yosunlu olsun anasını satıyım diyip durduğumuz yerde denemeye karar verdim. Çocuk da yine deveyi alıp gitmesin diye bu sefer Fransızca limitlerimi zorlamak pahasına "Lö dromader rest isi me vuzalezi" yani deve kalsın ama sen git dedim.

Anladı mı anladı. Dizginleri bıraktı ve uzaklaştı. Tam bağırıp Jelena'yı çağıracakken bu sefer deve kalkıp çocuğun peşinden gitmeye başladı.

Ben bağrınmaya başlayınca çocuk hemen dönüp dizginleri yakaladı, "Eywa, eywa" diye deveyi sevip peşinden gelmesine engel olmaya çalıştı. Deve de bu ilgiyi herhelde çök anlamında algıladı ve iki ön ayağını kırıp çökmeye başladı.

Devenin üzerindeyken aşağı yukarı iki metre yüksekte olduğunuzu unutmayın. Deve iki ön ayağının üzerine alçalırken arka ayakları hala dimdik duruyor, siz de öne doğru ciddi bir kuvvetin etkisinde kalıyorsunuz. Bu arada deve her iki ön ayağını da aynı hızla kırmadığı için bir de sağa ve sola da yalpalıyorsunuz. Üstüne benim bir de hazırlıksız olduğumu hesaba katın ve nasıl paniklediğimi artık siz düşünün.

"Hooooo!"

Ben bağırınca deve de korkup bağırmaya başladı. Develer inekler gibi "Moo" 'lamıyorlar, böyle "Meüeümeeü" gibi komik bir ses çıkarıyorlar. Neyse deveci çocuk dizginleri çekip günü kurtardı.

Devenin gölgesinin yarısı suyun içinde
Bu arada yine hareket ettiğimiz için artık devenin gölgesinin yarısı suyun içinde kalmaya başladı.

Bu aşamada ben artık fotoğrafı falan bıraktım. Jelena'ya rica ettim, bak öyle susuz, yosunsuz denk gelirse çek bir iki kare diye. O da sağolsun önümüzden arkamızdan önce ayaklarını suya sokup sonra kara tarafına koşup ayakları yanmadan fotoğrafı çekip daha sonra tekrar suya zig zag yaparak aslında bayağı güzel üç beş kare yakaladı.

Bu deve hikayelerinin sonlanması dileği ile, görüşürüz.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...