2 Mart 2023 Perşembe

Sarajevo/Saraybosna

Sevgili karımla zaman zaman birbirimizi kızdırırız. O, bana "Siz Türkler bizi beş yüz sene taciz ettiniz" der. Ben de ona "Biz sadece etrafı taciz ettik. Sizler bir dünya savaşı başlattınız" derim.

Gerçekten de birinci dünya savaşı Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand'ın Sarajevo'da, Gavrilo Princip isimli bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesiyle başlamıştır.

Franz Ferdinand, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tahtı için olası namzetlerden biriydi.

Genç Bosna isimli yasadışı bir oluşum, Bosna'yı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun işgalinden kurtarıp, Güney Slavlar'ıyla, yani Yugo Slavlar'la birleştirerek, bağımsız bir büyük devlet haline gelmesini hedefliyordu.

Bu yolda ilerlemek için Arşidük'ün suikastine karar vermişlerdi.

Altı kişilik bir suikast ekibi kurdular. Sırp gizli servisinin de sağladığı silah ve istihbaratı kullanarak suikastçileri Sarajevo'nun değişik yerlerine konuşlandırdılar.

28 Şubat 1914 sabahı Arşidük'ün arabası ilk iki suikastçi grup bomba ve silahlarına davranamadan hızlıca önlerinden geçti.

Yol üzerindeki üçüncü suikastçi, yine bir Sırp öğrenci Nedeljko Čabrinović, konvoy önünden geçerken el bombasının pimini çekip, Arşidük'ün arabasına atacak zamanı buldu. Arşidük, üstü açık bir arabadaydı. Čabrinović'in attığı el bombası, bagajın üzerinde katlı duran branda tentenin üzerinden sekip, yola düştü ve arkadan gelmekte olan arabanın altında patladı. Bu ikinci arabanın içinde Arşidük'ün muhafızları vardı. Yirmiye yakın muhafız bombanın patlamasıyla yarlandı.

Čabrinović intahar amacıyla yanında taşıdığı siyanür hapını yutup, hemen kenardaki nehre atladı.

Ama işler bir aksi gitmeye başlayınca, hep öyle gider ya...

İlkin yuttuğu siyanür hapı midesini kaldırdı ve hap kana karışamadan kusmaya başladı. Sonrasında atladığı Miljacka Nehri güneşli hava nedeniyle kurumuştu. Suyun derinliği ayak bileklerini zor geçiyordu. Dan diye çakıldı.

Etraftakiler hemen bunu yakalayıp, ağızını burnunu kırdılar ve polise teslim ettiler.

Arşidük'ün konvoyu nehir boyunca hızla valilik binasına doğru yol aldı. Princip dahil, geri kalan suikastçilerin önünden geçseler de, hiç biri silahlarını kullanacak zamanı bulamadılar.

Valilik binasındayken, aklı yaralanan muhafızlarında kalan Arşidük, hastaneye gidip, onları ziyaret etmek istedi.

Konvoy yeniden, yine suikast girişiminin olduğu nehir boyunca giden yolda, ancak bu kez ters yöne doğru hareket etti. Latin Köprüsü isimli, aslen Osmanlının yaptığı köprüye geldiklerinde Arşidük'ün arabasının şoförü düz devam etmek yerine yanlışlıkla sağa döndü. Yaptığı yanlışı anlayınca doğru yöne geri dönmek üzere durdu. Ne var ki, durduğu yerin iki metre ötesinde cebinde silahı, Gavrilo Princip bekliyordu.

Princip, tam "U" harfinin altında bekliyordu
Princip tabancasını çıkarıp, Arşidük ve karısına ateş açtı. Her ikisi de ağır yaralanmıştı. Kısa süre sonra da hayatlarını kaybettiler.

Sarajevo'ya geldiğimde ilk iş olarak bu noktayı buldum. Bosnalılar bu alanı çok güzel düzenlemişler. Princip'in durduğu yeri ayak izleriyle belirlemişler, bir de olayı özetleyen tabela ve resimler koymuşlar.

Sonuçta bir köşe başı olsa da, tarihin en kanlı savaşlarından birini tetikleyen olaya tanıklık etmesi bakımından çok özel bir yer burası sevgili arkadaşlar. Kısa sayılmayacak bir süre boyunca burada havayı kokladım, bildiğim kadarıyla olayı gözümde canlandırmaya çalıştım.

Unutmayın, Osmanlı İmparatorluğu’nu sonlandırıp, bugünkü Türkiye Cumhuriyetimizin kurulmasına kadar uzanan olaylar dizisini tetikleyen bu suikast olmuştur.
 
Suikast noktasındaki plaket
Bu arada Gavrilo Princip'e ne oldu diye merak edenleriniz varsa…

Genç Bosna örgütü tamamen dağıtılmış. Örgütün üyelerinden hatrı sayılır bir bölümü asılmış. Ancak hem Princip, hem de Čabrinović yaşları küçük olduklarından idam edilmemişler. Ne var ki her ikisi de o zamanki hapisane koşullarına dayanamayıp, bir kaç sene sonra veremden falan hayatlarını kaybetmişler. Verem Princip'i o kadar etkilemiş ki, kemik kaybı nedeniyle bir kolunu kesmek zorunda kalmışlar. Bir keresinde de havlusu ile kendini asarak öldürmek istemiş, ancak kurtarmışlar.

O zamanın ruhu böyleymiş işte.

Baščaršija'da yürümeye devam ettim. Bana sorarsanız aslını çok güzel korumuşlar. Kapalı çarşının açık halini andırıyor. İçerisinde restaurant ve cafe'ler ile bol bol bakır, deri gibi el işlerini satan dükkanlar var. İstanbul gibi diyeceğim, diyemiyorum çünkü ne size yapışan satıcılar, ne de karınıza kızınıza yiyecekmiş gibi bakan hayvanlar var.

Güneş batmış, midem kazınmaya başlamıştı.

Bosna gezimin en önemli hedeflerinden ikisi Ćevapčići ve Burek yemekti.

Ćevapčići
Ćevapčići, bizim İnegöl Köftesi. Ancak bizim diye dayılanmaylım. İnegöl'e yerleşen göçmenlerin bize tanıttığı bir ızgara bu. Kökeni Balkanlar. Sırbistan'da, Montenegro'da, Romanya'da, Bulgaristan'da, Makedonya'da falan hep yedim. Hırvatistan'da gittiğim yerlerde göremedim, malumunuz onlar biraz fazlaca hızlı bir biçimde sofistike Avrupalı oldular, ancak eminim Zagreb'in arka sokaklarında Ćevapčići bulmak mümkün olur.

Niş'teyken Jelena'ların evinin yakınında, Bosnalı bir Ćevapčići'ci vardı, hep orada yerdik. Yani Bosnalılar'ın Ćevapčići mahareti Sırbistan'da bile kabul görmüş durumda 😜

Baščaršija'da önceki araştırmalarım sonucunda karar kıldığım, en iyisi olduğuna kanaat getirdiğim Željo isimli restaurant'ı buldum.

Ćevapčići beşin katlarıyla tane olarak sipariş ediliyor. Kendime on Ćevapčići'ci ve bir Jogurt söyledim.

Jogurt, kulağa Yoğurt gibi gelse de aslında bir içecek sevgili arkadaşlar.

Dünyanın bu bölgesinde yaşayan insanların yemekleri kadar ünlü bir inatları vardır. Sırplar, Hırvatlar, Bosnalılar, Arnavutlar hep aynıdır. Nuh derler, peygamber demezler.

Dünyanın geri kalanındaki Slav dillerde "Sol" "Levo", "Sağ" 'da "Pravo" 'dur. Sadece Balkanlar'da, "Pravo" "Düz", "Doğru" anlamındadır. "Sağ" için "Desno" derler. Sırbistan’da ilk günlerimde taksicilerle bayağı eğlenmiştim.

Jogurt da aynı hesap. Dünyanın geri kalanı "Yoğurt" 'a "Yoğurt" der, sadece Balkanlar'da "Kiselo Mlijeko", yani "Ekşi Süt" derler. "Jogurt" dedikleri ise bizim ayran gibi bir içecektir, yalnızca çok daha katı ve tamamen tuzsuzdur.

Ćevapčići'yi Bosna'da, yarım pidenin içinde kıyılmış soğan ve Kajmak ile servis ediyorlar. Etimolojisine çok dalmadan, Balkanlar'daki Kajmak, yani Kaymak bizdeki gibi sütün üstte kalan yağlı bölümüdür, ancak bizdekinin aksine tatlı değildir.

Yemek yerken yanımda biri cebinden bir sigara çıkarıp, çat diye yaktı, başladı fosur fosur içmeye. Ben sigarayı bırakalı on üç sene olmuştu, ancak kapalı mekanda sigara içmeyeli her halde yirmi seneye yaklaşıyordu. Güldüm, nostaljik oldum.

Aklınızda olsun, Bosna'da en azından şimdilik, restoranlarda, barlarda sigara içmek serbest.

Etrafımda insanlar konuştukça Sırpçam biraz geri geldi. Hıyarlık etmiş olmayayım, Sırpçayı iyi kötü anlasamda, sadece yolumu bulacak kadar çok az biraz, yani "malo" konuşurum. Yine de siparişimi verip, teşekkür edecek kadar geveleyebildim.

Blatina
Akşamın yorgunluğu çökmüştü. Otele dönmeden bir kadeh bir şeyler içmek üzere bir bara girdim. Bir kadeh kırmızı şarap söyledim. Garson "Hangisi?" diye sordu. "Vranac" dedim. Çocuk güldü, "Nema" dedi. "Prokupac" dedim, yine "Nema" dedi. Demek Montenegrin yada Sırp bir şarap içemeyecektik. "Bosna'dan ne var?" diye sordum, çocuk şakayla karışık hah şöyle gibisinden "Hvala brate" dedi, bana bir kadeh Blatina getirdi. Mükemmel şarap, tavsiye ederim.

Otele dönüp, bayıldım. Ertesi sabah erken saatte uyandım. Planım check-out yapıp, Baščaršija'da kahvaltı niyetine bir börek yemek ve Mostar'a doğru yola koyulmaktı. Mostar'da iki gün kalacaktım. İkinci günde de Dubrovnik'e gitmeyi planlıyordum. Dubrovnik, Mostar’a sadece iki buçuk saat uzaklıkta. Gelmişken göreyim istedim. Dubrovnik'i görenler çok methetmişlerdi, ben de merak ettim tabii.

Sebil
Sabahın bu erken saatinde Baščaršija'da sadece ben ve 'kahrolası' çöpçüler vardı. Güneş daha yeni doğuyordu, yani fotoğraf çekmek için mükemmel bir saatti.

Önce çarşının başındaki güzelim bir sebilin yanına gittim. Bosnalı bir arkadaş sonradan söyledi, bir şarkının sözlerine göre eğer bu sebilden su içerseniz, mutlaka Sarajevo'ya geri dönermişsiniz.

Burek'i boş verip, Husrev Beg, yani Gazi Hacı Hüsrev Bey Camii ve Medresesi'ne doğru yürümeye devam ettim. İstanbul'da gibiydim. Cami tam bir Osmanlı eseri. Medrese ise daha bir güzel. Hüsrev Bey, Bosna'da çok tanınan ve saygı duyulan bir Osmanlı sancak beyi.

Hüsrev Bey Medresesi
Camiin hemen yakınında yine çok cazibeli bir saat kulesi var.

Biraz aşağısında ise Tašlihan, yani Taşlıhan kervansarayı. Nasıl güzel korumuşlar, hayran kaldım.

Daha aşağısında bir cami, sonra başka bir cami…

Taa ki sağa sola dönüp, tek katlı osmanlı yapıları arasından yürüyüp, geniş sayılabilecek bir cadde üzerindeki acayip bir noktaya gelene kadar.

Burada cadde üzerine bir çizgi çekilmiş. Çizginin üzerinde ise "Sarajevo, meeting of cultres" yazılmış. İngilizcenin edebiliğine çok girmeden, "Sarajevo, kültürlerin buluşma noktası" gibi çevirebiliriz.

Bu çizgiyi geçtiğinizde ise İstanbul'dan Prag'a ışınlanmış gibi oluyorsunuz.

İki Kültür Çizgisi
O tek katlı Osmanlı evleri, yerlerini Rönesans Avrupası yapılarına bırakıyor. Hemen ilerde devasa Gotik mimaride bir Katolik katedrali var. Avusturya işgali zamanından kalma Latin mahallesi burası. Bu kontrastı şimdiye dek hiç bir şehirde görmemiştim sevgili arkadaşlar.

Gözlerim sağda solda bir burekçi arıyordu. Burek falan diyorum ama bu bizim börek. Bizde Boşnak Böreği derler ya, işte o güzelim böreğin anavatanı Bosna.

Yeri gelmişken, Bosnalılar için Boşnak sıfatını bilerek kullanmıyorum. Boşnak sözcüğü dar anlamda sadece Müslüman Bosnalıları kapsamaktaysa da, kendisine Boşnak deyince alınan Müslüman Bosnalılar'ı da tanıyorum. Anlayışımdan daha derinde bir manası var muhakkak. Aynı anlamda Bosna'dayken, konuşulan dile bir kere bile Sırpça diye değinmedim, hep "Bosnian/Bosnaca" dedim, herhangi bir kimseyi incitmemek için.

Osmanlı Tarafı
Açık burekçi bulamayınca, açık gördüğüm bir restaurnt'a girdim. Yine de bir şansımı deneyeyim dedim ve "Burek var mı?" diye sordum. Hem garson, hem aşçı, hem de mekan sahibi kadın "Yok, bizde işkembe var. İşkembe ne demek biliyor musun?" diye sordu. İngilizce konuşuyoruz. "Bilirim" dedim, "Ben Türk’üm"

Kadın beni buyur etti. Sabah sabah işkembe mişkembe yemeyecektim tabii. Diğer yemeklere baktım. Bir kazan terbiyeli köfte gördüm. Yanında da kremalı ıspanak ve pilav. Getir bacım dedim, kahvaltı niyetine soluksuz yedim.

Sonra check-out için otele gittim. Resepsiyonda kimse yok. Tekrar çarşıya döndüm. Börekçiler açılmıştı. Köftenin üzerine koca bir de börek yedim. Artık ayılığın sınırlarını zorluyordum.

Burekçideyken Google Maps üzerinden seyrüsefer detaylarını inceliyordum. Bir de baktım ki eğer Mostar yerine Trebinje üzerinden gidersem Dubrovnik üç saat falan. Mostar'dan git gel, yerine direk Sarajevo'dan gidersem iki saatten fazla kazanacaktım.

Trebinje Bosna'da, Republika Sırpska eyaletinde bir kent. Bosna bildiğiniz üzere bir federasyon, Republika Sırpska da Bosna'nın Sırp kesimi.

Işıklar içinde uyusun, Milica, kayım valdem, çok istemişti Trebinje'yi görmemizi. Çok zaman geçirmiş orada, dediğine göre çok güzel bir yermiş. Yolda onu yad eder, Trebinje'yi de görmüş olurum dedim.

Yeniden otele döndüm. Resepsiyonda yine kimse yok. Otelin park yeri zincirli. Resepsiyoncu kızı bulmadan Düldül'ü çıkaramam. Şeytan dürttü, park yerine gittim. Zincirin üzerinde kilit var ama zinciri direğe kitlememişler. Anahtarla falan uğraşmaktansa kilit sadece görsel bir tedbir olmuş. Türklüğümle bir kez daha gurur duydum!

Bir kez daha otele döndüm. Odanın anahtarını kızın masasına bantladım, "Ben gidiyorum, hakkını helal et" diye bir de not yazdım. Otelin parasını zaten ödemiştim, sadece odayı kırıp dökmedim seromonisi eksik kalmıştı. Jelena'nın telefonunu bıraktım, havlu mavlu eksikse arasın diye.

Düldül'e atladım, hedef Trebinje!

GPS'i ayarladım, gaza bastım.

Devam edeceğiz…

26 Şubat 2023 Pazar

Bosna

Sevgili kızım ve karım son kez Sırbistan’a, aileyi ziyarete gittiğinde, evde çok kötü bir hafta geçirmişim. Uzun süre tek başıma yaşamış biriyim. Kendime bakmasını bilirim. Hatta bu solo yaşantıyı o kadar uzun süre sürdürmüşlüğüm vardır ki, gizli gizli severim bile yalnızlığı. Ne var ki, hayat arkadaşımı bulduğum 2006 yılından beridir yalnızlık acayip koyuyor ben şahsıma.

Bir kaç sene önce ben de kervana katılıp, Niş’e gitmiştim. O da bayağı zor geçmişti sevgili arkadaşlar. Dili konuşmayan, her şeyi yemeyen damatla gidince sevgili karım ailesini göreceğine benim yüzümden misafircilik oynamak zorunda kalmıştı.

Bu sene ise yola beraber çıktık. Sadece hedeflerimiz farklı yerler oldu. 🐝Mezzy🐝 ve Jelena Niş’e giderken, ben de uzun süredir görmek istediğim Bosna’ya doğru yola koyuldum.

İşin aslı, Jelena bana Bosna’yı göstermeyi çok istemişti ama Sırbistan’da geçirdiğimiz iki yıl boyunca o ne zaman hadi Bosna’ya gidelim dediyse, ben hep bir bahane buldum. Aradan on sekiz sene geçti, hala kafama kakar bunu sevgili karım.

Bir kaç sene önce ise, ondan uzun ve içten bir şekilde özür diledikten sonra Bosna’ya beraber gitmeye karar verdik, ancak önce bir eşeğin kaprisi, sonra da Covid yüzünden planlarımızı ertelemek zorunda kaldık.

Yakın gelecekte de Bosna’ya beraber gitmemiz pek mümkün görünmüyordu. O yüzden ben de evde mahzunlaşıp, kendimi şaraba vurmaktansa, hadi oğlum, hit the road Jack dedim ve yola koyuldum.

Basel’a olaysız ulaştım. WizzAir’in bir uçağı beni Tuzla’ya götürdü.

WizzAir’in bir uçağı beni Tuzla’ya götürdü
Tuzla havaalanı ufacık bir bina. Daha uçaktan inerken, kapıdan dışardaki yolu görebiliyorsunuz.

Pasaport kontrolünde, Jelena ile anlaştığımız üzere ben Bosna’ya, onlar da Sırbistan’a İsviçre kimlik kartlarıyla girmeyi deneyecektik. Becerirsek, ilerdeki seyahatlerimizde yanımızda sayfalarca pasaport taşımak zorunda kalmayacaktık.

Teoride Sırbistan ve Bosna’ya İsviçre kimlikleri ile girebilmemiz gerekirdi ancak dünyanın bu tarafında teori her zaman pratiğe uymuyor. Bir keresinde Niş havaalanında, Sırbistan konsolosluğunun bana vizesiz girebilirsin demesine rağmen, pasaport polisinin bundan haberi olmamasının yüzünden altı saat geçirmiş, Tom Hanks’in Terminal filmi olmuştum.

Pasaport kontrol kulübesine yaklaştım ve “May I enter with my Swiss ID?” diye sordum. Polis yüzüme bile bakmadan tek bir kelime ile cevapladı. “Passport!”

Ne yapalım, verdik pasaportu. Cart curt sayfaları çevirip, acımasızca dan dun damgaladı.

Jelena’nın başına da aynı iş gelmiş. Belgrad’da, kimlik kartlarımızla girebilir miyiz diye sorduğunda, ona da gülüp, “Pasoš…” demişler.

Bosna’dayken bir daha kimlik kartı falan çıkartmadım. Bir ara Hırvatistan’a girip, geri geldim, ama hep pasaportla. Bosnalılar giderken pasaportuma çıkış damgası basmadılar, ama girerken yine damgaladılar. Eve dönerken, bu kez çıkış damgası da bastılar. Hem de her damgayı ayrı bir sayfaya! Parmak kadar üç damga için, pasaportumun üç sayfası gitti.

Herneyse, başınızı Bosnalıların sınır kontrol uygulamaları ile çok fazla ağrıtmayayım. İşin aslı, ne girerken, ne çıkarken hiç sorun çıkarmadılar. Yolunuz Bosna’ya düştüğünde sadece damgalayabilecekleri bir pasaport gösterin, hayatınız fazlasıyla kolaylaşacaktır.

Parmak kadar bir çanta ile seyahat ettiğimden, bagajla, gümrükle falan uğraşmadan Bosna’ya girdim. Zaten bunların tümü elli metrekarelik bir alanda toplanmıştı.

İlk gördüğüm rent-a-car kulübesine gittim, “Üç günlüğüne bana en ucuz arabanı verir misin?” diye sordum. Genç, düzgün bir çocuk. Hemen yardımcı oldu. Fiyatta anlaştık. Kimlikler falan hep fotokopilendikten sonra çocuk bir hafif gülümsemeyle “Hangi arabayı kiraladığını bilmek ister misin?” diye sordu. O an araba nedir, nasıldır diye sormadığım dank etti kafama. “Araba ne?” diye sordum. “Peugeot” dedi. “Otomatik mi?” diye sordum, “Stick-shift” dedi. Her halde düz vitesli bir arabayı kullanmayalı on beş sene falan olmuştu, varsa kaderde, stick-shift de kullanırız dedim kendi kendime, ne yapalım.

Sonrasında Düldül’le tanıştık. Siyah, ufacık bir araba. Ancak içi rahat sayılır. Bir de GPS’i var ki bu ileride çok önem kazanacak.

Uluslararası planım Bosna’yı kapsamadığından, iPhone üzerindeki eSIM fonksiyonu ile Bosna’da kullanabileceğim sanal bir SIM kartı almıştım. Bu eSIM fonksiyonu fiziksel olarak alabileceğiniz bir SIM kartından az bir şey daha pahalı, ancak zart zurt SIM kart çıkarıp, takmakla uğraşmıyorsunuz ve krediniz bittiğinde kolayca para yükleyebiliyorsunuz. Bir-iki tap ile gerçek ve sanal SIM kartlarınızdan istediğinizi seçip, kullanabiliyorsunuz. Gerçekten çok pratik. Bir iPhone’unuz varsa, roaming’e bir servet ödemek yerine, bu fonksiyonu kullanmanızı şiddetle tavsiye ederim.

Cep telefonunun üzerinde bu sayede Google Maps’i kullanabilecek olsam da, arabanın kendi GPS sistemi elbette çok daha kullanışlı. Telefonu oraya buraya sıkıştırıp tek gözle takip etmektense, koca ekrandan navigasyon yapmak çok daha kolay. Bir de Google Maps aktifken kazayla ekrana dokunduğunuzda, tekrar navigasyona dönmek bayağı eziyetli olabiliyor.

Düldül’e atlayıp, GPS’e Sarajevo’yu kaydettim ve yola koyulduk.

Düldül’e atlayıp, yola koyulduk
Bu arada Sarajevo, Türkçesiyle Sarayova, Bosna’nın başkenti Saraybosna. Ancak bu Saraybosna isme bir türlü alışamadım. Gelin ona tüm dünyanın dediği şekilde Sarajevo diyelim. “J” ‘yi de “y” gibi telaffuz etmeyi unutmayın.

Yol boyunca Jelena’dan öğrendiğim, içinde Tuzla geçen bir şarkıyı mırıldanıp durdum. Şarkının ismi Caje Sukarije. Aslen bir Çingene şarkısı, ancak Sırbistan’da Zdravko Čolić isimli, oldukça bilinen bir sanatçı söylemiş. Balkanlar’da, Belgrad’dan Niş’e, Skopje’den Sarajevo’ya, değişik yerlerle matrak geçiyor. Tuzla için de “Cijela Tuzla jednu kozu muzla” diyor, yani “Bütün Tuzla tek bir keçiyi sağıyor”.

Yol git gide daha zevkli bir hale geliyordu.

Montenegro’ya, yani Karadağ’a dağlık derler. İşin aslı Bosna en az Montenegro kadar dağlık bir ülke. Şubat güneşinde o karlı dağları, köyleri, ahşap kulübeleri ile bu güzelim manzarayı izleyip durdum, sanki hala İsviçre’deymişim gibi oldum.

Bosna’ya gelmeden bir iki kişi bana yollar çok kötüdür, dikkat et demişti.

İşin aslı, Bosna’da ana yollar hiç de kötü değil. Düzgün, asfaltlı, çukursuz ve şerit çizgileri kusursuz durumda. Ancak bu yollar ilk yapıldıklarında o kadar virajlı tasarlanmışlar ki, virajların keskinliğinden ve görüş uzaklığının çok az olmasından dolayı hız yapmak olanaksız. Trafik işaretleri hız limitini çoğunlukla 60 kilometre olarak gösteriyor. Yollar nadiren düzeldiklerinde hız limitleri sizi 70 kilometreye çıkarıyor. Pratikte, her iki limite de onar kilometre eklesek, 70’in üzerine nadiren çıkabiliyorsunuz. Bu yüzden de kısa sayılabilecek uzaklıklar arabayla saatler alabiliyor.

Bosna’da beni en çok çıldırtan şey, yer isimlerinin gösterildiği trafik levhaları oldu.

Dünyanın her yerinde yer isimleri ve uzaklıkları yazılırken, yolun hedefi olan aslı yerleşim merkezi mutlaka belirtilir. Ankara’dan İstanbula giderken, yol boyunca mesela Gerede bilmem ne kilometre dedikten sonra, İstanbul da şu kadar kilometre diye yazarlar ki, siz de doğru yöne gittiğinizi anlarsınız.

Sırplar bu işi çok abartır. Niş’in göbeğinde, trafik ışıklarında, Skopje, Sofya, Zagreb falan diye yön tabelaları vardır.

Bosnalılar ise tam tersi. Tuzla’dan Sarajevo’ya, yol boyunca sadece bir sonraki yerleşim merkezi işaretlenmiş. Görüp, görebileceğiniz yegane tabelalar “Çuçak 10 km”, “Puçak 5 km”, “Kaçak 15 km” gibi köy isimleri. Yol boyunca belki sadece bir tek Sarajevo tabelası gördüm, o da Sarajevo’ya girerken. Sarajevo’ya doğru hangi köy, kaçıncı sırada bilmiyorsanız, Sarajevo’ya gittiğinize emin olmanız olanaksız. GPS olmasaydı yolu nah bulabilirdim, sizin anlayacağınız.

Sarajevo’ya girdiğimde Düldül’ün GPS’i pes etti. Beni otele götürmeyi red ediyordu. Google Maps’e başvurdum ve iddasına göre beni 100 metre yakınına kadar getirdi.

Ancak oteli bir türlü bulamıyorduk.

Felaket bir trafik, tek yönlü daracık yollar, üstüne bir de rush hour. Bir saat falan döne döne oteli aradım. Nada…

Arabayı kelimenin sözlük anlamıyla birinin bahçesine bıraktım. Yürüyerek ilk mağazaya girdim ve Durlan aksanlı ‘kusursuz’ Sırpçamla “Gde je Hotel Bebek?” diye sordum. Kadın bana sağ sol yaptırıp, oteli buldurdu.

Check-in yaptıktan sonra resepsiyoncu kız, “Park yerimiz sokağın sonunda, ben kapısında bekleyip, zinciri açacağım” dedi.

Öyle yeniden tek yönlerle, bir metre genişliğinde yollarla debelenmeyi gözüm yemedi. “Yok bacım, sen gel benle arabaya, beraber gidelim” dedim. Düldül’ü tanımadığım garip adamın bahçesinden alıp, otelin parkına bıraktık ve beraber otele döndük.

Sarajevo’daki otelimi seçerken merkeze yakın bir konumda olmasına dikkat etmiştim, ancak bu kadar ‘merkezde’ olabileceğini tahmin etmemiştim. Resepsiyoncu kıza “Baščaršija (Baş çarşı) nerede?” diye sorduğumda gülüp, “Caddenin karşısında” dedi.

Devam edeceğiz…

11 Ocak 2023 Çarşamba

Şarkılar Ne Söylüyor?

Sevgili arkadaşlar, şarkı çevirilerini bu blog'dan ayırıp, yeni bir blog'a taşıdım.

Buradaki gezi, güncel, tarih gibi konuların okurları ile şarkı sözleri ve çevirilerinin okurları hayli farklı. Bu ayrımın başka bir nedeni de şarkıları genre ve söyleyenler olarak tag’leyebilmek. Eğer bu tag’leri bu blog’da uygulasaydım, yüzlerce yeni grup ismi tag’leri okunmaz hale getirecekti.

Şarkı çevirilerinin bulunduğu yeni blog’un ismi:

Şarkılar Ne Söylüyor

Adresi de şöyle:


Sevgi ile kalın❤️

7 Ocak 2023 Cumartesi

Fondue

Sevgili arkadaşlar, genelde bizim buralarda Fondue'yü Moitié-moitié, yani yarım-yarım yaparlar. Peynirin yarısı Gruyère, diğer yarısı Vacherin'dır. Aslında her kantonda peynir türü değişir ama Moitié-moitié en genelidir dersek yanılmış olmayız.

Bugün ise ilginç bir fondü hazırladık, Fondue à la Tête de Moine. İlk defa deneyeceğim ama Tête de Moine kötü olamaz. Şarapla kilolarca tüketmişliğim vardır.

Şarabımız ise normalde fondue ile beyaz şarap tüketilse de, benim yüzümden bir kırmızı Côtes du Rhône.

Hafta sonunuz gizel olsun 😍❤️😋🍷



28 Aralık 2022 Çarşamba

Kokteyl Pasaport

Sevgili arkadaşlar, son bir kaç gündür yine ulvi memleket meselelerine daldım.

O kadar sinsi, o kadar bağımlı bir şey ki bu, farkında olmadan hop kendinizi ta dibinde buluyor, beş kuruşluk beyinleri olmayan dingillerle kavgaya tutuşuyorsunuz.

Kiminin yaşı başı var, bir ayağı çukurda, hadi kalbini kırmayayım diyorsunuz, tepenize çıkıyor. Kimi genç, hadi büyüyünce anlar diyorsunuz, anaa bu benden korktu deyip, tepeden konuşmaya başlıyor. Ancak çoğunluğu süzme salak ve birinci sınıf ukala. Kendidinin bile tam anlamadığı süslü terminolojileri atıyor ortalığa, konuyla ilgili, ilgisiz, bildiğini düşündüğü üç beş şeyi kafanıza kakıyor. Ne dinlemeye, ne anlamaya, ne de düşünüp, tartışmaya niyetleri var. Sadece konuşuyorlar.

İşte o yüzden biraz time-out aldım. Biliyorum, sinirlerim biraz restore olunca yine kendimi tutamayıp, siyaset sahnesine döneceğim ama bir süre için yeşil sahalardan uzaklaşıyorum.

Son günlerde bol bol Türk Youtuber gezginleri izliyorum. Hepsine de gerçekten sempati duyuyorum. Sokaklarda bileklik satarak, kaldıkları ucuz hostellerde çalışarak, gezilerini sürdürecek parayı temin ediyorlar.

Bir de öyle yerlere gidiyorlar ki, çoğumuzun gitmeye kıçı yemez. Irak'tan Ermenistan'a, Kolombiya'dan İrana, Bangladeş'ten, Meksika'ya, Afrika'nın derinliklerine, Orta Asya'nın steplerine, Chichen Itza'dan Orhun Yazıtlarına, dünya kazan, onlar kepçe geziyorlar.

Öyle çok okuyup, planlı bir biçimde de gezmiyorlar. Akıllarına ne gelirse.

Dil bakımından da çok kötüler.

Bir tanesi yakın zamanda Fas'taydı. Oralara gidenleriniz bilir, Fransızca'yı Fransızlardan daha çok severler, sular seller gibi, gerçekten çok iyi konuşurlar. Bizimki, Marakeş'te bir satıcıya kırık dökük bir İngilizce'yle bir şeyler sordu. Adam da buna Franzıca cevap verdi. Bu satıcıya dönüp, "I don't speak Arab(ic)" diye bağrındı.

Başka bir kez Moldova'da, pazarda geziyor bunlardan biri. O kaç para, bu kaç para diye soruyor, sonra da teşekkür etmek için "Spasiba" deyip ayrılıyor. "Spasiba" Rusça'da teşekkür ederim demek, ama onu da yanlış, "Spasiva" diye telaffuz ediyor. Alt yazıya da "Spasiva" diye yazmış, ben uydurmuyorum yani.

Neyse, bizimki satıcıları bir iki kez "spasiVa" 'ladı, sonra da "Moldova da böyle teşekkür edilir" dedi. Halbuki Moldova'da Rumence konuşurlar. Rumence'de de teşekkür ederim "mulțumesc" demek, o tuhaf 't' 'yi de 'ts' gibi okursunuz. Rumence öğrendiğim ilk sözcük.

Her eski Sovyet ülkede olduğu gibi, özellikle yaşlılar yada Stalin'in taşıdığı Rus asıllı nüfus belli derecelerde Rusça konuşurlar. Bizimki ise Moldovyaca konuşuyorum zannedip, Rusça "spasiVa" diyor, pazarcı babuşkalar da "Garibim Rumence bilmiyor, sadece Rusça konuşuyor" diye onu idare edip, hatta Rusça "pajaulsta" diye cevap veriyorlar.

Bu gezginlerin arasında kızlar da var. Kız başlarına her yere girip çıkıyorlar. Aferin onlara.

Ancak içlerinde Berkoo isimli bir tanesi var ki, en çok onu seviyorum. Geçen Sri Lanka'da, Youtube'dan kazandığı para ile fakirlerin gittiği bir okulun tüm çocuklarına defter, kalem, çanta, vesaire aldı. Candan, içten, çok iyi biri.

Ancak bu videoları izlerken, beni çok rahtsız eden, doğrusunu söylemek gerekirse olmasını beklediğim bir şeyle karşılaştım.

Türk pasaportu ile gezmek gitgide zorlaşıyor sevgili arkadaşlar.

Bu gözü kara gezginleri vize gerekmeyen ülkelere bile almayabiliyor, saatlerce sorguluyor, bazen de uçağa bile bindirmiyorlar.

Bunun sebepleri hepimizce malum. Tek tek detaylara girip, başınızı ağrıtmayayım. Ancak 2015 yılları civarı eğer AKP bir yasayı değiştirseydi, şu anda bütün Şengen ülkelerine vizesiz girebiliyor olacaktık. Yaşadığım yer bakımından, şans yüzüme güldü, şu dünyada vize derdim yok, ama ülke, özellikle de gençler dünyadan kopuk, bir çok fırsatı kaybediyor, hak etmedikleri davranışlarla karşılaşıyorlar.

Türk pasaportlarına çıkarılan bu zorluklar ne yazık ki daha da artacak. Kamyon kamyon göçmeni şehirlere salındığı bir ülkenin vatandaşları için elbet dünyanın gerisi daha dikkatli olacak.

O yüzden tavsiyem, eğer gezi planlarınız varsa, derhal onları işleme koyun.

Bizim ailenin pasaport durumları biraz karışık. 🐝Mezzy🐝'nin Sırp vatandaşı olsa da Sırp pasaportu, Jelena'nın da Türk vatandaşı olmasına rağmen Türk pasaportu yok. Ben Sırp vatandaşı değilim. Tek ortak noktamız, üçümüzün de İsviçre pasaportumuz olması. Bütün bunların ışığı altına Avrupa dışında bir yere giderken kaçınılmaz olarak oturup, e=mc2 hesaplarına başlarız, kim nereye hangi pasaport ile girsin şeklinde.

Örneğin orta vadede bir Orta Doğu gezisi planlıyoruz. Ürdün Türk vatandaşlarına vize istemiyor ama İsviçre ve Sırp pasaportları için vize gerekiyor. Jelena'nın Türk pasaportu yok. Bir vize almak atla deve değil, havaalanında hemen vizesini alabiliyor. Ama vize o kadar pahalı ki, onun yerine Türk pasaportu çıkarması daha ucuza geliyor.

Yine bir Küba gezimiz var ve aynı şekilde bir Küba turist kartı, 🐝Mezzy🐝 için bir Sırp pasaportu çıkartmaktan daha pahalı. Bu arada söylemiş olayım sevgili arkadaşlar, Sırp pasaportu Küba, Rusya, Çin gibi komünist ülkelerde bir numara. Ellerini, kollarını sallaya sallaya girebiliyorlar bu ülkelere. Ben "on altı" günlük bir Rusya e-vizesi için 140 dolar vermek zorundayım. Bizim hayatımızı çok değiştirmiyor ama Sırp pasaportu Şengen ülkelerine de vize gerektirmiyor. Hiç fena bir pasaport değil sizin anlayacağınız.

Sırp pasaportunu bir de herhangi bir Avrupa pasaportuyla birleştirir, kokteyle bir de bir Türk pasaportu katarsanız, sonuç mükemmel oluyor.

Bizim kızlar dünya üzerindeki 195 tartışmasız ülkenin 161'ine, her hangi bir onay, teyit vesaire gerekmeksizin, akıllarına estiği zaman gidebiliyorlar. Önceden vize yada benzeri bir onay almaları gereken sadece 34 ülke var, bunların 14'üne de hiç konsolosluğa falan gitmeden, sadece Internet üzerinden başvurabiliyorlar. Geri kalan yirmi ülke de Afganistan, Yemen, Cezayir, Libya, Nijerya gibi yerler zaten.

Bu rakamlar, Hong Kong, Taiwan, KKTC, Kosova, Kırım, Karayipler, Filistin gibi herkesin tanımadığı yada başka ülkelerin hükümranlığı içinde kalmış özerk bölgeler eklenince, çok daha iyileşiyor.

Benim skorum bir az daha aşağıda. Küba, Rusya ve Çin için vize almam gerekiyor, Çin için üstelik black-on-white, konsolosluk vizesi… Bir de Surinam var. Anlamadığım bir sebepten ötürü, Surinam İsviçre ve Türk vatandaşları için e-vize isterken, Sırplardan vize mize istemiyor.

Yukardaki tartışma, şu her yıl geleneksel olarak konuşulan "En kuvvetli pasaport hangisi" sorusunu da cevaplıyor. En kuvvetli pasaport, birden fazla ancak EU gibi aynı birliğe ait olmayan ülkelerden alınmış pasaport kokteyli sevgili arkadaşlar.

Yeri gelmişken, en kuvvetli pasaport Japon pasaportu gibi klişelere de çok takılmayın. Sadece Kongo-Bongo, Singapur pasaportuna normal vize yerine visa on arrival istediğinde, pasaport üç sıra birden yukarı fırlıyor. Yani çok afaki bir sıralama bu. En kuvvetli pasaport aslen bir Avrupa pasaportu sevgili arkadaşlar. Sizlere otuz ülkede bırakın vizesiz girişi, sınırsız oturma ve çalışma olanağı sağlıyor.

Bunları nereden mi biliyorum?

Yukarda söz ettiğim, nereye hangi pasaportla gidelim hesaplarını kolaylaştırmak için bir Excel spreadsheet hazırladım, oradan biliyorum.

Yine aynı spreadsheet'ten, Türk pasaportu ile aklınıza estiği an 104 ülkeye gidebilirsiniz. İlginizi çekerse daha detaylı önerilerde bulunabilirim ama önce Balkanlar, sonra bir güneydoğu Asya, kapanışta da bir Orta Asya turu mükemmel olur.

Balkanlar'da Bosna, Karadağ, Makedonya, Arnavutluk ve Kosova, hatta isterseniz Moldova, Güneydoğu Asya'da Tayland, Singapur, Hong Kong, Malezya, Endonezya, Vietnam (dikkat bu vize istiyor), Kamboçya, Orta Asya'da da Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan (bu da vize istiyor), Özbekistan ve Kazakistan. Bu sonuncusunu Kazakistan hariç ben de yapmadım, ve nasıl istiyorum, anlatamam. Bu geziyi bir de Doğu ekspressi ile başlatır, Erzurum, Kars, oradan Gürcistana, Batum ve Tiflise, oradan da Bakü'ye uzatarak mükemmel bir hale getirebilirsiniz.

Gezelim arkadaşlar, hayat kısa, dünya büyük.

Sevgi ile kalın ❤️

20 Aralık 2022 Salı

Roka

Sevgili arkadaşlar, İzmir bence Türkiye’nin en güzel kentidir.

Ancak Orada yaşamanın bazı ‘“trick” ‘leri vardır.

Öncelikle lokal dili konuşmanız gerekir, mesela çiğdem, gevrek, tomat, tantan şeklinde.

Sonra -yorum, -yorsun gibi ekler - yom, -yon şekline dönüşür. E.g. Geliyom, gidiyon, yapıyon…

Ancak en zoru roka (yada rokola, veya İngilizcesiyle rocket) otudur.

İzmirliler bu otu kahvaltıdan, akşam yemeği üstüne tatlılara kadar her yerde kullanırlar.

İzmirden ayrılalı otuz seneye yaklaşıyor ama rokola beni buralarda da buldu.

İtalyan mutfağının medeniyete en önemli katkısı Carpaccio dedikleri çiği et yemeğidir sevgili arkadaşlar. Carpaccio da yüzde doksan rokola ile servis edilir.

Normalde dört senelik İzmir travmamdan sonra Carpaccio’mu rokola ile yememeye çalışırım ancak Jelena Türk bakkalından bir torba almış. Mukadderat, böyle Izmir usulü Carpaccio “yiyiyoz” 😁

Akşamınız güzel olsun ❤️😍😋



23 Kasım 2022 Çarşamba

Edinburgh - Bir Peri Masalı

Edinburgh Haymarket, yani Samanpazarı istasyonundan çıkıp, otelimize doğru yürürken kendimi bir şehirde değil Disneyland’de zannettim. Gerçekten de kent bir peri masalı dekoru gibiydi. Neredeyse ortaçağdan kalma güzelim simsiyah taş binalar, merkezde bir tepe üzerine kurulmuş masalsı bir kale, devasa kulesiyle gotik bir kilise ve geri kalan her yer ağacıyla, çimeniyle yemyeşil.

Böyle yerden tabii ki Harry Potter çıkar
Ağızım bir karış açık, şehri seyrederken Jelena'ya dönüp "Şuraya baksana, böyle bir yerden tabii ki Harry Potter çıkar" dedim, sonrasında eklemeden de duramadım "Manchester gibi bir yerden de komünizm…" 😜

Edinburgh’ya geldiğimiz andan itibaren yağmur hiç durmamıştı. Öğle sağnak, fırtına falan şeklimde değil, orta şiddette ama düzenli ve tutarlı, insanın içine işlercesine yağan inatçı bir yağmur. Sokaktaki insanlar bu yağmura tamamen kayıtsızdılar. Sanki bu yağmur yokmuş gibi hayatlarını sürdürüyorlardı. Anlaşılan o kadar alışmışlardı ki, yağmur, onlar için şeffaf bir hale gelmişti. 

Yağmur, İskoçya'da hayatın o kadar ayrılmaz bir parçasıydı ki, kaldığımız otelde bir şemsiye kiralama makinesi bile vardı. Kredi kartınızı bipletip, iki pound'a bir günlüğüne şemsiye kiralayabiliyordunuz.

Check-in'den sonra hemen bir şeyler atıştırıp, Edinburgh'nun en görülesi yeri olan Royal Mile bölgesine doğru yürümeye başladık. Burası, şehrin merkezindeki kale ve oradan aşağı, etrafı pub ve mağazalarla dolu bir cadde.

The Royal Mile'a ulaşmamız on beş dakika falan almıştı ama arada bir Uber almamıza rağmen, İskoç yağmuru üçümüzü de sırılsıklam etmişti. Bunun da en güzel ilacı, İskoçya'dayken, İskoçlar'ın yaptığını yapmak, yani birer bardak Scotch içmekti!

Yağmur!
Royal Mile'ın üzerinde ilk gördüğümüz pub'a daldık. Mükemmel bir yer. Sizlere Birleşik Krallık'daki pub'lara deli olduğumu daha önce söylemiş miydim?

Bir viski söylemek için menüye baktık, ama viski bölümü tam iki sayfa! Kokulu, karamelli, çiçekli, böcekli, yukarılardan, aşağılardan, vs. diye bölümlere ayrılmış.

Biraz şaşırmıştım. Öyle viski içen biri değilimdir ama single malt, blended (harman) falan diye bir gruplama bekliyordum açıkçası. Yine beni şaşırtan başka bir şey, menüdeki bazı harmanların, maltlardan daha pahalı olmasıydı. Malumunuz single malt viski, harmanlara göre duty-free'de falan çok daha pahlıdır.

Jelena bara gidip, "Sadece viski istiyorum diyen birine ne veriyorsan, bize ondan iki tane ver" dedi. İster inanın, ister inanmayın, bardaki arkadaş bize birer bardak, bildiğiniz Johnnie Walker verdi. Johnnie Walker, viskinin ana vatanında en çok içilen markaymış! Hattızatında Edinburgh'da Johnnie Walker isimli bir cadde bile var!

İskoçya'dayken İskoçlar'ın Yaptığını Yapmak
Johnnie Walker blended, yani harman bir viski. Ama hor görmeyin, bazı varyantları menüdeki en pahalı viskilerden.

Çok başınızı ağrıtmadan, zaten bu konuda çok derin bir bilgim de yok, sizlere viski tiplerini kısaca anlatayım.

Viski, arpa, buğday gibi tahılları önce fermente edip, yani mayalandırıp, başka bir deyişle tahılın içindeki şekeri alkole çevirip, bu karışımı damıtarak, yani karışımı kaynatarak içindeki suyu buharlaştırıp, kalan alkolü topladıktan sonra, fıçılarda bekleterek yapılan bir içki türü. Tahılı doğrudan mayalandırarak yaparsanız bu viskiye straight, yani düz, tahılı mayalandırmadan önce suya basıp filizlendirir, sonrada kurutursanız bu viskiye de malt viski derler.

Malt viski sadece bir tek viskicinin ürettiği aynı tahıl maltından yapılmışsa ismi Single Malt, aynı fıçıdan geliyorsa da ismi Single Barrel Viski olur. Viski sadece fıçıda yıllanır. Şarabın aksine, fıçıda yada şişede fermantasyon devem etmez, sadece fıçıdayken tahtanın kokusunu, rengini falan alır. Şişede ise camdan herhangi bir renk, tad, vesaire alamayacağı için hiç bir değişikliğe uğramaz - şişede viski saklayıp, yıllandıracağını düşünenlere söylemeyin!

Harman viskiler malt ve/veya straight viskilerin, bazen farklı yıllardan karıştırılmasıyla yapılır. Sadece malt viskiler karıştırılırsa buna Blended Malt derler.

İşin aslı bildiğimiz viskilerin çoğu, örneğin daha önce de söylediğimiz üzere Johnnie Walker, Chivas Regal, Ballantine's, J&B falan hep harman viskilerdir. Bu viskilerin tadı hangi yıl yapılırsa yapılsın hep aynıdır, çünkü harmanlama sayesinde üreticiler tutarlı bir tatta viski yapabilirler.

Amerikada yapılan viskiye Burbon derler. Viski bu ikisinden başka bir çok ülkede üretilir.

Yani yukarda da söylediğim üzere bu viski işi öyle karışıktır ki arkadaşlar, içine bir girersek, bir daha çıkamayız. Her ülkede nasıl yapıldığına, içine ne konduğuna, hangi tür fıçılarda ne kadar yıllandığına göre nasıl sınıflandırılcağı, yani etikete ne yazabileceğinize dair farklı kurallar vardır. Önerim burada bırakmamız. Hatta viski yerine şarap içmeniz. Böylece hem daha lezzetli, hem de göreceli olarak daha sağlıklı bir alkol tüketmiş olursunuz.

Ben de, die hard bir şarapçı olarak, şarabı her daim viskiye tercih edeceğimi söylemiş olayım, ancak İskoçya'nın havasından mıdır, suyumdan mıdır, içtiğim o bir bardak Johnnie Walker'dan acayip zevk aldım.

O akşam çok zorlamadan otele döndük. 🐝Mezzy🐝 ile Jelena duş alırken ben çoktan uyumuştum.

Yıl 2004 sevgiki arkadaşlar. İkinci bekarlığımın tadını çıkardığım dönemler. Çok sevdiğim bir arkadaşım ile kendimize bir Brezilya tatili planladık. Aşılarımızı falan olup, uçuş gününde Zürih havaalanında buluştuk. Son anda kitapçıdan bir kitabı sadece Ingilizce olduğu ve best seller bölümünde olduğu için pek de ismine, yazarına falan dikkat etmeden aldım. İsviçre'de İngilizce kitap bulmak biraz eziyetlidir, o yüzden çok bakınmadım, sadece okumak için bir kenarda dursun diye aldım.

Rio'ya uçağımız o zamanki Brezilya'nın ulusal hava yolları Varig'in bir DC-10'uydu. DC-10 benim çocukluğumun uçağıdır. O günlerde en azından otuz yaşında bir uçaktı. Her tarafı dökülüyordu. Tepsim, sıkıştırdığım bir kağıtla düşmeden bir süre idare ediyor, sonradan sarsıntıdan kağıt sıkıştırdığım yerden çıkıyor, tepsi de çat diye kucağıma düşüyordu. Uyumak imkansızdı. Işık çalışmadığı için kitap da okuyamıyordum. Bütün uçuşu, uçmaktan korkup, kendini şampanyaya vuran bir Brezilyalı ile galley dedikleri mutfakta içerek geçirdim. İndiğimizde pratik olarak sarhoştum!

Rio'da çok yoğun iki gün geçirdik, otele döndüğümüzde sadece uyuyabilmiştik. Böylece havaalanında aldığım kitaba dokunamamıştım.

Sonra Amazonlar'a geçtik. Manaus'tan altmış kilometre falan uzaklıkta bir Amazon köyünde kalıyorduk. Bırakın elektriği, köye gitmek için yol bile yoktu. Tek ulaşım nehirden bir tekneyle yapılıyordu. Odalarda ise bildiğiniz bir araba aküsü, uyduruk bir lambayı yakabiliyordu, hepsi o.

Bir Amazon Köyünde Kalıyorduk
Sinekler yüzünden uyuyamadığım bir anda aklıma havaalanında satın aldığım o kitap geldi. Aldım elime ve o araba aküsü ile zar zor yanan ampülün ışığında okumaya başladım. Kitap öyle bir sardı ki, elimden bırakamıyordum. Sonrasında akü bitti, ben de odaya bıraktıkları mumu yakıp, patio'daki hamakta okumaya devam ettim. Geçmiş zaman, tam hatırlamıyorum, ama ya o akşam sabaha karşı, yada ertesi akşam kitabı bitirmiştim.

Okumayı seven biriyimdir ama çok az kitap böyle beni, benden almıştı.

Kitabın ismi The Da Vinci Code'du. Dan Brown yazmıştı. Sonradan filmini falan yaptılar, Tom Hanks başrolünü oynadı, bilirsiniz. Kitabın da, filmin de kilit sahnesi Edinburgh yakınlarımda Rosslyn Chapel isimli bir kilisede geçer. Burada başroldeki kız, Mary Magdelene'in soyundan geldiğini öğrenir.

Mary Magdelene'i bilir misiniz, bilmiyorum, tövbe etmiş bir fahişedir. Bir çok kişi onun Hz. İsa ile birlikte olduğuna inanır. Dan Brown'ın kitabına göre Mary Magdelene ve dolayısıyla Hz. İsa'nın çocukları olmuş, bunların da korunması görevi Tapınak Şövalyeleri'ne verilmişti.

Tapınak Şövalyeleri'nin bir de herkesin paşinde oldukları bir hazineleri vardır.

İdda odur ki, Tapınak Şövalyeleri, Kudüs'deki Hz. Süleyman Tapınağı’ndan topladıkları değerli parçaları, kendileri için Fransa'da yakalama emri çıktıktan sonra İskoçya'ya kaçırmışlardır. Tapınak Şövalyeleri dağılsa da, onların soyundan gelenler varlıklarını sürdürmüş, ve hazine bunlardan biri olan William Sinclair'in yaptırdığı bu kilisenin bir yerinde saklanmıştır.

Rosslyn Chapel Tapınak Şövalyeleri ile birlikte Masonlar'la da ilişkilendirilir, çünkü ileride de değineceğiz, kilise, bir taş oyma sanatı harikasıdır. Aynı zamanda ciddi miktarda insan, Masonlar'ın, Tapınak Şövalyeleri'nin devamı olduklarına inanır. Eğer öyleyse, Masonlar'ın, Hz. Süleyman'ın hazinelerini sakladığını düşünmek de mantıksız olmayacaktır.

Sonuç olarak bir ile biri toplarsak, Rosslyn Chapel'ın niçin bütün aklıevvell define avcılarının çekim noktası haline geldiğini daha iyi anlarız.

Hazinenin ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir. İnsanlar bunun Kutsal Kase'den, Hz. İsa'nın kalıntılarına kadar çok farklı şeyleri içerdiğine inanırlar.

Rosslyn Chapel'ın bir yerinde bu hazinenin saklı olduğuna inananlar işi öyle ileri götürmüşlerdir ki kazma-küreğini kapan bir çok define avcısı, kilisenin etrafını kazmaya başlamış, bina çökme tehlikesi geçirmiştir.

Bu söylentiler gerçek mi derseniz…

Bir kere içeriğini bilmediğimiz bir hazineyi nerede, nasıl ararız, bu başlı başına bir sorun. Bana sorarsanız, inançlı hiç bir Hristiyan'ın, bırakın Hz. İsa'nın kalıntılarını, kutsal kaseyi bile sarıp, sarmalayıp, toprağa gömeceğini düşünmüyorum. Eğer hazinede Ark of the Covenant varsa, ki bunun zaten kendisi kutsal sayılan koca bir sandık, gömersen, çürür, gider.

İşin aslı, eğer bir hazine varsa, bu altın, elmas gibi kıymetli taşlardan oluşuyordur. Tapınak Şövalyeleri büyük miktarda paraya sahiptiler ve bu paranın büyük bir bölümü bugüne kadar bulunamadı.

Rosslyn Chapel, Edinburgh'ya Bir Saat Uzaklıkta
Kişisel görüşüm, böylesine değerli bir hazineyi toprağa gömmenin saçma olduğu şeklindedir. Bir yerde kullanmadıktan sonra yüz yıllar boyunca bu hazine niye saklansın? Eminim ki şövalyeliklerinden çok girişimcilikleriyle ünlü Tapınak Şövalyeleri bu para ile kendilerine bir ülke almışlardır.

Zaten tarihçiler ve kilisenin sahipleri büyük bir kararlılıkla, Rosslyn Chapel'ın Tapınak Şövalyeleri yada Masonlar'la herhangi bir bağlantısı olmadığını söylüyorlar. Hoş, herhangi bir bağlantısı olsaydı da yine böyle diyeceklerdi, neyse…

Rosslyn Chappel hakkında bilmediğimiz şeylerii zaten bilmiyoruz, biz bildiklerimize bakalım.

Rosslyn Chapel, Edinburgh'ya bir saat falan uzaklıkta, şehir dışında, Roslin (yazım hatası yapmıyorum) isimli bir köyde bulunuyor. İskoç köyleri çok güzel ama Roslin daha da bir güzel. Kilise ise şimdiye kadar gördüğüm en güzel, aynı zamanda da en farklı kiliselerden biri.

Kilisenin Dışı Eski Ama Göze Hoş Görünen Taşlarla Yapılmış
Kilisenin dışı eski ama acayip göze hoş görünen taşlarla yapılmış. Ancak Rosslyn Chapel'ı ilginç kılan içi. Bütün duvarlar, tavan ve sütunlar taş oyma desenlerle kaplı. Hayatımda ilk kez görüyordum böylesini.

Apprentice Pillar isimli bir sütun var, görseniz inanamazsınız, o kadar güzel süslenmiş. Rivayete göre, ki adından da anlaşılabileceği üzere, bunu çırak bir duvarcı yapmış. Ustası bunu görünce öyle kıskanmış ki, çat diye çırağını öldürmüş.

Bir de yeşil adam figürleri var. Bunlar hep pagan sembolleri. Bütün diğer kiliselerde Hz. İsa'nın çarmıhtaki hali, Meryem Ana gibi Hristiyan figürleri bulunurken, bu kilisede pagan figürleri bulunması hayli ilginç.

Alt kattaki crypt dedikleri gizli bölmeyi de ziyaret edebilirsiniz. Filmde Sophie ve Robert'ın burada bir sahneleri var.

Oldukça üzücü, içerde fotoğraf çekmek yasak. Yoksa o güzelim oyma taştan yapılma figürleri size gösterebilirdim. Yine de Internet üzerinde bol bol resimleri var. İlginizi çekerse bir gugıllayın derim.

Çok fazla başınızı ağrıtmayayım, Rosslyn Chapel'ı ziyaret etmek için bir Dan Brown fan'i, yada bir movie buff olmanıza gerek yok. O kadar güzel bir yer ki, sadece görmek için bile gidilebilir.

Harry Potter Müze Ve Mağazası
Edinburgh'da görülecek çok şey var sevgili arkadaşlar. 

Edinburgh, Harry Potter'in doğum yeridir. Bu arada full disclosure bakımından, Amerika'ya uçarken ilk beş dakikasını izleyip, sonrasında uyuya kaldığım uçak yolcululuğunu saymazsanız, Harry Potter'ın hiç bir filmini görmedim. Aynısı Lord of the Rings ve Game of Thrones için de geçerli. Ama izlememiş olsam da, Harry Potter, Harry Potter işte.

Harry Potter'in yaratıcısı Joanne, yani J. K. Rowling, serinin büyük bir bölümünü Edinburg'da, The Elephant House isimli bir cafe'de, kahve içip, kek yerken yazmış.

Victoria Street
J. K. Rowling'in ilginç bir öyküsü var sevgili arkadaşlar. Sosyal yardım alarak yaşadığı fare dolu bir apartman dairesinden başlayıp, dünyanın en çok kazanan yazarı olmuş. Bir Portekizli ile evlenmiş, ondan bir çocuk yapmış. Ancak adam bunu her akşam dövüyormuş. Sonra boşanıp, yeniden evlenmiş, iki çocuk daha yapmış. Şimdi mutlu…

The Elephant house ciddi bir yangın geçirmiş, o yüzden biz oradayken kapalıydı. Sadece kapısının önünde bir resim çekebildik. Ancak Harry Potter nostaljisi yapmak için Victoria Street üzerinde bir Harry Potter mekanı var. Çok isterseniz, kırk pound verip, bir dal parçası alabilirsiniz.

Edinburgh Kalesi
Oraya kadar gitmişken Victoria Street’in tadını çıkarmanızı şiddetle öneririm. Siyaha yakın taşlardan yapılmış klasik Edinburgh binalarının altında kırmızıdan mora rengarenk giriş katlarını ekleyin, cihanda görebileceğiniz en hoş caddelerden birini bulursunuz.

Victoria Street'ten yukarı çıktığınızda karşınıza muazzam güzellikteki Edinburgh Kalesi çıkıyor. Kaleler dışardan güzeldir, ama içine girdiğinizde sadece taş duvar görürsünüz. Biz son zamanlarda kaleleri içerden gezmiyoruz. Hoş Edinburgh Kalesi'ni istesek de gezemezdik, biz geldiğimizde zaten kapanmıştı.

The Royal Mile caddesi, kaleden denize doğru uzanıyor. Kaleden çıkar çıkmaz karşınıza St Columba kilisesi çıkıyor. Muazzam yüksek bir kulesi var. İşin aslı bu kule Edinburgh'nun en yüksek noktası.

The Royal Mile peri masallarından fırlamış bir cadde. Her insan ölmeden önce burayı görmeli. Cadde boyunca başta St Giles katedrali, sağımızda solunuzda mağazalar, sokak çalgıcıları, pub'lar, mağazalar, aklınıza ne gelirse var. Cadde üzerinde kilt giymiş, gayda çalan tipik bir İskoç'u uzun uzun dinledik.

The Royal Mile
Edinburgh'da kaç pub'a girip, kaç bardak şarap ve viski içtik, bilmiyorum. Rötar yapıp, bizi havaalanında saatlerce diken uçağımız, bu gezimizde yolunda gitmeyen tek şeydi. Onun dışında gerçekten güzel vakit geçirdik.

Edinburgh'da kaç pub'a gittik, bilmiyorum.
Edinburgh, Avrupa'da gördüğüm en güzel kentlerden biri. Yolunuz düşerse demiyorum, yolunuzu düşürün ve mutlaka görün.

Sevgi ile kalın ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...