2 Mart 2023 Perşembe

Sarajevo/Saraybosna

Sevgili karımla zaman zaman birbirimizi kızdırırız. O, bana "Siz Türkler bizi beş yüz sene taciz ettiniz" der. Ben de ona "Biz sadece etrafı taciz ettik. Sizler bir dünya savaşı başlattınız" derim.

Gerçekten de birinci dünya savaşı Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand'ın Sarajevo'da, Gavrilo Princip isimli bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesiyle başlamıştır.

Franz Ferdinand, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tahtı için olası namzetlerden biriydi.

Genç Bosna isimli yasadışı bir oluşum, Bosna'yı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun işgalinden kurtarıp, Güney Slavlar'ıyla, yani Yugo Slavlar'la birleştirerek, bağımsız bir büyük devlet haline gelmesini hedefliyordu.

Bu yolda ilerlemek için Arşidük'ün suikastine karar vermişlerdi.

Altı kişilik bir suikast ekibi kurdular. Sırp gizli servisinin de sağladığı silah ve istihbaratı kullanarak suikastçileri Sarajevo'nun değişik yerlerine konuşlandırdılar.

28 Şubat 1914 sabahı Arşidük'ün arabası ilk iki suikastçi grup bomba ve silahlarına davranamadan hızlıca önlerinden geçti.

Yol üzerindeki üçüncü suikastçi, yine bir Sırp öğrenci Nedeljko Čabrinović, konvoy önünden geçerken el bombasının pimini çekip, Arşidük'ün arabasına atacak zamanı buldu. Arşidük, üstü açık bir arabadaydı. Čabrinović'in attığı el bombası, bagajın üzerinde katlı duran branda tentenin üzerinden sekip, yola düştü ve arkadan gelmekte olan arabanın altında patladı. Bu ikinci arabanın içinde Arşidük'ün muhafızları vardı. Yirmiye yakın muhafız bombanın patlamasıyla yarlandı.

Čabrinović intahar amacıyla yanında taşıdığı siyanür hapını yutup, hemen kenardaki nehre atladı.

Ama işler bir aksi gitmeye başlayınca, hep öyle gider ya...

İlkin yuttuğu siyanür hapı midesini kaldırdı ve hap kana karışamadan kusmaya başladı. Sonrasında atladığı Miljacka Nehri güneşli hava nedeniyle kurumuştu. Suyun derinliği ayak bileklerini zor geçiyordu. Dan diye çakıldı.

Etraftakiler hemen bunu yakalayıp, ağızını burnunu kırdılar ve polise teslim ettiler.

Arşidük'ün konvoyu nehir boyunca hızla valilik binasına doğru yol aldı. Princip dahil, geri kalan suikastçilerin önünden geçseler de, hiç biri silahlarını kullanacak zamanı bulamadılar.

Valilik binasındayken, aklı yaralanan muhafızlarında kalan Arşidük, hastaneye gidip, onları ziyaret etmek istedi.

Konvoy yeniden, yine suikast girişiminin olduğu nehir boyunca giden yolda, ancak bu kez ters yöne doğru hareket etti. Latin Köprüsü isimli, aslen Osmanlının yaptığı köprüye geldiklerinde Arşidük'ün arabasının şoförü düz devam etmek yerine yanlışlıkla sağa döndü. Yaptığı yanlışı anlayınca doğru yöne geri dönmek üzere durdu. Ne var ki, durduğu yerin iki metre ötesinde cebinde silahı, Gavrilo Princip bekliyordu.

Princip, tam "U" harfinin altında bekliyordu
Princip tabancasını çıkarıp, Arşidük ve karısına ateş açtı. Her ikisi de ağır yaralanmıştı. Kısa süre sonra da hayatlarını kaybettiler.

Sarajevo'ya geldiğimde ilk iş olarak bu noktayı buldum. Bosnalılar bu alanı çok güzel düzenlemişler. Princip'in durduğu yeri ayak izleriyle belirlemişler, bir de olayı özetleyen tabela ve resimler koymuşlar.

Sonuçta bir köşe başı olsa da, tarihin en kanlı savaşlarından birini tetikleyen olaya tanıklık etmesi bakımından çok özel bir yer burası sevgili arkadaşlar. Kısa sayılmayacak bir süre boyunca burada havayı kokladım, bildiğim kadarıyla olayı gözümde canlandırmaya çalıştım.

Unutmayın, Osmanlı İmparatorluğu’nu sonlandırıp, bugünkü Türkiye Cumhuriyetimizin kurulmasına kadar uzanan olaylar dizisini tetikleyen bu suikast olmuştur.
 
Suikast noktasındaki plaket
Bu arada Gavrilo Princip'e ne oldu diye merak edenleriniz varsa…

Genç Bosna örgütü tamamen dağıtılmış. Örgütün üyelerinden hatrı sayılır bir bölümü asılmış. Ancak hem Princip, hem de Čabrinović yaşları küçük olduklarından idam edilmemişler. Ne var ki her ikisi de o zamanki hapisane koşullarına dayanamayıp, bir kaç sene sonra veremden falan hayatlarını kaybetmişler. Verem Princip'i o kadar etkilemiş ki, kemik kaybı nedeniyle bir kolunu kesmek zorunda kalmışlar. Bir keresinde de havlusu ile kendini asarak öldürmek istemiş, ancak kurtarmışlar.

O zamanın ruhu böyleymiş işte.

Baščaršija'da yürümeye devam ettim. Bana sorarsanız aslını çok güzel korumuşlar. Kapalı çarşının açık halini andırıyor. İçerisinde restaurant ve cafe'ler ile bol bol bakır, deri gibi el işlerini satan dükkanlar var. İstanbul gibi diyeceğim, diyemiyorum çünkü ne size yapışan satıcılar, ne de karınıza kızınıza yiyecekmiş gibi bakan hayvanlar var.

Güneş batmış, midem kazınmaya başlamıştı.

Bosna gezimin en önemli hedeflerinden ikisi Ćevapčići ve Burek yemekti.

Ćevapčići
Ćevapčići, bizim İnegöl Köftesi. Ancak bizim diye dayılanmaylım. İnegöl'e yerleşen göçmenlerin bize tanıttığı bir ızgara bu. Kökeni Balkanlar. Sırbistan'da, Montenegro'da, Romanya'da, Bulgaristan'da, Makedonya'da falan hep yedim. Hırvatistan'da gittiğim yerlerde göremedim, malumunuz onlar biraz fazlaca hızlı bir biçimde sofistike Avrupalı oldular, ancak eminim Zagreb'in arka sokaklarında Ćevapčići bulmak mümkün olur.

Niş'teyken Jelena'ların evinin yakınında, Bosnalı bir Ćevapčići'ci vardı, hep orada yerdik. Yani Bosnalılar'ın Ćevapčići mahareti Sırbistan'da bile kabul görmüş durumda 😜

Baščaršija'da önceki araştırmalarım sonucunda karar kıldığım, en iyisi olduğuna kanaat getirdiğim Željo isimli restaurant'ı buldum.

Ćevapčići beşin katlarıyla tane olarak sipariş ediliyor. Kendime on Ćevapčići'ci ve bir Jogurt söyledim.

Jogurt, kulağa Yoğurt gibi gelse de aslında bir içecek sevgili arkadaşlar.

Dünyanın bu bölgesinde yaşayan insanların yemekleri kadar ünlü bir inatları vardır. Sırplar, Hırvatlar, Bosnalılar, Arnavutlar hep aynıdır. Nuh derler, peygamber demezler.

Dünyanın geri kalanındaki Slav dillerde "Sol" "Levo", "Sağ" 'da "Pravo" 'dur. Sadece Balkanlar'da, "Pravo" "Düz", "Doğru" anlamındadır. "Sağ" için "Desno" derler. Sırbistan’da ilk günlerimde taksicilerle bayağı eğlenmiştim.

Jogurt da aynı hesap. Dünyanın geri kalanı "Yoğurt" 'a "Yoğurt" der, sadece Balkanlar'da "Kiselo Mlijeko", yani "Ekşi Süt" derler. "Jogurt" dedikleri ise bizim ayran gibi bir içecektir, yalnızca çok daha katı ve tamamen tuzsuzdur.

Ćevapčići'yi Bosna'da, yarım pidenin içinde kıyılmış soğan ve Kajmak ile servis ediyorlar. Etimolojisine çok dalmadan, Balkanlar'daki Kajmak, yani Kaymak bizdeki gibi sütün üstte kalan yağlı bölümüdür, ancak bizdekinin aksine tatlı değildir.

Yemek yerken yanımda biri cebinden bir sigara çıkarıp, çat diye yaktı, başladı fosur fosur içmeye. Ben sigarayı bırakalı on üç sene olmuştu, ancak kapalı mekanda sigara içmeyeli her halde yirmi seneye yaklaşıyordu. Güldüm, nostaljik oldum.

Aklınızda olsun, Bosna'da en azından şimdilik, restoranlarda, barlarda sigara içmek serbest.

Etrafımda insanlar konuştukça Sırpçam biraz geri geldi. Hıyarlık etmiş olmayayım, Sırpçayı iyi kötü anlasamda, sadece yolumu bulacak kadar çok az biraz, yani "malo" konuşurum. Yine de siparişimi verip, teşekkür edecek kadar geveleyebildim.

Blatina
Akşamın yorgunluğu çökmüştü. Otele dönmeden bir kadeh bir şeyler içmek üzere bir bara girdim. Bir kadeh kırmızı şarap söyledim. Garson "Hangisi?" diye sordu. "Vranac" dedim. Çocuk güldü, "Nema" dedi. "Prokupac" dedim, yine "Nema" dedi. Demek Montenegrin yada Sırp bir şarap içemeyecektik. "Bosna'dan ne var?" diye sordum, çocuk şakayla karışık hah şöyle gibisinden "Hvala brate" dedi, bana bir kadeh Blatina getirdi. Mükemmel şarap, tavsiye ederim.

Otele dönüp, bayıldım. Ertesi sabah erken saatte uyandım. Planım check-out yapıp, Baščaršija'da kahvaltı niyetine bir börek yemek ve Mostar'a doğru yola koyulmaktı. Mostar'da iki gün kalacaktım. İkinci günde de Dubrovnik'e gitmeyi planlıyordum. Dubrovnik, Mostar’a sadece iki buçuk saat uzaklıkta. Gelmişken göreyim istedim. Dubrovnik'i görenler çok methetmişlerdi, ben de merak ettim tabii.

Sebil
Sabahın bu erken saatinde Baščaršija'da sadece ben ve 'kahrolası' çöpçüler vardı. Güneş daha yeni doğuyordu, yani fotoğraf çekmek için mükemmel bir saatti.

Önce çarşının başındaki güzelim bir sebilin yanına gittim. Bosnalı bir arkadaş sonradan söyledi, bir şarkının sözlerine göre eğer bu sebilden su içerseniz, mutlaka Sarajevo'ya geri dönermişsiniz.

Burek'i boş verip, Husrev Beg, yani Gazi Hacı Hüsrev Bey Camii ve Medresesi'ne doğru yürümeye devam ettim. İstanbul'da gibiydim. Cami tam bir Osmanlı eseri. Medrese ise daha bir güzel. Hüsrev Bey, Bosna'da çok tanınan ve saygı duyulan bir Osmanlı sancak beyi.

Hüsrev Bey Medresesi
Camiin hemen yakınında yine çok cazibeli bir saat kulesi var.

Biraz aşağısında ise Tašlihan, yani Taşlıhan kervansarayı. Nasıl güzel korumuşlar, hayran kaldım.

Daha aşağısında bir cami, sonra başka bir cami…

Taa ki sağa sola dönüp, tek katlı osmanlı yapıları arasından yürüyüp, geniş sayılabilecek bir cadde üzerindeki acayip bir noktaya gelene kadar.

Burada cadde üzerine bir çizgi çekilmiş. Çizginin üzerinde ise "Sarajevo, meeting of cultres" yazılmış. İngilizcenin edebiliğine çok girmeden, "Sarajevo, kültürlerin buluşma noktası" gibi çevirebiliriz.

Bu çizgiyi geçtiğinizde ise İstanbul'dan Prag'a ışınlanmış gibi oluyorsunuz.

İki Kültür Çizgisi
O tek katlı Osmanlı evleri, yerlerini Rönesans Avrupası yapılarına bırakıyor. Hemen ilerde devasa Gotik mimaride bir Katolik katedrali var. Avusturya işgali zamanından kalma Latin mahallesi burası. Bu kontrastı şimdiye dek hiç bir şehirde görmemiştim sevgili arkadaşlar.

Gözlerim sağda solda bir burekçi arıyordu. Burek falan diyorum ama bu bizim börek. Bizde Boşnak Böreği derler ya, işte o güzelim böreğin anavatanı Bosna.

Yeri gelmişken, Bosnalılar için Boşnak sıfatını bilerek kullanmıyorum. Boşnak sözcüğü dar anlamda sadece Müslüman Bosnalıları kapsamaktaysa da, kendisine Boşnak deyince alınan Müslüman Bosnalılar'ı da tanıyorum. Anlayışımdan daha derinde bir manası var muhakkak. Aynı anlamda Bosna'dayken, konuşulan dile bir kere bile Sırpça diye değinmedim, hep "Bosnian/Bosnaca" dedim, herhangi bir kimseyi incitmemek için.

Osmanlı Tarafı
Açık burekçi bulamayınca, açık gördüğüm bir restaurnt'a girdim. Yine de bir şansımı deneyeyim dedim ve "Burek var mı?" diye sordum. Hem garson, hem aşçı, hem de mekan sahibi kadın "Yok, bizde işkembe var. İşkembe ne demek biliyor musun?" diye sordu. İngilizce konuşuyoruz. "Bilirim" dedim, "Ben Türk’üm"

Kadın beni buyur etti. Sabah sabah işkembe mişkembe yemeyecektim tabii. Diğer yemeklere baktım. Bir kazan terbiyeli köfte gördüm. Yanında da kremalı ıspanak ve pilav. Getir bacım dedim, kahvaltı niyetine soluksuz yedim.

Sonra check-out için otele gittim. Resepsiyonda kimse yok. Tekrar çarşıya döndüm. Börekçiler açılmıştı. Köftenin üzerine koca bir de börek yedim. Artık ayılığın sınırlarını zorluyordum.

Burekçideyken Google Maps üzerinden seyrüsefer detaylarını inceliyordum. Bir de baktım ki eğer Mostar yerine Trebinje üzerinden gidersem Dubrovnik üç saat falan. Mostar'dan git gel, yerine direk Sarajevo'dan gidersem iki saatten fazla kazanacaktım.

Trebinje Bosna'da, Republika Sırpska eyaletinde bir kent. Bosna bildiğiniz üzere bir federasyon, Republika Sırpska da Bosna'nın Sırp kesimi.

Işıklar içinde uyusun, Milica, kayım valdem, çok istemişti Trebinje'yi görmemizi. Çok zaman geçirmiş orada, dediğine göre çok güzel bir yermiş. Yolda onu yad eder, Trebinje'yi de görmüş olurum dedim.

Yeniden otele döndüm. Resepsiyonda yine kimse yok. Otelin park yeri zincirli. Resepsiyoncu kızı bulmadan Düldül'ü çıkaramam. Şeytan dürttü, park yerine gittim. Zincirin üzerinde kilit var ama zinciri direğe kitlememişler. Anahtarla falan uğraşmaktansa kilit sadece görsel bir tedbir olmuş. Türklüğümle bir kez daha gurur duydum!

Bir kez daha otele döndüm. Odanın anahtarını kızın masasına bantladım, "Ben gidiyorum, hakkını helal et" diye bir de not yazdım. Otelin parasını zaten ödemiştim, sadece odayı kırıp dökmedim seromonisi eksik kalmıştı. Jelena'nın telefonunu bıraktım, havlu mavlu eksikse arasın diye.

Düldül'e atladım, hedef Trebinje!

GPS'i ayarladım, gaza bastım.

Devam edeceğiz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...