16 Mart 2022 Çarşamba

Berlin

Berlin'in Brandenburg havaalanına ilk inişimdi. Daha önceden hep Tegel'e iner kalkardık. Şimdilerde Tegel kapatıldı, herkes bu yeni havaalanını kullanıyor. Hoş, bu havaalanının beşinci terminali Schönhagen havaalanının eski tren istasyonu ama Schönhagen açık mı, kapalı mı, yoksa Brandenburg'a entegre mi edilmiş anlamak zor.

Berlin böyle acayip bir kent sevgili arkadaşlar. Uzun süre bölünmüş bir durumda kaldığı için her şeyden iki tane var. Üstüne bir de Sovyetlerin soğuk savaşın başında kara ulaşımını kapatmalarından sonre Amerikalıların bütün şehri hava yoluyla doyurması gerektiğinden bol bol havaalanı yapmışlar. Neyse ki bugünlerde bütün bu ıncık cıncık havaalanları Brandenbutg'da konsolide olmuş gibi.

Almanya doğası ile cennet gibi, her yeri yemyeşil dağlarla, nehirlerle bezenmiş bir ülke. Ancak şehirleri Avrupanın en sıkıcı şehirleri. İkinci Dünya Savaşı esnasında dümdüz edilmiş, sonrasında ise şimdiye kadar gördüğüm en kötü mimariyle yeniden inşa olmuş. Bütün ülkenin şehirleri çocukluğumun Karadenizli müteahhitlerin elinden çıkmış gibi. Bir de Demokratik Almanya zamanından kalma komünist tarzı binalar var ki, hapisane blokları gibiler. Üstüne modernlik olsun diye bir de her yere ütopik, çizgi filmlerden kalma birer televizyon kulesi dikmişler, böylece şahmış, şahbaz olmuş Almanya'nın büyük şehirleri.

Kısacası Almanya'yı gezecekseniz küçük kentlerini, köylerini gezin, büyük şehirlerinden uzak durun derim. 

Ancak Berline bir istisna şerhi koymak lazım. Bu Berlin'in güzel bir şehir olmasından değil, tarihte çok önemli üç dönemi birden içinde barındırmasından. Krallık Almanya'sı, Nazi Almanya'sı ve Sovyet Almanya'sı. Gerçekten bu şehirde her üçinden de bir şeyler bulmak mümkün.

Geçenlerde size Berlin'e üç kez gelmiştim diye yazmışım, düşününce iş için bir kez daha geldiğimi hatırladım. Yani bu son gelişimizle birlikte beş kere ziyaret etmişliğim var bu kenti. Bunlardan ilkinde iş için değil, gerçekten ziyaret için geldiğimizden, bol bol gezip, havasını koklama şansımız olmuştu. Bu kez ise, sadece yarım gün geçirecektik, o yüzden biraz hızlanıp, en azından 🐝Mezzy🐝'ye bir iki hatıra fotoğrafı bırakabilmek için yola koyulduk.

Berlin ziyaret etmesi zor bir şehir arkadaşlar, aynı Almanya'nın geri kalanı gibi. Sebebini sizlere şöyle arz edeyim.

Bir Alman arabası kullandıysanız, beni daha iyi anlayacaksınızdır. Yanlış anlamayın, bugün de dahil hayatımın yarısından fazlasında Alman arabaları kullanmaktayım. Dünyanın en iyi arabalarını yaparlar. Ancak bu arabaları kullanmak için okumak ve sonucunda öğrenmek, bilmek gerekir. 

Çoğu kez özellikle önceki arabalarım bir aksaklığı bildirdiğinde yolun kenarına çekip, çam ağacından süzülen bir su damlası, yada "Error 1234" nedir, ne demektir, el kitabına, veya daha yeni zamanlarda İnternet'e bakmak zorunda kalırım. Alman arabaları sizle konuşurken böyle kriptik olurlar. Örneğin yağ azaldı demek yerine bir hata numarası verir, yada anlamak için Picasso'nun danışmanlığına ihtiyaç duyacağınız ikonlarla, şekillerle dertlerini anlatmaya çalışırlar.

Neyse ki şu anki arabamız yağ bittiğinde "Yağ koy", su bittiğinde de "Su koy" diyor.

Berlini gezmek de benzeri nedenler yüzünden çok kolay değil. Ben senin hayatını kolaylaştırmayacağım, yaşamak istiyorsan bileceksin kardeşim diyorlar kısaca.

Örneğin S-Bahn yerin üstünden, U-Bahn da yerin altından giden trenlerin adı. Berlin'de bir yerden bir yere gitmek istiyorsanız bu terminolojiyi mutlaka bir kenara not edin. 

U-Bahn

Böyle bir ayrıma neden gerek duyduklarını anlamak çok zor. Sonuçta trene binen birinin amacı bir yerden, bir yere gidebilmek. Kime ne yerin altından mı, üstünden mi gittiği? Gözünü sevdiğimin New York'unda, bir trene binersiniz, yerin altına da girer, üstüne de çıkar, binaların üzerinden geçer, denizin altına dalar. Yerin üstünden giden bir trenden inip, yerin altından gidiyor diye başka bir trene binmezsiniz. 

Alman kafası böyle çalışıyor işte. Tabii, Google Maps'ın kurbanı olmuş da olabiliriz ama çok kısa mesafeler için de olsa bir çok kez S-Bahn'dan inip, U-Bahn'a bindik ve sanki S-Bahn sadece yer üstünden, U-Bahn da sadece yer altından gider gibi bir obsesyonları olmasaydı, bu kadar tren değiştirmeden de aynı yere gidebilecektik.

Başka bir örnek. 

Her yerde olduğu gibi Berlin Metrosu'nda da (Oldu mu şimdi? Boşuna mı bu kadar yazdık? Hala "metro" diyoruz. U-Bahn! U-Bahn!) renklerle kodlanmış farklı hatlar var. Bu hatlardan ikisinin kesiştiği bir istasyondayız. Renkleri tam hatırlamıyorum ama öykümüz bakımından pembe ve kahverengi hatlar diyelim.

Yine her yerde olduğu gibi bu hatlar da aksi iki yöne gidiyorlar. Burada öyle sürpriz yok.

İstasyona girdiğimizde pembe tren vınnn diye önümüzden geçti. Biz de pembe trene bineceğiz ama aksi yöne gidenine. Hemen iki metre karşıda, parelel bir hat var. Biz de karşıya geçip, aksi yöne giden pembe trene binmek üzere beklemeye başladık. Aney! Aynı yöne bu kez kahverengi tren gelip durdu. Normalde karşıdaki hat, aynı rengin aksi yönü olur, bizimkisi başka rengin aynı yönü çıktı.

Raylar boyunca sütunlar var. Hangi tren hangi hatta olacak, bakalım dedik, her sütunda biri olmak üzere ikişer renk, ikişer yönden dört ayrı istasyon listesi var. 

Biraz debelenince anladık ki bizim karşı yöne giden pembe tren merdivenlerden çıkıp, elli metre öteye gittiğinizde başka bir ikiz hattan geçiyor.

Yani raylar şöyle sıralanmış. Pembe ileri - kahverengi ileri - 50 m - kahverengi geri - pembe geri!

Bileceksin işte… 

Ertesi sabah uçağımız sabahın köründe kalkacağı için havaalanının dibinde tipik bir business otel bulmuştuk. Oradan da Berlin'e gitmek için S-Bahn'a bindik. Bir durak sonra da bir anons. "S-Bahn hatlarında sorun var, buraya kadar" Bunu anlayacak Almanca'yı nereden biliyorsun diye sorarsanız, Almanya'da anonslar, işaretler falan mutlaka İngilizce olarak tekrar ediliyor. Ancak lokal dili, yani Türkçe'yi, konuşabildiğim için çoğu zaman İngilizce'ye bile gerek kalmıyor. Bunu demişken, Almancama da laf söyletmem hattızatında. Hochdeutsche konuşurum. "Ayn, zvay, dray, şnel"…

İndik trenden. Birine "Nasıl Berlin'e gideriz?" diye sorduk, "Otobüsle" dedi. Bu arada şapka çıkarıyorum, İngilizce konuşamayan Alman yok gibi.

Başka bir kızı durdurduk, "Otobüs durağı nerede?" diye sorduk. Biraz dikkat edince anlamamak mümkün değil, kızımız lezbiyen! Burun halkası, tatue, piercing, dayı stili konuşma, vs. 

Karı Jelena'yla canım cicim, benim yüzüme bile bakmıyor. Bir şey soruyorum, cevap bile vermiyor. Neyse, sağ, sol, elli metre falan, otobüs durağını tarif etti bize. 

Kırılan erkeklik gururumu, durakta bekleyen, bu kez heteroseksüel bir kıza "Berlin'e gitmek için hangi otobüse binelim?" şeklinde sorarak ve bir gülümseme eşliğinde cevap alarak tamir ettikten sonra Berline'e doğru yola koyulduk.

Öyle yerlerden geçtik ki, sanki Berlin’de değil de Moskova'nın banliyölerinde geziyor gibiydik. Yukarda yakındığım Karadenizli müteahhit eseri mimariyi bile mumla arıyorduk. Her yer kare, dikdörtgen, binalar, kapılar, pencereler hep aynı. Sanki beş yaşındaki bir çocuk, eline bir cetvel alıp, çizmiş bunları. Tatsız, zevksiz, renksiz, tam anlamıyla bir komünist tarzı.

Berlin'i eskiden beri Doğu ve Batı Berlin diye bilir, duvarın bu iki kesimi cart diye ortadan ayırdığını düşünürüz. Gerçekte Berlin tamamen eski Doğu Almanya sınırları içindeydi ve duvar Doğu/Batı Berlin'i ayırmak yerine, bütün Batı Berlin'i çevreliyordu. Kısacası merkezden dışarı doğru ilerlediğinizde her yer eski komünist toprağıydı. Düşününce bu eski Sovyet tarzı mimariyi görmek çok da fazla sürpriz sayılmazdı.

Berlin'de gezerken farklı bir fenomenle karşılaştım. Eskiden trende, otobüste, sokakta genellikle bizim abbaslar çıkıntılık yaparlardı. Bağırırlar, çağırırlar, itişirler, kısaca göze batarlardı. Görünüşe göre bu günlerde nöbeti Polonyalılar devralmış. Her yerde Polonyaca duyuyordum. İyisi, kibarı, işadamı, öğrencisi, köylüsü, her yer Polonyalı dolu.

Otobüsten indikten sonra başka bir S-Bahn ile şehir merkezine giderken, yanımıza iki Polonyalı abbas oturdu. Bir tanesinin elinde bir bira şişesi, yarın yokmuş gibi içiyor. İçmesine de gerek yok aslında, ayakta duramayacak kadar sarhoş, "Kurva, kurva!" diye bağrınıyor. Diğeri biraz daha sakin, bu bağırdığında sus falan diyor.

Sarhoş olanı uzanıp, Jelena'nın çizmesine dokundu. Tamam dedim, papaz oluyoruz bunla. Adamla itişmek önemli değil, o kadar sarhoş ki, bir Osmanlı'ya bakıyor. Derdim, elli beş yaşından sonra kızımın önünde maymun olup, yerlerde yuvarlanacağız.

Polonyaca buna "Uwaga/Abartma" dedim.  Bana "Polınyaca konuşuyor musun?" diye sordu, "Hayır" dedim. Herhalde anladı ciddi olduğumu, bu kez alttan almaya başladı. Bu arada yanındaki arkadaşı polis falan gelecek diye düşündü ki, ilk durakta inip, başka vagona gitti.

Sarhoş olanı İngilizce bir şeyler diyecek, çıkmıyor ağızından. Tarzanca üç beş kelime ettik. Sonraki durağa geldiğimizde "Fucking shit, I go" dedi ve koşup, kayboldu. Hollywood'un zararı bu işte. Adam İngilizce iyi günler diyemiyor, ama fucking shit demeyi biliyor. Cool oldum falan zannediyor herhalde böyle saçma sapan, hatta çocukça, beşinci sınıf argo kullanınca.

Neyse, yolu açık olsun, bizi bırakıp, gitti baba. Biz de istasyonumuzda inip, 🐝Mezzy🐝'ye bir burger aldıktan sonra, Berlin’deki ilk ziyaret noktamıza doğru yola koyulduk.

Brandenburg kapısı

Berlin'in en bilinen yeri herhalde Brandenburg kapısıdır. Aslen krallık Almanya'sından, yani Prusya Krallığı'ndan kalma olsa da, ben bu güzel anıtı nedense hep bir gece Nazi askerlerinin meşaleler ile altından geçtiği bir fotoğrafla hatırlarım. Kapının sağımda ve solunda ise yine DDR zamanından kalma Duma benzeri komünist binalar bulunur. Kapı eski Doğu Berlin'de kalmış olsa da sınıra, dolayısıyla da duvara çok yakın bir yerdeymiş.

Yeri gelmişken bir tekzip yapalım. Derdim komünistlerle değil, komünist mimariyle. İşin aslı komünistleri fazlasıyla severim, yeter ki inşaat işine girmesinler…

Brandenburg kapısının hemen yakınında çitlerin üzerinde bir sıra haç görebilirsiniz. Bu haçlar duvardan atlayıp, Batı'ya kaçmaya çalışırken hayatlarını kaybedenler için tasarlanmış, anıt demek istemiyorum çünkü üzücü bir ortam, bir yas noktası diyelim.

Bir sonraki durağımız yine Almanya'nın üç hatta bugünkü haliyle dört dönemine de iz bırakmış, hibrid bir anıt. 

Reichstag binası. 

Bu bina da Prusya günlerinden kalma. Krallığın parlemento kılıklı bir biriminin toplanma yeri olarak yapılmış. Ancak Reichstag, Hitler'in iktidarını perçinlediği bir olaya konu olması bakımından önemlidir.

Reichstag

Hitler Şansölye olarak yemin ettikten çok kısa bir süre sonra birileri Reichstag binasını kundaklar, bina da cayır cayır yanar. Hitler, Marinus van der Lubbe isimli, Hollandalı bir komünisti bu kundaklama ile suçlar ve gomonistlerin Almanya'ya komplo kurdukları propagandasını yapmaya başlar. Bir nevi dış güçler mevzuu sizin anlayacağınız. 

Garip Van der Lubbe gencecik yaşında mahkum olur ve cırt diye kafasını giyotinle keserler. Sonrası olağanüstü hal, Gestapo ve Üçüncü Reich falan, malumunuz. Bunlar o kadar klişe işler ki başka örneklerini duyduğumda artık uykum geliyor. 

Neyse. 

Reichstag binası, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Kızıl Ordu Berlin'e girdiğinde Ruslar'la Almanlar'ın göğüs göğüse epik bir mücadelesine sahne olmuş. Birçok kişi Hitler'in bir gün önce intahar etmesine rağmen, Berlin'in düştüğü an olarak Sovyet bayrağının Reichstag binasına dikilmesini gösterir. 

Reichstag binasını Ruslar almış olsa da savaş bittikten sonra Batı Berlin sınırları içinde kalmış. Büyük olasılıkla bu yüzden etrafında Duma kılıklı komünist yapılar yok.

Reichstag Almanya'ların birleşmesine kadar boş boş beklemiş - unutmayalım, Federal Almanya'nın Parlementosu o zamanki başkentleri Bonn'daydı, sonra da birleşik Alman Parlementosu'na ev sahipliği yapmaya başlamış. Bu esnada sivri akıllı biri bu güzelim binanın tepesine manasız koca bir cam kubbe dikmiş. Modernlik adına o güzelim tarihi binaların ırzına geçilme işine çok sinirleniyorum sevgili arkadaşlar. Benzeri bir sakillik Louvre müzesinde var. Başka bir sivri akıllı müzenin bahçesinin tam ortasına camdan koca bir piramit yapmış. Yazık…

Reichstag'a kadar giderseniz, hemen ilerisinde de yeni, siz Türkler nasıl diyor, yeni Şansölyelik (Chancellery), ez cümle Başbakanlık binası var, orayı da görün. Çok sade ama çok modern, havadar bir bina yapmışlar. İlk gördüğümde içinde Angie teyze vardı. Hey gidi günler…

Holocaust Anıtı

Reichstag'ın biraz ilerisinde İkinci Dünya Savaşında hayatlarını kaybeden Yahudiler için geniş bir alan üzerine beton bloklarla bir memorial yapmışlar. On iki sene önce içini de gezmiştim, yolunuz düşerse dilinizi, dininizi bir kenara bırakıp, sadece insanlığınızı yanınıza alıp gezmenizi öneririm. Holocaust, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biridir. Biz çoğunlukla Hitler Yahudilerden sabun yapmış gibi çocukça, ciddiyetsiz bir iki basmakalıp cümleyle geçiştiririz bu olan biteni. Halbuki o on senelik zamanda çekilen acıların, annelerini, babalarını kaybeden çocukların, çocuklarını kaybeden ailelerin, neredeyse yeryüzünden silinen bir neslin dramının tanımı çok güçtür. 

Bu üzücü alanı hızlıca geçtik çünkü 🐝Mezzy🐝 çok fazla soru sormaya başlamıştı. Anıtın öbür ucuna ulaştığımızda "Bu insanları öldüren kötü adama ne oldu sonunda?" diye sordu. "Şimdi o adamın öyküsünün bittiği yere gidiyoruz, orada anlatırım"dedim.

Sıradaki durağımızın günümüzde bir tabeladan başka görecek  bir şeyin yoktu, ama insanlık tarihinin şekillendiği çok önemli bir noktaya gelmiştik sevgili arkadaşlar.

Biliyorsunuz Hitler önce Şansölye, yani Başbakan seçilmişti. Bu esnada krallığın, yada bilinen ismiyle Reich'ın bir başkanı, parlementosu falan vardı. Hitler devlet işlerini diğer Şansölyeler gibi Wilhelmstraße 77'deki Şansölyelik binasından idare etmekteydi. 

Sonra Führer, yani tek adam oldu, parlementoya falan da gerek kalmadı haliyle. Sonrasında Şansölyeliği kendi özel rezidansı haline getirdi.  

Şansölyeliğin bahçesinde de hava akınlarına karşı ufak bir sığmak vardı. Bu sığınak büyütülüp, koca bir yeraltı kompleksi haline getirildi. Hitler burada evlendi, burada öldü. Yine aynı sığmakta tarifi zor trajediler yaşandı. Burayla ilgili sayısız kitap yazıldı, film yapıldı.

Hitler'in sığınağı,

Şansölyelik, yani Reich Chancellery binası savaş esnasında yerle bir olmuş. Sığmak ise 1980'li yılların sonuna kadar varolmaya devam etmiş, sonrasında da şehir planlamasının bir parçası olarak neredeyse tamamen yıkılmış. Ama öyle bir hallaç pamuğu gibi atmışlar ki, bir arsaya bakıp, Şansölyelik binası yada sığınak buradaymış diyemiyorsunuz. Yeni yapılan binalar Şansölyeliğin ve sığınağın alanını parça parça örtmüş. 

Söylene göre bir iki koridor hala ayaktaymış ama tabii ki kimse giremiyor. Neo Naziler burayı bir mabede döndürmesinler diye yakın zamana kadar sığınağın yerini işaretleyen bir tabela bile yokmuş, iki binli yılların başında uyduruk bir tabela koymuşlar.

Hitler'in sığınağı, yani Führerbunker bugün ailelerin yaşadığı apartman blokları ve bunların park yeri halinde. Bir de yukarda bahsettiğim tabela var, hepsi o.

Hitlerin son günleri hakkında çok şey okudum, çok belgesel ve kurgu yapımları izledim. Aslında söyleyeceğim de çok şey var ama yazıyı tarihi bir makaleye dönüştürmemek için burada durayım isterseniz. Ancak bu konuda bilgi sahibi olmanızı şiddetle tavsiye ederim. İnsanlık tarihinin kısa da olsa çok önemli bir bölümü, ve bu süreçte unutmamamız gerekli bir çok olay bu mekanlarda geçmiş. 

Sıra Berlin gezimizin en hayati, en kritik aşamasına gelmişti. 

Laponya'ya gitmek için illa da Berlin'den geçmek gerekmiyordu. Eğer isteseydik İskandinavya yada Baltık ülkelerinin herhangi birinden de aktarma yapabilirdik. 

Ama Berlin'i seçtik. 

Takim ruhunu bozmamak için "biz" 'li geçmiş zaman kullanıyorum. İşin aslı Berlin'i seçen yalnız başına Jelena. Bunun da bir tek nedeni var, kebap.

Jelena yarım ekmek bir döner
söyledi

Avrupa'nın en güzel kebabı Almanya'da, Almanya'nın da en güzel kebabı Berlin'dedir sevgili arkadaşlar. Bu arada kebap dediğim aslımda bizim döner. Buralarda dönerin adı kebap kalmış, Almancılığıma, daha da doğrusu İsviçreliciliğime verin.

Sağa sola koşuşturmaktan neredeyse akşamı etmiştik, kebap yiyeceğiz diye de ikimiz de ağızımıza lokma koymamıştık. Kendimize içinde dönerci bulunan bir AVM bulduk. Normalde Jelena küçük sandviç, yarım döner falan yer, bu kez full-size yarım ekmek bir döner söyledi kendisine. Ben de Türk ayranı ile koca bir dürüm yedim.

Kebaplar bitene kadar hiç konuşmadık birbirimizle…

Alış veriş merkezinden çıkıp, planladığımız son ziyaret noktasına ulaştık. 

Burası eski Berlin Duvarı'nın üzerinde, Doğu Berlin ile Batı Berlin arasındaki bir geçiş noktası. İsmi de Checkpoint Charlie.

Checkpoint Charlie'nin Charlie'si aslında "C" harfi, yani Kontrol Noktası C. Charlie, harf kodlanırken "C" için kullanılan sözcük.

Checkpoint Able, yani "A", Doğu ile Batı Almanya sınırında, otoyol istinde bir kontrol noktası. Checkpoint Baker, yani Kontrol Noktası B ise Doğu Almanya’dan Batı Berline giden bir otoyol üstünde bir nokta.

Küçük bir hatırlatma yapalım. Bugün hiç bir kaynakta Checkpoint Able yada Checkpoint Baker isimlerini bulamazsınız. "Able", "Baker", "Charlie", "Dog", vs. İkinci Dünya Savaşı esnasında ABD ordusunun kullandığı kodlardı. NATO 1956 yılında bu kodları yeniledi ve her dilde anlaşılabilen "Alpha", "Bravo", "Charlie", "Delta", vs. şeklindeki modern sözcüklere döndü ("Alpha" aslında İngilizce'nin aksine "Alfa" falan yazılır, off, çok girmeyelim bu işe). 

Checkpoint Charlie

Yukarda bahsettiğim kontrol noktaları soğuk savaşın popüler mekanları olduğundan daha ziyade yeni NATO kodlarıyla anılır. Eğer gugıllarsanız, Checkpoint Baker yerine, Checkpoint Bravo ile karşılaşırsınız. Neyse ki Charlie, her iki kodlama sisteminde de aynı. Bu bilgi eminim hayatınızı değiştirecektir ancak teşekkür etmenize gerek yok, bir amme hizmeti olarak kabul edin.

Herneyse. Checkpoints A & B otoyollar üzerinde bulunduğundan çok renkli yerler değillerdi. Charlie ise Doğu ve Batı Berlinin tam ortasında olduğundan casusu, ajanı, kaçanı, uçanı hep bu geçişi kullanırmış. O yüzden çok popüler bir yermiş. Nizamiye ve kum torbaları hala var. Ancak bu mekanın belki de en funky reliği, İngilizce, Fransızca ve Rusça üç dilde "Amerikan sektöründen çıkıp, Rus sektörüne giriyorsunuz, farkındasınız değil mi" tabelasını kaldırmışlar. Hayallerim yıkılmıştı. Umarım geçicidir ve tekrar yerine koyarlar.

Checkpoint Charlie'nin biraz ilerisinde koca bir Sovyet kızıl yıldızı, bir Doğu Alman plaketi, Berlin duvarından da bir parça var.  Kaldırımlarda da duvarın geçtiği yerler işaretlenmiş. Duvarın daha uzun olduğu West Side gibi bölgelere gidecek zamanımız yoktu, zaten hava kararmıştı o yüzden Berlin Duvar anılarımız için bu küçük duvar parçasıyla yetinmek zorunda kaldık.

Sovyet kızıl yıldızı ve
Doğu Alman plaketi

Üçümüz de yorulmuş, yağmurun altında sırılsıklam, soğuktan titremeye başlamıştık.

Gecemizi geleneksel Hard Rock Cafe’de sonlandırdık.

Hard Rock Cafe Berlin çok güzel bir restoran. Hem içinde sergilenen çok özel gitar, davul, giysi vs. var, hem de çalışanlar çok kibar, işini bilen insanlar. Üzerine bir de Alman titizliği ve disiplinini ekleyin, şaşırmadan edemiyor insan.

Masaya giderken kız "Herhangi bir yiyeceğe alerjiniz var mı?" diye sordu. Bir de tam adamına sordu! Alerji listemi sıraladım, domates, tavuk, balık, domuz. Kız hepsini not aldı.

Aradan bir beş dakika geçmişti ki, bu kez mutfaktan aşçı masaya geldi. "Naçoların üzerinde salça ile pişmiş fasulye var. Onu tabağın kenarına mı koyayım, ayrı bir kapta mı getireyim?" diye sordu. Başka yerde olsa "S.ktir et ibneyi, koy gitsin" derler, ben de sabaha kadar kaşınırdım.

Berlin'de görecek daha bir çok yer var elbette. Nehir kenarı ve buradaki cafe'ler mükemmel. Nazi'lerin kitap yaktıkları meydan, Gestapo, SS ve üçüncü bir polis teşkilatının karargahları üzerine yapılmış terör müzesi, Doğu Alman nöbetçi kulübeleri, katedraller, müzeler, Berlin Tren İstasyonu falan hep görülesi mekanlar. Haa, bir de Jetgiller'in TV kulesi var. Eksik kalmasın, görün mutlaka…

Hard Rock Cafe Berlin

Ertesi sabah uçağımıza binmeden o çok ihtiyacımız olan kahvemizi içtik. Almanya için her şeyi söyleyebilirsiniz sevgili arkadaşlar ama kahvesi on numaradır. Hem de öyle İtalyanlar gibi damlalıkla getirmezler. Gözünüz doyar sizin anlayacağınız.

Yıl 2006. Jelena ile Güney Amerika'ya uçuyoruz, ya Münih, ya Frankfurt'ta aktarmamız var. Havaalanında bir cafe'ye oturduk. Ben "Büyük bir kahve istiyorum" dedim. Garson "Ne kadar büyük?" diye sordu. "En büyüğünden" dedim. Abartmıyorum, kahve hamam tası büyüklüğünde bir kapta geldi. Yarım litre vardı desem yeridir.

Kahve İskandinavya'da da çok güzeldir. Bu gezimizde kahve sorunumuz olmayacak yani.

İşte Almanya böyle ilginç bir yer, Almanlar da böyle ilginç insanlar sevgili arkadaşlar. Deli gibi çalışan, titiz, disiplinli, çok şey başarmış bir ırk. Ama hepsi de nev'i şahsına münhasır insanlar. Ya onlar gibi düşünmek, ya da Almanya'ya gitmemek gerekiyor. Orta yolu yok sizin anlayacağınız.

Almanya'da görülecek çok yer var, ömrüm yeterse de hepsini göreceğim. Ancak bu gezide hedef Almanya değil, Kuzey Kutbu! O yüzden Berlin'e veda edip kuzeye doğru yola devam edelim.

11 Mart 2022 Cuma

Parası Üç Yıl Önce Ödenmiş

Kızımız normale göre çok geç katıldı ailemize sevgili arkadaşlar. Biraz da bu yüzden, onunla ilgili bir çok şey için biraz aceleci davrandık. Çocuklar sever diye daha beş aylıkken Disneyland'e götürdük, garip 🐝Mezzy🐝'cik arabasından zar zor başını kaldırıp, sağa sola bakabildi. Paris'e götürüp, Eyfel kulesini gösterdik, agu-bugu deyip, uyumaya başladı.

Sevgili karım Noel Baba'yı çok sever. Her Noel, Noel ağacını sanki Noel Baba gelecekmiş gibi süsler, aylarca kaldırmaz. Sırbistan'dayken yüzlerce kilometre gidip, sevdiği bir Noel ağacını, başka bir şehirden de süsleri almıştık.

Hristiyan dünyasında Noel Baba, uçan ren geyiklerinin çektiği kızağıyla damdan dama gider, bacadan girip, çocukların hediyelerini Noel ağacının altına bırakır. Noel Baba geldiğinde yemesi için kurabiye ve süt, ren geyikleri için de bir kaba tuz koymak adettendir.

Jelena'nın katkısıyla, 🐝Mezzy🐝'de Noel Baba fikrine bayağı bayağı angaje oldu. Her Noel annesiyle birlikte Noel ağacını süsledi, ağacın altına kurabiye, süt ve tuz koydu, Noel Baba'ya istediği hediyelerin listesini gönderdi. Noel Baba da elbette onu kırmadı, istediği bütün hediyeleri getirdi.

Böylece sevgili kızım ve Noel Baba arasında güzel bir arkadaşlık kuruldu.

Noel Baba'ya biz her ne kadar sahip çıksak da, senaryo icabı, onu İzmir'in güneşinden ziyade kuzeyin karlarında aramak daha makuldür. İşin aslı, dünya Noel Baba'nın Finlandiya'nın en kuzeyindeki Laponya bölgesinde yaşadığını düşünür.

Laponya'nın Rovaniemi kentinin yakınında da Santa Claus Village isimli bir köy vardır. Santa Claus, yada Saint Nicholas hattızatında Noel Baba'nın ismidir. Mr. Claus ve eşi Mrs. Claus rivayete göre bu köyde yaşarlar.

Jelena, 🐝Mezzy🐝 doğduğundan beri onu bu köye götürmeyi düşlemişti. Ancak bu kez acele etmeden usulü ile yapalım dedik ve en azından 🐝Mezzy🐝'nin nerede olduğunu anlayacak kadar büyümesini beklemeye karar verdik. Çok acele edersek, ta oraya gitmişken, 🐝Mezzy🐝 yine agu-bugu deyip, uyumaya başlayabilirdi.

Daha da kötüsü olabilirdi sevgili arkadaşlar.

Burada, Montreux'nün kıyısındaki bir dağda da çakma bir Noel Baba köyü var. 🐝Mezzy🐝 henüz bir buçuk yaşındayken buraya götürmüştük. Beyaz sakallı, kırmızı elbiseli koca bir adam Ho Ho Ho diye kollarını açıp, onu kucaklamaya çalıştığında bayağı korkmuştu canım kızım.

Beyaz sakallı, kırmızı elbiseli koca bir adam Ho Ho Ho diye kollarını açıp, onu kucaklamaya çalıştı

Çok fazla beklemek de zararlı olabilirdi. Çocuklar büyüdükçe Noel Baba'nın gerçek olmadığını idrak ediyorlar haliyle. Bir kaç yıl sonra 🐝Mezzy🐝, Noel Baba köyünü "Ben artık büyük kız oldum" deyip, dudağını bükerek de gezebilirdi.

Doğru yaş dört-beş falan diye düşündük ve Rovaniemi'ye 🐝Mezzy🐝 dört buçuk yaşındayken, yani 2020'nin Şubatında gitmeye karar verdik. Santa Claus köyündeki otelimizi ve aradaki otel ve uçak biletlerimizi 2019'un yazının sonunda aldık. Lozan'dan Rovaniemi'ye uçak olmadığından, bir kaç kez vasıta değiştirmek, bu esnada da bir-iki farklı şehirde gecelemek zorundaydık.

Tam yolculuğa hazırlanıyorduk ki, ilk dalga COVID vurdu!

Garip Jelena üçümüz için kişi başı altı tane uçuş ile dört tane falan oteli apar topar iptal etmek zorunda kaldı. Santa Claus köyündeki otel rezervasyonunu ise 2021 Şubatına kaydırdı. Noel Baba köyüne bir yaz günü gitmek pek manalı olmayacağından, gelecek kışı beklemeye karar vermiştik.

2020 Aralığında ise ikinci dalga COVID vurdu.

Jelena artık bir seyahat acentesi maharetiyle rezervasyonları iptal edebiliyor yada değiştirebiliyordu. Bu süreçte elimizde bir dolu EasyJet, Air Baltics, KLM gibi havayollarının voucher'ları birikmişti. Jelena bunları başka yerlere giderken kullanıyor, konaklama otellerinin bağlı olduğu zincirleri buluyor, iptal ettiği rezervasyonları diğer gezilerimizdeki aynı zincirin diğer otellerinde kullanıyordu.

Jelena sadece Noel Baba rezervasyonunu iptal etmemiş, onu, geçen yılda olduğu gibi 2022'nin Şubatına kaydırmıştı. Oteldeki kız artık Jelena'yı ismen tanıyor, "Hello Mrs. Nalci, how are you today?" şeklinde emailler yazıyordu.

2021'in sonbaharında bu kez Omicron vurdu. Yine bütün ülkeler sınırları kapattı, yine bir dolu seyahat kısıtlamaları getirdiler. Bunların en pimpiriklilerinden biri Almanya idi ve Rovaniemi yolunda Berlin'de iki gece geçirecektik. Finlandiya da Fin olmayanlara aşı maşı dinlemeden test, karantina gibi bir dolu zorunluluk getirmişti.

Jelena, "Bu kez hiç bir şeyi iptal etmiyorum, bekleyelim, olursa gideriz…" dedi. Kızcağız haklıydı tabii. En önemlisi 🐝Mezzy🐝 altı buçuk yaşına gelmiş, "Noel Baba gerçekten var mı?" falan diye sormaya başlamıştı.

Ocak 2022'de işler düzelir gibi oldu. Bizler üçüncü, 🐝Mezzy🐝 ise ilk iki doz aşımızı olduk. Kısıtlamalar gevşedi, biz de üç yıl önce parasını ödediğimiz tatile gidebileceğimize yavaş yavaş inanmaya başladık.

Devam edeceğiz…


9 Mart 2022 Çarşamba

Kapıkule, İpsala…

Sevgili arkadaşlar, son günlerde malum, özellikle gençlerin Yurt dışında yaşama tercihleri ile ilgili çok şey yazılıp, söyleniyor. Amacım bu eğilimin nedenlerini eşelemek değil, nedenleri zaten hepimize malum. Sadece az biraz buradan nasıl görünüyor, sizlere onu aktarayım istedim.

Yirmi beş senedir kesintisiz yurt dışında yaşıyorum. Yakın zamana kadar buralarda karşılaştığım Türklerin hemen hemen tümünün ortak bir profili vardı. Bir cümle ile, Avrupa'da vasat altı işlerde çalışan, az eğitimli, şehirli yaşama alışamamış taşra insanları. Geri kalanlar da ya 12 Eylül'den sonra kaçanlar, yada Kürt oldukları için baskı gördükleri iddasıyla iltica edenlerdi.

Son günlerde ise bu profil dramatik bir değişikliğe uğradı.

Jelena ile aramızda ufak bir şakayla karışık oyunumuz vardır. Dışarıda iken birileri Sırpça konuştuğunda ona göz kırpar, "Brate'ler" derim. O da Türkçe duyduğunda beni dürtüp, "Abiler" der. Dönüp, baktığımızda da gerçekten Sırp'sa Sırp'a, Türk'se de yukarda bahsettiğim tipte Türkler'e benzeyen insanlar görürüz. Hatta bazen ben Sırp dediğimde, Jelena aksanlardan çıkarabildiği için Sırp değil, Boşnak, Hırvat, Makedon falan diye düzeltir. Çoğunlukla da yanılmayız.

Geçenlerde Saint-Moritz'e giden bir trendeydik. İki sıra önümüze kayaklarıyla pırıl pırıl iki kız oturdu. Konuşmaya başladılar. Türkçe! Ama normal Türkler gibi çığlık çığlığa bağırarak gülüp, konuşmuyor, hayli medeni bir biçimde, kimseyi rahatsız etmeden tatlı tatlı sohbet ediyorlardı.

Jelena'yı dürtüp, "Kaçırdın" dedim, "Abiler". "Yok canım" dedi. Geleneksel Türk emareleri göstermedikleri için dikkat bile etmemiş, alçak sesle muhabbet ettikleri için de Türkçe konuştuklarını idrak edememişti sevgili karım.

Kızlar belli ki Saint-Moritz'e kayak yapmaya gidiyorlardı. Sosyete diyebilirsiniz, ancak aralarındaki konuşmalardan istemeden duyduğum kadarıyla pek öyle sosyetik bir havaları yoktu, hatta zar zor para denkleştirip, gelmiş gibiydiler. Zaten Saint-Moritz yerine de otellerin çok daha ucuz olduğu yakın köylerden birinde indiler. Türkiye'den gelmedikleri de kesin bir biçimde belliydi, çünkü ufacık birer sırt çantasıyla seyahat ediyorlardı. Türkiye'den gelenler genellikle kaplumbağa gibi evlerini yanlarında getirirler, koca koca valizler, sırt çantaları, duty-free torbaları, vs.

Biletçiyle Fransızca, 🐝Mezzy🐝 ile yanlarından geçerken de İngilizce konuştular. Benim Türk olduğumu anlamamışlardı, ben de ses çıkarmadım.

Başka bir kez, Rovaniemi tren istasyonunda yine o tanıdık dil çalındı kulağıma. Bu kez iki aile, her biri karı, koca artı birer çocuk. Ergenlerin yaşları da taş çatlasa otuz beş. Biz otobüs beklerken onlar da araba kiralıyorlardı. Hertz adamı bunlara "Nerelisiniz?" diye sordu. "Türküz" dediler, "Ama Estonya'da yaşıyoruz".

Düşündüm. "Türküz ama Almanya'da yaşıyoruz" tamam da, bir de değil, iki Türk ailesinin Estonya'da ne işi olur?

Yine konuşmalardan kesin olarak ortaya çıkan, her iki çiftin de yüksek öğrenim aldığı, yani çağımızın insanları olduğuydu. Bu insanlara Hamburg, Köln, Gelsenkirchen gibi yerlerde rastlamış olsak hadi diyeceğim de Finlandiya'da, Kuzey Kutup Dairesi içinde rastlayınca gerçekten şaşırdım. Şaşkınlığım, Noel Baba Köyünde en az üç Türk aileye rastladığımda daha da arttı.

Bu yazıyı yazma amacım, Türk diasporasının eğitim ve yaşam düzeyinin arttığı sonucuna varmak değil. İkinci ve üçüncü nesil Alman-Türkler zaten tamamen batıya adapte olmuş dünya insanları. Doğup, büyüdükleri ülke itibarıyla ikiden fazla dil konuşuyor, dünyayı geziyor, hayattan zevk almayı biliyorlar.

Ama bir bile değil, iki ailenin Estonya'ya yerleşmesinin nedeni ne olabilir? Estonya, Baltıklar'da buz gibi, parmak kadar bir ülke. Kim gider oraya? Estonyalılar Avrupaya geliyor yerleşmek için.

Yukardakileri, sizlere düşüncelerimi biraz daha somutlaştırarak anlatabilmek için yazdım. Bu yeni tür Türklere her geçen gün daha sık aralıklarla rastlıyorum. Elbette, rastladıkça da kendi hesabıma mutlu oluyorum, çünkü geleneksel Türk sterotipinden çok çektim. Çoğunluk hala karımla sarışın olduğu için evlendiğime inanıyor. Kızcağız saçını siyaha boyayınca bir-iki arkadaşı "Kocan ne diyecek bu işe?" diye endişelenmişler. Jelena da onlara "Merak etmeyin, kocam istediği için siyaha boyattım" demiş - ki gerçek de bu.

Bu değişiklik beni mutlu etse de, Türkiye bu durumdan biraz endişelense iyi olur.

Ülkeyi yönetenler anlamadıkları için çok takılmıyorlar ama Türkiye kan kaybediyor. En değerli varlığı olan kaliteli insan gücünü elinden kaçırıyor. Bu insanlar olmadan bırakın ilerlemeyi, büyümeyi falan, Türkiye ayakta kalamaz.

Bu göçen insanlar da diş macunu gibidir. Bir çıkarlarsa geri tüpe sokamazsınız. Düşünün, genç bir doktor aile Avrupa'da bir ülkeye yerleşmiş olsun. Çocukları doğacak, onlar yerleştikleri ülkenin okullarına gidecek, o dili konuşmaya başlayacaklar, sadece çocukların değil, göç eden anne ve babaların da yeni çevreleri, arkadaşları olacak, o ülkenin şartlarına alışacaklar.

Bir mucize olup, Türkiye bir G7 ülkesi olsa bile artık dönmezler. Bu insanlar emekli olunca Mercedes'le köyüne dönüp, yerleşecek eski nesil gibi düşünmüyorlar.

Bu insanları en ufak bir şekilde kınamıyorum. Ben de olsam, aynısını yapardım. Soranlara da aynı tavsiyeyi ediyorum. Nedeni herhalde malum, burada uzun uzun tartışmaya gerek yok.

Cem Toker'in dediği gibi "Kapıkule, İpsala…"

Ancak diyeceğim o ki, bu kaçan, göçen insanların önceliği tarikatlarla helalleşmek falan değil. Olur da bu iktidar değişir, yerine gelenler de bu gidişe dur demek isterlerse, naçizane önerim olsun…

3 Mart 2022 Perşembe

Deli!

Malumunuz, Ukrayna-Rusya savaşında yavaş yavaş nükleer silahlardan bahsedilmeye başlandı. Bir arkadaş da bu nükleer işini bir toparlar mısın dedi, ben de yazmaya başladım.

Einstein e=mc2 dediğinden beri insanlık bu enerji işini daha iyi anlamaya başladı.

Madde ve enerji birbirine dönüşebilir. Aslında her ikisi de enerjinin farklı halleridir ama işin quantumuna çok dalmayalım. Einstein’ın yukardaki formülü bize der ki, madde enerjiye dönüştüğünde ağırlığı ile ışık hızının karesinin çarpımı kadar enerji açığa çıkar. Birimlerle zaman kaybetmeyelim, muazzam bir enerjidir bu. Hiroşimaya atılan atom bombası sadece 0.7 gram (yanlışlık yok burada, gerçekten 0.7 gram) maddeyi enerjiye dönüştürmüştü.

Günlük hayatımızda kullandığımız enerji miktarları bundan çok daha az ölçekte maddenin enerjiye dönüşmesiyle elde edilir. Bunlar genelde kimyasal reaksiyonlardan, yani elektronların çekirdeğe yaklaşıp uzaklaşmasından elde edilen enerji türleridir. Odun ateşi, elektrik lambası, içten yanmalı motorlar falan hep elektronların hareketlerinden dolayı ortaya çıkar.

Elektronların etrafında döndüğü çekirdeğin içinde ise çok çok güçlü bir enerji saklıdır.

Çekirdekler içerisindeki nötron ve protonları, buna ek olarak, nötron ve protonların içindeki quarkları bir arada tutan kuvvetler çok büyük olsa da menzilleri çok kısadır. Bu kısa menzilli kuvvetler Uranyum gibi çok büyük çekirdekleri bir arada tutamaz ve bu çekirdekler zamanla bölünmeye başlar.

Bu bölünmeden sonra ortaya çıkan maddeleri toplayıp, tarttığımızda ise bulduğumuz ağırlık, uranyumun bölünmeden önceki ağırlığından biraz daha azdır. Çünkü aradaki ağarlık farkına yol açan madde, enerjiye dönüşmüştür.

Atomun çekirdeğindeki bu büyük güçten enerji çıkması için illa çekirdeklerin bölünmesi gerekmez. Hatta bazen çekirdeklerin birleşmesi esnasında da ortaya çok büyük, hatta çekirdeklerin bölünmesinden çok çok daha fazla enerji çıkar.

Dört hidrojen çekirdeği birleşip, helyum atomunu oluşturduğunda ortaya çıkan helyumun ağırlığı, dört hidrojen atomunun toplam ağarlığından daha azdır. Bu farkı oluşturan madde de enerjiye dönüşmüştür.

Çekirdeklerin bölünmesiyle ortaya enerji çıkaran reaksiyona fisyon, birleşmesiyle ortaya enerji çıkaran reaksiyona da füzyon deriz.

Günümüzde kullandığımız nükleer enerjinin tümü fisyon'dan elde edilir. Burada çok sürpriz yok. Ne de olsa zaten kendi kendine çözülen uranyum gibi çekirdekleri biraz dürtünce bu enerji kolayca ortaya çıkar.

Füzyon ise biraz daha zor elde edilir. Atomların çekirdeklerinin birbirlerine yaklaşıp, birleşmeleri çok çok zordur. Hidrojen atomlarını çok güçlü bir şekilde sıkıştırmak gerekir ki birleşip, helyum olsunlar. Bu da ancak güneş gibi yıldızların merkezlerinde gerçekleşir. Güneş, bütün enerjisini füzyon yoluyla oluşturur.

Başa dönersek, insanlık bu kadar yetkin bir enerji kaynağı bulduğunda ilk iş olarak onu bir bomba haline getirip, düşman ülkenin tepesine attı. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan bombalar hep fisyon bombalarıydı. Sokaktaki insan bu bombalara atom bombası dedi ama daha entellektüel bir seviyede atomun çekirdeğinde oluşan bir reaksiyondan dolayı ortaya çıkan enerjiyi kullandıkları için bunların asıl ismi nükleer bomba oldu.

Fisyon bombaları yeteri hızda ve sayıda insan öldüremediklerinden, askerler gözlerini çok daha yetkin füzyon reaksiyonuna çevirdiler.

Hidrojen atomlarının çekirdeklerini yan yana getirmek için ya çok fazla sıkıştırmak, yada çok daha yüksek hızlarda birbirlerine çarptırmak gerekiyordu. Sıkıştırma yöntemi güneş gibi devasa yıldızların merkezlerinde yerçekimi sayesinde gerçekleşebilse de, naçizane bir bombanın içinde bu basınç dizeylerine ulaşmak olanaksızdı.

Madem basınçla olmuyordu, belki atomların hızını artırarak füzyon uluşturulabilirdi.

Hız enerji ile elde edilir, enerjinin en basit hali de ısıdır. Bu nedenle bilim adamları hidrojen atomlarını füzyon oluşturacak kadar yüksek hızlara ulaştırıp, füzyon elde etmek için hidrojen dolu bir bombanın içinde eski moda bir fisyon bombası patlattılar. Buradan çıkan ısı, biraz eksantrik özel bir tür hidrojen atomlarını hızlandırıp, çekirdeklerini birbirlerine çarpıştırdığında ise füzyon reaksiyonu başladı ve tatminkar sayıda insanı bir batında öldürmek mümkün hale geldi.

Füzyon bombası oluşturmak için önce mini bir atom bombası patlatıp, yüksek ısı elde edildiğinden bu tür bombalara da termonükleer bomba dediler ('thermo' Yunanca'da ısı anlamına gelir, termometre, termostat, termal, termik falan hep bu köktendir).

Fisyon bombaları kirli bombalardır. Uranyum, plütonyum gibi maddeler on yıllar boyu zararlı radyoaktivite yaydıkları için, bir yere attığınızda, gidip orayı işgal edemezsiniz.

Hidrojen bombaları ise daha temizdir. Füzyon oluşturmak için patlayan ilk fisyon bombasının radyoaktivitesini saymazsanız, hidrojen atomlarının birleşerek ortaya çıkardıkları helyum dünyanın en zararsız atomlarından biridir. İnert bir atom, yani bir soy gaz olduğundan başka hiç bir atomla reaksiyona girmez. Yanmaz, akmaz, kokmaz. Hidrojen bile bir kibrit çaktığınızda "bum" olurken, helyum öylece kalır. Hatta kalmaz bile, uçar, gider. Dünyanın atmosferi, yerçekimi falan bile helyumu tutamaz. Doğrudan uzaya kaçar, kaybolur. Bu yüzden bir yere hidrojen bombası attığınızda elinizi kolunuzu sallayarak gider, işgal edip, oturur, yerleşebilirsiniz. Yani bu kadar kullanışlı, ekolojik, çevre dostu silahlardır termonükleer bombalar. Arada üç beş milyon insanı cayır cayır kavurup öldürseler de, çok müşkülpesent olmamak lazım.

Böylece ABD ve SSCB nükleer bombaları yapmaya başladılar. Ancak bombaları yapmakla iş bitmiyordu. Bu bombayı alıp, savaştığınız devletin tepesine atabilmek da gerekmekteydi.

İkinci dünya savaşı esnasında bir ülkeyi, askerin kendisini sokmadan bombalamanın tek yolu, bombayı bir uçağa koyup, havadan düşman ülkenin şehirlerine, fabrikalarına atmaktı. Nitekim tarihteki ilk ve tek nükleer saldırı da ABD tarafından Japonya'ya bu yöntemle gerçekleştirildi.

Ancak uçakla nükleer bomba atmanın bazı dezavantajları vardı.

Öncelikle bu bombardıman uçakları göreceli olarak yavaş ve hantaldılar. Tespit edildiklerinde küçük ve hızlı avcı uçakları tarafından kolayca düşürülebiliyorlardı. Yerleri, yurtları belli olduğu için de hem izlemesi kolay, hem de sabotajdan aleni saldırıya kadar tüm tehditlere açık bir durumdaydılar. B-52 uçakları, ki hala uçmaktalar ve tasarlandıklarından bir asır sonra bile uçacakları düşünülüyor, hep bu ekolün çocuklarıdır.

Uzay çağı başladığında ise nükleer bombaları bir roketin ucuna takıp, karşı ülkeye göndermek daha cazip bir alternatif haline geldi.

Bu roketlerin hızları bombardıman uçaklarına göre kat be kat yüksekti, ve atmosfer dışına, yani uzaya çıktıkları için de menzilleri çok problem olmuyordu.

Ne var ki bu dev füzelerin, yerleri sabit ve herkesçe bilinen silolarda saklanması gerekiyordu. Bu silolar da doğal olarak ilk saldırıyı yapacak ülkenin birinci öncelikte hedefleri olmuşlardı. Nükleer silah taşıyan bu füzelerin tepesine bir nükleer füze indiğinde, artık bu füzelerle nükleer bir saldırı yapmak mümkün olamıyordu.

Amarikâlılar bu siloların etrafına etkin hava savunma sistemleri yerleştirirken, Ruslar bambaşka bir korunma yöntemi buldu. Nükleer başlıklı bu füzeleri sabit silolara koymak yerine, trenlere yükleyip, dünyanın en geniş alanlı ülkesinde gezdirmeye başladılar. Böylece bunların yerlerini tespit edip, imha etmek çok zorlaşmıştı. Yine de uyduların ve casus uçakların gelişmesi sayesinde karadaki nükleer füzeler daha kolay takip edilebilir bir hale geldi.

İnsanoğlunun zekası çalışmaya devam ediyordu. Nükleer bombaların hedeflerine ulaşması için belki de en şeytani metodu buldu. Bu füzeleri sabit silolar yerine denizaltlara koydular. Kendileri nükleer yakıtla çalışan bu denizaltılar aylarca karaya uğramadan denizde kalabiliyor, daldıklarında, hele bir de kontağı kaparlarsa tamamen gözden kayboluyorlardı.

Artık nükleer silahlara karşı korunmanın bir yöntemi kalmamıştı. ABD de, SSCB de denizaltılarını hedeflerinin bir kaç yüz kilometre yakınına gönderip, nükleer füzelerini ateşleyebiliyorlardı.

Her iki blok da nükleer bir saldırıdan korunmayı bir kenara bıraktı. Onun yerine "Eğer bana nükleer silahlarla saldırırsan beni yok edebilirsin, kabul ama ben de yok olmadan seni yok edecek kadar nükleer silahla karşılık veririm!" dediler. Bu konsepte Mutually Assured Destrıction, yani karşılıklı garantili yok olma ismini verdiler. İngilizcede bu üç sözcüğün baş harfleri, yani "MAD", "deli" anlamına gelir.

B-52 uçaklarından bir kaçı, yılın her gününde, günün de her saatinde, nükleer silahları yüklü bir biçimde kuzey kutbunun üzerinde uçmaya başladılar, ki bir SSCB nükleer saldırısı olursa hemen onlar da karşılık olarak Rusya'yı bombalayabilsinler diye.

Sonra SSCB dağıldı, nükleer silahlar söküldü falan ama her iki tarafın elinde, durdurulması imkansıza yakın bu nükleer füze yüklü denizaltılar kaldı.

Nükleer bomba taşıyabilecek uçaklardan her ülkede bol bol var. Bir F-16 bile artık nükleer bomba atabiliyor, ancak bu uçakların çoğu kıtalararası uzaklıkları kat edecek menzillere sahip değiller. Bu uzun menzillere sahip uçakların sayısı antlaşmalarla sınırlandırılmış olsa da, ABD ve Rusya çok küçük değişikliklerle ellerindeki bir çok uçağı uzun menzilli nükleer silah atabilecek duruma getirebiliyor. Örneğin Rusların Tu-22M Backfire uçakları havada yakıt ikmali sağlayan boruları sökülerek bu antlaşmanın kapsamı dışında bırakıldılar. Bu borular bir kaç saat içinde geri takılabilir ve bu uçaklara kıtalararası menzil kazandırılabilir. Amerikalılar ise stealth, yani hayalet uçaklarla tespit edilmeden tüm Rus kentlerine ulaşabilir.

Günümüzün Rusya'sı işte bütün bu nükleer kabiliyetlere halen sahip durumda.

Putin ise "Bana nükleer silahla saldırırsan, ben de nükleer silahla karşılık veririm" şeklindeki MAD doktrinini hafifçe revize edip, konvansiyonel gücü her halukarda Rusya'dan kat be kat üstün NATO'ya "Nükleer olması gerekmez, eğer bana saldırırsan, ben de nükleer silahla cevap veririm" haline getirdi.

Putin böyle bir işe kalkar mı, söylemek zor. Rusya'ya karşı bir NATO saldırısı olursa zaten başka bir seçeneği yok. Ancak ünlü bir deyişle yazımızı sonlandıralım, "Eğer bir Rus tiyatro oyununda duvarda asılı bir tüfek varsa, oyunun sonuna kadar o tüfek mutlaka patlar". Bu yükseltilmiş hazırlık durumlarında votkayı biraz fazlaca kaçırmış, Rus milliyetçisi bir general, yada Amerikalı redneck bir yahoo, bir deliliğe kalkabilir mi, bilemiyorum.

19 Şubat 2022 Cumartesi

Daha da Gelmem Buraya!

Lozan Garı'nda trenimizin gelmesi gereken peronda bekleyen bir önceki tren arıza yapmıştı. Bu yüzden trenimizin peronu değişti ve son anda koşa koşa alt geçitten geçip, yeni perona ulaştık, sonrasında trenimize de bindik elbette. Ancak bu karmaşa sonucu tren on dakika gecikmeyle kalkabildi - ki bu her yerde olabilir.

Sonrasında, insanların bağlantıları düşünülerek bir kaç trenin yolu değiştirildi, makinist de gaza biraz fazlaca bastı ve Zürih'e ulaşmamız gereken saatte ulaşabildik - bu ise sadece İsviçre'de olabilir.

İki trenin arasında sadece dört dakika vardı, biz ise iki dakika sonra ikinci trene binmiş, yerimize oturmuştuk. Seviyorum bu ülkeyi ben…

Blasko, Jelena'nın babası, bizi ziyarete gelmişti. Uzun bir süredir görmemiştik birbirimizi - tabii onun için göremediğine tek üzüldüğü aile bireyi 🐝Mezzy🐝 idi ama olur o kadar! Önce başının belası kanser, ardından elli yıllık hayat arkadaşı, Jelena'nın annesi Milica'yı kaybetmesi, son olarak da bu nalet Covid yüzünden canı uzun süredir sıkkındı ve seyahat etmek istemiyordu. Sonunda dayanamayıp, gözünü kararttı.

Eskiden olsaydı yoğun bir program yapar, onla birlikte uzak bir yerlerde bir kaç gün geçirebilirdik. Ancak zaman herkese yaptığını ona da yaptı tabii. Artık yaşı nedeniyle fazla zora gelemiyor, uzun, yorucu seyahatlere çıkamıyor.

Üstüne bir de Avrupa'da her ülkenin kendi kafasına göre uyguladığı, avukat ve doktorunuzla birlikte bile zor anlayabildiğiniz aşı/test sınırlamaları gelince, sadece İsviçre ve sadece bir günlük bir plan yapmaya karar verdik.

 O Günü bir 'tren günü' yap
İzlediyseniz, The Big Bang Theory'nin bir bölümünde Sheldon, bir gün için kardeşini ziyarete gelmiş Priya'ya şöyle bir öneride bulunur: "Eğer Los Angeles'da geçirecek sadece bir günün varsa, o günü bir 'tren günü' yap!"

Elbette Sheldon'un tren obsesyonundan kaynaklı saçma bir öneri bu. Los Angeles'deki en yaygın toplutaşım aracı otobüslerdir. Teorik olarak Downtown LA'de bir metrosu olsa da, bu, diğer Amerikan kentlerine göre çok sönük kalır.

Biz ise İsviçre gibi küçük, ve trenleri bir uçağın business class kabininden daha rahat olan bir ülkede yaşamanın avantajını kullanıp, Sheldon'ı dinledik ve kendimize bir tren günü yapmaya karar verdik.

Isviçre’nin batı ucuna çok yakın bir yerde yaşamaktayız sevgili arkadaşlar. Bana sorarsanız oldukça şanslı sayılırız, çünkü, ülkenin Vaud, Bern, Valais gibi en fazla görülmeye değer yerlerinin bulunduğu kantonlar hep etrafımızdadır. Ama uzaklarda, ülkenin doğusunda, özellikle de Grisons ve İtalyanca konuşulan Tcino kantonlarında da gerçekten görülesi çok güzel yerler vardır. Mesela Heidi'nin doğduğu Maienfeld Grisons'da, İsviçre'nin Akdeniz'i sayılan Lugano ve film festivalinden hatırlayabileceğiniz Locarno ise Tcino'dadır. Yirmi küsür senedir buralarda yaşadıktan sonra, size yukarda yazdığım bu yerleri görme şansım oldu.

Ancak Grisons kantonunda iki yer vardı ki, bir türlü denk getirip gidememiştim.

Bunlardan ilki Davos'tu.

Dünyanın en prestijli organizasyonlarından biri olan Dünya Ekonomik Forum'u burada toplanır. Malumunuz tarihi 'Van Münüt' hadisesi de Davos'ta vuku bulmuştur. Davos, aynı zamanda çok bilinen bir kayak merkezidir.

Henüz görmediğim ikinci ünlü nokta ise yine Grisons kantonundaki Saint Moritz'di.

Saint Moritz için İsviçre'nin en çok bilinen kayak merkezidir demek hata olmaz herhalde sevgili arkadaşlar.

Bir çok James Bond filminde adını duymuş olsak da, isminin geçtiği hiç bir sahnele gerçekte Saint Moritz'de çekilmemiş. İşin komiği, The Spy Who Loved Me'deki o mükemmel kayaklı kovalama sahnesi ise, filmin içeriğinde Avusturya Alpler'inde geçiyor olsa da, aslen Saint Moritz'de çekilmiş.

Biz de hadi artık, zamanı geldi dedik, kendimize bütün toplutaşım araçlarında geçerli bir günlük pass'lerden alıp, koyulduk yola.

Size koşuşturmayı gözünüzde daha iyi canlanması bakımından indi-bindileri kısaca anlatayım.

Metro İle Lozan'a
Aynı gün içerisinde arabayla evden Vennes isimli bir köye, buradan metro ile Lozan'a, Lozan'dan trenle Zürih'e, sonrasında tren değiştirip Landquart'a, buradan da başka bir trenle nihayetinde Davos'a ulaştık. Davos'ta bir iki saat geçirdikten sonra bir trenle Filsur'a, oradan da başka bir trenle Saint Moritz'e geçtik. Akşam eve dönmek için ise bir trenle geri Filsur'a, buradan başka bir trenle Chur'a, yine başka bir trenle Zürih'e, oradan başka bir trenle Lozan'a, Lozan'dan metroyla Vennes'e, oradan da arabayla eve ulaştık.

Sabah saat altıda yola çıkmıştık, gece de on ikiden önce de evdeydik. Bunu planlarken Jelena ile biraz tereddüt içinde kalmıştık. Bir gün içinde İsviçre'yi baştan başa iki kez geçmek biraz fazlaca iddalı görünmüştü gözümüze. Sonrasında ise "Yaparız lan!' deyip, karar vermiştik.

Bütün yukardaki bağlantıların arasındaki zaman aralığı beş dakika falandı, ki zaten daha uzun olsalardı, bu kadar şeyi bir güne sığdıramazdık. Buna rağmen bir kez bile tren kaçırmadık. Buna, trenlerin birinde Blasko'nun çantasının pick-pocket edilmesi, sonra da bulunması falan hep dahil!

İlk Durağımız Davos'a Ulaştık
İşte böyle-böyle, ilk durağımız Davos'a ulaştık. Geleneksel bir İsviçre kayak merkezinden ziyade, tipik bir komünist kasabasını andırıyordu. Abartmıyorum, challet'ler, ahşap oteller falan yerine çocukluğumun Karadenizli müteahhit blokları…

Davos'a kötü bir yer demek haksızlık olur ancak dünyanın en güzel ülkesi İsviçre'de gidecek daha iyi yüzlerce yer var sevgili arkadaşlar. Reis'in dediği gibi daha da gelmem buraya.

Davos'ta bir güzellik arıyorsanız, sizlere doğrudan Hard Rock Hotel'i önerebilirim.

Ailecek Hard Rock Cafe obsessif olduğumuzu söyleyerek başlayayım, eğer daha önce tekrarlamadıysam.

Dört kıtada kim bilir kaç tane Hard Rock Cafe gezmişizdir, ancak bunlardan bir iki tanesi özel bir yere sahiptir.

Mesela dünyadaki ilk Hard Rock Cafe olan Hard Rock Cafe London. Eric Clapton'un burası benim sandalyem diye bar taburesini işaretlemek için duvara astığı orijinal Fender Stratocaster gitarı ile başlayıp, binlerce Hard Rock gitarı, davulu, sahne giysilerinin toplandığı bir zincir bu. Temmuz'da size daha detaylı bir biçimde bu ilk cafe'yi anlatırım.

Başka kayda değer bir Hard Rock Cafe ise Orlando'da, karargahlarındaki Hard Rock Cafe'dir. O da devasa bir tesis.

Hard Rock Hotel Davos
Türkiye'de bir Hard Rock Cafe'ye gitmeyi çok istemiştim, ama bu adamların sersemce, salakça bir politikaları olduğu için uzun süre bu isteğimi gerçekleştiremedim. Bu dingiller bir ülkedeki ilk Hard Rock Cafe'yi o ülkenin başkentinde açmak gibi gereksiz bir kural getirmişler, sanki büyükelçilik açıyor herifler de, illa başkentte olacak temsilcilikleri. Bu sebeple İstanbul dururken, gidip Ankara'da açmışlar ilkini. Tabii ki iş yapmamış, ve kapayıp, gitmişler. Gidememiştim hiç. Sonra İstanbul'da bir tane açıldığını duydum. 🐝Mezzy🐝 daha beş aylıkken falan gittik. İyi de etmişiz, onu da kapatmışlar sonra.

İsviçre'de de aynı. Herhalde Bern anayasada falan yazılmamış, 'de facto' bir başkent olduğu için, kafaları karışmış, bir Hard Rock Cafe açmamışlar. 

Hard Rock Hotel Davos'ta Bir Saat Geçirdik
Her şeye rağmen İsviçre'de Hard Rock Cafe'ye en çok yaklaşabileceğiniz mekan Davos'ta. Bir Hard Rock Cafe olmasa da, Davos'ta bir Hard Rock Hotel, lobisinde de bir cafe var. Bana sorarsanız çok güzel bir yer.

Hard Rock Hotel Davos'ta bir saat falan vakit geçirdik. Her Hard Rock Cafe'de olduğu gibi, burada da bir Hard Rock Shop vardı. 🐝Mezzy🐝 kendisine bir Hard Rock bebek aldı.

Davos'a kadar gelip, Dünya Ekonomik Forum'unun dizenlendiği Kongre Merkezi'ni görmemek olmazdı tabii. Oraya gittik ve grubumuzun içinde sadece ben şahsımın tam anlamıyla hissedebileceği bir 'Van Münüt' anı yaşadık.

Bir 'Van Münüt' Anı Yaşadık
Kısacası Davos'ta güzel vakit geçirmiş olsak da, bu ünlü turizm bölgesinden açıkçası biraz daha fazlasını beklerdim. Kayak pistlerini görmedim - hoş görsem de ne anlarım, ne de ilgilenirim. Benim için bir kayak merkezinin gidilebilirliği, barlarının kalitesine bağlıdır.

Toprağı bol olsun, eski bir patronum bir Cuma günü ofise kayaklarını getirmişti. Acayip şaşırmıştım. Bırakın kayak falan gibi fiziksel bir aktiviteyi, yıllar boyu onu hızlı yürürken bile görmemiştim. Şaşırdım, ne bunlar diye sordum. Ailesiyle hafta sonu kayağa gidecekmiş. Sonra kayarken destek olunan sopalardan birinin sapını gösterdi. Ucunda plastik bir tıpa vardı, içinde de konyak. O ağır Hollanda aksanıyla "This is to walk from the slope to the bar ja!" demişti 😀

Neyse. Ez cümle, Davos'u görmek için çok kasmayın derim…

Bir Alice Harikalar Diyarı
Davos'tan Saint Moritz'e tren yolculuğumuz esnasında hayatımda gördüğüm en güzel dağ manzaralarından bir kaçını gördüm. İsviçre’nin bu bölgesi gerçekten bir ressamın tuvali gibi. Birisi o güzelim dağları, gölleri, uçurumları, ağaçları, yamaçları tek tek boyamış.

Güneş batmaya yakınken Saint Moritz'e geldik.

Sevgili arkadaşlar, üç kuruşluk dünyayı gezmişliğim ve görmüşlüğüme dayanarak söyleyebilirim, hayatımda ilk kez bu kadar debdebeyi, ihtişamı, parayı birlikte gördüm. İsviçre'de bir kayak merkezinden çok, her kadının güzel, her abbasın da düzgün olduğu, abartılı, lolipop bir Hollywood TV dizisini andırıyordu Saint Moritz. Sokaklarda Maserati’ler, Lamborghini'ler, Beverly Hills'deki Rodeo Drive'dan bile daha havalı, dünyanın en ünlü markalarının geçit resmi yaptıkları alış veriş merkezleri, antik şatolardan bozma, bahçelerinde Rolls Royce’ların park ettiği otelleriyle tam bir Alice Harikalar Diyarı!

Anlatmakla olmaz, mutlaka görmek gerekiyor. Ve tabii ki karımla geri döneceğiz bu ilginç yere.

Güneş battığında trendeki restoran vagonunda geleneksel İsviçre peynir tabağımla birlikte ve Leman Gölü kıyısından Pinot Noir şarabımı yudumlamaya başlamıştım.

Eve olaysız döndük.

Bu vesile ile şeytanın da bacağını kırmış olduk. Covid izin verirse, gezi yazılarına devam.

Sevgi ile kalın…

10 Ekim 2021 Pazar

Vergi Cennetleri

Bu Pandora Papers konusu bugün de açıldı, yine saatlerce geyikledik. Üzülerek söylüyorum, bu "vergi cenneti" meselesini anlayan çok az kişi var. Geri kalan herkes sadece hissettikleri üzerine yorum yapıyor. Bu da hemen her zaman yanlış, zaman zaman da komik oluyor.

Yine üzülerek söylüyorum ki birçok kişi, Ahmet Kaya'dan bir alıntı ile, bu vergi cennetlerini silah kaçakçılarının adres değiştirdiği, fahişelerin birbirinden kuşkulandığı günah yuvaları, illegal mafya bölgeleri gibi tasvir ediyor.

Ne yazık ki böyle değil.

Bu düşük nüfuslu bölgelerin yaptığı yegane iş, şirketleri çekebilmek için gelir vergisi oranlarını düşürmeleri. Yani işlerini buralara taşıyan şirketler, karlarından daha az vergi öderler.

Hepsi bu, başka ciddi hiçbir numaraları yok.

Ne bu adamlar karanlık, illegal adamlar, ne de buralara işlerini taşıyanlar vergi kaçakçısı, açgözlü patronlar.

Kapitalizmin, serbest piyasanın altın kuralı. Herkes vergisini daha az ödeyebileceği yasal seçeneklere yönelmekte serbesttir.

Benim gencliğimde 1600 cc'den fazla motor hacmi olan arabalar daha yüksek bir gümrük ve taşıt vergisi oranına sahipti. İnsanlar da bu yüksek vergiyi ödememek için doğal olarak 1600 cc ve daha düşük motor hacmi olan arabalardan alırdı.

Şimdi bu 1600 cc ve altı araba alanlara, lan utanmaz vatan haini, vergi kaçakçısı, niye 1800 cc bir araba alıp, daha fazla vergi ödemiyorsun denilebilir mi?

İnsaf!

Gürkan Hacır isimli, birinci sınıf ukala dümbeleği salak bir adam var. KRT'de program yapıyor, ben de bunları daha ziyade konukları için izliyorum.

Bir vergi uzmanına bağlandılar. Adam ne söylediğinin farkında olan, bilgili birisi. Ama Barış Doster falan gibi ne kadar romantik solcu varsa kılıçları çekmiş, bu vergi cennetlerinde para aklayan hain vergi kaçakçılarına saldıracaklar.

Vergi uzmanı, Cumhuriyet gazetesinde bu bölgelere paralarını taşıyan yirmi işadamının sıralandığı bir listeden bahsetti.

Hepsi başladılar bu "işadamlarına" saydırmaya. Bol bol, ne olduğunu zerre kadar anlamadıkları "offshore" sözcüğünü kullanarak kıçlarını yırtıyorlar. Söz konusu işadamlarının üç beş tanesi de malum sosyalistlerin kapitalist diye giydirmeyi sevdiklerinden ki, sormayın…

Hacır, Doster, Mütercimler, hepsi Ulubatlu Hasan durumlarında. Garip vergi uzmanı bir şeyler söyleyecek, bu goygoyun arasında çıkmıyor laf ağızından.

Sonradan reklama gittiler. Geri döndüklerinde bu Hacır isimli amelenin ağızı yüzü karışmış. Birileri fırçalamış bunu muhtemelen, ne yapıyorsun, herkes buralarda şirket açar, normaldir bu falan demiş.

Bu dingil, "Ya ben bu listeye baktım, burada futbol klüpleri başkanları falan var" diye kıvırmaya başladı. "Tabi ki bu vergi cennetlerinde iş yapmak yasadışı değil, ancak olayın bir de etik tarafı var" diyor. Ezilip, büzülüyor.

Yavrum sosyalistlerin hepsi o kadar emin ki buralarda iş yapmanın günah, vatan hainliği, azgın kapitalistlik falan olduğundan…

Bu arada Vergi Cenneti dedikleri, Tax Haven'ın aptalca yanlış bir tercümesi. "cennet", "heaven" demektir, Tax Haven'daki "haven" ise "sığınak", "barınak" falan. Bunun üzerinde çok fazla durmuyorum. Türkçeyi doğru konuşamayan Hacır gibiler ne bilsin heaven nasıl yazılır? Haven'ı görmüş, bu olsa olsa cennettir deyip, şakkadanak giydirmiş.

Ortada günah, münah yok, kısaca anlatayım.

Bir şirket vergisini karından öder. Vergi oranı ülkede %20, vergi cennetinde de %1 olsun.

Farz edelim A şirketi Afrika'dan kilosu 1 dolara bir ton muz alıp, Türkiye'de 10 dolara satıyor. Karı 10 dolar/kilo satış fiyatı x 1000 kilo - 1 dolar/kilo maliyet x 1000 kilo = 9000 dolar, vergi de 9000 dolar kar x %20 = 1800 dolar.

Şimdi Man adasında bir şirket açalım, muzları bu şirket alsın, Türkiyedeki şirkete kilosunu 9 dolara satsın. Man adasındaki şirketin karı 9 dolar/kilo satış fiyatı x 1000 kilo - 1 dolar/kilo maliyet x 1000 kilo = 8000 dolar, vergi de 8000 dolar kar x %1 = 80 dolar. Türkiyedeki şirketin karı ise 10 dolar/kilo satış fiyatı x 1000 kilo - 9 dolar/kilo maliyet x 1000 kilo = 1000 dolar, vergi de 1000 dolar kar x %20 = 200 dolar.

Her iki senaryoda da toplam kar aynı ancak, ilkinde vergi 1800 dolarken ikincisinde 280 dolar. Yani 1520 dolar az vergi ödüyor.

Olan biten bu. Kulağınıza yasal değilmiş gibi geliyor biliyorum, ama tamamen yasal. Şirket düşük vergi oranından yararlanmak için karının çoğunluğunu Man adasında yapıyor.

Devletler de para kaybetmek istemediklerinden bu vergi cennetlerinde yapılan karlardan da vergi almaya çalışıyor, ama maliye politikalarıyla, vergi oranlarıyla oynayarak. Unutmayalım, bu kriminal bir tedbir değil. Daha ziyade yatırımların doğuda yapılabilmesi için batıda vergi oranlarının yükseltilmesi gibi bir vergi politikası.

Ama bu tedbirler de çok işe yaramıyor, çünkü serbest piyasanın doğasına aykırı. Mesela karı Man Adasında yapıp, bu kez vergi cenneti olmayan, mesela Almanya'da bir üçüncü şirket kurar, Türkiye’ye ithalatı da bu vergi cennetinde bulunmayan şirketten yaparsınız. Mal üzerinden kar değil, hizmet faturası kesersiniz, falan, falan. Bunların takibi çok zor.

Serbest piyasaya Don Kişotluk yapmak boş iş. Çalışmaz. Su yolunu bulur. Bunun bölücü kebapçılara, terörist soğan depocularına saldırmaktan farkı yok.

Biraz sükunetle bakalım bu olaylara, ucuz goygoyculukla değil…

Not: Anlaşılabilirlik için çok basitleştirme yaptım. Gerçek hayat elbette daha kompleks, daha kontrollü. Eğer konuya yakınsanız, bana cost plus, market minus, Berry Ratio gibi argümanlarla gelmeden, lütfen olayın özüne bakın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...