17 Mayıs 2023 Çarşamba

Dubrovnik

Düldül’ün bakım ışığı yandığı için Mostar ve Dubrovnik gezilerini iptal etmiştim, ama aklım bu iki kentteydi. Saat neredeyse öğlen on iki olmuştu ve ben de Sarajevo’da pipi gibi kalmıştım. Gezilecek, görülecek her yeri görmüştüm. Elbette zorlasaydım Bosna Medeniyetleri Müzesi (!) falan gibi bir yer bulup, gidebilirdim ama hiç içimden gelmiyordu.

Düldül iyice hırpani olmuştu. En azından bir duş alsın diye otelin yanındaki car wash’a götürdüm onu.

Sarajevo’da arabaları genellikle kadınlar yıkıyor. Ablaya anahtarı verdim, o arada da “Bosna’ya ilk gelişin mi?” geyiklerini yapıyoruz. Ben “Bosna çok güzel” falan derken, kadın “Mostar’ı gördün mü?” diye sordu. Yara ve tuz tabii, ben başladım ağlamaya, “Tam gidecekken arabanın motor ışığı yandı, ben de korktum, gidemedim…” şeklinde.

“Ne ışığıymış o?” Diye sordu, ben de gösterdim. Ablam arabanın etrafında şöyle bir dolaştı, eğilip altına falan baktı, sonra da “Nema problema” dedi. Tazyikli su hortumunu alıp, egzoz’a soktu ve tetiğe bastı. Garip Düldül kıçından tazyikli suyu yiyince şöyle bir sarsıldı. Ablam biraz daha su sıktı, sonra da içeri girip, kontağı çevirdi ve motoru çalıştırdı. Ne ışık kalmıştı, ne de uyarı.

Bırak teşekkür etmeyi, sarılıp, öpecektim kadını. Ablalar Düldülü kurularken hemen Jelena’yı aradım, “Araba tamir oldu, ben Mostara gidiyorum” diye rapor verdim. Sonrasında da Düldül’le beraber yola koyulduk.

Bu Bosna serisinin başında sizlere yollar ve trafik işaretleri konusunda biraz ağlamıştım sevgili arkadaşlar, ancak bu söylediklerimin hiç biri Sarajevo ile Mostar arasındaki otoyol için geçerli değil. Avrupa standardlarında, canavar gibi bir highway. Düldül 135 kilometre/saat’i bile gördü, öyle güzel yani.

 Manzarayı kelimelere nasıl dökerim, bilmiyorum
Mostar yakınlarında otoyol bitti, ben de bölgesel yollardan devam ettim. Sevgili arkadaşlar, hiç abartıyorum, yolculuğun bu kısmındaki manzarayı kelimelere nasıl dökerim, bilmiyorum. Grand Canyon falan halt etmiş. Rengi yeşil bir nehir, ancak yeşil öyle su yeşili değil. Birileri sanki kovalarca yeşil boya dökmüş nehre. İsmi Neretva, Amazon gibi, kallavi bir su. Etrafında ise İsviçre dağlarına taş çıkartacak sıra sıra dağlar.

Ağızım açık, seyrede seyrede Mostar’a ulaştım.

Bilirsiniz, Mostar’ın köprüsü ünlüdür. Stari Most, yada Eski Köprü isimli bu muhteşem sanat eseri Osmanlıların işi. Neretva’nın inceldiği bir noktaya Kanuni “Yapıla” demiş, onlar da yapmışlar. Sonra da bu köprüden geçenlerden para almaya başlamışlar. Burada hiç sorun yok elbette. Highway toll, sizin anlayacağınız.

Ne yazık ki iç savaş esnasında Hırvatlar bu köprüyü top ateşiyle yıkmışlar.

Savaştan sonra ise içinde İtalya, Hollanda, Türkiye, Hırvatistan ve Bosna gibi ülkelerin bulunduğu bir konsorsiyum gerekli finansmanı sağlamış ve köprü yeniden yapılmış.

Mostar’a girmeden bir on kilometre falan önce trafik öyle bir sıkıştı ki, tam iki buçuk saat milim milim ilerlemek zorunda kaldım. Şehre girmek için yol ayrımına geldiğimde ise Google Maps merkeze kadar iki saat daha gösterdi.

Mostar başka bir bahara kalmıştı, en azından Dubrovnik’i dünya gözüyle bir göreyim bari dedim, sağ yerine sola dönerek Hırvatistan’a doğru yoluma devam ettim.

Sınırın Bosna tarafından sorunsuz geçtim. Hırvat pasaport kontrolünde de bir “hello” yetti. Ancak biraz ilerdeki Hırvat gümrükçüleri yakamı kolay bırakmadılar. Düldül’ün Bosna plakasını görüp, “Dobraveçer” dediklerinde, ben de aynı şekilde cevap versem de, bir aksan problemi yaşadığımızdan “Ver pasaportunu” olduk.

Ablam gümrükçü olduğu için yetkisi dahilindeki en hırpalayıcı soruyu yöneltti şahsıma “Gümrüğe tabii bir eşyan var mı?”. “Yok ablacım” dedim, “Bir paket cipsim, bir şişe suyum, bir de cep telefonum var”.

“Aç bagajı” dedi, ancak bagaj nereden açılır bilmiyorum. Zaten bagaj niyetine sırt çantası hacminde bir yer var. Neyse, sağa sola bakındım, sonunda kontak anahtarını sokup, bagajı açtım.

Ablam nasıl bir hırsla bakınıyor sağa, sola, öne, geriye, yukarı, aşağıya, anlatamam. Araba zaten parmak kadar bir şey, ben içine oturduğumda sola yatıyor. Neresine kaçak mal saklayayım? Aklı başında hiç bir kaçakçı bu arabayı kullanır mı?

Sonra doğrudan sordu “Sigara falan yok di mi?”. Hırvatistan AB olduğu için sigara pahalı, anlaşılan Bosnalılar da sınırdan sigara kaçırmak şeklinde bir part-time iş yaratmışlar kendilerine.

“Yok ablacım” dedim, o da “Tamam, git” dedi, biz de yolumuza devam edebildik.

Bir saate yakın bir yolculuktan sonra Adriyatik’in kokusu gelmeye başladı, sonrasında da kendisi göründü. Ben dünyanın en güzel denizinin Ege olduğuna inanırım ama inanın, Adriyatik Ege’ye yakın güzellikte.

Dubrovnik yolunu Hırvatlar Jetgiller’e çevirmişler. Oraya, buraya modern olsun diye doğayla ilgisiz, bembeyaz renkli, ultra-modern köprüler, viyadükler falan koymuşlar. Benim gözüme çok sakil göründü.

O güne kadar gördüğüm en güzel gün batımı
Ancak Dubrovnik’e yaklaştığımızda işler değişti. Abartmıyorum, bu bölge cennetten bir köşe. Bu kadar güzelliği çok az yerde gördüm. Yemyeşil dağlar solumda, denize saçılmış cennet adacıklar sağımda, belki de o güne kadar gördüğüm en güzel gün batımını yaşıyordum.

Ancak tanrılar, böyle bir gün batımını sevgili karım yanımda olmadan geçirmeme kızmış olacaklar ki, telefonumun şarjı bitti. Bir sonraki benzin istasyonuna geldiğimde güneş neredeyse batmıştı. Bir şarj kablosu alıp, Dubrovnik’e ulaşana kadar yüzde üç beş doldurabildim telefonu.

Dubrovnik, şimdiye kadar gördüğüm en güzel kentlerden biri. Hırvatlar çok iyi bakmışlar buraya. Eski şehir sanki son üç yüz yıldır hiç değişmemiş, ancak çok bakımlı. İnsanın burayı görmeden ölmemesi gerekir.

Eski şehir sanki son üç yüz yıldır hiç değişmemiş
Yalnız, hem de bunu İsviçre’de yaşayan biri olarak söylüyorum sevgili arkadaşlar, Hırvatistan insanın akıl sınırlarını zorlayacak kadar pahalı. Buranın yerlileri nasıl yaşıyor, anlamak zor.

Dubrovnik’de bir saat kadar dolaştım. Buraya tatil için gelmek isterim ancak bu fiyatlarla Maldivler’e yada Hawaii’ye falan gitmek daha ucuza mal olur, o yüzden yapar mıyız, bilmiyorum.

Artık dönüş vakti gelmişti. Düldül’e atlayıp, GPS’i takip ederek Mostar’a geri dönmek üzere yola koyuldum.

GPS beni başka bir yola soktu. Yorgunluktan doğru mu, değil mi diye düşünmeden ne dediyse yaptım.

Bir otoyol gişesinde durdum, umarım kart kabul ediyorlardır dedim kendi kendime. Biletçiye “Kredi kartıyla ödeyebilir miyim?” diye sordum. Adam bana tuhaf tuhaf baktı. “Nakit param yok” dedim. Adam daha bir tuhaf tuhaf bakmaya başladı.

“Burası Hırvatistan sınırı, pasaportunuzu verin lütfen” dedi. Dikkatli bakınca adamın polis olduğunu anladım. Pasaportu verdim, o da şöyle bir bakıp, “Geç” dedi. Hala aklım almamıştı. Bosna sınırından Dubrovnik’e gelmek arabayla bir buçuk saat sürmüştü. Dubrovnik’ten çıktıktan sonra beş dakikada ne sınırıydı bu?

Polis’e “Burası Bosna sınırı mı?” diye sordum, “Hayır Hırvat sınırı” dedi. La havle dedim, herhalde Hırvatistan’dan çıktığımızı biz de biliyoruz, ama hangi ülkeye geçiyoruz?

Üstelemedim, bastım gaza. No man’s land’i geçip, diğer ülkenin pasaport kontrolüne geldim.

Benden bile yaşlı bir polis, “Dobraveçer” dedi. Demek ki eski Yugoslavya ülkelerinden biriydi. O saatte coğrafik bir çözümleme yapacak aklım kalmamıştı. Slovenya olmadığını biliyordum, Karadağ, Bosna, Kosova falan, kim bilir neresiydi.

Benden bile yaşlı bir polis, pasaportu görünce bana “Ayn, zıvay, dıray, şnel”, bir şeyler dedi, “Almanca bilmiyorum dedecim” dedim. Bu kez “Allora, pronto, komestay”, İtalyanca bir şeyler söyledi. “Français?” diye bir kontra-atak yaptım, İngilizce “Fransızca bilmiyorum” dedi. Madem İngilizce biliyorsun, niye beni öttürüyorsun diye geçti içimden, “E hadi İngilizce konuşalım madem” dedim.

Kimsin, nesin falan diye soruyor ama sıkıntıdan geyik olsun diye. Şeker gibi adam. Ben alınmayayım diye pasaportu damgalayıp verdi ama hala muhabbete devam ediyoruz. Online marketing’den kadın iç çamaşırı kalitesine kadar. Abartmıyorum, belki bir yarım saat geyikledik. Ayrılırken “Welcome to Bosnia ‘arkadaş’” dedi. Ben de Sırpça/Bosnaca “Hvala brate” cevap verdim.

Demek Bosna’ya geri dönmüştük.

Biraz daha gittikten sonra bir şehre ulaştım. Tam girişinde de bir levha “Trebinje”...

Güldüm. Uğruna ayılarla, kurtlarla dövüştüğüm Trebinje’ye tesadüf eseri ulaşmıştım. Gecenin bir saatinde her hangi bir şey görmek mümkün değildi ama ne olursa olsun, CV’me “Trebinje’de bulundu” deneyimini ekleyebilirdim. Jelena’ya bir konum atıp, güldüm, ve yola devam ettim.

Geç bir saatte Sarajevo’ya ulaştım. Yolda bir benzin istasyonundan aldığım ıvır-zıvırı yedim ve hemen uyudum.

Ertesi gün olaysız bir yolculuktan sonra Tuzla’ya ulaştım. Tuzla’nin adıyla bağdaşmış tuz göllerini görmeye gittim, ancak tuzu toplamak için bu gölleri boşaltmışlardı.
 
Tuzu toplamak için bu gölleri boşaltmışlardı
Teoride göl kenarı, asliyette taş kenarı bir restoranda Bosna’daki son yemeğimi yedim. Mükemmel bir et ve Vranac şarap. Eski Sovyet ülkelerde bifteği altında bir dilim ekmekle getirirler. Deli olurum bu lezzete.

Düldül’ün deposunu doldurup, ona bir banyo yaptırdım, sonra da evine bıraktım.

Havaalanında eziyetli bir ex-komünist usulü, sağda kuyruğa gir, bir kağıt al, iki metre solda o kağıdı birine vermek için yine kuyruğa gir tarzı ritüelleri tamamladıktan sonra “kapı” ‘ya geldim, ancak kapı dediğiniz havaalanının tek kapısı. Havaalanı da voleybol sahası kadar bir yer zaten.

Olaysız bir uçuş beni Basel’e getirdi. Oradan da arabayı alıp, Lozan’a doğru yola koyuldum.

Son bir kaç senedir bir arabam yok sevgili arkadaşlar. Araba sevgili karımın arabası. Ancak Düldül’den sonra bu arabaya binince bir süre şoku atlatamadım. Jelena’nın arabası cruise’a taktığınızda, radarla öndeki arabayı görüp, otomatik olarak frene basar, F-16 usulü, navigasyonu, hızınızı, vesaireyi heads-up display isimli bir teknoloji ile ön camda gösterir. El freni bile elektroniktir, ‘drive by wire’ yani. Garip Düldülün tek lüksü ise düğmeye bastığınızda açılan camlarıydı.

Bir de şeridinde giden arabalar ve canınızı kurtarmak için sağa sola kaçışmadığınız insancıl kamyonlar…

Bu Bosna gezimin son yazısıydı sevgili arkadaşlar.

Bosna, eski Yugoslavya’nın en az gelişmiş ülkesi. Karmaşık nüfus yapısı nedeniyle çok yavaş ve her zaman doğru olmayan, etnik kökenli kararlarıyla geri kalmış.

Ancak eski Yugoslavya’nın doğasıyla, insanıyla en güzel ülkelerinden biri.

Ömrüm yeterse, kesinlikle bir daha gideceğim. 🐝Mezzy🐝’ye göstermeyi de çok isterim.

Sevgi ile kalın…

22 Nisan 2023 Cumartesi

Savaş!

Sabah uyandığımda üstümde hala önceki günün yorgunluğu vardı. Kahvaltı için otelin restoranına indim. Bir önceki gün başıma gelenlerin başka bir sonucu da, gün boyunca hemen hiçbir şey yememiş olmamdı. O yüzden kahvaltı, bir ziyafete dönüştü. Bosna’nın pastırmaya benzeyen, ancak daha az baharatlı bir eti var. Büfedekilerin yarısını yedim. Peynirler de oldukça güzeldi.

Sabahki programım biraz tatsızdı ancak Bosna'yı ziyaret ederken olmazsa olmaz bir temayı içeriyordu.

Yugoslavya İç Savaşı.

Bu konuya girip, girmemek konusunda çok tereddütteydim. Sonuçta hem sevgili karım öz be öz Sırp'tır, hem de Sırbistanda geçirdiğim üç yıl sonunda Sırpları tanıma olanağı buldum ve onları gerçekten çok severim. Bu nedenle bu yazıyı okuyan sizlerin objektif olamayacağımı düşünmenizi normal karşılıyorum.

Neyse, biraz risk alıp, devam edelim…

Ben ne Haag savaş suçları mahkemesiyim, ne de konuya ahkam kesecek kadar hakimim. O yüzden sizlere aktaracağım sadece benim kişisel deneyimim. Aynı fikirde değilseniz sorun yok. Sadece birbirimize saygılı kalalım yeter.

En sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Bosnalılar, özellikle Müslüman Boşnaklar, Yugoslavya iç savaşının en fazla acı çeken tarafıydılar. Bir kere sayıca çok küçük bir azınlıktılar ve dinleri diğer savaşan taraflara göre çok farklı bir dindi. Hoş, Balkanlar'da Katolisizm ve Ortadoksluk, her ikisi de Hristiyanlığın bir alt kümesi olsalar da farklı dinler sayılırlar ama İslam hala bunlara göre çok, çok uzakta bir noktada konumlanır.

Bu savaş hakkında duyduğunuz, başrollerinde Sırplar'ın olduğu şiddet, işkence, tecavüz, katliam öykülerinin çoğu doğru sevgili arkadaşlar. İşin aslı, şimdiye kadar konuştuğum Sırpların hiç biri zaten bunları inkar etmiyor. Onların şikayeti bu öykülerin tek taraflı aktarılıyor olması. Yine hakim durumuna düşmemek için bu tartışmayı uzatmıyorum ama karşı tarafın da bu konuda söyleyecek çok şeyi var, bunu da bir kenara not edelim.

Peki ne oldu bu kanlı dönemde?

Sizlere saatlerce ve dilim döndüğü kadarıyla bildiklerimi anlatabilirim, ama konuyu çok dallandırıp, budaklandırmadan şöyle özetleyeyim.

Türkiye’den örnek vereceğim. Amacım, Türkler ve Sırplar arasında parelellikler kurarak, savaşta olanları meşrulaştırmak değil. Sadece Türk olduğumuzdan dolayı, aradaki benzerlikleri kullanarak, konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak.

Düşünelim. Türk etnik nüfusunun yüzde kaçı Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmasına karşıdır?

Yüzde 90 desek, herhalde yanılmış olmayız.

Peki bu yüzde 90'ın yüzde kaçı Kürtler bağımsızlık istiyoruz deyip ayaklanırsa, eline silah alıp, savaşa gider?

Ben en çok yüzde 10 diyorum.

Ve son soru. Bu eline silah alıp savaşa giden yüzde 10'un yüzde kaçı Kürtlere işkence eder, kadınlarına tecavüz eder, mallarını çalar, katliama kalkışır?

Burada çok fal bakmayalım. Ne yazık ki bu şerefsizliği yapacakların sayısı sıfır değil.

Yugoslavya'da iç savaşta olan da buydu işte. Neredeyse bütün Sırplar ülkenin bölünmesine karşıydı, en az yukardaki örnekteki yüzde 90 Türk kadar. Bunlardan bir bölümü eline silah alıp, savaşa gitti - burada ordudan bahsetmiyorum. Bu ayak takımının bir bölümü de bu savaş suçlarını işledi. Benzeri şerefsizler orduda da vardı tabii.

İş böylece kontrolden çıktı, taa Srebrenica'ya kadar geldi. Srebrenica'da üstüne bir de asker üniformasıyla, Birleşmiş Milletler adına sözde güvenliği sağlamakla görevli, Hollandalı şerefsiz, onursuz, çiğeri beş para etmeyecek asker müsveddeleri de eklenince, yüzyılın en büyük trajedilerinden biri gerçekleşti. Sırp ayak takımı bu sözde uygar, şerefli, onurlu 'askerlerin' gözü önünde kadınlara, çocuklara tecavüz ettiler, yüzlerce savunmasız Bosnalı'yı katlettiler.

Hollandalılar yıllar sonra bu olan biten hakkında sorumluluklarını kabul edip, sıkı durun, 'özür' dilediler. Komutanları bu kahraman askerlerin ağızlarına biber sürdü, ceza olarak cici defterlerine yüz kere "Bir daha gözümüzün önünde çocuklara tecavüz edilmesine izin vermeyeceğiz" yazdılar.

Savaş böyle bir şey işte sevgili arkadaşlar.

Herneyse…

Eski Yugoslavya her etnik grubuyla bu işi çözmek zorunda. Çünkü o kadar çok iç içeler ki, kin güderek hiç birinin bir yere varmaları olanaksız.

Yugoslavya, eski Sovyet bloğunun incisi, herkesin gıpta ettiği modern, ileri, temiz, müreffeh bir ülkesiydi. Sanayisi, eğitimi, insan kaynakları, denizi, güneşi , otoyolları ile crème de la crème bir izole cennet! Polonyalı bir arkadaşım, annesi ile babasının tek hayalinin Yugoslavya'ya göçüp, orada yaşayabilmek olduğunu söylemişti bir keresinde. Şimdi hallerine bir bakın.

Slovenler baştan beri bu gereksiz çatışmanın dışında kalabilmişler. Zaten onlarla biraz zaman geçirirseniz, Yugoslavya'daki diğer gruplarla çok az yakınlıkları olduğunu görürsünüz. Ancak diğerleri farklı inancı kabul etmiş, aynı ırktan insanlar. Bir arada yaşamak zorundalar. Bunun tek yolu da, bana sorarsanız, geçmişi ısıtıp, ısıtıp, masaya getirmek yerine, olan biteni kabul edip - unutmaya gerek yok, nasıl beraber yaşarız sorusuna bir cevap bulmak. Ne yazık ki, bu gün itibarıyla bu grupların tümü buna çok uzaklar.

Affınıza sığınıyorum, biraz uzun bir 'disclaimer' oldu, ancak bence gerekliydi.

Sarajevo'ya dönersek... Düldül'e atladım ve sabahın ilk ziyaret noktasına ulaştık. Ulica Zmaja od Bosne, yani Bosna Canavarı caddesi.

Sniper Alley
Komünist/eski komünist bir şehri ziyaret ettiyseniz daha iyi anlayacaksınızdır. Özelikle şehir merkezleri geniş caddelerle ayrılmış, etrafında yüksek ancak zevksiz, tek düze binaların bulunduğu yerleşim öbeklerinden oluşur. Bu caddeler o kadar geniştir ki, hele gözleriniz benimkiler gibiyse, caddenin karşısından babanız geçse seçemezsiniz.

Ulica Zmaja Da böyle bir cadde sevgili arkadaşlar. İç savaş sırasında bu ve bir kaç diğer caddenin başka genel bir ismi vardı, 'Snajperska Aleja', yani 'Sniper Alley', Türkçesiyle 'Keskin Nişancı Sokağı'.

Bu geniş caddelerin etrafındaki yüksek binaların üst katlarına mevzilenen Sırp keskin nişancılar, cadde boyunca yürüyen, yada karşıdan karşıya geçen sivillere ateş açıyorlardı.

Tüm savaş boyunca keskin nişancı ateşi sonucunda 1000'den fazla sivil ölmüş. Bunların yüz civarı da çocuklardan oluşuyormuş. İzlediyseniz Nicole Kidman ve George Clooney'nin The Peacemaker filminde bu keskin nişancıların yarttığı terör çok grafik bir biçimde aktarılır.

Ben güvenilir bir kaynaktan teyit edemedim ancak bazı söylentilere göre bir insanı öldürme fantezilerini gerçekleştirmek isteyen bazı Avrupalı ve Amerikalı manyaklar da savaş esnasında Sırplar'a para vererek, bu binalardan zavallı sivillere keskin nişancı tüfekleriyle ateş açmışlar. Ne diyeyim, eğer doğruysa yapanın da, yaptıranın da bu dünyada yatacak yeri kalmamıştır herhalde.

Sniper Alley'lerin havasını bir kokladıktan sonra Düldül'le Sarajevo Havaalanı'na doğru yöneldik.

Savaş esnasında Sarajevo Sırp kuşatması altındaydı sevgili arkadaşlar. Sırplar bütün yönlerden şehri sarmışlardı. Bosna kuvvetleri ise Sarajevo Havaalanı'nın üstüne kadar gelmiş ve burada mevzilenmişlerdi.
Sarajevo Tüneli

Ancak kuşatma altındaki kente silah, cephane ve her şeyden önemlisi yiyecek ve insani yardım ulaşamıyordu.

Bosna ordusu, hava alanının altından bir kilometreye yakın bir tünel kazdı ve kuşatma aştındaki kente insani yardım gönderdi, yaralıları tahliye etti.

Bosnalılar bu alanı çok güzel bir müze haline getirmişler. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Sarajevo'da savaşla ilgili görülecek çok şey var sevgili arkadaşlar, ve Bosnalılar bu olan biteni unutacağa benzemiyorlar. Ancak unutmasalar da bence biraz bunun şiddetini azaltsalar iyi olacak. Başlarına gelenlere sonsuz saygı ve sempati duyuyorum, ancak kendi ülkelerinin yarıya yakını Sırp. Bu insanlar da bir yere gitmiyor. Gelecekleri için sanki bir noktada geçmişi canlı tutmayı bırakıp, biraz ileri bakmaları gerekiyor.

Gökten düşen üç elmanın bizim payımıza düşeni ise savaşın kötülüğü.

Dikkat diyorum sevgili arkadaşlar.

Bu işler pek Ertuğrul dizisi gibi yürümüyor.

Sevgi ile, ama en önemlisi barış ile kalın ❤️






14 Nisan 2023 Cuma

Mon Français Is None Of Your Business

Kahveyi biz 'eskilerin' dediği gibi biraz 'alengirli' içerim. Saf İtalyan kahvesi çok sert gelir, onu sıcak suyla seyreltip, - kulağa Americano gibi gelse de, Americano'nun aksine biraz sütle rengini açarım.

Bugün otelin karşısındaki bir pastaneden kahve alıyoruz, ben de kıza kahveyi nasıl istediğimi anlatıyorum, bizim maymun atladı, kahveci kıza "Onun Fransızcası kötü, kusura bakma, ben anlatayım" diye bir güzel benim kahveyi tarif etti.

Ben kaka gibi ortada kaldım, hem personel, hem de müşteriler kıkırdamaya başladı.

Sevgili kızım lafına "Son français…" diye başlmıştı, ben de "Mon français is none of your business" diye çıkıştım.

İnsnlar kıkırdamayı bırakıp, artık gülmeye başladılar.

Kahveyi aldık, ama rezilliğimin bini bir para…

Canım kızım büyüyor sevgili arkadaşlar.

Alışacağız artık 😛😀😍❤️

5 Nisan 2023 Çarşamba

Belgrad

Sevgili arkadaşlar, şu sıralar Türk Youtuber gezginleri izliyorum biliyorsunuz. Bu gezginlerin çoğu vize gerekmediği ve fiytların da göreceli olarak ucuz olduğu için Balkanlar'a gidiyor. Ancak başta dil, birde sktir et kim okumakla uğraşacak problemleri nedeniyle sadece sokaklarda dolaşıp, dişe dokunur bir şey anlatmadan dönüyorlar.

Ancak aşağıdaki arkadaş hem gayet yeterli İngilizce konuşuyor, hem de mesisini harcayıp, araştırmış, Belgrad'ı insana havasını hissettirecek kadar anlatabilmiş.

İzlerseniz, içeriğinde Hotel Moskova'yı göreceksiniz. Doğrusu Moskova değil, Moskva - Slav dillerinde başkentin doğru telaffuzu Moskva'dır, neyse.

Çok eski, çok güzel bir oteldir. Eiinstein'dan, Brad Pitt'e, bir dolu ünlü burada kalmış.

Hattızatında bu ünlülerden biri olan ben şahsım da bu otelin saygın konuklarından biri olmaktayım. Önceki haytımda, bekarkene tabii, burada üç beş kez kalmışlığım vardır. Neyse ki o ünlülerin kaldığı odaların duvarlarının dili yok. Eğer olsaydı, olasılıkla Facebook listemin yarısı beni arkadaşlıktan atardı ☺️😜😃

Yine videoda Belgrad'ın Zemun semtinden Macar zamanlarından kalma tarihi, turistik bir yer şeklinde bahsediliyor. Tarihi belki söylendiği gibidir ama günümüzde Zemun, Macar kalıntılarından biraz daha farklı özellikleriyle anılır.

Çok detaylarına girmeden, Sicilya için Corleone köyü ne ise, Belgrad için de Zemun aynı şeydir. Benim çocukluğumun Çın Çın Bağları gibi. Yani yolunuz düşerse, Rumelihisarı'na gider gibi gitmeyin, biraz dikkatli olun derim.

Sırbistan'ın, benim de üç sene yaşadığım ikinci büyük kenti Niş'in de benzeri bir semti bulunur. İsmi Durlan. Bir sene yaşadım burada.

Şaka bir kenara hem Zemun, hem de Durlan'dan çok yakından tanıdığım arkadşlarım vardır. Hepsi de acayip iyi, acayip kafa insanlardır.

Başka bir konu. Videodaki arkadaş Trileçe tatlısını Sırbistan'ın bir spesiyliteisi gibi anlatmış. Aslında Balkanlar'ın gerisinde çok popüler olsa da, Trileçe, Sırbistan’da hiç de yaygın değildir. Arkadaş İtalyan restoranlarına gittiği için, menülerde hep Trileçe görüyor.

Onun dışında anlattıkları hem gerçeklik, hem de görsel olarak çok yerinde.

Belgrad, Avrupanın en güzel kentlerinden biridir sevgili arkadaşlar. Bir çok farklı vesileyle, bir çok kez bulundum. Hepsinde de acayip güzel zaman geçirdim. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

❤️❤️



29 Mart 2023 Çarşamba

Bosna Dağları

Arabanın durduğuna emin olduktan sonra ilk iş, kapyı açıp, kendimi dışarı attım ve açık araziye dönüp doya doya çişimi yaptım. Herhangi birinin beni göreceğine dair bir endişem yoktu, çünkü bulunduğum bu acayip yerde benden başka bir avanağın olması olasılık dışıydı. Aslında başka biri olsa da çok umrumda değidi. İki saatten fazladır arabayı kayıp, sağa sola çarpmadan kullanmakla meşguldüm ve çok iyi biliyordum ki, eğer araba bir dursaydı, bir daha kalkması mümkün olmayacaktı. Bu süre içinde de vücudumun biyolojik fonksiyonları haliyle çalışmaktaydı.

Halbuki yolculuğum nasıl güzel başlamıştı.

Düldüle atlamış, Sarajevo'dan Trebinje'ye gitmek üzere gaza basmıştım. Pırıl pırıl bir kış güneşi altında Bosna dağlarında yoluma devam ediyordum. Bosna dağları İsviçre kadar güzel desem yeridir. Radyoda ise Bosna ve Sırp müzikleri çalıyordu. Bazı şarkıları Niş'te geçirdiğim üç yıldan sonra hatırlıyor, hatırlamadıklarımın da tadını çıkarıyordum. Bosna müzikleri çok güzeldir sevgili arkadaşlar. Mesela Bijelo Dugme, yani Goran Bregoviç'in grubu ve hattızatında Bregoviç'in kendisi de Bosnalı'dır. Yine Bosnalı Dino Merlin isimli bir sanatçıyı görmek için Jelena'nın hatırına Lozan'dan ta Zürih'e gitmişliğimiz vardır.

GPS'i izleyerek yoluma devam ediyordum. Hava güneşli olsa da sonuçta Şubat ayıydı. Yol üzerinde şurada burada kar kümeleri, bazen de çamur birikintileri vardı,

Bir yol ayrımında GPS beni ana yoldan çıkarıp, biraz daha tali bir yola soktu. Manzara da bir anda daha da bir güzel oldu.

Tirmanmaya başlamıştım. Doğal olarak da hava soğumuş, asfaltın üzerinde yer yer kar birikintileri oluşmaya başlamıştı. Daha önce de bir kaç kez bu birikintileri geçmiş, ancak bir süre sonra normal yol koşullarına dönmüştüm.

Kısa bir süre sonra yolun her iki tarafında karlar birikmeye başladı. Belli ki yolu açık tutmak için karları küremişlerdi. Biraz daha sonra ise yol sadece bir arabanın geçeceği kadar daraldı, yokuş da iyice dikleşmişti. Başına benzeri şeyler gelmiş olanlar bilir, altı buz ve karla kaplı böyle yollarda arabanız bir durursa bir daha kaldıramazsınız. Tek careniz geri donmektir. Ancak yol o kadar daralmış ve sağ ve solumdaki kar tepeleri o kadar yükselmişti ki, manevra yapıp, geri dönmek imkansız hale gelmişti. Geri viteste yirmi küsür kilometer gitmek falan olanaksızdı. O yol koşullarında geri geri giderken elbette kayıp, kara saplanacaktım.

Yolun her iki tarafında karlar birikmeye başladı
Çaresiz yola devam ettim. Ya tırmanışın bitip, alçalmaya başlamayı, yada dönüp geri gidebilecek bir açıklığı bulmayı umuyordum.

Uçsuz bucaksız bir ormanın içinde ilerliyorduk.

Düldül'ün kahramanlığı tutmuştu. Bir on kilometre falan sonra kara saplanmış bir arabanın yanından geçtik. Arabanın sahibi görünüşe göre kapıları kitleyip, yayan geri dönmüştü. Araba dediğim de bir BMW X5, koca bir SUV, öyle Opel Corsa falan değil. Ancak Düldül bana mısın demiyor, tırmanmaya devam ediyordu.

Kara saplanmış bir arabayı daha geçtik. O da bir SUV idi ama karla kaplı olduğundan markasını çıkaramamıştım.

Bu işten kıçımı kurtarmak gibi bir hayalin peşinde değildim. Eğer üç beş dakika içinde bir mucize olup, tırmanış biter de alçalmaya başlamazsam, bir noktada kara saplanacağımın farkındaydım. Telefonu açıp, bir video kaydetmeye başladım. İçinde "Herhalde Goethe geldik!" dedim. Beş yüz metre falan sonra da "gırç", kara saplandım.

Çiş yapmayı bitirince öyle elimle tekerleğin etrafındaki karları temizlemeye çalıştım. Kardan çıkar gibi olduk ama yine kayıp, başka bir noktada kara saplandık.

Öyle takla, tombalak atıp, dönüp, çarpıp, kara saplanmak değil. Arabanın ön tekerlerinden biri karın içine yirmi santim falan girdi, hepsi o. Ancak fark eden bir şey yok. Araba kımıldamıyor, ben de çaresizce ona bakıyorum…

Kara saplanan diğer iki arabayı saymazsanız, buraya gelene kadar uygarlıkla ilgili hiç bir belirti görmemiştim. Yol boyunca sadece dağ, orman ve kar vardı. Ama ne kar…

Sırt çantamı ve ruhsatı alıp, Düldül'ü kitledim, sonra da yokuş aşağı yola koyuldum.

Başka bir evrende romantik bile sayılabilirdi
Olayı çok dramatize etmek istemiyorum sevgili arkadaşlar ancak arabanın içinde müzik dinleyerek gitmekle inin cinin top oynadığı bir ormanda yürümek çok farklı şeyler.

Bir kere tüm açıklığıyla doğanın seslerini duyabiliyor insan. Rüzgardan dolayı ağaçlardan düşen karlar, ayağınızın altında kırılan ağaç dalları falan.

Başka bir evrende romantik bile sayılabilecek bu durum, ritmik olarak karda yürümekten kaynaklanan "gırç, gırç" sesleri ile sevimsiz bir hale dönüşmeye başlamıştı. Bu bir geyik yada tilki de olabilirdi, bir kurt yada, daha da iyisi, bir ayı. Olasılıkla yukardaki şıkların hepsi doğruydu. Hele bir kaç yüz meter sonra kar üzerinde gördüğüm, ayakkabım kadar büyük pençe izlerinden sonra olay daha da berraklaşmıştı. Tek umudum bu izlerin sahibinin piknik sepetleri peşinde koşan Yogi olmasıydı. Yok eğer Balkan inadına haiz bir ayı ise, demek buraya kadarmış diyecektik.

Yogi mi, yoksa...
Elimde telefon, devamlı bağlantı ne zaman gelecek diye bakıyordum. Daha önce anlatmıştım, Bosna'da yerleşim merkezlerinin dışına çıktığınız anda GSM falan hak getire.

Yolda koca bir ağaç dalına denk geldim. Hemen alıp, sağındaki solundaki ufak dalları kırdım. Artık silahlıydım. Nede olsa Tomb Raider oynarken Lara ile bir ayı öldürmüşlüğümüz vardı!

Bir saat falan daha yürüdükten sonra kara saplanmış, markasını çıkaramadığım arabayı geçtim. Ancak gözlerimi parlatan bir gelişme olmuştu, yerde, kara saplı arabanın sahibinin ayak izleri vardı. Artık yalnız sayılmazdım. Bu izleri takip ederek yola devam ettim. Kara saplanmış BMW X5'i geçtikten sonra bir çift ayak izi daha gruba katıldı.

İki saat kadar sonra orman bitmiş, düz bir arazide yürümeye devam ediyordum.

Bir saat civarı da açık arazide yürüdüm. Yoldaki kar incelmiş, hava da biraz daha ısınmıştı.

Sonra uzaklarda bir yerde bir ev gördüm. Telefonu çıkardım. Cılız da olsa bir sinyal vardı. Hemen Jelena'yı aradım. Durumu anlattım, arabayı kiraladığım acentenin telefonunu verdim.

Jelena'dan haber beklerken, yürüyerek uzaktan gördüğüm eve ulaştım. Sırpça'da dedikleri gibi "u pizdu materinu", yani annesinin cinsel organında, ıssızlığın ortasında, tek başına bir ev!

Kapıyı çaldım, kimse cevap vermeyince açıp, içeri girdim. Ahşap-kerpic karışımı bir çiftlik evi. Girdiğim oda da bütün giriş katını kaplayan geniş bir salon.

Yerler halı kaplıydı ama köşedeki bir sandıktan başka bir eşya yoktu. "Zdravo!" diye seslendim. Yaşlıca bir kadın geldi. Bana bakıp, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. "Kafu?", yani kahve diye sordum. Halimi görünce yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamıştı. "Naravno" dedi, sonra da köşedeki sandığı gösterip, otur diye işaret etti.

Adrenalin de çekilince titlemeye başlamıştım. Beş saatten fazladır, kıç korkusuyla buz gibi havada dağlarda yürüyordum. Kadın bana bir battaniye getirdi, bir shot da Rakija. Hemen Rakija'yı diktim. Kadın sonra şişeyi getirdi. "Yok bacım" dedim, arabayı o gün çıkarabilirsek, kullanmam gerekebilirdi, sarhoş olmasam iyi olacaktı.

Otur diye isaret etti
Ev bir B&B imiş. Yazları trekking yapmaya gelenler kalıyormuş. Kışın ise bildiğiniz köy evi. Kırık Sırpçamla biraz muhabbet ettik. Jelena hala aramamıştı, merak etmeye başlamıştım. Telefonu çıkarıp, baktım, yine sinyal yok. Kadınla kocası bana ilerde bir yönü işaret etti, telefon orada çeker diye. Bir yirmi dakika daha yürüyünce köyü buldum. Küçücük bir yer, on tane bina ya var, ya yok.

GSM bağlantısı da çok netameli. Bir geliyor, bir gidiyor. Sesle konuşmak imkansız, WhatsApp mesajları bile gitmiyor. Sadece Messenger ile textleşiyoruz.

Araba kiralama şirketi konum atmamı istemiş. Hemen Jelena'ya bir konum attım, hatta köyün isminin yazılı olduğu bir trafik levhasının fotoğrafını çekip, gönderdim, araba bu yoldan otuz kilometer gidince dağda diye yazdım.

Jelena, "Adamlar bu olmaz, arabanın tam konumunu istiyorlar" dedi. Yani kurtlarla ayıların arasından beş saat arabanın yanına yürüyüp konum belirlemem, sonra da, bir beş saat daha şu an bulunduğum, telefon sinyalinin olduğu yere geri dönüp, arabanın tam konumu göndermem gerekiyormuş.

Eski komünist ülkelerde yaşamış olanlarınız daha iyi anlayacaklardır. İsteğin mantıklı olup olmadığı önemli değildir. Önemli olan istemek, olmayınca da ne yapalım biz elimizden geleni yaptık ama olmadı diyebilmek…

Jelena benden önce şarlamış adama, o da mahsur kalmış şoförle konuşalım diye tutturmuş. Jelena, "Ben bile kocamla konuşamıyorum, bağlantı çok kötü, sen nasıl konuşacaksın?" demiş. Adam mesajlaşsak da olur demiş. Jelena "Kocam benim söylediklerimden başka ne söyleyebilir?" diye sormuş. Ama adam cevval. İlla benle konusacak. Jelena al bu Bülent diye kendi kardeşini verse, onun ben olup, olmadığını anlama olasılığı da yok. Ama eski komünist kafası işte. Form over substance...

Tam Jelena'nın mesajını okurken, Facebook'tan bir "arkadaşlık isteği" geldi. Araba kiralama şirketinin sahibi! Sinirden telefonu fırlattım, neyse ki kara düştü, kırılmadı.

Araba dağda kara saplı, ben saatlerce yürümekten yorgunum, güneş de batmak üzere. Çaresiz bir araç bulup, uyuyabileceğim bir yere gitmeye çalışacağım. Köyde hiç bir hayat belirtisi yok, ben de anayola doğru yürümeye başladım. Köyden çıkar çıkmaz telefon yine kaput tabii…

Arkamdan bir motor sesi duydum. Bir araba! Hemen işaret ettim, "Ne, ne, ne!" dedi, bastı gitti, beş dakika sonra da başka bir arabayla geldi. İkinci arabaya bindim. Adamla tarzanca anlaşıyoruz. En yakın kasabaya götürüyordu beni, en azından bir otel varmış dediğine göre.

Anayola çıktığımızda bir polis arabası bizi durdurdu. Bizim şoför arabadan indi, tam polislerin yanına giderken polis camını indirip, bana, İngilizce "Senin adın Bülent mi?" diye sordu. Anlam verememiştim. Polis nereden bilecekti benim adımı? Herhalde ayı şikayetçi oldu diye düşündüm.

"Arabam kara saplandı" diye başladım, "Biliyoruz, biliyoruz, atla" dedi. Polis arabasına bindik, bilmediğim bir yerlere gidiyoruz. İki memur var, birisi yaşlıca, diğeri de yirmi yaşında ya var, ya yok. "Karın bizi aradı" dedi kıdemli olanı. Olan biteni anlamıştım. Jelena, çaresizlikten Bosna güvenlik kuvvetlerini mobilize etmişti. Sevgili karıma karşı bir minnet duygusu yoğunlaştı içimde, yutkunup, geri aşağıya gönderdim.

Arabada polisler "Niçin bu mevsimde dağa çıktın?" diye sordular. "Ne dağı anam babam? Ne işim olur benim dağda? Trebinje'ye gidiyordum, GPS bu yola soktu." dedim. Polisler güldü. "Bosna'da GPS kullanmak pek akıllı işi değildir" dediler. Anladığım kadarıyla yollar kullanıma göre henüz sınıflandırılmamış. GPS için altı şeritli bir otoyol yada yarım metrelik bir patika aynı önemde "yol" sayılıyor. Benim saptığım dağ yolu muhtemelen uzaklık olarak Trebinje'ye giden anayoldan beş yüz meter kısa diye GPS beni oralara göndermiş.

Güneş batmıştı. Arabamızı bir SUV ile değiştirdik, kahve içtiğim köy evini geçtik, dağa tırmanmaya başladık. Kara saplı diğer iki arabayı çekip, götürmüşlerdi. Polisler sen yorgunsun, arabada bekle dediler, kazma kürek Düldül'ün etrafındaki karları küreyip, yolu açmaya başladılar. Bir halatla Düldül'ü çekip, çıkarmaya çalıştılar ama karlar donmuştu, olmadı.

Mesileri saat yedide bitiyordu. Saat sekiz olmuştu, hala dağda, Düldül'ün yanındaydık.

Atlayıp, köye döndük. Polisler bir grup adamı yataklarımdan kaldırdılar. Bu kez tepesinde projektörleriyle koca bir kamyonla yeniden dağa, Düldül'ün yanına döndük. Kamyon, Düldül'ü tuttuğu gibi karların arasından çekip çıkardı. Sen yorgunsun deyip, Düldül'ü dağdan indirdiler, anayola kadar çıkardılar.

Bir kahve içelim diye ısrar ettim. Bana "Şimdi bir yere gidip kahve söylersen parasını sen ödersin. Bizler polisiz, doğru olmaz. İstersen gidip polis istasyonunda bir kahve içebiliriz ama saat gecenin onu oldu, daha sen Mostar'a gideceksin." dediler.

Sonra da gülerek tembih ettiler "Ama lütfen GPS'i kapat!"

Trebinje falan hak getire, doğrudan Mostar'a gidecektim. Tek tek Mostar'a kadar geçeceğim kasabaları ve şehirleri ezberlettiler.

Sevgili arkadaşlar, bu iki insanla dört-beş saat geçirdim. Hiç bir mecburiyetleri yokken, mesaileri bittiği halde saatlerce dağ başında bana yardım ettiler. Dağa kim bilir kaç kez inip, çıkarken bol bol sohbet etme şansımız oldu. Ailelerimizden bahsettik, Sırbistan'da geçirdiğim günleri anlattım. Beraber güldük tabii. Republika Sırpska'daydık, yani her ikisi de köken olarak Sırp'tı.

Size uzun uzun bu iki insan için güzelleme yapabilirim ancak en doğrusu eve döndüğümde hem polis istasyonuna, hem de genel müdürlüklerine yazdığım teşekkür mektubundan bir alıntı ile duygularımı aktarmış olayım.

"Teşkilatınız böyle memurlara sahip olduğu için gurur duymalıdır. Söz konusu kişiler bırakın Bosna'yı, uygar dünyadaki tüm polis teşkilatlarına örnek olmalıdırlar. Bu insanları tanıdığım için onur duyuyor, kendimi ayrıcalıklı sayıyorum."

Motorun bakım ışığı yandı
O gece Mostar'a gidemedim. Arabanın motorunun bakım gerekiyor ışığı yandı, ben de risk almamak için Sarajevo'ya geri döndüm.

Otelde yatağıma uzandığımda o gün olan biteni gözümün önünden geçirdim ve sevgili karımla bir kez daha gurur duydum.

Araba kiralama şirketinin yaptığı soytarılıktan sonra hadi arabaya atlayıp, Bosna'ya gidelim demişler, ama Niş'ten yol sekiz saat sürüyor. Ne onlara, ne bana faydası olacaktı.

Jelena daha sonra Bosna'daki Touring teşkilatının karşılığı olan organizasyonu aramış, yine beton duvar!

Sonra, Park Ranger'ların karşılığı ormancıları aramış. Ormancılar "Kocanız yaralı mı? Hareket edebiliyor mu?" diye sormuşlar. Jelena da "Hayır, yaralı değil ve yürüyebiliyor" demiş. Adamlar da "O zaman yardımcı olamayız" demişler. Jelena "Ama yardım etmezseniz soğukta donabilir, yada kurtlar saldırabilir" deyince ormancılar "O zaman ararsınız, yardımcı oluruz" deyip, kapamışlar.

Bileydim, ayıdan rica ederdim, ne diyeyim…

Sevgili karım da son çare, en yakın polis istasyonunu arayıp, yardım istemiş.

Öyküyü tamamlamak açısından, ertesi gece Hırvatistan'dan dönerken yolda polis durdurdu. Ben ehliyet falan çıkarmaya çalışırken polis gülüp, "Gerek yok" dedi. Bir de baktım, dün geceki iki polis. Gülüştük, sohbet ettik. Sarajevo'ya kadar belki dört kez daha polis durdurdu. Her defasında "Her şey iyi mi?" diye sordular. Hangi yolu izlemem gerektiğini söylediler. Kimi elimi sıktı, kimi omuzuma dokundu. Hepsi de "Srecen put", yani iyi yolculuklar diyerek beni yolcu etti. İsimlereni yazmıyorum ama benim iki polis arkadaşım sağ olsun, Sarajevo'ya kaybolmadan, sağ salim gideyim diye seferber olmuşlar. ❤️

Bu öykünün başka ilginç bir sonucu daha oldu. Biz Jelena'yla konuşurken 🐝Mezzy🐝 de ayıları kurtları duymuş, başlamış ağlamaya. Sonrasında ben yırtınca, herkese "My dad is a hero, ayıları, kurtları dövüp, kurtuldu" diye gururla anlatmış. Yani sevgili kızımın gözünde kahraman da olduk bu vesileyle. 😍

Her neyse, sözün kısası, umarım hayatımın geri kalanında, bir daha böyle bir gün geçirmek zorunda kalmam.

Ancak başka bir taraftan da, başıma gelenler bana çoğumuzun unuttuğu, yada çok fazla önemsemediği bir şeyi hatırlattı.

Dünya o kadar da kötülükle dolu değil sevgili arkadaşlar.

Sevgi ile kalın ❤️

2 Mart 2023 Perşembe

Sarajevo/Saraybosna

Sevgili karımla zaman zaman birbirimizi kızdırırız. O, bana "Siz Türkler bizi beş yüz sene taciz ettiniz" der. Ben de ona "Biz sadece etrafı taciz ettik. Sizler bir dünya savaşı başlattınız" derim.

Gerçekten de birinci dünya savaşı Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand'ın Sarajevo'da, Gavrilo Princip isimli bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesiyle başlamıştır.

Franz Ferdinand, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tahtı için olası namzetlerden biriydi.

Genç Bosna isimli yasadışı bir oluşum, Bosna'yı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun işgalinden kurtarıp, Güney Slavlar'ıyla, yani Yugo Slavlar'la birleştirerek, bağımsız bir büyük devlet haline gelmesini hedefliyordu.

Bu yolda ilerlemek için Arşidük'ün suikastine karar vermişlerdi.

Altı kişilik bir suikast ekibi kurdular. Sırp gizli servisinin de sağladığı silah ve istihbaratı kullanarak suikastçileri Sarajevo'nun değişik yerlerine konuşlandırdılar.

28 Şubat 1914 sabahı Arşidük'ün arabası ilk iki suikastçi grup bomba ve silahlarına davranamadan hızlıca önlerinden geçti.

Yol üzerindeki üçüncü suikastçi, yine bir Sırp öğrenci Nedeljko Čabrinović, konvoy önünden geçerken el bombasının pimini çekip, Arşidük'ün arabasına atacak zamanı buldu. Arşidük, üstü açık bir arabadaydı. Čabrinović'in attığı el bombası, bagajın üzerinde katlı duran branda tentenin üzerinden sekip, yola düştü ve arkadan gelmekte olan arabanın altında patladı. Bu ikinci arabanın içinde Arşidük'ün muhafızları vardı. Yirmiye yakın muhafız bombanın patlamasıyla yarlandı.

Čabrinović intahar amacıyla yanında taşıdığı siyanür hapını yutup, hemen kenardaki nehre atladı.

Ama işler bir aksi gitmeye başlayınca, hep öyle gider ya...

İlkin yuttuğu siyanür hapı midesini kaldırdı ve hap kana karışamadan kusmaya başladı. Sonrasında atladığı Miljacka Nehri güneşli hava nedeniyle kurumuştu. Suyun derinliği ayak bileklerini zor geçiyordu. Dan diye çakıldı.

Etraftakiler hemen bunu yakalayıp, ağızını burnunu kırdılar ve polise teslim ettiler.

Arşidük'ün konvoyu nehir boyunca hızla valilik binasına doğru yol aldı. Princip dahil, geri kalan suikastçilerin önünden geçseler de, hiç biri silahlarını kullanacak zamanı bulamadılar.

Valilik binasındayken, aklı yaralanan muhafızlarında kalan Arşidük, hastaneye gidip, onları ziyaret etmek istedi.

Konvoy yeniden, yine suikast girişiminin olduğu nehir boyunca giden yolda, ancak bu kez ters yöne doğru hareket etti. Latin Köprüsü isimli, aslen Osmanlının yaptığı köprüye geldiklerinde Arşidük'ün arabasının şoförü düz devam etmek yerine yanlışlıkla sağa döndü. Yaptığı yanlışı anlayınca doğru yöne geri dönmek üzere durdu. Ne var ki, durduğu yerin iki metre ötesinde cebinde silahı, Gavrilo Princip bekliyordu.

Princip, tam "U" harfinin altında bekliyordu
Princip tabancasını çıkarıp, Arşidük ve karısına ateş açtı. Her ikisi de ağır yaralanmıştı. Kısa süre sonra da hayatlarını kaybettiler.

Sarajevo'ya geldiğimde ilk iş olarak bu noktayı buldum. Bosnalılar bu alanı çok güzel düzenlemişler. Princip'in durduğu yeri ayak izleriyle belirlemişler, bir de olayı özetleyen tabela ve resimler koymuşlar.

Sonuçta bir köşe başı olsa da, tarihin en kanlı savaşlarından birini tetikleyen olaya tanıklık etmesi bakımından çok özel bir yer burası sevgili arkadaşlar. Kısa sayılmayacak bir süre boyunca burada havayı kokladım, bildiğim kadarıyla olayı gözümde canlandırmaya çalıştım.

Unutmayın, Osmanlı İmparatorluğu’nu sonlandırıp, bugünkü Türkiye Cumhuriyetimizin kurulmasına kadar uzanan olaylar dizisini tetikleyen bu suikast olmuştur.
 
Suikast noktasındaki plaket
Bu arada Gavrilo Princip'e ne oldu diye merak edenleriniz varsa…

Genç Bosna örgütü tamamen dağıtılmış. Örgütün üyelerinden hatrı sayılır bir bölümü asılmış. Ancak hem Princip, hem de Čabrinović yaşları küçük olduklarından idam edilmemişler. Ne var ki her ikisi de o zamanki hapisane koşullarına dayanamayıp, bir kaç sene sonra veremden falan hayatlarını kaybetmişler. Verem Princip'i o kadar etkilemiş ki, kemik kaybı nedeniyle bir kolunu kesmek zorunda kalmışlar. Bir keresinde de havlusu ile kendini asarak öldürmek istemiş, ancak kurtarmışlar.

O zamanın ruhu böyleymiş işte.

Baščaršija'da yürümeye devam ettim. Bana sorarsanız aslını çok güzel korumuşlar. Kapalı çarşının açık halini andırıyor. İçerisinde restaurant ve cafe'ler ile bol bol bakır, deri gibi el işlerini satan dükkanlar var. İstanbul gibi diyeceğim, diyemiyorum çünkü ne size yapışan satıcılar, ne de karınıza kızınıza yiyecekmiş gibi bakan hayvanlar var.

Güneş batmış, midem kazınmaya başlamıştı.

Bosna gezimin en önemli hedeflerinden ikisi Ćevapčići ve Burek yemekti.

Ćevapčići
Ćevapčići, bizim İnegöl Köftesi. Ancak bizim diye dayılanmaylım. İnegöl'e yerleşen göçmenlerin bize tanıttığı bir ızgara bu. Kökeni Balkanlar. Sırbistan'da, Montenegro'da, Romanya'da, Bulgaristan'da, Makedonya'da falan hep yedim. Hırvatistan'da gittiğim yerlerde göremedim, malumunuz onlar biraz fazlaca hızlı bir biçimde sofistike Avrupalı oldular, ancak eminim Zagreb'in arka sokaklarında Ćevapčići bulmak mümkün olur.

Niş'teyken Jelena'ların evinin yakınında, Bosnalı bir Ćevapčići'ci vardı, hep orada yerdik. Yani Bosnalılar'ın Ćevapčići mahareti Sırbistan'da bile kabul görmüş durumda 😜

Baščaršija'da önceki araştırmalarım sonucunda karar kıldığım, en iyisi olduğuna kanaat getirdiğim Željo isimli restaurant'ı buldum.

Ćevapčići beşin katlarıyla tane olarak sipariş ediliyor. Kendime on Ćevapčići'ci ve bir Jogurt söyledim.

Jogurt, kulağa Yoğurt gibi gelse de aslında bir içecek sevgili arkadaşlar.

Dünyanın bu bölgesinde yaşayan insanların yemekleri kadar ünlü bir inatları vardır. Sırplar, Hırvatlar, Bosnalılar, Arnavutlar hep aynıdır. Nuh derler, peygamber demezler.

Dünyanın geri kalanındaki Slav dillerde "Sol" "Levo", "Sağ" 'da "Pravo" 'dur. Sadece Balkanlar'da, "Pravo" "Düz", "Doğru" anlamındadır. "Sağ" için "Desno" derler. Sırbistan’da ilk günlerimde taksicilerle bayağı eğlenmiştim.

Jogurt da aynı hesap. Dünyanın geri kalanı "Yoğurt" 'a "Yoğurt" der, sadece Balkanlar'da "Kiselo Mlijeko", yani "Ekşi Süt" derler. "Jogurt" dedikleri ise bizim ayran gibi bir içecektir, yalnızca çok daha katı ve tamamen tuzsuzdur.

Ćevapčići'yi Bosna'da, yarım pidenin içinde kıyılmış soğan ve Kajmak ile servis ediyorlar. Etimolojisine çok dalmadan, Balkanlar'daki Kajmak, yani Kaymak bizdeki gibi sütün üstte kalan yağlı bölümüdür, ancak bizdekinin aksine tatlı değildir.

Yemek yerken yanımda biri cebinden bir sigara çıkarıp, çat diye yaktı, başladı fosur fosur içmeye. Ben sigarayı bırakalı on üç sene olmuştu, ancak kapalı mekanda sigara içmeyeli her halde yirmi seneye yaklaşıyordu. Güldüm, nostaljik oldum.

Aklınızda olsun, Bosna'da en azından şimdilik, restoranlarda, barlarda sigara içmek serbest.

Etrafımda insanlar konuştukça Sırpçam biraz geri geldi. Hıyarlık etmiş olmayayım, Sırpçayı iyi kötü anlasamda, sadece yolumu bulacak kadar çok az biraz, yani "malo" konuşurum. Yine de siparişimi verip, teşekkür edecek kadar geveleyebildim.

Blatina
Akşamın yorgunluğu çökmüştü. Otele dönmeden bir kadeh bir şeyler içmek üzere bir bara girdim. Bir kadeh kırmızı şarap söyledim. Garson "Hangisi?" diye sordu. "Vranac" dedim. Çocuk güldü, "Nema" dedi. "Prokupac" dedim, yine "Nema" dedi. Demek Montenegrin yada Sırp bir şarap içemeyecektik. "Bosna'dan ne var?" diye sordum, çocuk şakayla karışık hah şöyle gibisinden "Hvala brate" dedi, bana bir kadeh Blatina getirdi. Mükemmel şarap, tavsiye ederim.

Otele dönüp, bayıldım. Ertesi sabah erken saatte uyandım. Planım check-out yapıp, Baščaršija'da kahvaltı niyetine bir börek yemek ve Mostar'a doğru yola koyulmaktı. Mostar'da iki gün kalacaktım. İkinci günde de Dubrovnik'e gitmeyi planlıyordum. Dubrovnik, Mostar’a sadece iki buçuk saat uzaklıkta. Gelmişken göreyim istedim. Dubrovnik'i görenler çok methetmişlerdi, ben de merak ettim tabii.

Sebil
Sabahın bu erken saatinde Baščaršija'da sadece ben ve 'kahrolası' çöpçüler vardı. Güneş daha yeni doğuyordu, yani fotoğraf çekmek için mükemmel bir saatti.

Önce çarşının başındaki güzelim bir sebilin yanına gittim. Bosnalı bir arkadaş sonradan söyledi, bir şarkının sözlerine göre eğer bu sebilden su içerseniz, mutlaka Sarajevo'ya geri dönermişsiniz.

Burek'i boş verip, Husrev Beg, yani Gazi Hacı Hüsrev Bey Camii ve Medresesi'ne doğru yürümeye devam ettim. İstanbul'da gibiydim. Cami tam bir Osmanlı eseri. Medrese ise daha bir güzel. Hüsrev Bey, Bosna'da çok tanınan ve saygı duyulan bir Osmanlı sancak beyi.

Hüsrev Bey Medresesi
Camiin hemen yakınında yine çok cazibeli bir saat kulesi var.

Biraz aşağısında ise Tašlihan, yani Taşlıhan kervansarayı. Nasıl güzel korumuşlar, hayran kaldım.

Daha aşağısında bir cami, sonra başka bir cami…

Taa ki sağa sola dönüp, tek katlı osmanlı yapıları arasından yürüyüp, geniş sayılabilecek bir cadde üzerindeki acayip bir noktaya gelene kadar.

Burada cadde üzerine bir çizgi çekilmiş. Çizginin üzerinde ise "Sarajevo, meeting of cultres" yazılmış. İngilizcenin edebiliğine çok girmeden, "Sarajevo, kültürlerin buluşma noktası" gibi çevirebiliriz.

Bu çizgiyi geçtiğinizde ise İstanbul'dan Prag'a ışınlanmış gibi oluyorsunuz.

İki Kültür Çizgisi
O tek katlı Osmanlı evleri, yerlerini Rönesans Avrupası yapılarına bırakıyor. Hemen ilerde devasa Gotik mimaride bir Katolik katedrali var. Avusturya işgali zamanından kalma Latin mahallesi burası. Bu kontrastı şimdiye dek hiç bir şehirde görmemiştim sevgili arkadaşlar.

Gözlerim sağda solda bir burekçi arıyordu. Burek falan diyorum ama bu bizim börek. Bizde Boşnak Böreği derler ya, işte o güzelim böreğin anavatanı Bosna.

Yeri gelmişken, Bosnalılar için Boşnak sıfatını bilerek kullanmıyorum. Boşnak sözcüğü dar anlamda sadece Müslüman Bosnalıları kapsamaktaysa da, kendisine Boşnak deyince alınan Müslüman Bosnalılar'ı da tanıyorum. Anlayışımdan daha derinde bir manası var muhakkak. Aynı anlamda Bosna'dayken, konuşulan dile bir kere bile Sırpça diye değinmedim, hep "Bosnian/Bosnaca" dedim, herhangi bir kimseyi incitmemek için.

Osmanlı Tarafı
Açık burekçi bulamayınca, açık gördüğüm bir restaurnt'a girdim. Yine de bir şansımı deneyeyim dedim ve "Burek var mı?" diye sordum. Hem garson, hem aşçı, hem de mekan sahibi kadın "Yok, bizde işkembe var. İşkembe ne demek biliyor musun?" diye sordu. İngilizce konuşuyoruz. "Bilirim" dedim, "Ben Türk’üm"

Kadın beni buyur etti. Sabah sabah işkembe mişkembe yemeyecektim tabii. Diğer yemeklere baktım. Bir kazan terbiyeli köfte gördüm. Yanında da kremalı ıspanak ve pilav. Getir bacım dedim, kahvaltı niyetine soluksuz yedim.

Sonra check-out için otele gittim. Resepsiyonda kimse yok. Tekrar çarşıya döndüm. Börekçiler açılmıştı. Köftenin üzerine koca bir de börek yedim. Artık ayılığın sınırlarını zorluyordum.

Burekçideyken Google Maps üzerinden seyrüsefer detaylarını inceliyordum. Bir de baktım ki eğer Mostar yerine Trebinje üzerinden gidersem Dubrovnik üç saat falan. Mostar'dan git gel, yerine direk Sarajevo'dan gidersem iki saatten fazla kazanacaktım.

Trebinje Bosna'da, Republika Sırpska eyaletinde bir kent. Bosna bildiğiniz üzere bir federasyon, Republika Sırpska da Bosna'nın Sırp kesimi.

Işıklar içinde uyusun, Milica, kayım valdem, çok istemişti Trebinje'yi görmemizi. Çok zaman geçirmiş orada, dediğine göre çok güzel bir yermiş. Yolda onu yad eder, Trebinje'yi de görmüş olurum dedim.

Yeniden otele döndüm. Resepsiyonda yine kimse yok. Otelin park yeri zincirli. Resepsiyoncu kızı bulmadan Düldül'ü çıkaramam. Şeytan dürttü, park yerine gittim. Zincirin üzerinde kilit var ama zinciri direğe kitlememişler. Anahtarla falan uğraşmaktansa kilit sadece görsel bir tedbir olmuş. Türklüğümle bir kez daha gurur duydum!

Bir kez daha otele döndüm. Odanın anahtarını kızın masasına bantladım, "Ben gidiyorum, hakkını helal et" diye bir de not yazdım. Otelin parasını zaten ödemiştim, sadece odayı kırıp dökmedim seromonisi eksik kalmıştı. Jelena'nın telefonunu bıraktım, havlu mavlu eksikse arasın diye.

Düldül'e atladım, hedef Trebinje!

GPS'i ayarladım, gaza bastım.

Devam edeceğiz…

26 Şubat 2023 Pazar

Bosna

Sevgili kızım ve karım son kez Sırbistan’a, aileyi ziyarete gittiğinde, evde çok kötü bir hafta geçirmişim. Uzun süre tek başıma yaşamış biriyim. Kendime bakmasını bilirim. Hatta bu solo yaşantıyı o kadar uzun süre sürdürmüşlüğüm vardır ki, gizli gizli severim bile yalnızlığı. Ne var ki, hayat arkadaşımı bulduğum 2006 yılından beridir yalnızlık acayip koyuyor ben şahsıma.

Bir kaç sene önce ben de kervana katılıp, Niş’e gitmiştim. O da bayağı zor geçmişti sevgili arkadaşlar. Dili konuşmayan, her şeyi yemeyen damatla gidince sevgili karım ailesini göreceğine benim yüzümden misafircilik oynamak zorunda kalmıştı.

Bu sene ise yola beraber çıktık. Sadece hedeflerimiz farklı yerler oldu. 🐝Mezzy🐝 ve Jelena Niş’e giderken, ben de uzun süredir görmek istediğim Bosna’ya doğru yola koyuldum.

İşin aslı, Jelena bana Bosna’yı göstermeyi çok istemişti ama Sırbistan’da geçirdiğimiz iki yıl boyunca o ne zaman hadi Bosna’ya gidelim dediyse, ben hep bir bahane buldum. Aradan on sekiz sene geçti, hala kafama kakar bunu sevgili karım.

Bir kaç sene önce ise, ondan uzun ve içten bir şekilde özür diledikten sonra Bosna’ya beraber gitmeye karar verdik, ancak önce bir eşeğin kaprisi, sonra da Covid yüzünden planlarımızı ertelemek zorunda kaldık.

Yakın gelecekte de Bosna’ya beraber gitmemiz pek mümkün görünmüyordu. O yüzden ben de evde mahzunlaşıp, kendimi şaraba vurmaktansa, hadi oğlum, hit the road Jack dedim ve yola koyuldum.

Basel’a olaysız ulaştım. WizzAir’in bir uçağı beni Tuzla’ya götürdü.

WizzAir’in bir uçağı beni Tuzla’ya götürdü
Tuzla havaalanı ufacık bir bina. Daha uçaktan inerken, kapıdan dışardaki yolu görebiliyorsunuz.

Pasaport kontrolünde, Jelena ile anlaştığımız üzere ben Bosna’ya, onlar da Sırbistan’a İsviçre kimlik kartlarıyla girmeyi deneyecektik. Becerirsek, ilerdeki seyahatlerimizde yanımızda sayfalarca pasaport taşımak zorunda kalmayacaktık.

Teoride Sırbistan ve Bosna’ya İsviçre kimlikleri ile girebilmemiz gerekirdi ancak dünyanın bu tarafında teori her zaman pratiğe uymuyor. Bir keresinde Niş havaalanında, Sırbistan konsolosluğunun bana vizesiz girebilirsin demesine rağmen, pasaport polisinin bundan haberi olmamasının yüzünden altı saat geçirmiş, Tom Hanks’in Terminal filmi olmuştum.

Pasaport kontrol kulübesine yaklaştım ve “May I enter with my Swiss ID?” diye sordum. Polis yüzüme bile bakmadan tek bir kelime ile cevapladı. “Passport!”

Ne yapalım, verdik pasaportu. Cart curt sayfaları çevirip, acımasızca dan dun damgaladı.

Jelena’nın başına da aynı iş gelmiş. Belgrad’da, kimlik kartlarımızla girebilir miyiz diye sorduğunda, ona da gülüp, “Pasoš…” demişler.

Bosna’dayken bir daha kimlik kartı falan çıkartmadım. Bir ara Hırvatistan’a girip, geri geldim, ama hep pasaportla. Bosnalılar giderken pasaportuma çıkış damgası basmadılar, ama girerken yine damgaladılar. Eve dönerken, bu kez çıkış damgası da bastılar. Hem de her damgayı ayrı bir sayfaya! Parmak kadar üç damga için, pasaportumun üç sayfası gitti.

Herneyse, başınızı Bosnalıların sınır kontrol uygulamaları ile çok fazla ağrıtmayayım. İşin aslı, ne girerken, ne çıkarken hiç sorun çıkarmadılar. Yolunuz Bosna’ya düştüğünde sadece damgalayabilecekleri bir pasaport gösterin, hayatınız fazlasıyla kolaylaşacaktır.

Parmak kadar bir çanta ile seyahat ettiğimden, bagajla, gümrükle falan uğraşmadan Bosna’ya girdim. Zaten bunların tümü elli metrekarelik bir alanda toplanmıştı.

İlk gördüğüm rent-a-car kulübesine gittim, “Üç günlüğüne bana en ucuz arabanı verir misin?” diye sordum. Genç, düzgün bir çocuk. Hemen yardımcı oldu. Fiyatta anlaştık. Kimlikler falan hep fotokopilendikten sonra çocuk bir hafif gülümsemeyle “Hangi arabayı kiraladığını bilmek ister misin?” diye sordu. O an araba nedir, nasıldır diye sormadığım dank etti kafama. “Araba ne?” diye sordum. “Peugeot” dedi. “Otomatik mi?” diye sordum, “Stick-shift” dedi. Her halde düz vitesli bir arabayı kullanmayalı on beş sene falan olmuştu, varsa kaderde, stick-shift de kullanırız dedim kendi kendime, ne yapalım.

Sonrasında Düldül’le tanıştık. Siyah, ufacık bir araba. Ancak içi rahat sayılır. Bir de GPS’i var ki bu ileride çok önem kazanacak.

Uluslararası planım Bosna’yı kapsamadığından, iPhone üzerindeki eSIM fonksiyonu ile Bosna’da kullanabileceğim sanal bir SIM kartı almıştım. Bu eSIM fonksiyonu fiziksel olarak alabileceğiniz bir SIM kartından az bir şey daha pahalı, ancak zart zurt SIM kart çıkarıp, takmakla uğraşmıyorsunuz ve krediniz bittiğinde kolayca para yükleyebiliyorsunuz. Bir-iki tap ile gerçek ve sanal SIM kartlarınızdan istediğinizi seçip, kullanabiliyorsunuz. Gerçekten çok pratik. Bir iPhone’unuz varsa, roaming’e bir servet ödemek yerine, bu fonksiyonu kullanmanızı şiddetle tavsiye ederim.

Cep telefonunun üzerinde bu sayede Google Maps’i kullanabilecek olsam da, arabanın kendi GPS sistemi elbette çok daha kullanışlı. Telefonu oraya buraya sıkıştırıp tek gözle takip etmektense, koca ekrandan navigasyon yapmak çok daha kolay. Bir de Google Maps aktifken kazayla ekrana dokunduğunuzda, tekrar navigasyona dönmek bayağı eziyetli olabiliyor.

Düldül’e atlayıp, GPS’e Sarajevo’yu kaydettim ve yola koyulduk.

Düldül’e atlayıp, yola koyulduk
Bu arada Sarajevo, Türkçesiyle Sarayova, Bosna’nın başkenti Saraybosna. Ancak bu Saraybosna isme bir türlü alışamadım. Gelin ona tüm dünyanın dediği şekilde Sarajevo diyelim. “J” ‘yi de “y” gibi telaffuz etmeyi unutmayın.

Yol boyunca Jelena’dan öğrendiğim, içinde Tuzla geçen bir şarkıyı mırıldanıp durdum. Şarkının ismi Caje Sukarije. Aslen bir Çingene şarkısı, ancak Sırbistan’da Zdravko Čolić isimli, oldukça bilinen bir sanatçı söylemiş. Balkanlar’da, Belgrad’dan Niş’e, Skopje’den Sarajevo’ya, değişik yerlerle matrak geçiyor. Tuzla için de “Cijela Tuzla jednu kozu muzla” diyor, yani “Bütün Tuzla tek bir keçiyi sağıyor”.

Yol git gide daha zevkli bir hale geliyordu.

Montenegro’ya, yani Karadağ’a dağlık derler. İşin aslı Bosna en az Montenegro kadar dağlık bir ülke. Şubat güneşinde o karlı dağları, köyleri, ahşap kulübeleri ile bu güzelim manzarayı izleyip durdum, sanki hala İsviçre’deymişim gibi oldum.

Bosna’ya gelmeden bir iki kişi bana yollar çok kötüdür, dikkat et demişti.

İşin aslı, Bosna’da ana yollar hiç de kötü değil. Düzgün, asfaltlı, çukursuz ve şerit çizgileri kusursuz durumda. Ancak bu yollar ilk yapıldıklarında o kadar virajlı tasarlanmışlar ki, virajların keskinliğinden ve görüş uzaklığının çok az olmasından dolayı hız yapmak olanaksız. Trafik işaretleri hız limitini çoğunlukla 60 kilometre olarak gösteriyor. Yollar nadiren düzeldiklerinde hız limitleri sizi 70 kilometreye çıkarıyor. Pratikte, her iki limite de onar kilometre eklesek, 70’in üzerine nadiren çıkabiliyorsunuz. Bu yüzden de kısa sayılabilecek uzaklıklar arabayla saatler alabiliyor.

Bosna’da beni en çok çıldırtan şey, yer isimlerinin gösterildiği trafik levhaları oldu.

Dünyanın her yerinde yer isimleri ve uzaklıkları yazılırken, yolun hedefi olan aslı yerleşim merkezi mutlaka belirtilir. Ankara’dan İstanbula giderken, yol boyunca mesela Gerede bilmem ne kilometre dedikten sonra, İstanbul da şu kadar kilometre diye yazarlar ki, siz de doğru yöne gittiğinizi anlarsınız.

Sırplar bu işi çok abartır. Niş’in göbeğinde, trafik ışıklarında, Skopje, Sofya, Zagreb falan diye yön tabelaları vardır.

Bosnalılar ise tam tersi. Tuzla’dan Sarajevo’ya, yol boyunca sadece bir sonraki yerleşim merkezi işaretlenmiş. Görüp, görebileceğiniz yegane tabelalar “Çuçak 10 km”, “Puçak 5 km”, “Kaçak 15 km” gibi köy isimleri. Yol boyunca belki sadece bir tek Sarajevo tabelası gördüm, o da Sarajevo’ya girerken. Sarajevo’ya doğru hangi köy, kaçıncı sırada bilmiyorsanız, Sarajevo’ya gittiğinize emin olmanız olanaksız. GPS olmasaydı yolu nah bulabilirdim, sizin anlayacağınız.

Sarajevo’ya girdiğimde Düldül’ün GPS’i pes etti. Beni otele götürmeyi red ediyordu. Google Maps’e başvurdum ve iddasına göre beni 100 metre yakınına kadar getirdi.

Ancak oteli bir türlü bulamıyorduk.

Felaket bir trafik, tek yönlü daracık yollar, üstüne bir de rush hour. Bir saat falan döne döne oteli aradım. Nada…

Arabayı kelimenin sözlük anlamıyla birinin bahçesine bıraktım. Yürüyerek ilk mağazaya girdim ve Durlan aksanlı ‘kusursuz’ Sırpçamla “Gde je Hotel Bebek?” diye sordum. Kadın bana sağ sol yaptırıp, oteli buldurdu.

Check-in yaptıktan sonra resepsiyoncu kız, “Park yerimiz sokağın sonunda, ben kapısında bekleyip, zinciri açacağım” dedi.

Öyle yeniden tek yönlerle, bir metre genişliğinde yollarla debelenmeyi gözüm yemedi. “Yok bacım, sen gel benle arabaya, beraber gidelim” dedim. Düldül’ü tanımadığım garip adamın bahçesinden alıp, otelin parkına bıraktık ve beraber otele döndük.

Sarajevo’daki otelimi seçerken merkeze yakın bir konumda olmasına dikkat etmiştim, ancak bu kadar ‘merkezde’ olabileceğini tahmin etmemiştim. Resepsiyoncu kıza “Baščaršija (Baş çarşı) nerede?” diye sorduğumda gülüp, “Caddenin karşısında” dedi.

Devam edeceğiz…

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...