Bunların ilki, etrafında olan biten hiç bir şeye kulak asmaz. Dünya yansa umurunda değildir.
Bunun tam aksi ikinci tür de aklına gelen her şeyi kafasına takar. Huzur nedir bilmez. Onlar için her şey bir felakettir.
Üçüncü tur ise ukaladır. Etrafında olan bitenin farkında bile değildir, ancak her şeyi bildiğine inanır. Bu insanlar çok konuşur, çok yanılır. Evrenin en can sıkıcı, en sinir bozucu canlılarıdır.
Dördüncü tür ise soğukkanlıdır. Etrafında olan biten iyi ve kötü şeylerin farkındadır, ancak panik yapmaz. Çok şey bilse de, aslında ne kadar az bildiğinin farkındadır. Bilmeden konuşmaz, konuşmadan önce düşünür ve öğrenir.
Şimdi sizlere bu türlerin hangisinden olduğunuzu sormayacağım. Hepimiz zaman zaman bu dört anlayışın arasında gider, geliriz. En sık hangisinin yakınında kalıyorsak, kendimizi o türden sayabiliriz.
Kendimi dördüncü gruba yakın hissederim. Ama bu yazıyı sanki daha ziyade ikinci grup damarımdan yazıyorum. Bu yazıyı yazarken kesinlikle üçüncü grubu hedeflemiyorum. Bu tür ukalalığın tedavisi bence olanaklı değil. Bu sebeple Türkiye’nin dörtte üçü bu yazıyı okumasa da olur. Hedefim ikinci grup da değil. Onlar zaten panikteler.
Hedefim tedavi edilebilir durumdaki umursamaz kitle, yani birinci grup. Onların biraz dikkatini çekebilirsek, bu konuya ilgi ve önem gösterecek gibiler.
Konumuz, gitgide yaklaştığımız nükleer kıyamet elbette.
ABD, nükleer silahları İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Sovyetler ise bundan çok kısa bir süre sonra elde etmişti.Termonükleer silahların da ortaya çıkmasıyla, her iki blok da, bırakın sadece rakip bloğu, tüm dünyayı yok edecek güçte bombaları imal ettiler.
İlk başlarda nükleer silahlar bomba biçiminde, uçaklar tarafından hedef kentin üstüne getirilip, bırakılıyordu. Haliyle zahmetli bir yöntemdi bu. Bir kere uçaklar çok büyük oldukları için sadece uzun pistlerden havalanabiliyorlardı. Uçağa nükleer silahların ve yakıtı yüklenmesi, uçağın hedefine ulaşması falan uzun zaman alıyordu. Çoğunlukla yavaş olan, özellikle ilk nesil bombardıman uçakları interceptor, yani önleme uçakları için kolay birer hedef oluyordu. Bu yüzden bir ara, 7 gün 24 saat, nükleer bomba taşıyan uçaklar, kuzey kutbunun üzerinde dönüyorlardı - ki bir nükleer saldırı esnasında tam Amerikadan kalkıp, Rusya’ya ulaşmak için gerekli zaman kısalsın diye.
Daha sonra nükleer silahları kıtalar arası balistik füzelere taktılar. Bu füzeler atmosferin dışına çıkıp, önceden hesaplı balistik bir rotayı izleyerek, hedeflerine ulaşıyorlardı. Özellikle atmosferin ötesine çıkan türleriyle bu roketler çok çok yüksek hızlara ulaşabiliyorlardı. Orta menzilli, kıtalararası sayılmayacak bir Jüpiter füzesi bile hedefine çarptığında saatte 20 bin kilometre hızındaydı. Bu hızlardaki bir füzeyi, o günkü teknoloji ile durdurmak mümkün değildi.
İlk nesil kıtalararası balistik füzelerin sorunu bunların atışa hazırlanması için gerekli zaman ve tesisatı.
Bu füzeler sıvı yakıt kullanıyorlardı. Yanıcı olarak bir tür hidrojen, bunu da yakmak için sıvı oksijenin atıştan önce füzeye yüklenmesi gerekiyordu. Bu yakıtların her ikisi de önceden füzelere yüklenip, bırakılmayacak kadar dengesizdi. Oksijeni ise sıvı halde tutmak için çok düşük derecelere kadar soğutmak gerekiyordu. Eğer füzeler bu iki yakıt ile doldurulup, beklenirse, zamanın ilerlemesiyle yakıt dengesizleşip, patlamaya meyili oluyor, oksijen ise devamlı buharlaştığı için yenilenmesi gerekiyordu.
O yüzden haydi deyince, örneğin yine bir Jüpiter füzesini yakıtla doldurup, atışa hazırlamak yaklaşık otuz, geniş anlamda sıfırdan ateşlemeye kadar da yaklaşık altmış dakika alıyordu.
Sıvı yakıtlı füzelerin başka bir sorunu da bunların depolanıp, servislenmesi ve atışı için gereken büyük silolardı. Soğuk savaş sırasında her iki blok da diğerinin silolarının yerlerini bildiklerinden bu alanlar ilk saldıran taraf için kolayca ortadan kaldırılabilecek birinci sınıf hedef durumunda kalıyorlardı.
Her ne olursa olsun bu ilk nesil füzeler insanlı uzay programlarının da temeli oldular. Rus R7 füzesi ve bunun türevleri olan Vostok füzeleri ilk yapay uydu olan Sputniki, uzaya gönderilen ilk insan olan Yuri Gagarini ve bugün bile Amerikalı astronotları uzaya, Uluslararası Uzay İstasyonu’na, taşıyor.
Özetlersek, nükleer silah taşıyan uçaklardan sonra sıvı yakıtlı balistik füzeler ikinci bir taşıma yöntemi oluşturmuşlardı.
Nükleer silahların hedeflerine taşınması ile ilgili gerçek devrim, sıvı yerine katı yakıtlı roketlerin geliştirilmesiyle oluştu.
Katı yakıtlı roketler öyle kendi başlarına bırakıldıklarında, yada sarsıldıklarında, taşındıklarında falan kendi kendilerine patlamıyorlardı. Uzun süre sorunsuz saklanabiliyor, uzun sayılabilecek ateşleme süreçlerine gerek duymuyorlardı.
Şeytanca bir akıl bu katı yakıtlı füzeleri denizaltılara yerleştirdi.
Bu denizaltılar öyle lanet savaş araçlarıdır ki, özellikle nükleer güçle çalışanları kontağı kapatıp, aylarca okyanusun dibinde kalabilirler. Bu durumda tespit edilebilmeleri neredeyse imkansızdır. Bu nedenle her iki blok da katı yakıtlı balistik nükleer başlıklı füze taşıtan denizaltılarını birbirlerinin kıyılarına yaklaştırıp, park ettiler. Mesafe kısaldıkça cevap verme süresi kısaldığından, bu denizaltılar çok kudretli bir ilk saldırı silahı haline geldiler.
Özellikle Sovyetler katı yakıtlı kıtalararası balistik füzeleri silolar yerine trenlere ve hatta kamyonlara yükleyip, dünyanın en büyük ülkesi olan Rusya'nın içlerine dağıttılar. Artık Amerikalılar'ın hedef alabileceği sabit füze siloları kalmamıştı.
Bombardıman uçaklarının menzilleri uzadı. Stealth yani düşük görünebilirlik özelliği de eklenince yeni nesil bombardıman uçakları özellikle NATO için denizaltılar kadar tehlikeli hale dönüştü.
Bu noktaya kadarki tüm nükleer silahlar şehirleri yönetmek, insanları öldürmek için tasarımlanmıştı, bu yüzden de çok hassas olmaları gerekmiyordu. Örneğin Hiroşima’ya atılan atom bombasının bir kilometre sağa yada sola düşmesinin belirli bir sonucu yoktu. Her olasılıkta yine şehir yok olacak, yine, hemen hemen aynı sayıda insan patlama ve radyasyon sonucunda ölecekti.
Teknolojinin gelişmesiyle bomba ve roketlerin hassasiyetleri bir kaç metreye kadar düştü. Özellikle askeri hedeflere bu hassasiyetle yapılacak bir kaç kiloton gücünde, düşük sayılabilecek bir etkinlikteki nükleer silah bütün askeri birliği yok edebilecek, bu arada sivilleri ve şehrin alt yapısını yok etmeden bir askeri üstünlük sağlayabilecekti.
Bu tür hassas ama güçleri göreceli olarak düşük silahlara Taktik Nükleer Silah dediler. Bunlar bir top mermisine bile koyulup atılabiliyordu. Taktik ve taktik olmayan, yani eksik tanımıyla stratejik nükleer silahlar da bugünün teknolojisiyle F-16 gibi basit ve küçük uçaklardan atılabilmekte.
Yani günümüzün canavarlarının elinde dünyayı yok edecek kadar güçlü ve bunları sorunsuz olarak istedikleri hedeflere gönderebilecek kadar çeşitli yöntemler bulunmakta.
Ancak bu silahlar hangi koşullarda, neye göre ve kime karşı kullanılabilecek? Yazımızın konusu aslında bu.
Öyle ya, mesela Küba krizi esnasında Kruşçev, Kennedy’nin anasına küfretseydi, Kennedy bu silahları Ruslar’a karşı kullanabilecek miydi?
İkinci Dünya Savaşı esnasında nükleer silahları kullanmanın şartları yada yöntemleri gibi kavramlar yoktu. Zaten üç tane atom bombası yapılmıştı, bunlardan ilkini New Mexico’da deneme amaçlı patlattılar, geri kalan ikisini de başkanın oluruyla Hiroşima ve Nagasaki’ye attılar.
Nükleer silahların sayısı ve bunların hedeflerine gönderilme sistemleri geliştikçe, hen NATO, hem de Sovyet Bloğu bu silahların ne zaman, hangi koşullarda kullanılabileceğini bir kurallar dizinine bağladılar.
Kavramlarda kaybolmayalım. Basitçe anlatırsak, ana hatlarıyla nükleer silahların hangi amaçlı yapılacağına yada kullanılacağına Nükleer Strateji, bu stratejinin detaylandırılmış haline de Nükleer Doktrin derler.
Soğuk savaş boyunca her iki blok da neredeyse aynı nükleer stratejiyi izlediler. Buna kısaca Mutually Assured Destruction dediler, yani Karşılıklı Garantilenmiş Yok Olma. Mutually Assured Destruction sözcüklerinin ilk harfleri olan MAD da ironik bir biçimde “deli -lik” anlamına gelir.
Bu strateji çok basit olarak taraflardan herhangi birinin nükleer silah kullanması halinde diğerinin karşılık vermesiyle her iki tarafın (ve dünyanın geri kalanının) yok olması demekti. Yani gerçek anlamda bir delilik.
MAD, nükleer silahların bir caydırıcılık yani deterrence aracı olmasını öngörüyordu. Yani nükleer silahlar kullanılmak için değil, karşı tarafın kullanmasını önlemek için yapılmıştı.
Soğuk savaş esnasında NATO’nun nükleer doktrini ise ilk vuruş esasına dayanıyordu. konvansiyonel yada nükleer bir Sovyet tehditi yada saldırısı esnasında tüm nükleer kapasitesini Sovyetlere karşı kullanacaktı.
Sovyetlerin nükleer doktrini ise NATO’yu yok etmeye yönelik bir karşı saldırı etrafında şekillenmişti. Yani eğer NATO nükleer silah kullanırsa biz de kullanırız diyorlardı.
İşte Rusya’nın bu doktrini Eylül 2024’de ciddi bir değişime uğradı.
İlkin Belarus, Rusya’nın nükleer korumasına girdi. Artık Belarus’a yönelik nükleer bir tehdit karşısında Rusya nükleer silahlarını kullanabilecek.
Ancak en önemli değişiklik Rusya’nın kendisine karşı nasıl bir saldırı halinde nükleer silahlarını kullanabileceği konusunda.
Nükleer silahlar eskiden sadece Rusya devletinin tehlikede olması halinde kullanılabilecekken, şimdi kullanım şartı Rusya’nın egemenliğine “kritik bir tehdit” oluştuğunda kullanılabilir haline dönüştürüldü. “Egemenliğe yönelik kritik bir tehdit” çok belirsiz/muğlak bir tanımdır. Hemen her türlü tehdit algısı “kritik” sayılabilir.
Yine eskiden balistik füze ve stratejik bombardıman uçaklarının saldırısı karşısında kullanılabilecek nükleer silahlar bugün her türlü uzay, uçak ve IHA/SIHA saldırısı sonucunda kullanılabilecektir. Bu cümleyi lütfen bir kez daha okuyun. Bu değişikliğin sonucunda Rusya’ya yapılacak saldırının nükleer olması gerekmiyor. Her türlü konvansiyonel bir saldırının kritik bir tehdit sayılması halinde Rusya’nın nükleer silahlarla cevap vereceğini öngörüyor.
Ve yine çok önemli bir değişiklik, eskiden nükleer silahların sadece nükleer silah sahibi ülkelere karşı kullanılacağı öngörülmüşken artık nükleer silaha sahip olma şartı ortadan kalkıyor. Nükleer silahı olsun olmasın, Rusya’ya yapılam bir saldırıya ortak yada destek olmak nükleer silahların kullanılabilmesine kapı açıyor. Bundan ağzı yanacak ülkeler başta Almanya, Polonya, Romanya gibi ABD yalakası wannabe NATO ülkeleri ile çok isterseniz Türkiye. Unutmayalım, Rusya’ya yapılan saldırılarda Türk yapımı IHA’lar kullanılmakta. Ukrayna ordusunda Türk yapımı zırhlı araçlar, donanmasında ise Türk yapımı MILGEM sınıfı askeri gemiler var.
İşte Türkiye’nin yarısı Özgür Özel’in ceketiyle ilgilenirken bunlar oldu.
Devam edeceğiz…
Bu noktaya kadarki tüm nükleer silahlar şehirleri yönetmek, insanları öldürmek için tasarımlanmıştı, bu yüzden de çok hassas olmaları gerekmiyordu. Örneğin Hiroşima’ya atılan atom bombasının bir kilometre sağa yada sola düşmesinin belirli bir sonucu yoktu. Her olasılıkta yine şehir yok olacak, yine, hemen hemen aynı sayıda insan patlama ve radyasyon sonucunda ölecekti.
Teknolojinin gelişmesiyle bomba ve roketlerin hassasiyetleri bir kaç metreye kadar düştü. Özellikle askeri hedeflere bu hassasiyetle yapılacak bir kaç kiloton gücünde, düşük sayılabilecek bir etkinlikteki nükleer silah bütün askeri birliği yok edebilecek, bu arada sivilleri ve şehrin alt yapısını yok etmeden bir askeri üstünlük sağlayabilecekti.
Bu tür hassas ama güçleri göreceli olarak düşük silahlara Taktik Nükleer Silah dediler. Bunlar bir top mermisine bile koyulup atılabiliyordu. Taktik ve taktik olmayan, yani eksik tanımıyla stratejik nükleer silahlar da bugünün teknolojisiyle F-16 gibi basit ve küçük uçaklardan atılabilmekte.
Yani günümüzün canavarlarının elinde dünyayı yok edecek kadar güçlü ve bunları sorunsuz olarak istedikleri hedeflere gönderebilecek kadar çeşitli yöntemler bulunmakta.
Ancak bu silahlar hangi koşullarda, neye göre ve kime karşı kullanılabilecek? Yazımızın konusu aslında bu.
Öyle ya, mesela Küba krizi esnasında Kruşçev, Kennedy’nin anasına küfretseydi, Kennedy bu silahları Ruslar’a karşı kullanabilecek miydi?
İkinci Dünya Savaşı esnasında nükleer silahları kullanmanın şartları yada yöntemleri gibi kavramlar yoktu. Zaten üç tane atom bombası yapılmıştı, bunlardan ilkini New Mexico’da deneme amaçlı patlattılar, geri kalan ikisini de başkanın oluruyla Hiroşima ve Nagasaki’ye attılar.
Nükleer silahların sayısı ve bunların hedeflerine gönderilme sistemleri geliştikçe, hen NATO, hem de Sovyet Bloğu bu silahların ne zaman, hangi koşullarda kullanılabileceğini bir kurallar dizinine bağladılar.
Kavramlarda kaybolmayalım. Basitçe anlatırsak, ana hatlarıyla nükleer silahların hangi amaçlı yapılacağına yada kullanılacağına Nükleer Strateji, bu stratejinin detaylandırılmış haline de Nükleer Doktrin derler.
Soğuk savaş boyunca her iki blok da neredeyse aynı nükleer stratejiyi izlediler. Buna kısaca Mutually Assured Destruction dediler, yani Karşılıklı Garantilenmiş Yok Olma. Mutually Assured Destruction sözcüklerinin ilk harfleri olan MAD da ironik bir biçimde “deli -lik” anlamına gelir.
Bu strateji çok basit olarak taraflardan herhangi birinin nükleer silah kullanması halinde diğerinin karşılık vermesiyle her iki tarafın (ve dünyanın geri kalanının) yok olması demekti. Yani gerçek anlamda bir delilik.
MAD, nükleer silahların bir caydırıcılık yani deterrence aracı olmasını öngörüyordu. Yani nükleer silahlar kullanılmak için değil, karşı tarafın kullanmasını önlemek için yapılmıştı.
Soğuk savaş esnasında NATO’nun nükleer doktrini ise ilk vuruş esasına dayanıyordu. konvansiyonel yada nükleer bir Sovyet tehditi yada saldırısı esnasında tüm nükleer kapasitesini Sovyetlere karşı kullanacaktı.
Sovyetlerin nükleer doktrini ise NATO’yu yok etmeye yönelik bir karşı saldırı etrafında şekillenmişti. Yani eğer NATO nükleer silah kullanırsa biz de kullanırız diyorlardı.
İşte Rusya’nın bu doktrini Eylül 2024’de ciddi bir değişime uğradı.
İlkin Belarus, Rusya’nın nükleer korumasına girdi. Artık Belarus’a yönelik nükleer bir tehdit karşısında Rusya nükleer silahlarını kullanabilecek.
Ancak en önemli değişiklik Rusya’nın kendisine karşı nasıl bir saldırı halinde nükleer silahlarını kullanabileceği konusunda.
Nükleer silahlar eskiden sadece Rusya devletinin tehlikede olması halinde kullanılabilecekken, şimdi kullanım şartı Rusya’nın egemenliğine “kritik bir tehdit” oluştuğunda kullanılabilir haline dönüştürüldü. “Egemenliğe yönelik kritik bir tehdit” çok belirsiz/muğlak bir tanımdır. Hemen her türlü tehdit algısı “kritik” sayılabilir.
Yine eskiden balistik füze ve stratejik bombardıman uçaklarının saldırısı karşısında kullanılabilecek nükleer silahlar bugün her türlü uzay, uçak ve IHA/SIHA saldırısı sonucunda kullanılabilecektir. Bu cümleyi lütfen bir kez daha okuyun. Bu değişikliğin sonucunda Rusya’ya yapılacak saldırının nükleer olması gerekmiyor. Her türlü konvansiyonel bir saldırının kritik bir tehdit sayılması halinde Rusya’nın nükleer silahlarla cevap vereceğini öngörüyor.
Ve yine çok önemli bir değişiklik, eskiden nükleer silahların sadece nükleer silah sahibi ülkelere karşı kullanılacağı öngörülmüşken artık nükleer silaha sahip olma şartı ortadan kalkıyor. Nükleer silahı olsun olmasın, Rusya’ya yapılam bir saldırıya ortak yada destek olmak nükleer silahların kullanılabilmesine kapı açıyor. Bundan ağzı yanacak ülkeler başta Almanya, Polonya, Romanya gibi ABD yalakası wannabe NATO ülkeleri ile çok isterseniz Türkiye. Unutmayalım, Rusya’ya yapılan saldırılarda Türk yapımı IHA’lar kullanılmakta. Ukrayna ordusunda Türk yapımı zırhlı araçlar, donanmasında ise Türk yapımı MILGEM sınıfı askeri gemiler var.
İşte Türkiye’nin yarısı Özgür Özel’in ceketiyle ilgilenirken bunlar oldu.
Devam edeceğiz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder