11 Mart 2024 Pazartesi

Gagavuzya - Komrat

Bizim jenerasyon ve civarının unutamadığı politik isimler vardır sevgili arkadaşlar.

Mesela Bülent Ecevit. Ona “Karaoğlan” derlerdi, “Halkçı Ecevit” derlerdi. Hattızatında ismim Bülent, dedem tarafından Ecevit’e atfen verilmiş.

Necmettin Erbakan vardı, “Aaziiiz ve muhterem din kardeşlerim” diye girerdi lafa. Ağır sanayii hamleleri yapar, her yere temel atar, kadayıfın altını kızartırdı.

Yada Alparslan Türkeş. O kendine has boğuk sesiyle “Gomonistler…” diye başlardı güne. Ben elbette hatırlamıyorum ama sevgili annem ve babam için Türkeş, 27 Mayıs ihtilalinin sembolüydü.

Ancak bu dönemin en renkli siyasi kişiliği hiç kuşkusuz Süleyman Demirel’di. O kendine has tarzı ile söyledikleri hep ilgimi çeker, gülümsetirdi beni. “Petrol vaaadı da biz mi içtik?”, “Dün dündür, bugün de bugün”, “Onlar ne veriyorsa bir fazlasını biz vereceğiz”, “Şapkamı alır giderim”, ve daha niceleri...

Hepsinin sevaplarından çok günahları vardı, ancak ülkelerini severlerdi. Işıklar içinde uyusunlar.

Binaenaleyh…

Komrat isimli, birçok kişinin nerede olduğunu bile bilmediği, vatan topraklarına uzak bu kentte, Demirel’in heykelinin önünde, yukarıda yazdıklarıma benzer düşünceler geçiyordu kafamdan.

Binanaleyh...
Buradaki kafa karıştıran unsur, Küba’da Atatürk heykeli var, eyvallah, Taşkent’te Timur’un, Ulam Batur’da da Cengiz Han’ın heykelleri… Ama Komrat’ta Demirel heykeli ne alaka değil mi?

Demirel’in yanında da diğer Türk devlet başkanlarının benzeri heykelleri var - heykel diyorum ama aslında büstleri. Mesela Haydar Aliyev, Nursultan Nazarbayev falan. Ancak Atatürk dururken, Demirle’e de ne oluyor böyle diye sorabilirsiniz doğal olarak.

Arzedeyim.

Komrat, Gagavuzya’nın başkenti. Gagavuzya da Gagavuz Türklerinin vatanı. “Gagavuz”, “Kök Oğuz” ’un söylenişi. “Kök” de “gök” demek, ağacın dibi değil.

Gagavuzya, Moldova’da özerk bir bölge. Yani Transnistria gibi sınırları, başkenti, parlementosu falan olan bir devlet. Ancak Transnistria’nın aksine Gagavuzya’yı bütün dünya tanıyor, ama bağımsız değil, özerk bir devlet olarak. Yani Gagavuzya’nın bir bağımsızlık iddası yok. Ta ki, Moldova’nın toprak bütünlüğüne bir hal gelene kadar. Anayasalarına göre, mealen söylüyorum, Romanya, Moldova’yı ilhak eder, yada bir sabah Putin “Dobroyutro” derse, Gagavuzya bağımsız sayılacak.


Sizin anlayacağınız bu Moldova, İngilizce’de Motley Crew derler, birbirinden alakasız insanların bir arada yaşamaya çalıştığı bir yer - bu arada ismini bu deyişten alan ve gerçekten çok sevdiğim Mötley Crüe grubunu da anmış olalım.

Rumenler, Ruslar, Gagavuzlar, Ukraynalılar…

Rumenler Ruslara, Ruslar Ukraynalılara, Gagavuzlar da hepsine gıcık.

Öyle uluslararası ilişkiler uzmanı falan değilim, sadece üç gün boyunca edindiğim izlenimlere dayanarak söylüyorum sevgili arkadaşlar, Moldova’nın bir ülke olarak kalabilmesi için ciddi bir gayret gerekiyor.

Ve aynı Transnistria’da olduğu gibi, bağımsız olmadığından dolayı, Gagavuzya’yı da 54. ülkem olarak kayıtlarıma geçiremiyorum.

Demirel’e dönersek, Gagavuzya’ya yardım başlatıp, ismini dünyada duyurmak için çok gayret göstermiş. Gagavuzlar da bunu unutmamış.

Gagavuzlar Türk dedik sevgili arkadaşlar. Hal böyle olunca da konuştukları dil Türkçe oluyor. Bugüne kadar Kazakistan’da turistlikten çömez seyyahlığa terfi edecek kadar vakit geçirdim. Azerbaycanlı, Özbek, Kırgız, Karakalpak, Başkurt, Kırımlı vs. insanlarla uzun ve yoğun şekilde sohbet etme fırsatım oldu. Bu deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki Gagavuz Türkçesi en az Azeri Türkçesi kadar bizim Türkçemize yakın. Biraz gayret göstererek rahatlıkla anlaşmak olası.

Gagavuzlar Hristiyan Ortodoks sevgili arkadaşlar. Şii Azerbaycan Türkleriyle ne yapacağını bilmeyen yobazlar, Gagavuzları herhalde yarı Türk falan sayıyordurlar, ancak Gagavuzlar bizden daha Türkler. Araplar’ı yalamaktansa, Türklükler’ini koruyorlar. Neyse, politikayı bırakalım şimdilik.

Gagavuzlar’ın sayıları da az değil. 250 binden yarım milyona kadar oldukları düşünülüyor. Gagavuzya’nın yanında Ukrayna, Rusya ve Türkiye de sayısı azımsanmayacak kadar Gagavuz yaşamakta.

Gagavuzların kökleri hakkında tartışmalar devam ediyor. Müslüman Türkler, bunlar olsa olsa Hristiyanlaşmış Türklerdir derken, Hristiyanlar ise, aklı başında hiç bir Ortodoks aslen Türk olamaz, o yüzden bunlar olsa olsa Türkleşmiş Hristiyanlardır demekte. Her iki faşist kafayı da bir kenara bırakırsak, Gagavuzlar Gagavuz işte. Selçuklular’dan da, Kıpçaklar’dan da, Peçenekler’den de, Yunanlılardan da, Bulgarlardan da gelmiş olsalar, sonunda her neyse o’lar. Başkentlerinde Türk büyüklerinin heykelleri var, demek ki kendilerini Türklere yakın hissediyorlar. O yüzden kafatasçılık yerine, dünyaya gelmiş en zeki, en ilerici liderin yolundan gidelim ve “Ne mutlu Türküm diyene” diyelim.

Komrat’a gelmek çok zor olmasa da biraz dolambaçlı oldu sevgili arkadaşlar. Kişinev’den Komrat’a direkt otobüsler Güney Otobüs Garı’ndan kalkıyor, ancak en erken otobüs öğlen saat birde, gara gitmekte bir saat alıyor, iki saat de yol. Uzun iş yani...

Cimişlia'ya giden bir minibüse bindim
Türküz anasını satayım. Dört saat otobüs beklemektense merkezdeki gara gittim, Transnistria’ya gittiğim minibüslerin bölgesinde bir önceki gün Tiraspol’u sorduğum adama bu kez Komrat’ı sordum. Adam şöyle bir düşündü, sonra gel dedi, beni bir minibüse götürdü.

Minibüs Cimişlia’ya gidiyor. Beni şoföre emanet etti, “Bunu Cimişlia’da Komrat minibüsüne bindir” dedi. Teşekkür ettim, minibüse bindim ve yola koyulduk.

Yolculuk Tiraspol ile neredeyse aynıydı. Kişinev sınırları dışına çıktığımız andan itibaren çukurlarla dolu, hoplaya zıplaya gittiğimiz asfaltlık oranı yüzde kırkı bulmayan bir yol üzerinde yine her parçasından ses gelen bir minibüs.

Cimişlia’ya ulaştık. Şoför sağolsun gözünü benden ayırmıyor, Komrat minibüsünün gelmesini bekliyor. Cimişlia benim çocukluğumun Sincan’ı gibi bir yer. En yüksek bina iki katlı, her yer toz-toprak. Minibüs durağında ise üç-beş büfe var. Birinden içeri girdim. Yüz kilodan fazla ağırlığı olan, ama fazlasıyla güler yüzlü bir kadın müşterilerine bakıyor. Tezgahın üzerinde açık bir şişe var, ya votka, ya rakıya. Arada bir gelenler bir tek atıp, tezgaha parasını bırakıyorlar.

Cimişlia, çocukluğumun Sincan'ı gibi
Bana ister misin diye sordu, yok dedim ama kendime bir placinta, bir de kahve aldım. Cebimde hala Tiraspol’dan kalma Moldovya Lei’i vardı, onlarla ödedim.

Benim büfeye girdiğimi farketmeyen şoför telaşlanmış, beni arıyor. Beni bulunca sevindi ama kızdı, yanımda dur, bir yere ayrılma dedi.

Komrat minibüsü gelince beni bu kez Gagavuz şoföre emanet etti, biz de yola koyulduk.

Komrat’taki otobüs garı bayağı şehrin dışında. Otobüslerin hemen yanında da beklendiği üzere taksiler var. İlk taksici ile gayri ihtiyari İngilizce konuştum, nada. Türkçe “Beni çarşıya götürür müsün?” dedim, “Çok yakın, on dakika yürürsen ulaşırsın” dedi.

Başladım yürümeye. Doğru yöndemiyim diye bir kontrol olsun diye tezgah açmış bir babuşkaya “Çarşı?” diye sordum, “Devam” dedi. 

"Devam", it is…

Gagavuz üzüm bağları
Merkezimsi bir noktaya ulaştım, tam “merkeze” gitmek için yoldaki başka bir adama bir daha “Çarşı?” yaptım. Aksanımdan çıkardı elbette, bana bir kebapçı dükkanını işaret etti. “O seni anlar” dedi. Kebapçıya gittim. Kebapçı dediysem bir büfe. Camdan içerdeki arkadaşa “Türkçe konuşuyor musunuz?” diye sordum. “Evet” dedi. Pırıl pırıl bir Türkçeyle bana cevap verdi. Gagavuz olmasına olanak yok. Zaten biraz konuştuktan sonra ‘torpağım’ çıktı. Ankara'dan Gazi Mahallesi'nden bir arkadaş. Türkçesi, Avrupa’da rastladığım Türkler’in topundan daha temiz, daha düzgün. Komrat’a yolunuz düşerse bir dönerini yiyin mutlaka. İsmi Bahadır.

Bana önemli noktaları tarif etti.

İlk olarak hemen yanı başındaki kiliseye gittim.

Çok büyük, çok güzel bir kilise. Ortodoksi’deki sınıflamaya çok hakim değilim ama olasılıkla “temple” dedikleri, Katolisizm’deki katedral muadili bir mekan. 

Merkezdeki kilise
İçeri girdim, herhalde öncesinde bir servis vardı ki, bir grup rahibe ortalığı toparlıyordu. Hepsinin de başı örtülü, aynı bizim Anadolu başörtüsü. Bu bölgede başörtüsünü çok kullanıyorlar. Başrahibe olduğunu düşündüğüm kadına yaklaştım ve İngilizce “Resim çekmemin bir sakıncası var mı?” diye sordum. Çok güzel bir İngilizce ile “Tabii ki çekebilirsin” dedi, hatta rahibelere ortalığı toparlayıp, kadrajdan çıkmaları için bir işaret yaptı.

Ortodoks kiliselerini çok severim sevgili arkadaşlar. Katolik kiliseleri gibi karanlık, kasvetli, hüzünlü mekanlar değillerdir. Tam aksine aydınlık, renkli, cıvıltılı yerlerdir. Her yer rengarenk fresklerle, mozaiklerle, tablolarla doludur. Çoğunlukla oturmak için sıraları yoktur - aksini sadece bir kez Selanik’te görmüştüm. Herkes ayakta gezinir, konuşur, sosyalleşir. Katolik kiliseleri ise çarmıhtaki İsa, ağlayan kadınlar, acı çeken erkekler ve etraftaki üzgün meleklerle doludur. Herneyse. Bu bir eleştiri değil, sadece bir gözlem. Kimsenin inancını sorgulamak haddime değil elbette.

Çok işlerini aksatmamak için hemen bir iki resim çekip, teşekkür ettim ve ayrıldım.

İkinci durağım Demirel’in de heykelinin bulunduğu üniversite oldu. Oradan da bir kahve alıp, gezinmeye devam ettim. Fırsat buldukça Türkçe konuşmaya çalışıyordum, bizim Türkçe ile yakınlığını anlamak bakımından. Örneğin kahve alırken kızla sadece Americano istememe rağmen içine biraz süt koymasını söylerken İngilizce’ye dönmek zorunda kaldım.

Atatürk Kütüphanesi
Gagavuzlar çok candan, çok yardımsever insanlar. Hepsi ilgi gösteriyor, yardımcı olmaya çalışıyorlar. Dil de ortak olunca muhabbet fazlasıyla tatlılaşıyor.

Gagavuz parlementosu önünde resim çektiren bir kompatriotumuzu gördüm. “Atatürk kütüphanesi nerede?” diye soruyordu. Acaba ben mi yanlış gördüm diye bir kez daha baktım. Caddenin tam karşısında koca bir TİKA amblemi ve Atatürk Kütüphanesi tabelası vardı.

Ben TİKA’yı kökenlerine ve iktidar ile aralarındaki tasvip etmediğim İslam ağırlıklı ilişkiye rağmen seviyorum sevgili arkadaşlar. Yurt dışında bence tanıtım için güzel işler yapıyorlar, yani kurulma mantığı fazlasıyla geçerli. Gördüklerim arasında Montenegro’da, Bosna’da ve Gagavuzya’da fazlasıyla aktifler.

TİKA'nın bahçesindeki Atatürk büstü
Ne var ki kütüphanenin bahçesindeki minicik, bakımsız Atatürk heykeli yüzünden çok içerledim TİKA’ya. Bundan çok daha iyisini yapabilirlerdi bana sorarsanız.

Gagavuzya’ya gelip, Gagavuz yemeği yememek ama daha da önemlisi Gagavuz şarabı içmemek olmazdı. 

Otobüs durağındaki bir grup öğrenciye “İyi bir restoran nerede bulurum?” diye sordum. Gençlerle konuşmak çok daha zevkli sevgili arkadaşlar. Mesela Türkçe’deki farklılıklardan dolayı anlaşamadığımızda, yaşlılar belki şimdi anlar diye aynı sözcüğü şuursuzca, defalarca tekrar ederken, gençler hemen cümleyi başka şekilde kuruyor, farklı sözcükler kullanıyor, garanti olsun diye sağ, sol gibi yönleri bir de el işaretleriyle gösteriyorlar.

Tarif ettikleri restorana gittim ama bir şirket toplantı için kapatmış. Restoranın sahibi benle birlikte dışarı çıktı, şarapla ilgilendiğimi de söyleyince başka bir restorana telefon açtı, acık olduklarına emin olduktan sonra bana bir taksi buldu. 

Taksi beni öyle bir yere getirdi ki, Komrat’a sadece burası için bile bir kez daha gelebilirim.

Mekanın ismi Komrat Şaraphanesi.

Bağların ortasında, benzerlerine sadece Fransa’da yada İsviçre’de rastlayabileceğiniz güzellikte bir yer. Aslen şarapçı ama restoranı da var.

Garson bana mükemmel bir masa buldu. Restoran boş ancak çok rezervasyon varmış, bir-iki saate dolar dedi.

Garsonun ismi Pavel, Gagavuz elbette ve Türkçe konuşuyoruz. Ancak Türkçe’yi öyle bir konuşuyor ki, sanki mahalleden çocukluk arkadaşım. “Yanlış anlama ama bu nasıl Türkçe?” diye soramadan edemedim. “Ankara’da, Mamak’ta on sene yaşadım” dedi. Güldüm, “Ben de askerliğimi Mamak’ta yaptım” dedim.

Bana tabii ki şaraphanenin şarabından getirdi, bir bardak koydu. O ne şarap öyle! Ölene kadar içsem bıkmam. Pavel şarabı nasıl şehvetle içtiğimi görünce, hafifçe gülümseyerek “Şişeyi bırakayım mı?” diye sordu. “Bırak abicim, bırak” dedim.

Gagavuz Şarabı
Bir mercimek çorbası, yanında da yoğurt sosu ve peynirle birlikte polenta yedim. Sonrasında da bir peynir tabağı. Ağız tadının dibi sizin anlayacağınız.

Komrat’tan çok sıcak duygularla ayrıldım. Akşam yemeğimi İngiliz Steakhouse’da yedim, ve mahşeri otobüs yolculuğuyla Bükreşe geri döndüm. Hiç bir yerde durmadan havaalanına gittim. Uçağa atladım ve çok özlediğim sevgili kızımla karımı Basel havaalanında buldum.

Nalcı ailesinin dördüncü ferdiyle de ilk kez burada müşerref oldum. İsmi Cherry. Bir Fars kedisi. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 Sırbistan’dan getirdiler.

Moldova gezisi böyle sevgili arkadaşlar.

Şöyle bir toparlarsak, belki de Avrupa’da yaptığım en ilginç yolculuk diyebilirim.

Bir kere Moldova şarap demek, nokta. Dünyanın en eski ve en güzel şaraplarından biri Moldova şarabı. Hem Moldova, hem Transnistria, hem de Gagavuzya birer şarap cennetleri. Eğer şaraba biraz da olsa ilginiz varsa kaçırılmaması gereken bir yer. Fiyat olarak da çok çok makul. Birinci sınıf Fransız şarabı kalitesinde bir şarabı, Türkiye’den ucuza içebiliyorsunuz.

Moldova’nın kendisi Avrupa’nın en fakir ülkesi. Ancak insanlar çok iyi, çok yardımsever. Yemekler de fazlasıyla güzel.

Transnistria, dünyada görülebilecek en ilginç yerlerden biri. Gençliğimin soğuk savaş dönemini bir kez daha yaşadım.

Gagavuzya ise, biraz tarihe, özellikle de Türk tarihine ve Türki topluluklara ilgi duyuyorsanız, kaçırmamanız gerekli bir yer.

Ancak söylemeden edemeyeceğim, eğer Youtube’da Türk gezginlerini izleyip, buraya gelmeye karar verdiyseniz, biraz moderasyon öneririm.

Bir kere bu gezginler biraz cehaletten, biraz da click-bait olsun diye tam gercekleri yansıtmıyorlar. 

Örneğin Demirel heykelini öyle bir anlatıyorlar ki, sanırsınız, tüm Gagavuzya Demirel’e tapınıyor. Sadece Demirel'in heykelini gösteriyorlar, onu Gagavuzya'nın Napolyonu kalıbına sokuyorlar. Malum, oryantal bir halk olarak böyle melodramatik anlatımları severiz. 

İşin gerçeği, Demirel’in heykeli, oradaki bir çok heykelden sadece biri. Elbette Gagavuzlar Demirel’e sempati besliyorlar ama bu cahilleri dinlerseniz sanki Gagavuzya, Demirelistan olacakmış ta, son anda Gagavuzya kalmış dersiniz.

Benim sinirlerimi en çok kaldıran ise bu gezginlerin Gagavuzlar’la konuşurken, tepeden bakan, nobran, ağır abi tavırları. 

Hele bir tane süzme salak var ki, Gagavuzlar’ı neredeyse sorguya çekiyor. “Söyle bakayım Türkiye güzel ülke, de mi?”, “Türkiye’de yaşamak istersin de mi?”.

Bu sersem farkında değil. Kendisi bilmem kaç tane red yedikten sonra, bir yetkilinin karşısında hazrola geçip, anasının babasının tapusunu gösterip, valla, billa geri döneceğim diye yalvararak, on beş günlük Şengen vizesi alıyor, sonrasında da sevincinden Youtube’a kutlama videosu atıyor. 

O tepeden baktığı Gagavuz ise, aklına estiğinde pasaportunu gösterip, vizesiz, mizesiz bütün Avrupa’yı gezebiliyor.

Gerçi aynı zeka küpü, “Sıpasiva, Moldovyaca’da teşekkür ederim demek” de diyor. İşin aslı o sözcük “Sıpasiva” değil, “Spasiba”, Moldovyaca değil, Rusça, hattızatında Moldovyaca diye bir dil de yok, Moldova’da Rumence konuşulur. Ama memleketimin insanı işte. Her şeyi bilir, bilmediği tarafı da şeytani zekasıyla kıvırır.

Başkaları Gagavuzlara “Niye Hristiyansınız?” diye soruyor. Nasıl bir ukalalık, nasıl bir eşeklik bu? Sana ne amk, ne isterlerse o olurlar. Onlar sana “Sen niye Müslümansın?” diye soruyorlar mı?

Konudan çok sapmayalım, ancak bunlar İkinci Dünya Savaşında Lenin’e Hitleri kovalatıyor, Saint-Petersburg’a bir Asya şehri diyor, Musa’ya İncil’i indirtiyorlar falan. En komiği de Fas’ta bu cahillerden biri, kırık İngilizcesiyle bir şeyler zırvaladığında, karşısındaki Fransızca cevap veriyor, bu da “Kusura bakma, ben Arapça bilmiyorum” diyor!

Gelmek istediğim nokta, hem ucuz, hem yakın, hem de vize gerekmiyor diye, aklı evvel her wannabe Türk gezgini buraya gelmiş ve bu insanlara sakillik yapmışlar. Lütfen onlar gibi olmayın.

Son söz.

Eğer amacınız modern bir Avrupa ülkesi görmekse, Moldova doğru yer değil, Paris’e, Londra’ya, Viyana’ya falan gidin. Ancak biraz maceracı bir ruhunuz var, biraz da şarap seviyorsanız, hemen yarın atlayıp, gelin.

Elinizi de biraz çabuk tutun. Moldova bu haliyle çok uzun ömürlü olmayabilir.

Akşamınız güzel olsun.

3 Mart 2024 Pazar

Transnistria-Tiraspol

Kıçım yetmiş iki saate yakın yatak görmediğinden, tertemiz otel yatağı ve kuş tüyü yastıklar çok güzel gelmişti. Yatağa yattıktan sonra uyudum mu, yoksa yorgunluktan bayıldım mı söylemek zor, ancak sabah zehir gibi kalktım, kendimi Kişinev sokaklarına vurdum.

Bir sokak büfesinden kendime bir placenti aldım. Bu böreğin ismi “placenta” ’yı hatırlattığı için normalde gurmetik olarak kulağa çok sevimli gelmese de, zerre kadar umursamadım ve ayılar gibi saldırıp, yedim.

Otelden çıkmadan Tiraspol’da hangi para geçiyor diye sormuştum. En sağlamı Moldova Lei’i dediler. Biraz zor da olsa çalışan bir ATM bulup, biraz nakit para stokladım. Tiraspol’un kendine ait para birimi sadece o topraklarda geçerli olduğu için bu bölgeye giremeden bu parayı bulmak biraz zor.

Tiraspol yolcusu kalmasın!
Otobüs garından Tiraspol’a giden bir minibüse atladım. 1970’lerde okula giderken bindiğim Magirus dolmuşlar bu bindiğim minibüsün yanında Rolce Royce sayılırlardı. Arabanın her parçasından bir ses, bir gıcırtı geliyordu. Boyu 1.60’dan uzun birinin koltuklara sığması mümkün değildi. Şahsımın hacmi göz önüne alındığında, başta ben, herkes koltuklara yanlamasına oturup, ayaklarımızı koridora uzatmıştık.

Tiraspol’a ulaşmak bir saat gibi bir zaman alacaktı. Minibüsün içinde konuşma dili çoktan Rusça’ya dönmüştü. Konuştuğumdan değil ama hem geçmişten gelen iki kuruşluk Rusçam olduğundan, hem de Sırpça bir kaç kelime bildiğimden - Sırpça ve Rusça birbirine çok yakın dillerdir, kulaklarımı kabartmış, konuşulanları anlamaya çalışıyordum.

Tiraspol, Transnistria isimli ülkenin başkenti. Bizler bu ülkeye Transdinyester deriz. Yerliler ise ülkeyi Pridnestrovie şeklinde çağırıyorlar.

Çok acayip bir yer burası sevgili arkadaşlar. Bir başkenti, parlementosu, bakanlıkları, para birimi, posta pulu gibi bir ülkeyi ülke yapan her şeyi var. Sınırları belli. Girerken ve çıkarken pasaport kontrolünden geçiyorsunuz - bu arada vizeye gerek yok, hatırlatmış olayım.

Yukardakiler göz önüne alındığında Transnistria’nın bir ülke olduğunu düşünebiliriz ancak, Transnistria’yı bağımsız bir ülke olarak tanıyan başka bir ülke yok. Yine başka kimsenin tanımadığı Abkhazya ve Güney Osetya cumhuriyetleri karşılıklı olarak Transnistria’yı tanısa da bu daha ziyade kendi yarı alanlarında bir paslaşmadan ileri gitmiyor. Birleşmiş Milletler üyesi her ülke Transtria’yı, bir ülke değil. Moldova’nın bir bölgesi olarak tanımlıyor.

Transnistria, Moldova’nın doğusunda, Dinyester nehri boyunca neredeyse bütün Ukrayna sınırını kaplayan, ip gibi, ince uzun bir bölge. Nüfusunun çoğunluğu Rus, konuşulan dil Rusça. Yarım milyona yakın insan yaşıyor, yani öyle çok da küçük bir yer değil.

Transnistria Sınırı
Transnistria, de-facto bir Rus toprağı sevgili arkadaşlar. İngilizce’de breakaway state derler, Moldova’dan kendisini koparıp, ayırmış bir ülke. Var olmasının tek dayanağı Rusya. Rusya’nın desteği ile ayakta kalabiliyor. Buna rağmen Rusya, Transnistria’yı bir ülke olarak tanımıyor. Mr. Putin Moldova’yı yemek için Transnistria’yı tanımıyor diye düşünüyor Moldoviyalılar. Eğer Putin, Transnistria’yı bir ülke olarak tanısaydı, Moldoviyalı Neo Naziler Transnistria’daki Rus azınlığa eziyet ediyor bahanesiyle Moldova’ya giremeyecek, başka bir deyişle Moldovitalılar "Al Transnistria’yı, git, bizi de rahat bırak" diyebileceklerdi.

Sınırda durduk, buz gibi bir rüzgarla birlikte pasaport kontrol sırasına girdik. Sırada orta yaşlı bir adamla bir babuşka öyle bir kavgaya tutuştular ki, anlatamam. Birbirlerine tekme falan attılar. Güleceğim, hadi dedim, başımı önüme eğdim.

Kamuflaj üniformaları ile Rus askerleri pasaportlarımıza bakıyordu. Yine tam teçhizat, kamuflaj, AK-47 bir kadın asker pasaportuma baktı, ben de ağızım açık ona… Özene bezene yaratmışlar. Ben evli, o da silahlı olmasaydık, öyle sadece pasaportumu alıp gitmezdim sizin anlayacağınız. Şaka bir kenara buralarda kızlar çok güzel sevgili arkadaşlar. 

Mükemmel bir İngilizce ile ne kadar kalacağımı sordu, akşama döneceğimi söyledim.

Transnistria’ya girmiştim. Ne yazık ki burayı elli dördüncü ülkem olarak kayıtlarıma geçiremiyorum. Malumunuz, ülke olarak sadece BM üyesi/gözlemcisi 193 ülkeyi baz alıyorum. Herneyse, önemli olan nicelik değil niteliktir malumunuz.

Transnistria’ya gelmemin en önemli nedenlerinden biri, bu ülkenin genel kabul görmüş tanımlara göre son Sovyet devleti olması. Dikkat, Rus yada Doğu Bloku değil Sovyet diyorum. “CCCP” yani! Çocukken olimpiyatlarda, koşularda, güreş müsabakalarında falan görürdük, üzerinde CCCP yazılı formalarıyla atletleri.

Biz “CCCP” ’yi doğal olarak ve geleneksel umursamazlığımızla “Ce Ce Ce Pe” şeklinde okuruz. Bu umursamazlığımız ve bilgisizliğimizde yalnız da değilizdir. Birinci sınıf, pure-bred Amerikalı bir hillbilly de “CCCP” ’yi “Si Si Si Pi” diye okur. Halbuki gerçek telaffuzu “Es Es Es Er” şeklindedir - Kril “P”, Latin “R” ‘ye, “C” de “S” ‘ye karşılık gelir. Açılımı ise “Soiuz Soviyetskih Sosyalistiçkih Respublik”. Krill alfabesi ile şöyle yazılıyor: “Союз Советских Социалистических Республик”

İngilizce’si “USSR”, onun açılımı ise “Union of Soviet Socialist Republics”. Bizde ise “SSCB”, ya da “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği”.

Bunlarda her şey böyle karışık işte.

Oh these Russians…

SSCB, bugünkü, başta Rusya, Kafkaslar, Baltıklar ve Orta Asya cumhuriyetlerinden oluşmuş bir devletti. Buna yine SSCB güdümlü de olsa, kağıt üzerinde bağımsız olan Doğu Almanya, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Romanya falan gibi komünist ülkeleri eklediğimizde ise Sovyet Bloku’nu elde ediyorduk.

O günlerden bugünlere çok şey değişti tabii.

Günümüzde Rusya’ya sosyalist demek, bana Brad Pitt demek gibi bir şey haline geldi. St. Petersburg’da Nevski Prospekt’te, yada Moskova’da Kuznetsky Most’da yürüdüğünüzde Las Vegas’tan yada Tinseltown’dan - Hollywood, daha fazla şatafat, pırıltı, kısacası kapitalizm görürsünüz. Keza Pekin, keza Şangay. Herhalde Lenin de, Mao da mezarlarında fırıl fırıl dönüyorlardır.


Ama Transnistria hala sosyalist, hala gomonist.

Transnistria’da bu CCCP’ye, Lenin’e, Marks’a, Troçki’ye, Gagarin’e, Kızılyıldızlar’a, orak-çekiçlere çok sık rastlayacağız sevgili arkadaşlar.

Minibüsten inip, GooglaMaps’ten nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Bağlantı var ama yalan olmasın 2G falan gösteriyor. Bırakın harita indirmeyi, bir SMS’i bile beş dakikada gönderebileceği şüpheli.

"Tanku"
Telefondan ümidi kesip, bir büfeye gittim. Bir su aldım ve “Centrum?” diye sordum. Centrum, bütün doğu Avrupa’da şehrin merkezine gitmenin en sağlam yöntemidir.

Büfeci kadın yüzüme bile bakmadan “Şto?” dedi. Yani “Ne?” Bir daha “Centrum?” dedim, ama "Nyet!".

Etrafa bakındım, yolun kenarında bir taksi gördüm. Hemen atladım, “Centrum” dedim, yine “Şto?” İnternetten bakmıştım, oradan biliyorum, merkezde bir tank anıtı var. Oradan belki yakalarız dedim, “Tank?” diye bir kez daha sordum.

Yine “Şto?” olduk. Slavik dilleri konuşanların hayal güçleri sıfırdır. Tam söylemezseniz, hiç bir sözcüğü anlamazlar, yada anlamak için en ufak bir gayret göstermezler. 

Slavik dillerde bizdeki ismin halleri gibi isimlerin çekimleri vardır. Ben de başladım “tank” sözcüğünü çekmeye. “Tanki”, “tanka”, “tanke”, “tankiyu”…. Taksicinin ufku genişlemiş olacak, zihni açıldı, “Tanku?” dedi. “Da!” dedim, garanti olsun diye parmağımla tank topu yapıp, “Bum” dedim.

Sönmeyen ateş ve anıt
Taksici mutlu, beni merkeze getirdi. Gerçekten de eğimli bir kaidenin üzerinde 2. Dünya Savaşının en önemli reliklerinden biri olan bir Rus T-34 tankı vardı. Etiyle, kemiğiyle bir T-34’ü ilk kez görüyordum. Bu efsanevi tanka ilk kez elimle dokundum. Yine rakip Almanlar’ın bir Tiger tankına bir kaç yıl önce elimle dokunmuştum. Sanki külçe bir çelik yığınına dokunmuş gibi olmuştum. T-34 ise daha ziyade bir konserve kutusu duygusunu verdi bana. Ama bu T-34’leri o kadar fazla sayıda üretmişlerdi ki, çölde yorgun çakallara saldıran karıncalar gibi sayıca az Tiger’ları, Panzer’leri lime lime doğramışlardı.

Tank, anıtsal bir parkın başında yer alıyordu. Aynı parkta, savaşta ölen Rus askerlerin mezarları ile bir de onların anısına koca bir anıt ile sönmeyen ateş, yani bir “eternal flame” vardı.

Parlemento binası ve Lenin heykeli
Caddenin karşısında Transnistria’nın parlemento binası ve önündeki devasa Lenin heykelini görmek mümkün.

Parlamento binasının yanındaki başka bir parkta gönderde bir Transnistria, bir de Rusya bayrağı dalgalanıyordu. Altlarında ise ne olduklarını bilmediğim bir sıra başka bayrak vardi ki, olasılıkla bunlar Güney Osetya ile Abkhazya cumhuriyetleri başta, diğer yoldaş ülke ve otonom bölgelerin bayraklarıydı.

Bunların altında ise üzerinde koca bir orak-çekiçin bulunduğu bir yazıt vardı.

Parktan ilerleyip, üzeri yeşil prefabrik bir çatı ile kaplı, yarı açık bir alana ulaştım. İçeri girince anladım ki burası bir pazar yeri. Düşünebiliyor musunuz, Ankara’yı bilenler için, Meclis’in yanında kurulu bir pazar!

Pazardan çıkıp, merkez civarında yürümeye devam ettim.

Orak-Çekiç
Yakında bir Ortodoks kilisesi vardı. Transnistria’da gördüğüm ilk ve son kiliseydi, tankın yanındaki minicik şapeli-mesciti saymazsak tabii. Hoş, sevgili karıma bu şapelden bahsettiğimde, Ortodokside şapel bulunmaz dedi, o yüzden doğruluk bakımından minyatür kilise diyelim.

Biraz aşağıda ise Tiraspol’da gördüğüm ilk ve tek batılı anlamdaki alış veriş merkezi vardı. Marka olarak kulağa tanıdık gelen bir-iki isim görsem de, bu AVM çoğunlukla boş, ıssız bir yer görünümündeydi.

Başka bir fenomen, hem parklarda, hem pazar yerinde, hem de alış veriş merkezinde devamlı bir kadın sesi ile yapılan Rusça bir anons duyuyordum. Öyle kakafoni şeklinde değil, planlı, tekdüze, renksiz, ruhsuz, Pravda kılıklı bir anons. Zaman zaman kendimi bir Gulag’daymışım gibi hissettim.

Amacım, Tiraspol’da bir yemek yiyip, Kişinev’e dönmekti.

Back in the USSR
Trip Advisor’dan, Back in the USSR isimli bir restoran bulmuştum. Sovyet usulü bir restoranmış. Biraz yürüdükten sonra ulaştım.

İçeri girdim, beni bir garson karşıladı. Salonda masam yok ama istersen girişteki masada yiyebilirsin dedi. O saatten sonra yeni bir restoran aramak istemedim. Bir de hakkında okuduklarımdan sonra mutlaka nasıl bir yer, görmek istiyordum. Problem yok dedim, oturdum.

Giriş aslında büyük sayılabilecek bir salon. Her yer Sovyet relikleriyle dolu. Marks, Lenin, Stalin, Gagarin, vs portreleri, büstleri, Sovyet döneminden kalma telefonlar, Kızılordu üniformaları. Hatta masamın hemen yanında bir “Polkovnik”, yani albay üniforması vardı, sanki Tom Clancy romanlarından fırlamış gibi.

Ty moy polkovnik!
İlk iş şarabımı sağlama bağladım. Garson bana bir Merlot getirdi. Rusların şarabı teknik olarak içilmez. Kafkasya ve Balkan topraklarından başka zaten bildiğim kadarıyla ürettikleri bir şarapları yoktur. Ancak Transnistria buna çok kontrast bir istisna. Şarap, Moldova kökleri yüzünden mükemmel bir tada sahip. Ama yine içinde biraz Rusluk var, ufak bir mantar parçası şeklinde. Ne yapalım, Bordeaux’da değil, Tiraspol’dayız. Parmağımı sokup, çıkardım mantarı.

Fazlasıyla tipik, Slav usulü bir Steak geldi, şarabımla mükemmel eşleşti, günümü gün etti.

Yemek yerken üç kişilik başka bir grup geldi. İngilizce konuşuyorlar ama aksan hiç yabancı değil. Garson bana söylediklerini onlara da söyledi. Girişte benim masamdan başka masa olmadığı için onlara bahçeyi önerdi. Ama hava Sibirya derecelerinde, aklı olan kim dışarda oturur derken rehber olduğunu düşündüğüm kadın, yanında getirdiği turistlere dönüp, “Ayy, en iyisi bahçe zaten, oturur, rahat rahat sigaramızı içeriz” dedi.

Yoldaş Karl ve Vlad ile bir kadeh şarap!!
Gülmemek için zor tuttum kendimi, renk vermedim. Bir grup Türk turistin Transnistria’da ne işi olur diye düşündüm. Ancak Türk dediniz mi, mantık o noktada bitiyor. Her yerdeyiz işte böyle…

Tavırlarından restoranın sahibi olduğunu anladığım bir adam garsonlara şunu yap, bunu değiştir diye emirler yağdırıyordu. Gözü bana takıldı, tek başıma lobideki masada ne yaptığımı anlamaya çalıştı. Sonra yanıma gelip, “Priviet” dedi. Fazladan bir “Rusça bilmem, İngilizce konuşalım mı” repliğini engellemek için “Priviet” yerine “Hi” şeklinde cevap verdim.

Garsona dönüp, “Kimdir bu?” şeklinde bir şeyler söyledi. Ben de garsonun cevap vermesini beklemeden “I’m just a second-class customer, sitting here all by myself” dedim. Güldük. Kendini tanıttı, ismi Igor. Ben de kendimi tanıttım. “Nerelisin?” diye sordu, Türk grup etraftaysa duyar diye “İsviçreliyim” dedim, hani madem Türksün, niye Türkçe konuştuğumuzu duyduğunda bir şeyler söylemedin demesinler diye. Alınganızdır çünkü…

Klasik bir Slav steak...
Igor şarabı yer gibi içtiğimi gördü, “Şarap nasıl?” diye sordu. “Çok güzel” dedim. “Hangi şarabı getirdiler?” diye sordu, “Merlot” dedim. Olasılıkla birden fazla Merlot vardı, garsonu çağırıp hangisi diye sordu. Cevaptan pek memnun olmamış olacak ki, bana yeni bir şarap getirdi. Yeni şarap, buralarda yarışmalarda ödül alacak kadar güzel.

“Oturur musun?” Dedim, “Tamam” dedi. O da içecek bir şeyler aldı, sonra sohbete başladık. İngilizcesi mükemmel akıcı. Sovyetler’den başladık, EU’dan çıktık. Harika bir geyiğe döküldü iş. Türk (de) olduğumu söyledim. Bir çok kez Türkiye'de bulunmuş, üç beş kelime Türkçe de konuştuk.

İçerideki Rus gazileri bir sigara içmek için dışarı çıkarken bizi görüp, muhabbete katıldılar. Rusça, İngilizce, Sırpça, Polonyaca, Rumence, hatta Fransızca, artık herkes kendi bildiği hangi dil varsa, kaşını gözünü yara yara konuşuyor, mükemmel sohbet ediyorduk. Afganistan anıları, Kızılordu, Lenin, Putin, siz söyleyin, ben evet ondan da konuştuk diyeyim.

Minik bir Sovyet müzesi
Neredeyse iki buçuk saat geçirmiştim Back in the USSR’da. Rus gazileri kalktıktan sonra garson bana büyük salonu gösterdi. Burası tam anlamıyla küçük bir Sovyet müzesi. Duvar saatlerinden yazar kasalara kadar Sovyetler’den kalma aklınıza gelebilecek her türlü ıvır zıvır var.

Kişinev’e dönme zamanı gelmişti. Yediğim mükemmel yemek ve yanındaki anıtsal şaraptan sonra minibüslere kadar yürümek ayıp olacaktı. Bir taksi bulmak için sağa sola bakınıyordum ki, taksiyi taksiyi gökte ararken yerde, yanıbaşımda buldum. Tam oturacakken, yine Cosmo sayfalarından fırlamış bir kız kapıyı açıp, içeri oturdu. Taksiyi telefonla çağırmış. İngilizce yine mükemmel, bana “Nereye?” diye sordu. “Kişinev otobüslerine” dedim. “Ben de oraya gidiyorum, bin, seni götüreyim” dedi.

Durağa geldiğimizde taksi ücretini ödeyeyim dedim, “No” dedi. Paylaşalım dedim, yine “Nyet”. Beni yanlışlıkla başka bir yere giden minibüse binmeyeyim diye Kişinev minibüsünün yanına kadar götürdü, bilet alacağım yeri gösterdi.

Minibüste başka bir kız nerede, nasıl ineceğimi anlattı, Rusluk yapıp, hırlayan şoförü fırçaladı.

Sınırdan geçerken pasaport kontrolü için sıraya girmedik. Pasaportlarımızı topladılar, kontrolden sonra geri getirdiler.

Kişinev’de merkezde bir süpermarketten özel bir Moldova peyniri aldım. Akşam yemeğim bu peynir ve önceki gün aldığım Milestii Mici şarabı olacaktı.

Günü bu kombinasyonla bitirdim.

Moldova gezisine devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️

24 Şubat 2024 Cumartesi

Kişinev

Saat sabahın 6’sı bile değil, o kör karanlıkta otobüsten inip, Bükreş’e göre biraz daha otobüs garını andıran yerde sağa sola bakınmaya başladım.

Otobüsüm Kişinev’e söylenen saatten bir buçuk saate yakın bir süre önce ulaşmıştı. Kişinev’de evi olanlar için iyi olmuştu tabii, ama benim gibi göçebeler için pek de iyi bir haber değildi bu.

Kişinev’de bir otelim vardı elbette, ancak sabahın bu saatinde bırakın beni otele götürecek bir taksi bulmayı, etrafta nereden taksi bulurum diye sorabileceğim bir kul bile yoktu.

Otobüsteyken ana cadde kılıklı bir yerden geçmiştik. Oraya doğru yürüdüm. Ana cadde ana caddeydi tabii, ama üzerinde kimse olmayınca bir çölden çok az fark gösteriyordu.

Bir McDonald’s tabelası gördüm. Bazen McDonald’s’lar 24 saat açık olabilir malumunuz. İçeride ışık da yanıyordu. Kapıya şöyle bir asıldım, kitliydi. Kapıdaki bir tabela McDonald’s Express diyerek yan tarafı işaret ediyordu. O yöne doğru yürüdüm, sipariş ekranından bir kahve söyledim, kart ile ödedim ve bir çocuk camın arasından kahvemi verdi.

Hayatım yavaş yavaş güzelleşiyordu.

Bir kahve daha söyleyip, yürüyerek insanların uyanmasını bekledim, bu arada da bir taksi bulurum diye sağa sola bakınmaya devam ettim.

Lacivert bir araba durdu. “Taxi mister?” Diye sordu. “Da” dedim, ama taksi taksiye benzemiyordu. “Taksi misin?” diye bir kez daha sordum. “Evet” dedi. Tabii ki taksi maksi değildi, ama o saatte kim takar. Atladım içeri, otelimin ismini söyledim.

Kişinev, üçüncü kahvem!
Şöyle bir iki yüz elli metre ya gittik, ya gitmedik, adam durdu, “Otel burası” dedi. Güldüm, beş euro verdim, resepsiyona geçtim.

Çok genç bir kız, dünyanın başka yerlerinde graveyard shift için hiç de uygun seçim değil bana sorarsanız, "Hoşgeldiniz" dedi. Rezervasyonumu gösterdim, “Sorun yok ama bu erken saatte size oda veremem” dedi. “Problem değil” dedim, “şurada bir yerde oturup, telefonumu şarj edebilir miyim?” diye sordum. “Tabii ki” dedi.

“Mağazalar saat kaçta açılıyor?” diye sordum, “Neye ihtiyacınız var?” diye bana kontur çekti. “SIM Card” dedim, “Biz satıyoruz, vereyim size dedi. 20GB bir SIM karta, üç-beş euro gibi saçmalık derecesinde ucuz bir miktar ödedim.

Sırt çantamı resepsiyona bırakıp, Kişinev sokaklarına attım kendimi. Güneş henüz doğmamış olsa da, mağazaların ışıkları hafif hafif yanmaya başlamıştı.


McDonald’s’dan üçüncü kahvemi aldım ve ana caddede yürümeye başladım.

Kişinev güzel bir kent
Kişinev çok küçük bir kent sevgili arkadaşlar, ancak çok cazibeli bir yer ve insanlar geçekten çok iyi, yardımsever ve arkadaş canlısı. Yani aynı dili konuşsalar da, Bükreş’e göre sanki bir boyut atlıyorsunuz.

Mağazalar açılmıştı. Saat de Sırbistan'da uyanma saatine ulaştığından kızları aradım, onlara günaydın dedim, sonra da bir McDonald’s’a oturup, bu kez ağız tadıyla, yani ceketimi çıkarıp, oturmak suretiyle bir kahve içmeye başladım.

Moldova gezimin en önemli hedeflerinden birinin şarap olduğunu daha önce söylemiştim sizlere.

Moldova şarapları gerçekten çok güzel şaraplardır. Bir çok kez denemiş olsam da taş yerinde ağırdır sevgili arkadaşlar.

Dünyanın bu bölgesinde 4-5 bin yıldır şarap yapılmakta sevgili arkadaşlar. Yani burada şarap yapılırken daha piramitler yeryüzünde yoklardı.

Üzüm olarak lokal çok güzel çeşitler var ama son iki yüzyıldır Cabernet Sauvignon, Merlot gibi popüler Fransız variyeteleri de ekiliyor.

Mileștii Mici
Günün planında ise Mileștii Mici isimli şarap imalatçısını ziyaret vardı. 

Mileștii Mici, dünyanın en büyük şarap mahzeni sevgili arkadaşlar. Eski bir kireçtaşı madeni. Duvarlardaki kireçtaşı nemi mükemmel muhafaza ediyor. Dalgalanma çok az olduğundan şaraplar inanılmaz güzellikte yıllanabiliyor.

Mahzen toplam iki yüz kilometrelik tünel ve galerilerden oluşuyor ama elbette bunların tümü kullanılmıyor. Kullanılan yerlerde de iki milyon şişeye yakın şarap depolanmış.

Dünyanın dört bir yanına şarap satıyorlar. Fiyatlar çok makul ve şarapların tadları gerçek ötesi.

Mileștii Mici’yi ziyaret edebiliyorsunuz elbette. Kişinev’den alabileceğiniz turlar var ama fiyatlar akıl dışı derecesinde pahalı. Eğer kendi imkanlarınızla giderseniz 20 Euro civarı bir bedel ödeyerek gezmeniz mümkün. Biraz daha fazlasına, turun sonunda mükemmel bir yemek eşliğinde Mileștii Mici’nin şaraplarının tadını çıkarmanız da olası.

Üç saat geçirdim
Web sitelerinden rezervasyon yapabiliyorsunuz ama kredi kartımın İsviçre menşei olması nedeniyle ödeme esnasında sorun çıktı, ben de oraya gidip, ödeme yapmaya karar verdim.

Kişinev’de Uber yok. McDonald’s’daki bir kız bana YandexGo isimli aplikasyonu yükledi. Çok düşük bir miktar ödeyerek yarım saat civarı bir araba yolculuğundan sonra mahzene ulaştık. Yolda YandexGo şoförü ile arkadaş olduk. İsviçre’ye yerleşmek istiyormuş, bana koşulları, hayatı falan sordu. Dilimin döndüğünce anlattım.

Mileștii Mici’nin web sitesi saat 10’da İngilizce tur gösteriyordu. 10’a on kala oradaydım, resepsiyondan bana İngilizce turun saat 1’de olduğunu söyledi. Böylece niye online rezervasyon yapamadığımı da anlamış oldum.

200 km, 2 milyon şişe!
Bir taksiyle yarım saatte Kişinev’e dönüp, iki saat sonra başka bir taksiyle yarım saat geri buraya gelmek saçma olacaktı. Çare yok, Mileștii Mici’nin kafesine oturup, üç saat şarap içerek geçirecektim. 48 saat uykusuzluğun üstüne, üç saat boyunca şaraptan sonra bakalım tur neye benzeyecekti…

Saat 1’de ayaktaydım, yürüyebiliyor, hatta konuşabiliyordum. İngilizce tur için sadece ben vardım, böylece private bir tur almış gibi oldum.

Rehberim Gabriella isimli genç güzel ve dibine kadar bilgili bir kızdı. Ben şarapçılığın detaylarına daldığımda bile sorunsuz işin bütün mühendisliğini baştan sona anlattı. Yolunuz düşerse mutlaka turunuzu Gabriella ile alın derim.

Tur boyunca madendeki galerilerin açılmasında kullanılan makinelerden, Gorbaçov’un şarap yapımını yasakladığı yıllarda, şarapların saklandığı gizli bölümlere kadar bir çok ilginç yer gördük.

Şarapların saklandığı gizli bölmeler
Mahzen içinde elektrikli arabalarla hareket ediyorduk. Tur profesyonelce düzenlenmiş, her adım hesaplanmıştı. Binlerce şişenin saklandığı oyukları, sommelier’lerin bir araya gelip, şarapların yıllanmasını izledikleri salonları gördük. Çok ilgimi çekmese de şampanya tarzı köpüklü şarapları yada tatlı şarapların saklandıkları alanları gezdik.

Başınızı çok ağrıtmayayım, Mileștii Mici’yi görmek için illa bir şarap delisi olmanız gerekmiyor. Dünya standardlarında şarapları çok makul fiyatlara denemeniz mümkün. Bu turu kaçırmayın derim.

Bir taksi ile Kişinev’e döndüm. Şoför oldukça yaşlıydı ve çok iyi İngilizce konuşuyordu. Yarım saat boyunca çok ilginç bir sohbete daldık. Şoför Afganistan savaşı esnasında Rus ordusunda görev yapmış. Aslen Rus değil, Moldovyalı, yani Rumen. Off sevgili arkadaşlar, Moldova’da kim kimdir anlamak çok zor. Rus olmayan birinin Afganistan gibi bir yerde ne işi var, onu anlamak da ilk bakışta kolay değil, ancak bu konuya ileride yeniden döneceğiz.

Bir yemek ile birleştirebilirsiniz
Konuşmanın çok özel boyutlara genişlemesi yüzünden, bu güzel insana saygımdan ötürü detaylara girmiyorum, ancak bu eski sosyalist topraklar gerçekten saygıdeğer insanlar, o kadarını söyleyeyim.

Mileștii Mici’de bana hediye ettikleri köpüklü şarabı otelde, resepsiyondakilere verdim, ama kendim için satın aldığım kırmızı şarabı odama bıraktım.

Akşam yemeğimi London Steakhouse isimli bir restoranda yedim. Anıtsal bir steak. Yarım kilo saf et, tartar sosu ve patates püresi. Yanında ne içtiğimi söylememe gerek yok herhalde.

Devam edeceğiz…

18 Şubat 2024 Pazar

Moldova'ya Doğru: Bükreş

Sevgili arkadaşlar. Şu anda bulunduğum ülke Moldova. Birden gözünüzde canladıramamış olabilirsiniz. Şöyle izah edeyim.

Yıl 1997, yazın başı. Polonya’da, Cracow’dayım. O aralar Papa John Paul II, yada doğru şekliyle Jan Pawel II. Polonyalı, hem de Cracow’dan. Ve ben gelmeden bir gün önce Cracow’da insanlara seslenmiş. Milyonlarca kişi gelmiş dinlemeye. Malumunuz Polonya, Avrupanın neredeyse en koyu Katolik ülkesidir. Hristiyanlığın Suudi Arabistanı gibi.

Papa daha bir önceki gün konuştuğu için ortalıkta ilahi bir hava esiyor. İnsanlar mutlu, etrafta bir din rüzgarı, her yer yeşil.

Neyse. Malumunuz ben şahsiyetimin bu ulvi taraklarda bezi yoktur, haliyle Papa’yı boşverdim, bir cafeye oturup, şarabımı söyledim. Yine malumunuz, onların inancına göre şarap, Hz. İsa’nın kanıdır. Yani bir nevi kendi çapımda ortama katkıda da bulunmuyor değilim.

Herneyse, şarabım geldi, yavaş yavaş içiyorum.

Bir anda arkadaki masadan biri haykırmaya başladı.

“Huaaaaaa Boooookkkkkk!”

Tövbestafurullah, ne oluyor lan, neredeyiz biz falan derken masadaki başka biri koroya katıldı.

“Booookkkkkk!”

Cafe’de herkes “Huaaa”, “Boookkkkk” falan diye mırıldanmaya başladı.

Tamam dedim, bunlar Türk olduğumu anladı, önce horozu kesecekler, sonra da beni götürecekler…

Bir şey olmadı.

Ertesi gün ofistekilere anlattım, ne oldu dün diye sordum.

Malumunuz o sıralar Slavik dillerde şu anda olduğum gibi bir maestro değilim. Şimdi olsa, İlber Hoca bile elime zor su döker, ama gençtik işte…

Arkadaşlar duruma açıklık getirdi. “Huaaaaa” şeklinde bağırdıkları, Lehçe’de “hwała”, “şükür” demekmiş.

Bugün Sırplar, Hırvatlar, Bosnalılar, teşekkür ederken hala “hvala” derler. Araplar da bildiğiniz üzere “müteşekkir” yerine aynı şekilde, teşekkür anlamında “şükran” derler.

“Hvala” ‘daki ‘l’, Lehçe’de ‘ł’ olmuş. “l” üzerindeki o çizgi “l” ‘yi, İngilizce’deki “w” gibi sesli bir harf haline getirdiğinden kulağıma “Huaaaaaa” şeklinde ulaşmış.

İlginç olanı ise ikinci kısım.

“Booookkkkkkk”, Slav dillerinde “Bóg”, yani “Tanrı”, “Allah” demekmiş…

Kısacası. Cafedeki adamlar Tanrı’ya Şükür diyormuş…

Balkanlarda “bog” dan türetilmiş, çok popüler bir isim vardır “Bogdan”. Yani bir tür “Allahlık” anlamında😍

Niş’te bir arkadaşım vardı Bogdan Bogdanoviç!

Herneyse, zamanın birinde Bogdan isimli bir prens varmış. Ülkesinin ismi ise Bogdan Prensliği. Osmanlı önce ismi o aralar Eflak olan Romanya’nın doğusunu, sonra da Bogdan prensliğini fethedince, bu eyalete Eflak-Boğadan demiş. Boğadan, yani Bogdan Prensliği ise bugün bulunduğum Moldova.

Madem dilbilgisiyle girdik, devam edelim. Ülkenin adı Moldova, Moldovya değil.

Moldova’nın başkenti ise Chișinău, “Kişinau” diye okunuyor, siz Türkler “Kişnev” diyor.

Romanya’nın doğusunda, Ukrayna’nın güney batısında, iki buçuk milyon insanın yaşadığı, küçücük, Avrupa’nın en fakir ülkesi. Hoş bu verdiğim rakamlar fazlasıyla afaki. Yazıyı bitirecek sabrınız varsa siz de sebebini takdir edeceksiniz, ancak şimdilik Wikipedia diyelim, ve devam edelim.

Burada dil Rumence. Romanya’da gençkene çok dolanmışlığım vardır. Üç-beş kelime anlarım. İtalyanca gibi bir dildir, kesinlikle Slavik değildir, ancak Slavlar’dan bir-iki kelime geçmiş. Evet anlamına gelen “da” mesela. Türkçeden geçmiş üç-beş kelime de vardır. En çok “sarmala” ‘ya gülerim. Sarma, yani yaprak dolma!

Moldova’da ne işin var diye sorarsanız…

Size şöyle söyleyeyim. Çok az seyahat beni bu kadar heyecanlandırmıştır. Bunun bir çok nedeni var, detaylarına elbette gireceğiz, ancak sadece beni ırgalayan birine burada değinelim. Moldova, benim şu fani dünyada ziyaret ettiğim 53’üncü ülke. Bu anlamda Avrupa da neredeyse bitmek üzere. Geriye sadece Arnavutluk, Slovenya, Estonya, Letonya, Belarus ve Ukrayna kaldı. İki de minicik şehir devleti.

Moldova’ya kadar gelmişken Ukrayna’ya, Odesa’ya da geçecektim. Bir buçuk saatlik bir otobüs yolculuğu. Ancak önce Jelena hayır, sonra da Odesa başkonsolosluğu şu sıralar gelmeseniz iyi olur dedi. Bu arada Odesa Konsolosluğu’nun yardımı için sonsuz teşekkürlerimi bildireyim. Hemen bana tüm gerekli bilgiler ile geri döndüler.

Umarım, ben ziyaret edebilene kadar bir Ukrayna kalır. Belarus da aynı şekilde. Tovarishch Putin bunları hep yiyecek gibi. Moldova da tabağın bir kenarında, ancak bu konuya daha sonra geleceğiz.

Haydi yolculuğumuzun başına dönelim.

Basel’da sevgili karım ve kızım beni yolcu ettiler. Bir kaç saat sonra onlar da aynı havaalanından Niş’e uçacaklardı.

Ben ise Bükreş’e uçuyordum.

Bükreş’e en son 1999’da falan gelmiştim. 


Otopeni havaalanına indim, Bükreş’e doğru bir trenle yola koyuldum. Karayolu ile gitseydim, manzara biraz daha farklı olabilirdi. 25 sene önce, bu yolda, her elli metrede bir orospu bulunurdu. Yoldan geçen kamyon şoförlerine servis verirlerdi. Şimdilerde durum nasıldır, bilmiyorum. EU oldular ya, belki de online rezervasyon yöntemine geçmişlerdir.

Bükreş’te etrafıma bakındığımda 1990’ların sonuna göre çok az fark gördüm. Şehir pis, güvensiz, insanları kaba, ukala. Ancak en kötüsü herkes sizi dolandırmaya, paranızı almaya çalışıyor.

Taksiye biniyorsunuz, adam size fiyatın iki katını söylüyor. Bir ücrete anlaşıyorsunuz, gideceğiniz yere ulaştığında yok ben sana o anlaştığınız ücreti söylemedim diyor, zaten iki katı fiyatın da iki katını istiyor.

Birilerine yol soruyorsunuz, adam kafasını çevirip, gidiyor.

İngilizce konuştuğunuzu duyan biri hemen yolunuzu kesiyor. Belli ki kafasında sizin paranızı nasıl alacağına henüz karar verememiş, ama, aman kaz kaçmasın diye sizi lafa tutuyor, o arada da bir dolandırıcılık yöntemi düşünüyor.

İlk bindiğim taksiden, havaalanında dönerken uçağa binmeden önce son bir şeyler içtiğim kafeye kadar istisnasız her defasında, birileri bana kadın satmaya kalktı. Fazlası da var, ama anladınız herhalde.

Açık konuşmak gerekirse böyle insanlar dünyanın her kentinde bulunur, ancak Bükreş’te, söylerken üzülüyorum ama sokakta size selam veren her adam de facto ya dolandırıcı, ya pezevenk.

Yirmi sene, özellikle Orta Avrupa’da eski Sovyet devletlerinin EU’ya katılış sürecine tanık oldum. O eski kirli, soğuk kentlerin, insanı kıskandıracak birer Avrupa kentlerine dönüşümlerini izledim. EU’dan aldıkları fonlar sayesinde yollarını, caddelerini, sokaklarını, altyapılarını yenilediler, pırıl pırıl yaptılar.

Bir bardak şarap neredeyse 20 euro!
Fosur fosur!
Romanya’nın gerisini bilmem ama Bükreş, yirmi beş sene öncesi gibiydi. Belki merkezi biraz yamamışlar ama şehrin gerisi bir virane. Her yerde çöp, yollar kırık dökük, binalar eski, boyasız. Parlemento binasına iki yüz metre uzaklıkta duvarları bırakın boyasız, sıvasız binalar var. Bayağı sadece tuğladan.

Bütün EU fonlarını cukkalamışlar anlaşılan.

Restoranlar, barlar İsviçre’den pahalı. Merkezde bir bardak Rumen şarabı, Lozan antlaşmasının müzakere edildiği, Lozan’ın en lüks otellerinden biri olan Beau-Rivage Palace’da, on senelik bir Bordeaux’dan daha pahalı. 

Bir de insanlar kapalı yerde fosur fosur bırakın sigarayı, puro içiyorlar.

Eski "Halkın", yeni "Parlemento" binası 
Görülecek pek bir şey de yok. Çavuşesku’nun, insanlar açlıktan ölürken, itibardan tasarruf olmaz diye yaptırdığı bir parlamento binası, bir iki de tarihi yapıdan başka bir halt bulamadım.

Hayatımda çok kötü yer gördüm ama bu kadarını görmedim. Böyle şeyleri çok sık söylemem ama Bükreş’e gelmeyin sevgili arkadaşlar. Yolunuz düşse bile yolunuzu değiştirin.

İlla Romanya’yı görecekseniz Braşov’a, Köstence’ye falan gidin. Ben görmedim, ancak görenler memnun.

Tekin bir yer değil Bükreş. Başıma bir iş gelmesin diye kıçınızı kapata kapata gezersiniz.

Bir de pozitif yorum yapalım. Şaraplar çok güzel.

Bir iki tarihi bina
Neyse, akşamı ettikten sonra sonunda, beş dakikalık bir yol için benden 120 euro isteyen şoföre çek lan polis merkezine diye bağırmak zorunda kaldığım bir taksi yolculuğundan sonra beni Kişinev’e götürecek otobüse binmek üzere bir otobüs garına ulaştım.

Otobüs garında sadece iki otobüs ve iki adam var. Issız, bir şişe su alacak bir büfe bile yok. İzbe, harabe bir yer.

Otobüslerden birine “Kişinev mi?” Diye sordum, adam yüzüme bile bakmadan, sadece hırladı. Bir daha sorunca burnuyla tabelayı işaret etti. Değilmiş.

Bekledik, otobüs geldi.

Oturdum. Beş dakika sonra önümdeki adam bana hırladı. Koltuğuna vurmuşum. Kusura bakma dedim, cevap bile vermedi. Otobüste kimse birbiriyle konuşmuyor. Ailesiyle, kapısıyla, çocuklarıyla seyahat edenler var, birbirine bakıp gülümsemiyorlar bile. Tam bir Walking dead seti. Herhalde güneş doğduğunda tabutlarına dönerler diye umdum.

Bir de klasik bir Doğu Avrupa fenomeni. Her ayar sonuna kadar açılır. Ses, sıcaklık, parlaklık, vs.

Otobüste de kaloriferi sonuna kadar açmışlar. Mahşeri bir sıcaklık var. Üstümdeki her şeyi çıkardım, hala cayır cayır yanıyorum. Yere basamıyorum, o kadar sıcak.

Moldova sınırına geldik. Pasaportlarımızı önce Rumenler, sonra Moldovalılar tek tek topladı. Bir saat sınırda geçirdik. Sınırı geçmek isteyen biri yüz metre yürüyüp, ilerden kimse görmeden geçer. Kaçaklar, göçmenler salak mı da, bir şehirlerarası otobüse binip Moldova’ya göçmeye çalışsınlar? Elbette hakları. Kontrollerini yapsınlar. Ama biraz kolaylık. Değil mi?

O mahşeri yolculukta geçen her saniyeyi saydım, ama sonunda Kişinev’e ulaştık.

Bir de hatırlatma. Bu yolculukta sizlere biraz da videolar ile seslenmeyi denedim. Çekimler şimdilik çok amatör ve plansız ama yine de bu yazıya iliştirdim. Eğer ilgi görürse videolara devan edeceğim.

Sevgi ile kalın.

3 Şubat 2024 Cumartesi

Toblerone

Sevgili arkadaşlar, hekesin Toblerone ile bir "love & hate" ilişkisi vardır. Seveni de çoktur, sevmeyeni de.

Ben şahsım hayatımın erken dönemlerinde Tobleroine'u sevmiş gibiyimdir, ancak sevdiğimden değil, yaşı benim kadar olanlar daha iyi anlayacaktır, Toblerone'un sevilmesi gerektiğine inandığımdan.

Sevgili zevcem Toblerone için deli olur. Bir keresinde çalıştığım şirket Toblerone üretici şirket ile kardeş olduğundan, üç mü artık beş mi, on kilo mu, geçmiş zaman, devasa boyutlarda bir Toblerone kütlesi satın almıştık.

Net iki ay boyunca evde bir kenarda süründü. Sabah akşam yiyiyorduk, ama nalet şey bir türlü bitmiyordu.

Sonunda bitsin diye arkadaşları davet edip, zorla Toblerone ikram etmiştik. Finalde ise kalan, neredeyse yarısı, Sırbistana gönderdik, öyle kurtulduk.

İsviçreye yerleştikten kısa bir süre sonra dünyanın en güzel çikolatalarının olduğu bu memlekette, Toblerone, Schwepps bitter limon kategorisine düştü. Onca seçenek varken kim takar Yalova Toblerone'unu tabii.

Belki bir on beş sene Toblerone yemedim.

Ancak geçenlerde Jelena ve 🐝Mezzy🐝her nedense bir paket almış.

Deja vu oldum bir anda.

Ve evet, yasak elmayı yedim.

Hala çok kötü ama vatan sağolsun.

Cumartesiniz güzel olsun 😋😍



30 Ocak 2024 Salı

Yazik ya...

Özlem Gürses, Polonya'ya "Ortodox" ülke dedi. Üzerine, "Ortodox" bir ülkenin başkonsolosunun, Katolik kilisesinde ne işi var diye Sarıyer'deki kilise saldırısı için bir komplo teorisi yarattı.

Çok üzülüyorum böylelerine.

Zekalarına o kadar güveniyorlar ki, araştırmadan, bilmeden, sınırlı dağarcıklarında, böyle boğuluyorlar, rezil rüsva oluyorlar.

Polonya'ya Ortodox demek, Türkiye'ye Budist demeye benzer.

Adamların anayasasında kilise, kutsal ruh falan var. Dünyanın değilse, Avrupa'nın en karanlık, en koyu Katolik ülkesidir.

Ben Ortodox'um deyin, taksiciler sizi arabalarına almaz.

Bir de garip konsolosu ajan provokatör yaptı.

Aslında seviyorum Özlem ablamı ama bu huyu başına çok iş açtı, çok da iş açacak.

Neyse, kendisi bilir...



29 Ocak 2024 Pazartesi

Ayy bizi F-35'ten attılar...

İnsanlar o kadar kör ki, burunlarının uçlarını göremiyorlar. Üstüne bir o kadar ukalalar, her şeyi biliyorlar ve ahkam kesiyorlar.

Şimdi sözde AmArika bizi kazıklamış, Yunanlılara F-35, bize de çürük F-16'ları kakalamış.

Bir adım geriye çekilip bakalım.

Farzedelim, bizi F-35 programından atmadılar, biz de 132 tane F-35 aldık.

Sonra da Yunanistan'la bir mesele çıktı.

Zannediyor musunuz ki o F-35'lerden bir tanesi bile uçabilecekti?

Fazladan, ertesi gün AmArika bir uçak gemisini burnumuza dayayıp, bizi dümdüz ederdi.

O yüzden AmArkia bizi kazıkladı, Ege'de üstünlük Yunanlılarda falan... Bırakın bunları.

Şu anda uçacak uçağımız yok. F-16'ları modernize edersek, çok teknik detayına girmek istemiyorum ama birer AESA radarı takarsak en azından İran'a, İrak'a karşı bir direnme gücümüz olacak.

Anka 3 ve Kaan'ı yaparsak, işte o zaman işler değişir.

AmArikalıların bize yaptığı en büyük iyilik, bizi F-35'lerden atmaları oldu, inanın.

Şimdi sükunet zamanı.

Kaan ve Anka 3 gelene kadar köprüyü geçme zamanı.

Sonrası bence fena değil, eğer bir Nas, halavet, salavet durumları yaşamazsak tabii...



Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...