11 Şubat 2025 Salı

Kafkasya - Yola Çıkmadan

Sevgili arkadaşlar, eğer Youtube üzerinde Türk gezginlerini izliyorsanız, bir sonraki hedefimiz olan Tiflis ve Bakü hakkında yüzlerce video bulacaksınızdır.

Bunun bir kaç nedeni var.

Öncelikle hem Azerbaycan, hem de Gürcistan’ı ziyaret etmek için vize gerekmiyor. Bırakın vizeyi, pasaport bile gerekmiyor. Kimliğinizi gösterip, cart diye girebiliyorsunuz.

İkincisi, her iki ülke için de bir yabancı dil konuşmak gerekmiyor. Azerbaycan zaten Türkçe, Gürcistan’da da Türkçe konuşan çok kişi var.

Üçüncüsü, her iki ülke de fazlasıyla ucuz. Çok hesaplı bir şekilde gezebiliyorsunuz.

Çok turist geldiği için bir çok havayolu Türkiye’den Bakü ve Tiflis’e uçuyor. Bu yüzden de çok ucuz fiyatlara uçak bileti almak mümkün.

Ancak en önemlisi, her iki ülke de çok güzel. Gezecek, görecek ve vlog çekebilecek çok yer var.

Hal böyle olunca gezginler ve gezgin namzetleri ilk destinasyonları olarak bu iki ülkeyi seçiyorlar.

Yüzlerce gezi videosunun çekildiği, görülmesi gereken her yerin gösterildiği, söylenecek her şeyin söylendiği bu iki kent için yazacak ne kaldı da, mesaini harcıyorsun diye sorabilirsiniz. Haklı da bir soru olur. Ancak benim de söyleyecek iki lafım var tabii - ne zaman yoktu ki?

Öncelikle buralara gelen gezginlerin çoğunun neredeyse ilk yurt dışı deneyimleri olduğunu unutmayın sevgili arkadaşlar. Lütfen yanlış anlamayın. Bu gençlerin hiç birini küçümsemiyorum, tam tersine cesaretlerine hayranlık duyuyorum. Ancak acemilik de acemilik işte. Daha fazla yer gördüklerinde, elbette daha doğru, daha hassas gözlemler yapacaklardır.

İlk kez yurt dışına çıktığımda ben şahsım da her gördüğüm şeye “Anaaaa!” olmuştum. Bunda bir beis yok.

Ama söylenenleri duyunca hafif bir gülümseme gelmiyor da değil.

Çoğu Bakü’nün temizliğini yere göğe koyamıyor. Onlar için böyle bir temizlik istisnai bir durum. Asıl istisnanın Türkiye’deki kentlerin pisliği olduğunu bir bilseler…

Keza trafik. İstisnasız hepsi Gürcistan ve Azerbaycan’da sürücülerin saygılı oldukların, yayalar geçerken durduklarını, kornaya basmadıklarını defalarca tekrarlıyor. Yine istisna ve normun hangi ülke olduğu ile ilgili bir konu.

Biraz da bilgisizlik.

İzlediklerimin önemli bir bölümü, özellikle Bakü’nün merkezindeki güzelim binaların “Sovyet Mimarisi” olduğunu söylüyor.

Halbuki bu binalar çoğunluğu Rönesans, Barok, Neo-klasik ve Art Nouveau falan tarzı bir mimariye sahipler. Ama önemli olan bunların hangi tarzda bir mimariye sahip oldukları değil, olmadıkları.

Sovyet Mimarisi nasıldır, biliyor musunuz, sevgili arkadaşlar?

Şimdilerde var mıdır, bilmiyorum. Bizim zamanımızda ilkokullarda elişi dersleri vardı. Kartonlardan ev yapardık. Dümdüz duvarlar, kare kare kesilmiş pencereler. Sovyet mimarisi ahan bu. İnsanın içini karartan, hiç bir özelliği olmayan kaba-saba binalar.

Sovyet Mimarisi'nin "Sanatsal" diyebileceğim bir örneği

Sovyet mimarisinin nadir “sanatsal” örneklerinde ise köşeli sütunlar bulunur. Zafer anıtları, liderlerin mozoleleri falan hep böyledir. Bunların önünde emmi şapkalı partizanların, ağlayan bebekli kadınların, ellerinde kazma-kürek işçilerin ve kahraman Kızıl Ordu askerlerinin heykelleri bulunur.

İşte bizim gezginler Bakü ve Tiflis’te gördükleri, çoğunluğu Çarlık Rusyası'ndan kalma güzel yapılara yanlış bir biçimde Sovyet Mimarisi diyorlar.

Bir de çoğu “mimari” kelimesini “bina” yada “yapı” yerine kullanıyor. “Etrafımızda çok güzel ‘mimariler’ var” veya “Karşıdaki ‘mimari’ ‘nin resmini çektim” gibi. “Manzara” sözcüğünün de gereksiz yere “manzaralar” şeklinde çoğul halini kullanıyorlar - “Manzaralar çok güzel” gibi.

Şunu da birden çok kez duydum. “Alfabe” ‘yi “al-faaaa-be” diye telaffuz ediyorlar. Bu yeni moda Araplaşma’nın bir parçası mıdır, bilmiyorum, ancak benim zamanımda “alfabe” der, “fa” hecesini uzatmazdık.

Geçenlerde biri “Sırpça hem Kiril, hem de Latin alfaaabesiyle konuşulur” demiş. Dayanamadım, “Alfabe ile konuşulmaz, yazılır” diye cevap yazdım.

Sadece acemi gezginlerde değil, kıdemli zenginlerde de bulunan başka bir sorun var sevgili arkadaşlar. Bunlar bir yere gidip, kameralarını çalıştırmakla gezi videosu çektiklerini düşünüyorlar. Bence gerekli ön araş₺ırmayı yapmıyor, gördüklerini yapısal, anlaşılır bir biçimde anlatamıyorlar.

“Ayyyyy, dostlarrrrrrrr, otelimize geldikkkkkkkk, Yani her şey çok güzellllll…. Ama, şey, yani, ayyy tokamı düşürdüm, karşıda bir bina var ama kilise mi anlamadımmmmmmm….. Acaba buranın adı ne kiiii?”

Yapma be ablacımmmmm :)

Off, konu dağılıyor ama yazmadan da duramadım. Yine bunlardan biri Belgrad’a gitmiş. Muhtemelen Sırp “Dragan” ‘lardan biri bunu kafaya almış, “Eğer ‘kırmızı’ belediye otobüslerine, ancak sadece ‘orta’ kapıdan binersen otobüs bedava oluyor” demiş. Bizim gezgin de bu bilgiyi başka yerlerde bulamazsınız diye bize satıyor. Garibim, kim bilir kırmızısı gelsin de bedava gidelim diye kaç otobüse binmedi. Daha da iyisi, eğer bir yakalasalardı, bilet almadı diye oyarlardı. Neyse…

Daha neler var.

Yine bir başkası “Belgrad’da olduğumu bilmesem, burası Avrupa diyeceğim” diyor. Okullarda coğrafya yerine ölü kefenleme öğretilince böyle oluyor. Bildiğiniz üzere Belgrad, Avrupanın göbeğinde bir şehirdir.

Bu gezginlerin çoğu kısıtlı bir bütçe ile seyahat ediyor. Adam Roma’ya kadar gidip, Vatikan Müzesi’ni gezmiyor, yada Champs-Élysées’de oturup, bir bardak şarap içmiyor. Singapur’a gidip, Marina Bay Sands’e, yada New York’a gidip, Empire State Building’e çıkmıyor. Endülüs'e gidip, Sevilla’yı, Granada’ya gidip Alhambra’yı görmüyor. Bunlar olmayınca da gidilen yerin bir tadı, çekilen videonun da bir anlamı kalmıyor. Sadece sokakları ve ucuz tekne turlarını görüyorsunuz.

Bir de hali vakti yerinde olanlar var ki, onlar bazen daha da komik oluyorlar. Bir tanesi Bakü’de “yerel” bir restoran tavsiye ediyor. “Otantik” Azerbaycan restoranında yedikleri “kruvasan” ve “avokadolu bilmemne”. Gel de gülme.

Bu “kruvasan” sözcüğüne de gıcık oluyorum. O “v” dünyada hiç bir dilde “croissant” ‘ın söylenişinde yok. Croissant bu arada Fransızca’da hilal demek. Osmanlı bayrağının üç hilalinden dolayı bu ismi almış. Aynı şekilde “pankek”, “donut”, “çöpstik” falan da sinirlerimi kaldırıyor.

Türkiyede Esenyurt Otel Ibis’de kalıyorum. Haramidere’den taksiye binmeye çalışıyorum. Bir taksi durdu, “Esenyurt Ibis” dedim. “Abi metrobüs ile iki durak, trafiğe bir girersek bir saatte gidemeyiz” dedi. “Emin misin o Ibis’in Esenyurt Ibis olduğuna? Başka bir Ibis olmasın?” diye bir kere daha sordum.

“Abi burada başka ‘ibiş’ otel yok” dedi.

İçimden güldüm tabii.

Bir de kahveciler var ki, onlara değinmezsem kurdeşen olurum.

Gerekli biçimde eğitilene kadar bu kahve konusunda Türkiye’de çok aşağılandım.

Geçenlerde Antalya'da Kahve Dünyası mı, Kahve Diyarı mı, Kahve Sarayı mı, öyle bir yere girdim. Sabah yeni kalkmışım, daha afyonum patlamamış. “Bir kahve lütfen” dedim. Adam bana öyle bir baktı ki, hani Maho Ağa köyden gelmiş, İstanbul’u yeni görmüş, canı bir kayfe çekmiş de bu dükkana girmiş gibi.

Alaycı bir gülüşle, şöyle tepeden, “Ne tür kahve istersiniz?” diye sordu, ama hala sırıtıyor.

Ne bileyim, kahve işte. Listeye baktım, “Americano” dedim, “Biraz sütle”.

“Americanoda süt olmaz” dedi.

Ne oluyor biraz süt koyunca? Günah yazılıp, cehenneme mi gidiyorsun?

“Babacım, olmaz diyorsan olmasın, ama benim için biraz koyamaz mısın?”

Cevap bile vermedi, kahveci kıza seslendi. Cümlede özne bile yok, “Bir americano ama süt istiyor…”

Kahveyi almak için gittim. Kız kapkara kahveyi uzattı. “Ablacım ben biraz süt istemiştim…” diye korka korka mırıldandım.

Kız şöyle bir la havle oldu, o da “Americanoda süt olmaz” dedi.

“Ben kasadaki beyefendiye şeyetmiştim, tamam koyarız dedi” falan diye geveledim.

Kız “O zaman süt için ekstra ücret ödemeniz gerekecek” dedi.

Kıytırık bir kahve yüzünden polis çağıracak neredeyse. “Vereyim, ne kadarsa” dedim. Kasadaki adam “Tamam, önemli değil, bir parça süt koy” dedi de kahvemi sonunda alabildim.

Türkiye seyahatim boyunca tövbe billah, bir daha “kahve” istemedim. Siparişimi hep “Bir americano, biliyorum americanoda süt olmaz ama benim için biraz koyabilir misiniz?” şeklinde verdim.

Siz Türkler bu kahve işine çok takıldınız, benden söylemesi.

İlkin, dünyanın her yerinde bir “kahve” sipariş ettiğinizde, özel bir kahve değil, orta boy geleneksel bir kahve istediğiniz anlaşılır. Genelde “Black or white?”, yada “Milk and sugar?” falan diye sorarlar. Kimse sizi americano mu, latte mi, macchiato mu, cappuccino mu, tarçın aromalı tingamatria mı falan diye sorguya çekmez.

Ne zaman ki özel bir kahve istersiniz, o zaman espresso, cappuccino, latte falan gibi kahvenizi kalifiye edersiniz.

Kahve türleri - Doğru isimleriyle

Öyle americano, latte, espresso, macchiato falan hüdainevi reçeteler değil sevgili arkadaşlar. İstediğiniz kahve latte yada cappuccino gibi zaten sütle hazırlanan bir kahve değilse, bunu sütle yada siyah içebilirsiniz. Özellikle americanonun isim babası Amerika’da. Orijinal reçetede olmasa da kahveye süt eklemek kadar doğal bir şey yoktur. Americanoda olduğu gibi, gerçek espressoda da süt olmaz ama İtalya’da bile espresso istediğinizde bazen siz söylemeden yanında süt veya krema getirirler.

Her şey bir kenara, bu hıyarlığı yapan, hangi kahvenin ne olduğunu şeflerinden yada garson arkadaşlarından öğrenmiş az gelişmiş ülkenin çocukları, ukalalık yapmadan önce karşılarında bir müşteri olduğunu hatırlayıp, biraz kibar olsalar, bence çok daha iyi olacak.

İtalya’da espressoyu rakı ile karıştırırlar sevgili arkadaşlar. Ciddi söylüyorum. Espressoya, sambuka isimli, anasondan yapılma, rakı ile tamamen aynı tatta bir içki eklerler. Buna “caffè corretto”, yani “doğru kahve” derler.

Girdi mi şimdi o üç kahve ismi ezberledi diye adam olduğunu zanneden kenar mahalle kızına?

Adam espressoya rakı katıyor, ben americanoya süt koymuşum, çok mu?

Altmış yıl Nescafe’den başka kahve içmemiş memlekete gerçek kahve gelince böyle oluyor işte.

Anladınız her halde. İşte tam bu yüzden başka bol bol gezi videosu varken, bu gezimizi sizlere bir de kendi kalemimden anlatmak istedim.

Çok mu iddalı oldu? Belki. Ama idda olmadan, başarı da gelmez. Ben yazayım da, zırvaladığımda - ki sıkça zırvalarım, siz de bana gülün.

Bir de yazının büyüsüne hala inanıyorum sevgili arkadaşlar. Biliyorum, çoğunluk bırakın okumayı, on beş dakikadan uzun videoları izlemiyor bile, yada x2’ye alıp, çabukça bitiriyor. Ancak ben hala okumanın değerini anlayanlar olduğunu düşünüyor, hatta biraz da biliyorum. Bu blog altmış bin kez okunmuş. Yani hala umut var sizin anlayacağınız.

Devam edeceğiz.

10 Şubat 2025 Pazartesi

Kafkasya

Sevgili arkadaşlar, uzun sayılabilecek bir süredir seyahat etmiyoruz. Başta sevgili karımın ciddi sayılabilecek bir sağlık sorunu, özel hayatımızda olan bir kaç tatsız olay bizi hem seyahatten, hem de olağan hayatımızdan biraz geri bıraktı. Neyse ki işler yavaş yavaş yoluna girmeye başladı ve biz de uzun süredir planladığımız Kafkasya gezimize başladık.

İyi kötü biraz gezmiş biri olsam da inanın dünyanın bu bölgesine henüz hiç gelmemiştim. Halbuki Kafkasya, müzikleriyle, danslarıyla, kısacası bütün halklarıyla kültürümüzün çok bilinen bir parçasıdır.

Ne yapalım, kısmet bugüneymiş.

Hatta biraz daha fazlası var, söyleyeyim de ayıplayın beni. Ben henüz Doğu Karadenizi görmedim. Doğup, üç yaşına kadar yaşadığım, bir daha da hiç gitmediğim Merzifon’u saymazsanız, Zonguldak’ın doğusuna hiç geçmedim. Elbette, ömrüm yeterse birgün mutlaka göreceğim bu cennet bölgeyi. Ancak şimdilik Kafkaslarla başlayalım.

Kafkasya coğrafik bir bölge arkadaşlar. Hiç bir yerde bulamayacağınız bu nadide bilgiyi verdikten sonra Kafkasya tam olarak neresi, ona bakalım…

Kafkasya, Karadeniz’in batı kıyısından Hazar denizinin doğu kıyısına kadar uzanan dağlık bölgenin ismi. Kuzey sınırı Rusya’da bulunan Kuban, güney sınırı da Aras nehirleri. Kafkasyanın kuzeyi, yani Kuzey Kafkasya Rusya Federasyonu’nun sınırları içinde kalır. Güney Kafkasya’da ise bağımsız devletler bulunur.

Kafkasya
Kuzey Kafkasya çok renkli birçok halkı ve kültürü barındırır.

Çerkesler, kuzey Kafkasya’da, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkarya bölgelerinde yaşarlar.

Çerkesler renkli bir halk, gelin biraz detaylarına girelim.

Genel kanının aksine, Çerkesler bir Türk halkı değildirler. Öz be öz Kafkasya’dan gelmedirler. Konuştukları dil Çerkesçe, tamamen Kafkas kökenlidir.

Yani Reis’in, Türkiye’nin Türk ve farklı diğer etnisitelerine göndermede bulunurken söylediği “Laz, Çerkes, vs…” fazlasıyla doğrudur.

Rusların Çerkesya’yı işgal etmesi sonucu, milyonlarca Çerkes göçe zorlanmış, Kafkasya’daki Çerkes nüfusu yüzde doksana kadar azalmış. Göç eden Çerkeslerin önemli bir bölümü Osmanlı’ya sığınmış. Göç sırasında hastalık ve açlıktan ciddi sayıda Çerkes hayatını kaybetse de, bir milyona yakını Osmanlı topraklarına yerleşmiş. Bugün Çerkeslerin çoğu dünyanın farklı yerlerinde yaşamakta.

Osmanlı’dan bugüne Çerkes kızları güzellikleriyle bilinir. Çerkes kızları açık tenli, renkli gözlü, uzun boylu, zarif, üzerine bir o kadar da zeki, ahlaklı, bilgili ve kültürlüdürler. Tanıdığım bir kaç Çerkes kızına dayanarak söyleyebilirim ki, bu söylenenlerin hepsi doğru. Özene, bezene yaratılmışlar, sizin anlayacağınız.

Boş yere, özellikle Topkapı Sarayı’nın hareminin çoğunluğu Çerkes kadınlardan oluşmamış sevgili arkadaşlar. Sultan II. Abdülhamid’in manevi annesi Perestu Valide Sultan, Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Valide Sultan, Sultan Abdülaziz’in annesi Şevkefza Sultan hep Çerkesmiş.

Çerkes erkekleri de Türk tarihinde önemli bir yer tutmuş. Mesela Çerkes Ethem’i bilirsiniz.

Tarihteki başka renkli bir Çerkes figür ise bugün Paris’te, Concorde meydanındaki o muazzam dikilitaşı Fransızlar’a “Alın götürün, sizin olsun” diyen Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dır. Hatta Luxor tapınağında bulunan her iki dikilitaşı birden vermiş, ancak Fransızlar “İkisini birden götüremeyiz, önce birini alalım” demişler. Yakın zamana kadar Fransızlar “O bize hediye” diyerek Mısır’dan ikinci dikilitaşı da istiyorlardı, ancak Mitterand, “Tamam sizde kalsın, istemiyoruz” deyip, husumeti sonlandırmış.

Kavalalı için Arnavut kökenli deseler de, Kavala’ya yerleşmiş bir Çerkes ailenin çocuğu olduğu idda edilir.

Kuzey Kafkasya’da yaşayan bir başka halk ise Abhazlar’dır. Bölge olarak Abhazya'da yaşarlar. Kökenleri yine tamamen Kafkasya, ve yine bir Kafkas dili konuşurlar.

Abhazlar ve Abhazya, batı dillerinde Abkhaz ve Abkhazia şeklinde geçer. Abhazya, Gürcistan ile yaptığı savaş sonucu bağımsızlığını ilan etmiş olsa da, bu devleti Rusya’dan başka tanıyan bir devlet yok. Dünyanın gerisinin gözünde hala Gürcistan’ın bir parçası sayılmakta.

Ve evet, “abaza” deyişinin kökeni bu halktır. Osmanlı zamanı “Abaza”, Abhazlar, Çerkesler ve Abazinleri (abaza yerine bazen abazan da derler) kapsayan bir sıfatmış. Mesela tarihte bir Abaza Mehmed Paşa vardır. Ancak zaman içerisinde “abaza” sözcüğü o bildiğimiz anlamına evrilmiş. Osmanlı zamanında başta Çerkes kadınlarına ilgi duyan, ilerleyen zamanlarda da kadın bulamadığı için hafif cinsel sıkıntılar yaşayan erkekler için kullanılmış.

Tarihte, Abhazlar da Çerkesler gibi sürgüne uğramış ve bir bölümü Osmanlı’ya sığınmış.

Osmanlı zamanında Çerkesler gibi haremde ve orduda Abhaz kökenli sultanlar ve paşalar olmuştur, ancak asıl renkli Abhaz figürleri Kurtuluş Savaşı ve genç cumhuriyettedirler.

Örneğin Rauf Orbay bir Abhazdı, keza Ali Fuat Cebesoy. Sanat dünyasında ise Ediz Hun, Hulusi Kentmen ve İsmail Hakkı Sunat hep Abhaz kökenlidir.

Kuzey Kafkasya’da yaşayan başka bir topluluk ise Abazinler’dir ve Abhaz’larla aynı halktırlar, ancak Abhazya’da değil, Karaçay-Çerkes bölgesinde yaşarlar.

Kuzey Kafkasya’nın başka renkli halklarından biri Çeçenlerdir. Rusya Federasyonu’nun bir parçası olan Çeçen Cumhuriyeti’nde yaşarlar ancak Rus İmparatorluğunun zorunlu göç politikasından onlar da nasiplerini almışlardır. Çeçenistan dışında yaşayan önemli bir Çeçen diasporası vardır.

Çeçenler tarihleri boyunca özgürlükleri için savaşmışlar. Rus İmparatorluğu, Sovyetler ve sonrasında Rusya Federasyonu ile durmaksızın mücadele etmişler.

İmam Şamil’i, yada popüler ismiyle Şeyh Şamil’i bilmeyen yoktur herhalde. Rus İmparatorluğuna kök söktürmüş. Ayna’nın Ceylan şarkısının müziği Şeyh Şamil ilintilidir.

Aynı şekilde Israilov Sovyetleri, Dudayev de Rusya Federasyonunu öttürmüş. Günümüzde ise Kadirov Ukraynalıları öttürüyor.

Çeçenlerin yakın akrabaları olan İnguşlar da Kuzey Kafkasyanın halklarından biridir. Çoğunlukla İnguşetya Cumhuriyeti’nde yaşarlar. İnguşlar’ın da önemli bir diasporası vardır.

Kuzey Kafkasyanın yerli halkları olan Avarlar, Laklar, Lezgiler, Dargiler, Tabasaranlar, Rutullar, Agullar ve Tsahurlar ise Dağıstan’da yaşarlar. Kafkas Avarlarını Avar Türkleriyle karıştırmayalım. Bu ikisi tamamen farklı iki halktır.

Buraya kadar anlattığımız halkların hiçbiri etnik olarak Türk değildir. Binlerce yıldır Kafkasya’da yaşamışlardır. Hemen hepsi önce Rus İmparatorluğunun, yani Çarlık Rusyası’nın acımasız zorunlu göç politikalarına maruz kalmış, başta Osmanlı, zamanın diğer devletlerine yerleşmişlerdir. Bu halklar ikinci zorunlu göçlerini Stalin sayesinde Sovyet döneminde yaşamışlardır. Bazıları sınırları belirli cumhuriyetler olsa da, bugün Rusya Federasyonunun birer parçasıdır.

Bu halklar genelde Müslümandırlar ama farklı dinden olanların sayısı hiç de az değildir.

Kafkasya kökenli Türk halklarının da olduğunu biliyoruz. Gelin biraz da bunlara bakalım.

Kuzey Kafkasya’daki Türk varlığı çoğunlukla Moğollar ve Altınordu devletlerinin Kafkasya’yı işgali sonucunda oluşmuş. Bu halkların çoğunluğu Türkçe konuşurlar ve Müslümandırlar. Hemen tümü İkinci Dünya Savaşı sonrası, Stalin’in zorunlu göç politikalarına maruz kalmış, Sovyetlerin farklı yerlerine yerleştirilmiştirler. Bunların bazıları Kruşçev’in başa gelmesiyle Kafkasya’ya geri dönmüşlerdir.

Karaçay ve Balkar Türklerinin kökenleri Kıpçak Türklerine dayanır ve Kafkasya’ya 11 ve 13’üncü yüzyıllarda yerleşmişlerdir. Balkarlar daha çok Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti’nde, Karaçaylar ise daha çok Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yaşarlar.

Nogay Türkleri Stavropol, Dağıstan, Astrahan ve Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yaşarlar. Kıpçak Türkleri ve Moğollar’ın bir karışımıdırlar. Bugün çok çeşitli görünümlere sahiptirler. Bazıları çıkık elmacık kemikleri ve çekik gözleri ile tam bir Kıpçak-Moğol görünümünde olsalar da, bazıları Tatar ve Çerkeslerle karıştıkları için tam bir batılı görünüme sahiptirler.

Kumuklar, Kıpçak ve Oğuz Türklerinin karışımı olarak ortaya çıkmış bir halktır. Dağıstan Cumhuriyeti’nde yaşarlar.

Son olarak Osetler’den bahsedelim.

Osetler Kafkasya’nın bir Hint-Avrupa dili konuşan tek halkıdır. Aslen Kafkas kökenli değillerdir, İrani bir halktır. Dilleri de Farsça’ya çok yakındır.

Osetler’in Ortaçağ’daki isimleri Alanlar’dı. Tarkan okurları, Yiğit Altar’ı öldüren Alanlı Kostok’u hatırlayacaktır. O Alanlar işte bugünkü Osetler.

Osetler Rusya Federasyonu’nun bir parçası olan Kuzey Osetya-Alanya Cumhuriyeti ve Güney Osetya’da yaşarlar. Güney Osetya, Gürcistan’ın bir parçası olarak kabul edilse de, 1992’den beri fiilen bağımsız bir ülkedir. Putin ve Putinvari Venezüella, Nikaragua gibi birkaç ülke Güney Osetya’yı tanısa da, genelde bağımsız bir ülke olarak tanınmamakta.

Kuzey Kafkasya işte böyle.

Ancak gezimiz Kuzey Kafkasya’yı kapsamayacak. Kuzey Kafkasya’yı ilerleyen günlerde bir Rusya gezisi ile birleştirmemiz gerekecek. Bu gezimize eklemek için hem zamanımız az, hem Rusya’nın durumu malum, hem de kızlar Sırp pasaportlarıyla vizesiz Rusya’ya girebilseler de, problem çocuk bendenizin vize falan alması gerektiğinden no-go olduk.

Güney Kafkasya’ya gelirsek, burada devlet haline gelmiş üç dominant halk var. Azerbaycanlılar, Gürcüler ve Ermeniler.

Bunlardan Gürcistan ve Azerbaycan’ı göreceğiz. Ülkelerine gittikçe bu halkları size anlatacağım.

Ermenistan’ı da çok görmek isterdim. Özellikle Gürcistan sınırında çok güzel kilise ve manastırları var. Erivan da gerçekten görülesi bir kent. Ancak Karabağ savaşı sonrasında ülkede duygular fazlaca yoğun ve Türk olmayan bir pasaportla girsem de ismimin falan sorun çıkarabileceğini düşündüm. Youtube üzerinde Ermenistan’a girip, sorun yaşamış Türkleri izledikten sonra Ermenistan’ı da biraz ileriye bıraktık.

Durum böyle.

Etnik olarak dünyanın en renkli, en karmaşık, doğası bir cennet, tarihi nadide, ve benim için her şeyden önemlisi şarabın insanlık tarihindeki doğum yeri olan bu bölgeye gitmeyi dört gözle bekliyorum.

Stay tuned!

16 Ocak 2025 Perşembe

Radyoaktivite - Ne Yapalım?

Uzun süredir bu nükleer savaş konseptine takıldık sevgili arkadaşlar. Üstüne bir de özel bir kaç mesele girince bir türlü sonlandıramadık.

Kısmet bugüneymiş…

Yazımızın bu son bölümünde tepemizde bir nükleer bomba patlarsa ne yaparız, ona bakacağız.

Bir nükleer bomba patlaması, devasa bir enerji salınımı ve yıkım potansiyeli ile çok katmanlı fiziksel olayları beraberinde getirir. Olayın fiziğine daha önce girmiştik ama kısaca bir kere daha toparlayalım.

Bir nükleer bombanın patlaması, iki ana fizyon ve/veya füzyon reaksiyonuyla gerçekleşir.

Fizyon reaksiyonu, uranyum-235 veya plutonyum-239 gibi çekirdeklerin nötronlarla bombardıman edilmesi sonucu çekirdeklerin bölünmesiyle başlar. Her bölünme olayı, daha fazla nötron salarak zincirleme bir reaksiyona neden olur.

Füzyon reaksiyonu ise hidrojen izotoplarının (örneğin, döteryum ve trityum) birleşerek daha ağır bir element oluşturması sonucu enerji serbest kalır.

Füzyon genellikle fizyon reaksiyonuyla tetiklenir.

Bir nükleer patlama birkaç önemli fiziksel etkiden oluşur. İlk olarak, patlama milyonlarca derece sıcaklık oluşturarak şiddetli bir ışık patlaması ve yanık yaralanmalarına neden olabilir.

Ardından gelen basınç dalgası, hava basıncının şok dalgası şeklinde yayılmasına yol açar, binaları ve camları yıkarak ciddi yıkıma sebep olur. Aynı zamanda, gama ve nötron radyasyonu gibi zararlı radyasyon yayılar. Patlama sonrasında radyoaktif partiküller atmosferde yayılır ve yer yüzeyine düşerek uzun süreli radyasyon tehlikesi yaratır.

Durum böyle. Şimdi umarız olmaz ama, eğer başımıza böyle bir iş gelirse ne yapabiliriz, ona bakalım.

Özetleyelim.

Bomba patladığında blast dediğimiz patlama etki alanında değilseniz anında ölmeyeceksiniz. Eğer bu alanın içindeyseniz, yazının sonrasının bir önemi zaten olmayacaktır.

Sonraki ısı dalgası patlamadan uzaklaştıkça azalan bir etkiye sahiptir.

Bir nükleer patlamanın en sinsi tarafı ise patlama sonrası yayılan radyasyondur. Bu etki patlamadan sonraki elli yıla kadar uzar. Ölüm ve hastalıklar nesillerce sürer.

Hiroşima örneğine bakalım.

Bomba patladığında 70–80 bin kişi (o dönemde Hiroşima'nın nüfusunun yaklaşık %30'u), patlama, şiddetli ısı ve ani radyasyon etkisi nedeniyle hemen hayatını kaybetti.

140.000 kişi, Aralık 1945'e kadar radyasyon hastalığı, yanıklar ve diğer yaralanmalar nedeniyle yaşamını yitirdi.

Radyasyona maruz kalan binlerce kişi sonraki yıllarda kanser ve diğer radyasyona bağlı lösemi başta, farklı hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetti. Gerçek sayıyı kimse bilmiyor.

Durum böyle. Şimdi başımıza böyle bir iş gelirse ne yapalım, ona bakalım.

Nükleer bir patlamadan korunmak için belli başlı adımları izlemek hayati önem taşır.

İlk olarak, patlama anında görsel ve termal etkilerden korunmak için parlak bir ışık görüldüğünde hemen yere yatmak ve başınızı korumalısınız. Bu esnada gözlerinizi kapatarak şiddetli ışıktan korunmaya çalışın. Basınç dalgasından korunmak için ise patlama sesi veya dalga hissedildiğinde hemen yere yatın ve çevredeki sert yüzeylere sıkıca yapışın. Mümkünse sığınak veya dayanıklı bir yapı içine girin.

Patlama sonrasında radyoaktif maddeye, buna exposure derler, maruz kalmayı azaltmak çok önemlidir.

Hemen kapalı bir alana girin, kapılar ve pencereler kapayın.

Dışarıda kalmış giysiler çıkarıp vücudunuzu iyice yıkayın.

Nükleer bir patlama, eğer patlama noktasına çok yakın değilseniz, sizi bir anda öldürmeyecektir. Korunma tedbirleri uzun bir zamana yayılmalıdır.

Radyoaktif fallout (düşüm) etkilerinden korunmak için yer altı sığınakları veya radyasyon korumalı alanlar elbette sığınılacak en doğru yerlerdir.

Elden geldiğince, paketli yiyecekler ve kapatılmış su kaynaklarını kullanın, kontamine olmuş gıdalardan uzak durun.

Uzun vadede, radyoaktif alanlardan uzak durmak hayati öneme sahiptir.

Eğer kaldıysa, yetkililerin talimatlarına uymak ve radyasyon seviyesi ölçümü için cihazlar kullanmak, risklerin azaltılmasını sağlar.

Nükleer bir patlama ciddi fiziksel yıkıma ve can kaybına neden olabileceğinden, patlama anında ve sonrasında yapılması gerekenler konusunda bilinçli olmak hayatta kalma şansınızı ciddi biçimde artıracaktır.

Bunları sizi korkutup, dünyanızı karartmak için yazmadım. Ancak bilmekte fayda var.

Hepinize radyoaktif olmayan günler dilerim.

Sevgi ile kalın.

25 Kasım 2024 Pazartesi

Kamp 'Atmak', Yemek 'Gömmek'

Abi artık bööğğğğk geldi. Her Türk gezgini vizesiz ve uçak bileti ucuz diye Belgrad'a, Tiflis'e, Üsküp'e gidiyor. İçim dışım Belgrad oldu.

Uzun süre yaşadığım Sırbistan hakkında söylediklerinin çoğu kulaktan dolma, Türklüğün gayreti ile doğuştan her şeyi bilirim, bilmesem de şeytani zekamla kıvırırım kaynaklı yalan yanlıs, zırva bilgiler.

Birisi öyle bir uydurmuş ki, meğer Belgrad'da "kırmızı" belediye otobüslerine "orta" kapıdan binersen bedava oluyormuş. Aman dikkat. Böyle yapar da yakalanırsa, şahıs annesinin cinsel organını görür, hem de tam orta kapıdan.

Birisi Zemun semtini Macarlardan kalma tarihi bir yer olarak anlatıyor. Zemun, çocukluğumun Çın Çın bağları gibi bir yerdir, yalnız gir, zor çıkarsın.

Başka birisi Sırpça öğretiyor. Jelena ile oturup, dakikalarca güldük. Meğer "merhaba", "zdrova" demekmiş, hayır da "nı". İlgilenirseniz doğruları "zdravo" ve "ne".

Belgrad'a sanki bir Avrupa kenti diyor, Belgrad Avrupa'da değilmiş gibi. Belgrad, malumunuz, Avrupa'nın göbeğindedir.

Bir de nasıl abuk bir Türkçe
Bir de nasıl abuk bir Türkçe. Adam "Caddeleri çok güzel 'mimariler' sarmış" diyor, "tam karşıdaki 'mimarinin' fotoğrafını çektim" diye devam ediyor. Çok aciz, çok zavallı bir Türkçe bu. Adam 'mimari' kelimesini 'bina' zannediyor.

Bunlar kamp 'atıyor', yemek 'gömüyorlar'.

Henüz Gürcistan'ı görmedim ama görseydim, eminim bir bu kadar da onun için yazardım.

Eğitimin hali malum, ama bu kadarı çok geldi bana...

Kafası Kopmuş Tavuk

Sevgili arkadaşlar, malum konumuz nükleer ve Türkiye de yavaş yavaş uyanmaya başladı, ufak bir hatırlatma yapayım.

Herkesin ağzında bir "hipersonik" füze.

Sorunca cahilleri hepsi "Efendim hipersonik füze ses hızının 4-5 katında yada daha fazla hızla uçan füzedir" diyorlar.

Bu sözde akıl küpleri 1950'lerde yapılan en basit balistik füzelerin bile hedeflerine doğru dalışlarında hipersonik olduklarının farkında değiller.

Ancak bu füzeler adı üzerlerinde balistik füzelerdir. Yani öncesinde hesaplanmış bir balistik eğri ile hedeflerini bulurlar. Çok azı son anda rotalarında çok küçük değişiklikler yapabilirler.

Oreşnik füzesi

O yüzden bu füzeler atıldıklarından bir kaç saniye sonrasında bütün rotalarını açık ederler ve bunları durduracak hava savunma sistemleri harekete geçer.

Bugünkü anlamında hipersonik füzeler ise balistik bir rota izlemezler. Hipersonik hızlarda bir seyir füzesi gibi manevra yapabilirler.

Rusların Dinipro'ya attıkları Oreşnik füzesi balistik füze olarak isimlendirilse de atmosfere girdikten sonra savaş başlığı sesin 10 katı hızında (Mach 10) kafası kopmuş bir tavuk gibi manevra yapabilmekte.

Yani savaş başlığı önceden hesaplanabilir balistik bir rota izlemiyor.

Bu nedenle Oreşnik, aslen hibrid balistik-seyir füzesi şeklinde sınıflandırılabilir.

Patriot'dı, S-400 dü, THAAD'dı, bütün anlı şanlı hava savunma sistemleri bu füzeyi göremez bile.

Anladık mı şimdi Avrupa niye panikte?

13 Kasım 2024 Çarşamba

Nükleer Senaryolar

Sevgili arkadaşlar, ben bir soğuk savaş çocuğuyum. Gençliğimin önemli bir bölümü her iki bloğun olası bir nükleer saldırısının tehdidi altında geçti.

O yüzden yapay zeka ile birlikte olası bir nükleer savaşı başlatabilecek senaryolara bakarken, çoğu için bir film yapıldığını farkettim.

Önceki yazılarda nükleer bir savaşın nasıl yapılacağını ve sonuçlarının neler olabileceğini gözden geçirmiştik. Çok fazla vakit kaybetmeden bir nükleer savaş nasıl başlayabilir, ona bakalım.

Nükleer savaş ihtimali, insanlık tarihinin en büyük tehditlerinden biri olarak kabul edilir sevgili arkadaşlar. Bu tehdit, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte azalmış gibi görünse de, günümüzde hala varlığını sürdürmektedir. Devletler arasındaki silahlanma yarışları, jeopolitik gerginlikler ve teknolojik gelişmelerle birlikte nükleer savaş riski belirli senaryolarda hâlâ gerçek bir tehlike oluşturmaktadır.

Bakalım bu senaryolar hangileridir.

1. Yanlış Alarm veya Sistem Hatası

İnanması ilk bakışta biraz güç gelebilir ama tarih boyunca, nükleer alarm sistemlerinde yaşanan yanlış alarmlar birçok kez nükleer bir savaşın eşiğine gelinmesine neden olmuştur.

Özellikle Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyetler Birliği’nin erken uyarı sistemlerinde yaşanan teknik aksaklıklar, her iki tarafın da yanlışlıkla karşılıklı olarak nükleer füze saldırısında bulunma korkusuna kapılmasına yol açmıştır.

Örneğin, 1983 yılında Sovyetler Birliği’nde bir erken uyarı sistemi, verileri yanlış yorumlamış ve ABD tarafından başlatılan bir saldırı yapıldığını düşünmüştü.

Eğer bu tür bir yanlış alarm günümüzde yaşanırsa, sistem hatası nedeniyle iki tarafın da ani ve karşılıklı saldırılara başvurması mümkündür.

2. Kasıtlı Saldırı ve Stratejik Hamleler

Nükleer savaşın başlaması ihtimali, bir devletin başka bir devlete karşı kasıtlı olarak nükleer saldırı gerçekleştirmesi durumunda oldukça yüksek bir senaryodur.

Kasıtlı bir saldırı, genellikle düşman ülkenin askeri veya stratejik bir tehdidine karşılık olarak yapılabilir. Özellikle bazı ülkeler, nükleer silahların caydırıcı gücünü kullanarak stratejik avantaj sağlamak isteyebilir.

Örneğin, bir ülke başka bir ülkenin nükleer gücünden endişe duyarak, popüler tanımıyla “preemptive strike” yani “önleyici saldırı” adı verilen bir stratejiyle hareket edebilir.

Bu durumda, saldırıyı gerçekleştiren ülke, düşmanının nükleer kapasitesini yok ederek kendini koruyabileceğini düşünebilir.

Bugün İsrail’in, İran’ın nükleer silah geliştirme olasılığına karşı yürüttüğü en temel strateji budur.

3. Bölgesel Çatışmaların Küresel Nükleer Savaşa Dönüşmesi

Bölgesel çatışmalar, bazen küresel güçler arasında bir nükleer savaşın kıvılcımını çakabilir. Özellikle Güney Asya, Orta Doğu ve Doğu Avrupa gibi bölgelerde meydana gelen çatışmalar, büyük güçlerin araya girmesiyle daha geniş çaplı bir savaşa dönüşebilir. Örneğin, Hindistan ile Pakistan arasında yaşanacak büyük bir kriz, bölgesel bir nükleer savaşın çıkmasına ve ardından diğer büyük güçlerin de bu savaşa müdahil olmasına yol açabilir. Böylesi bir senaryoda, nükleer silahların kullanımı bölgesel sınırları aşarak küresel çapta yıkıcı bir savaş haline dönüşebilir.

Ancak bu senaryonun gerçekleşmesine en yakın olasılık, Rusya ve Ukrayna arasındaki askeri çatışmadır.

4. Terör Örgütlerinin Nükleer Silah Elde Etmesi

Nükleer savaşın başlayabileceği diğer bir senaryo, terör örgütlerinin veya radikal grupların nükleer silah ele geçirmesi ve bu silahları kullanmasıdır.

Nicole Kidman ve George Clooney’in The Peacemaker filmini izlediniz mi?

Nükleer silahların veya nükleer malzemelerin yasadışı yollarla temin edilmesi, bu grupların eline geçmesi ihtimalini gün be gün artırmaktadır.

Terör örgütleri, siyasi amaçlarına ulaşmak veya korku yaymak amacıyla nükleer silahları kullanabilir. Bu tür bir saldırı, yalnızca bir şehri yok etmekle kalmaz, aynı zamanda dünya genelinde siyasi ve askeri dengeleri sarsarak nükleer silah sahibi ülkelerin birbirlerine karşı tetikte olmalarına neden olabilir.

Bu noktada nükleer silahların, terör örgütlerinin eline yasadışı yöntemlerle geçmesi de gerekmiyor. Nükleer silahlara sahip A ülkesi, gıcık olduğu B ülkesine zarar vermek için el altından, B ülkesine karşı mücadele eden terör örgütlerinden birine bir atom bombası verebilir.

5. Yükselen Teknolojik Tehditler ve Siber Saldırılar

Bu senaryoya biraz dikkatli bakalım sevgili arkadaşlar.

Günümüzde siber güvenlik, nükleer güvenlik kadar önem kazanmaktadır. Nükleer sistemlerin güvenliği, olası bir siber saldırı karşısında tehlikeye girebilir. Eğer bir düşman devlet veya bir siber suç örgütü, bir ülkenin nükleer füze sistemlerini ele geçirip onları ateşleyebilir ya da yanlış alarmlar vererek ülkeler arasında yanlış anlaşılmalara yol açabilir. Bu tür bir siber saldırı, yanlış bilgiyle beslenen bir ülkenin kendini savunmak için nükleer saldırıya başvurmasına yol açabilir. Böyle bir senaryo, nükleer savaş riskini artıran modern tehditler arasında sayılmaktadır.

Buradaki kritik nokta, nükleer bir savaşı başlatmak için James Bond tarzı casusluğa, yada Rusya-Ukrayna savaşı gibi on binlerce askerin, uçağın, tankın katıldığı askeri harekatlara gerek olmamasıdır.

Bir laptop bilgisayar ve orta ayarda bir İnternet bağlantısı teknik olarak bir nükleer savaşı başlatabilir.

6. Yoğun Silahlanma Yarışı ve Yanlış Algılamalar

Silahlanma yarışları, ülkelerin kendilerini güvende hissetmemelerine yol açabilir. Eğer bir ülke, komşu veya rakip ülkelerin nükleer silahlarını artırdığını görürse, bunu tehdit olarak algılayabilir ve önlem almak adına nükleer silah geliştirmeye veya var olan kapasitesini artırmaya yönelebilir. Bu tür bir rekabet, ülkeler arasında yanlış anlaşılmalara ve gerginliğe neden olabilir. Eğer bir ülke, rakip ülkenin nükleer kapasitesini kendisine yönelik bir saldırı hazırlığı olarak algılarsa, bu algılama nükleer bir karşı-saldırıyla sonuçlanabilir.

7. Nükleer Silahların Yayılması (Proliferasyon)

Nükleer silahların yayılması, bu silahların daha fazla ülkenin eline geçmesine neden olur ve risk faktörünü artırır. Nükleer silaha sahip ülkelerin sayısındaki artış, dünya genelinde istikrarsızlık yaratabilir ve nükleer bir savaş riskini tetikleyebilir. Bu durumda, her bir ülke, diğer ülkelerin nükleer gücünden endişe duyarak kendini koruma amacıyla saldırıya geçebilir. Özellikle yönetim yapısı istikrarsız olan veya siyasi kriz yaşayan ülkelerin nükleer silahlara erişimi, bu ülkelerin nükleer silahları sorumsuzca kullanma ihtimalini artırır.

8. Büyük Güçler Arasında Jeopolitik Çatışmalar

Dünya genelinde yaşanan jeopolitik gerginlikler, büyük güçler arasında nükleer bir savaşın başlamasına yol açabilir. Örneğin, ABD ve Çin arasındaki Pasifik bölgesindeki stratejik çekişmeler veya NATO ile Rusya arasındaki Doğu Avrupa’daki gerilimler nükleer bir çatışmaya dönüşebilir. Bu tür jeopolitik çatışmalar, her iki tarafın da nükleer gücünü bir tehdit unsuru olarak kullanmasına yol açabilir ve yanlış bir hamleyle nükleer savaş tetiklenebilir.

Rusya-Ukrayna, Çin-Taiwan…

9. Yanlış Politik Liderlik veya Abartılı Kararlar

Nükleer silah kullanma yetkisine sahip liderlerin kararları, nükleer savaşın patlak vermesinde kritik bir role sahiptir. Eğer bir lider, diplomatik kanalları ve barışçıl çözümleri göz ardı ederek saldırgan bir politika izlerse, nükleer silahların kullanılması ihtimali ortaya çıkabilir. Özellikle kriz durumlarında yanlış bir değerlendirme veya ani bir öfke patlaması, nükleer düğmeye basılmasına neden olabilir. Bu durumda, diplomasi yerine askeri gücün ön planda tutulması, nükleer savaşın başlamasını hızlandırabilir.

Neyse ki bundan endişelenmemize gerek yok. Biden, akli melekeleri yerinde, tutarlı bir lider. Onu izleyen Trump ise başka bir sükunet, aklı-selim ve tutarlılık abidesi. Fransa başkanı Macron, ileri görüşlülüğün ve devlet adamlığının yeryüzündeki temsili. Eminim ismini bilmediğim İngiltere Başbakanı da en az bunlar kadar güvenilir biridir. Aralarındaki en sağlam isim ise Netanyahu. O oldukça korkmayın. Bir de Kuzey Kore lideri Roket-Adam var, ona da ne diyelim, bilemedim. Xi ile Putin’in yorumunu da sizlere bırakıyorum.

10. Kitle İmha Silahlarının Kombine Kullanımı

Nükleer savaşın başlamasına yol açabilecek bir diğer senaryo, kitle imha silahlarının bir arada kullanılmasıdır. Nükleer, biyolojik veya kimyasal silahların bir arada kullanılması, devletleri kendilerini korumak için nükleer silahlara başvurmaya zorlayabilir. Örneğin, biyolojik bir saldırıya maruz kalan bir ülke, bu saldırıya karşılık olarak nükleer silah kullanma kararı alabilir. Bu tür bir durum, bölgesel bir çatışmanın nükleer savaşa dönüşmesine neden olabilir.

Gelelim sonuca.

Gördüğümüz gibi kendimizi yok edecek bolca nükleer senaryo var.

Nükleer savaşın patlak verebileceği bu senaryolar, modern dünyanın karşı karşıya olduğu büyük riskleri gözler önüne sermektedir.

Bu tehlikelerin önüne geçmek için devletler arası diplomasi, silahların kontrolü ve nükleer silahsızlanma çalışmaları büyük önem taşır.

Barışçıl çözümlere ve karşılıklı anlayışa dayalı bir dünya düzeni, nükleer savaş riskini azaltmanın en etkili yoludur.

Bunu elde etmenin ise tek bir yöntemi var.

Kime oy verdiğinize dikkat edin.

Çok içinizi karattım ama ne yapalım. Gerçek böyle bir şey.

27 Ekim 2024 Pazar

Nükleer Strateji

Dünyada dört tür insan vardır sevgili arkadaşlar.

Bunların ilki, etrafında olan biten hiç bir şeye kulak asmaz. Dünya yansa umurunda değildir.

Bunun tam aksi ikinci tür de aklına gelen her şeyi kafasına takar. Huzur nedir bilmez. Onlar için her şey bir felakettir.

Üçüncü tur ise ukaladır. Etrafında olan bitenin farkında bile değildir, ancak her şeyi bildiğine inanır. Bu insanlar çok konuşur, çok yanılır. Evrenin en can sıkıcı, en sinir bozucu canlılarıdır.

Dördüncü tür ise soğukkanlıdır. Etrafında olan biten iyi ve kötü şeylerin farkındadır, ancak panik yapmaz. Çok şey bilse de, aslında ne kadar az bildiğinin farkındadır. Bilmeden konuşmaz, konuşmadan önce düşünür ve öğrenir.

Şimdi sizlere bu türlerin hangisinden olduğunuzu sormayacağım. Hepimiz zaman zaman bu dört anlayışın arasında gider, geliriz. En sık hangisinin yakınında kalıyorsak, kendimizi o türden sayabiliriz.

Kendimi dördüncü gruba yakın hissederim. Ama bu yazıyı sanki daha ziyade ikinci grup damarımdan yazıyorum. Bu yazıyı yazarken kesinlikle üçüncü grubu hedeflemiyorum. Bu tür ukalalığın tedavisi bence olanaklı değil. Bu sebeple Türkiye’nin dörtte üçü bu yazıyı okumasa da olur. Hedefim ikinci grup da değil. Onlar zaten panikteler.

Hedefim tedavi edilebilir durumdaki umursamaz kitle, yani birinci grup. Onların biraz dikkatini çekebilirsek, bu konuya ilgi ve önem gösterecek gibiler.

Konumuz, gitgide yaklaştığımız nükleer kıyamet elbette.

ABD, nükleer silahları İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Sovyetler ise bundan çok kısa bir süre sonra elde etmişti.Termonükleer silahların da ortaya çıkmasıyla, her iki blok da, bırakın sadece rakip bloğu, tüm dünyayı yok edecek güçte bombaları imal ettiler.

7/24 Nükleer Devriye Uçuşunda
İlk başlarda nükleer silahlar bomba biçiminde, uçaklar tarafından hedef kentin üstüne getirilip, bırakılıyordu. Haliyle zahmetli bir yöntemdi bu. Bir kere uçaklar çok büyük oldukları için sadece uzun pistlerden havalanabiliyorlardı. Uçağa nükleer silahların ve yakıtı yüklenmesi, uçağın hedefine ulaşması falan uzun zaman alıyordu. Çoğunlukla yavaş olan, özellikle ilk nesil bombardıman uçakları interceptor, yani önleme uçakları için kolay birer hedef oluyordu. Bu yüzden bir ara, 7 gün 24 saat, nükleer bomba taşıyan uçaklar, kuzey kutbunun üzerinde dönüyorlardı - ki bir nükleer saldırı esnasında tam Amerikadan kalkıp, Rusya’ya ulaşmak için gerekli zaman kısalsın diye.

Daha sonra nükleer silahları kıtalar arası balistik füzelere taktılar. Bu füzeler atmosferin dışına çıkıp, önceden hesaplı balistik bir rotayı izleyerek, hedeflerine ulaşıyorlardı. Özellikle atmosferin ötesine çıkan türleriyle bu roketler çok çok yüksek hızlara ulaşabiliyorlardı. Orta menzilli, kıtalararası sayılmayacak bir Jüpiter füzesi bile hedefine çarptığında saatte 20 bin kilometre hızındaydı. Bu hızlardaki bir füzeyi, o günkü teknoloji ile durdurmak mümkün değildi.

İlk nesil kıtalararası balistik füzelerin sorunu bunların atışa hazırlanması için gerekli zaman ve tesisatı.

Bu füzeler sıvı yakıt kullanıyorlardı. Yanıcı olarak bir tür hidrojen, bunu da yakmak için sıvı oksijenin atıştan önce füzeye yüklenmesi gerekiyordu. Bu yakıtların her ikisi de önceden füzelere yüklenip, bırakılmayacak kadar dengesizdi. Oksijeni ise sıvı halde tutmak için çok düşük derecelere kadar soğutmak gerekiyordu. Eğer füzeler bu iki yakıt ile doldurulup, beklenirse, zamanın ilerlemesiyle yakıt dengesizleşip, patlamaya meyili oluyor, oksijen ise devamlı buharlaştığı için yenilenmesi gerekiyordu.

Jupiter Füzesi

O yüzden haydi deyince, örneğin yine bir Jüpiter füzesini yakıtla doldurup, atışa hazırlamak yaklaşık otuz, geniş anlamda sıfırdan ateşlemeye kadar da yaklaşık altmış dakika alıyordu.

Sıvı yakıtlı füzelerin başka bir sorunu da bunların depolanıp, servislenmesi ve atışı için gereken büyük silolardı. Soğuk savaş sırasında her iki blok da diğerinin silolarının yerlerini bildiklerinden bu alanlar ilk saldıran taraf için kolayca ortadan kaldırılabilecek birinci sınıf hedef durumunda kalıyorlardı.

Her ne olursa olsun bu ilk nesil füzeler insanlı uzay programlarının da temeli oldular. Rus R7 füzesi ve bunun türevleri olan Vostok füzeleri ilk yapay uydu olan Sputniki, uzaya gönderilen ilk insan olan Yuri Gagarini ve bugün bile Amerikalı astronotları uzaya, Uluslararası Uzay İstasyonu’na, taşıyor.

Özetlersek, nükleer silah taşıyan uçaklardan sonra sıvı yakıtlı balistik füzeler ikinci bir taşıma yöntemi oluşturmuşlardı.

Nükleer silahların hedeflerine taşınması ile ilgili gerçek devrim, sıvı yerine katı yakıtlı roketlerin geliştirilmesiyle oluştu.

Katı yakıtlı roketler öyle kendi başlarına bırakıldıklarında, yada sarsıldıklarında, taşındıklarında falan kendi kendilerine patlamıyorlardı. Uzun süre sorunsuz saklanabiliyor, uzun sayılabilecek ateşleme süreçlerine gerek duymuyorlardı.

Şeytanca bir akıl bu katı yakıtlı füzeleri denizaltılara yerleştirdi.

Denizaltıdan ateşlenen bir Polaris füzesi
Bu denizaltılar öyle lanet savaş araçlarıdır ki, özellikle nükleer güçle çalışanları kontağı kapatıp, aylarca okyanusun dibinde kalabilirler. Bu durumda tespit edilebilmeleri neredeyse imkansızdır. Bu nedenle her iki blok da katı yakıtlı balistik nükleer başlıklı füze taşıtan denizaltılarını birbirlerinin kıyılarına yaklaştırıp, park ettiler. Mesafe kısaldıkça cevap verme süresi kısaldığından, bu denizaltılar çok kudretli bir ilk saldırı silahı haline geldiler.

Özellikle Sovyetler katı yakıtlı kıtalararası balistik füzeleri silolar yerine trenlere ve hatta kamyonlara yükleyip, dünyanın en büyük ülkesi olan Rusya'nın içlerine dağıttılar. Artık Amerikalılar'ın hedef alabileceği sabit füze siloları kalmamıştı.

Bombardıman uçaklarının menzilleri uzadı. Stealth yani düşük görünebilirlik özelliği de eklenince yeni nesil bombardıman uçakları özellikle NATO için denizaltılar kadar tehlikeli hale dönüştü.

Bu noktaya kadarki tüm nükleer silahlar şehirleri yönetmek, insanları öldürmek için tasarımlanmıştı, bu yüzden de çok hassas olmaları gerekmiyordu. Örneğin Hiroşima’ya atılan atom bombasının bir kilometre sağa yada sola düşmesinin belirli bir sonucu yoktu. Her olasılıkta yine şehir yok olacak, yine, hemen hemen aynı sayıda insan patlama ve radyasyon sonucunda ölecekti.

Teknolojinin gelişmesiyle bomba ve roketlerin hassasiyetleri bir kaç metreye kadar düştü. Özellikle askeri hedeflere bu hassasiyetle yapılacak bir kaç kiloton gücünde, düşük sayılabilecek bir etkinlikteki nükleer silah bütün askeri birliği yok edebilecek, bu arada sivilleri ve şehrin alt yapısını yok etmeden bir askeri üstünlük sağlayabilecekti.

Bir F-16, İncirlik'te de bulunan M61 taktik
nükleer bombasını atarken 
Bu tür hassas ama güçleri göreceli olarak düşük silahlara Taktik Nükleer Silah dediler. Bunlar bir top mermisine bile koyulup atılabiliyordu. Taktik ve taktik olmayan, yani eksik tanımıyla stratejik nükleer silahlar da bugünün teknolojisiyle F-16 gibi basit ve küçük uçaklardan atılabilmekte.

Yani günümüzün canavarlarının elinde dünyayı yok edecek kadar güçlü ve bunları sorunsuz olarak istedikleri hedeflere gönderebilecek kadar çeşitli yöntemler bulunmakta.

Ancak bu silahlar hangi koşullarda, neye göre ve kime karşı kullanılabilecek? Yazımızın konusu aslında bu.

Öyle ya, mesela Küba krizi esnasında Kruşçev, Kennedy’nin anasına küfretseydi, Kennedy bu silahları Ruslar’a karşı kullanabilecek miydi?

İkinci Dünya Savaşı esnasında nükleer silahları kullanmanın şartları yada yöntemleri gibi kavramlar yoktu. Zaten üç tane atom bombası yapılmıştı, bunlardan ilkini New Mexico’da deneme amaçlı patlattılar, geri kalan ikisini de başkanın oluruyla Hiroşima ve Nagasaki’ye attılar.

Nükleer silahların sayısı ve bunların hedeflerine gönderilme sistemleri geliştikçe, hen NATO, hem de Sovyet Bloğu bu silahların ne zaman, hangi koşullarda kullanılabileceğini bir kurallar dizinine bağladılar.

Kavramlarda kaybolmayalım. Basitçe anlatırsak, ana hatlarıyla nükleer silahların hangi amaçlı yapılacağına yada kullanılacağına Nükleer Strateji, bu stratejinin detaylandırılmış haline de Nükleer Doktrin derler.

Soğuk savaş boyunca her iki blok da neredeyse aynı nükleer stratejiyi izlediler. Buna kısaca Mutually Assured Destruction dediler, yani Karşılıklı Garantilenmiş Yok Olma. Mutually Assured Destruction sözcüklerinin ilk harfleri olan MAD da ironik bir biçimde “deli -lik” anlamına gelir.

Bu strateji çok basit olarak taraflardan herhangi birinin nükleer silah kullanması halinde diğerinin karşılık vermesiyle her iki tarafın (ve dünyanın geri kalanının) yok olması demekti. Yani gerçek anlamda bir delilik.

MAD, nükleer silahların bir caydırıcılık yani deterrence aracı olmasını öngörüyordu. Yani nükleer silahlar kullanılmak için değil, karşı tarafın kullanmasını önlemek için yapılmıştı.

Soğuk savaş esnasında NATO’nun nükleer doktrini ise ilk vuruş esasına dayanıyordu. konvansiyonel yada nükleer bir Sovyet tehditi yada saldırısı esnasında tüm nükleer kapasitesini Sovyetlere karşı kullanacaktı.

Sovyetlerin nükleer doktrini ise NATO’yu yok etmeye yönelik bir karşı saldırı etrafında şekillenmişti. Yani eğer NATO nükleer silah kullanırsa biz de kullanırız diyorlardı.

İşte Rusya’nın bu doktrini Eylül 2024’de ciddi bir değişime uğradı.

İlkin Belarus, Rusya’nın nükleer korumasına girdi. Artık Belarus’a yönelik nükleer bir tehdit karşısında Rusya nükleer silahlarını kullanabilecek.

Ancak en önemli değişiklik Rusya’nın kendisine karşı nasıl bir saldırı halinde nükleer silahlarını kullanabileceği konusunda.

Nükleer silahlar eskiden sadece Rusya devletinin tehlikede olması halinde kullanılabilecekken, şimdi kullanım şartı Rusya’nın egemenliğine “kritik bir tehdit” oluştuğunda kullanılabilir haline dönüştürüldü. “Egemenliğe yönelik kritik bir tehdit” çok belirsiz/muğlak bir tanımdır. Hemen her türlü tehdit algısı “kritik” sayılabilir.

Yine eskiden balistik füze ve stratejik bombardıman uçaklarının saldırısı karşısında kullanılabilecek nükleer silahlar bugün her türlü uzay, uçak ve IHA/SIHA saldırısı sonucunda kullanılabilecektir. Bu cümleyi lütfen bir kez daha okuyun. Bu değişikliğin sonucunda Rusya’ya yapılacak saldırının nükleer olması gerekmiyor. Her türlü konvansiyonel bir saldırının kritik bir tehdit sayılması halinde Rusya’nın nükleer silahlarla cevap vereceğini öngörüyor.

Ve yine çok önemli bir değişiklik, eskiden nükleer silahların sadece nükleer silah sahibi ülkelere karşı kullanılacağı öngörülmüşken artık nükleer silaha sahip olma şartı ortadan kalkıyor. Nükleer silahı olsun olmasın, Rusya’ya yapılam bir saldırıya ortak yada destek olmak nükleer silahların kullanılabilmesine kapı açıyor. Bundan ağzı yanacak ülkeler başta Almanya, Polonya, Romanya gibi ABD yalakası wannabe NATO ülkeleri ile çok isterseniz Türkiye. Unutmayalım, Rusya’ya yapılan saldırılarda Türk yapımı IHA’lar kullanılmakta. Ukrayna ordusunda Türk yapımı zırhlı araçlar, donanmasında ise Türk yapımı MILGEM sınıfı askeri gemiler var.

İşte Türkiye’nin yarısı Özgür Özel’in ceketiyle ilgilenirken bunlar oldu.

Devam edeceğiz…

Amman'a İndik

Evde kedilerin yemek ve sularını hazırladım. Arabayla önce 🐝Mezzy🐝’yi, sonra Jelena’yı okullarından aldım. Sonrasında hiç vakit kaybetmede...