9 Ocak 2021 Cumartesi

Gratin

Sevgili arkadaşlar, Fransızlar mutfaklarıyla gurur duyarlar. Bana sorarsanız, bu gerçekten haklı bir gururdur. Çünkü yüzyıllar boyunca yemeklerini geliştirip, mükemmelliğe ulaştırmışlardır. Ancak bu mükemmelliğin arasında öyle bir yemekleri vardır ki, mükemmel ötesi olmuş, Nirvana'ya ulaşmıştır.

Hemde çok basit bir yemek.

İsmi "Gratin". Amarikalılar biraz da havalı olsun diye "Potato au Gratin" derler. "Au Gratin" kısmı Fransızca olsa da, her nedense "Potato" kısmını İngilizce söylerler. Belki "Pommes de Terre" demek zor gelmiştir, bilinmez.

Ancak hayatım boyunca yediğim en lezzetli yemeklerden biridir. Hatta yemek bile sayılmaz, etle, tavukla vesaire servis edilen bir yan - deyimi uygunsa - mezedir.

İşe çok ince, 2 mm kadar kalınlıkta kesilmiş patateslerle başlayalım. Şiddetle tavsiyem, bıçak yerine "mandolin" dedikleri, rendeye benzer bir dilimleyici kullanmanız. Hem ucuz, hem de çok kullanışlıdır. Yarım saatlik işi beş dakikada bitirir. Ancak dikkat. Parmaklarınızı seviyorsanız mutlaka koruyucu aparatla kesin.

Patatesleri kestik. Şimdi aynı şekilde 2 mm kalınlığında soğan halkaları kesiyoruz. Yine mandolinle. Her orta boy dört patates için bir orta boy soğan.

Kesilmiş patates ve soğanları bir tencereye koyup, tam bunların seviyesine gelecek kadar %25 yağlı krema ekliyoruz. Şişkoluk probleminiz varsa biraz kremayı azaltıp, light süt ile tamamlayabilirsiniz.

Tuz ve karabiber ekledikten sonra hafif ateşte kaynayana kadar arada karıştırarak bekliyoruz. Bazı tarifler bu aşamayı atlarlar, bence burası çok önemli, çünkü patatesler nişastalarını kremaya salar, krema katılaşır ve mükemmel bir tada ulaşır.

Kaynamaya başladığı an tencereyi ateşten alın. 

Bir kap içerisinde üç ölçek rendelenmiş Gruyere peynirine bir ölçek Parmesan peyniri ekleyip, karıştırın. Acil durumlarda kaşar da iş görür tabi ama bin yıla yakın bir süre boyunca mükemmelleştirilmiş tarife saygı duyup, gerçek tada, doğru hammaddeleri kullanarak ulaşmayı tavsiye ederim. 

Hafifçe yağladığınız cam bir fırın tepsisine bir kat patates/soğan, bir kat peynir yayarak, malzeme yettiği kadar inşaata devam edin.

Burası da çok önemli. Tepsinizin üstünü tamamen alüminyum folyo ile sıkı sıkı kapatın. Yoksa patatesler kurur, McDonald's menüsüne döner. 200 dereceye kadar ısıttığınız fırında 30-40 dakika pişirin.

Daha sonra tepsiyi fırından alıp, folyoyu çıkarın ve atın. Yemeğin üzerine bu kez üç ölçek Parmesan, bir ölçek Gruyere karışımını yayın, tepsiyi fırının üst katına koyup, 180 derecede 15-20 dakika, en üste yaydığınız peynir kızarıp, altın rengini alana kadar bekleyin. Parmesan gevreği çok güzel olur, ondan karışımda Parmesan oranını artırdık.

Et Voilà!

Gratin'ı soğuduktan sonra problemsiz olarak tekrar ısıtıp, servis edebilirsiniz. Böylece önceden yapıp, kenara koyduğunuzda, diğer yemekleri yaparken ekstra telaşa da gerek kalmaz. Yan yemek olarak kullanıyorsanız, ilk porsiyondan sonra da kapattığınız fırında bırakıp, soğumasını yavaşlatabilirsiniz.

Yine unutmadan, yanında şarapsız Gratin, gülleri olmayan bir bahçeye benzer 🍷😜

Bon Appétit!




27 Aralık 2020 Pazar

Disneyland

Champs-Élysées, dünyanın en canlı, en renkli caddelerinden biridir sevgili arkadaşlar. Arc de Triomphe, yani Zafer Anıtından başlar, Fransız Devrimi zamanlarındaki ünlü giyotinin kurulduğu Concorde meydanına kadar uzanır.

Champs-Élysées'de sadece Mad Max eksikti

Bu bir kaç kilometrelik alanda dünyanın en ünlü giyim markalarının mağazaları, cazibeli iş merkezleri, pasajlar, hanlar, hamamlar falan bir kenara, bilenlerin bildiği, Fransa'ya, daha da doğrusu Paris'e özgü güzelim cafe'ler vardır. Buralarda herkes gibi sabahları croissent ile birlikte bir kahve, günün geri kalanında ise bir bardak şarap içebilir, günlük gazeteleri okuyabilirsiniz. 

Saat kaç olursa olsun, binlerce araba vızır vızır geçer, yine binlerce insan bir aşağı, bir yukarı bu güzelim caddeyi arşınlar.

Bu kez değil!

Étoile durağında metrodan inip, Zafer Anıtı'nın altında gün ışığını gördüğümüzde bu güzelim cadde sanki üçüncü dünya savaşı sonrası kimsenin yaşamadığı metruk bir kent gibiydi. Yolda sadece bir kaç araba, kaldırımda ise sadece dışarda olması zorunlu olduğu açıkça belli bir kaç kişi vardı.

Champs-Élysées'de sadece Mad Max eksikti...

Nice'de, uçağa bindiğimiz andan, Orly Havaalanı'na gelene kadar üçümüz de yarı uyur, yarı uyanık, biraz hızlıca geçen iki günün yorgunluğunu atıyorduk. Bu yarı uyanıklık durumu, bizi Orly'den Paris'e Orlyval dedikleri, trenimsi, tramvayımsı, hatta monorailimsi toplu taşım aracında da sürdü. Orlyval, Orly'e inip, Paris'e gitmek isteyen her yolcuyu sinirlendiren, fazlasıyla gereksiz bir aktarma sevgili arkadaşlar. Sizlere biraz hava atabilmek için tren hattını havaalanına kadar uzatmaktansa, bu acayip fütüristik hatı kurmuşlar. Altı üstü üç-beş kilometre falan gidiyor. Ama bilet al, bekle, in, bin, sonra RER dedikleri banliyö trenini al, üstüne de RER durağına yakın bir yere gitmiyorsanız, fazladan bir de metro faslı, insanı bezdiriyor yani...

Paris'te çok kısa bir süre kalacaktık. Segili karıma Noel hediyesi alacaktım -  Noel hediyesi diyorum ancak aylardan Temmuz olduğunu hatırlayalım. Noel zamanı gözüme kestirdiğim çantayı İsviçre'de bulamamıştık. Şubat'ta da nasılsa Parise gideceğiz diye iki ay bekleyelim dedik. Sonrasında da Corona vurdu. Karantina, lockdown, confinement falan derken Temmuz'u bulmuştuk.

Champs-Élysées'yi geçerken etrafta sadece sigara içen bir kadın vardı. Yaya geçidinde yeşil ışığı beklemedik bile, cart diye bomboş caddeyi geçtik. Alış verişimizi bitirdik, öğlen yemeği adına çabucak birer burger yedikten sonra Disneyland'e doğru yola koyulduk.

Disneyland'de de benzeri bir sürpriz bizi bekliyordu. Normalde bir insan seli içerisinde zar zor yürüdüğümüz park yarı yarıya boştu. Bunun da geçerli bir sebebi vardı. 

Parka artık rezervasyonla girilebiliyordu. 

Bu yöntemle parktaki insan sayısı teorik kapasitesinin sadece yarısı ile sınırlandırılmıştı.

Çok ilginç bir fenomenle karşı karşıyaydık. Normalde parka geldiğimizde zamanı verimli biçimde kullanabilmek için sıkı bir planlama yapmak gerekirdi. Hatta iPhone'um üzerinde hangi atraksiyonda bekleme süresinin kaç saat olduğunu gösteren bir app bile vardır, genelde planlama yaparken onu kullanırız.

Normal bir atraksiyonda bekleme süresi 40-60 dakika arasındadır. Popüler atraksiyonlarda ise bu süre iki saati bulur. 

Bu kez bekleme süreleri üç dakika, beş dakika şeklindeydi. Bu üç beş dakika da girişten atraksiyona gidene kadarki yürüme süresi. Kısaca hiç sıra yoktu!

🐝Mezzy🐝 Disneyland'de

İki saat içerisinde normalde iki gün boyunca yaptığımızdan fazlasını yapmıştık. Ancak her üçümüz de nefes nefese, yorgunluktan bitap düşmüştük. Bekleme sürelerinin uzun olduğu eski günlerde, insan sıradayken soluklanabiliyordu. Şimdi ise bir atraksiyondan diğerine koşunca, ki lütfen parkın alanının gerçekten büyük, mesafelerin de buna oranla hayli uzun olduğunu düşünün, olay yaşını başını almış bizler gibi insanlar için zor bir hale dönüşmüştü.

Sayılı gün çabuk geçmiş, sevgili kızım 🐝Mezzy🐝'nin altı aydır planladığımız, Disney temalı doğum günü yemeğini icra etmenin zamanı gelmişti.

Disneyland ilk bakışta çocuklara yönelik bir eğlence parkı gibi görünse de, içeride Broadway showlarından, birinci sınıf mağazalara kadar daha bir çok farklı aktivitelerin olduğu, devasa bir komplekstir sevgili arkadaşlar.

Bu extra-jüvanil aktivitelerin biri de parkta bulunan, gerçek anlamdaki 'gourmet' restoranlardır. Bu restoranlarda bir akşam yemeği yemek kelimenin gerçek anlamıyla birinci sınıf bir deneyimdir. 

Yıllar önce sevgili karımla Frontierland'da, yani parkın vahşi batı bölümünde bir et lokantasında tanesi yüz yuroya birer dinozor bifteği yemiştik, tadı hala damağımdadır. Ritz Hotel'deki kadar özenle ve lezzetle hazırlanmış, garson tarafından ineğin soyağacı tüm detaylarıyla aktarıldıktan sonra servis edilmiş, lezzetinin tanımı neredeyse imkansız bir yemekti. 

Dünyanın her yerinde bir tane Disneyland bulabilirsiniz sevgili arkadaşlar, ancak bu gourmet yemek konusunda kimse Fransızların stiline ve 'finesse' 'ine yaklaşamaz. O yüzden Disneyland Paris'e, yada genelde Fransa'ya yolunuz düştüğünde, yeri önemli değil, herhangi bir Fransız restoranında  bu deneyimi mutlaka yaşayın derim.

Buralarda, genelde bizdeki gibi ukala, kendini beğenmiş garsonlar, mareşal üniformalı vallet'ler, sultan sofrası, kat kat peçeteler, tabaklar, çanaklar falan bulunmaz. İhtiyacınız kadar lüks elbette vardır, ancak garsonlar gerçekten samimi, arkadaşça davranır, size hava basmaktansa, akşamınızın güzel geçmesi için ellerinden geleni yaparlar. Bulunduğunuz yerin debdebesinden çok, yediğinizin güzel olması esastır.

Ratatouille

İşte bu nedenle, biz de 🐝Mezzy🐝'cik için böyle bir akşam yemeği planladık. Rezervasyonu da üç ay öncesinden yaptık. Yine yolunuz düşerse aklınızda olsun, Disneyland'deki bu restoranlarda rezervasyon yaptırmadıkları için kabul edilmeyen birden fazla arkadaşım var.

🐝Mezzy🐝'nin doğumgünü yemeğini yediğimiz restoranı anlatmadan önce size biraz olayın geri planını aktarayım.

Ratatouille, bizim güveçi andıran bir fransız yemeğidir. Okunuşu rat-a-tu-ii . Normalde yabancı kelimelerin telaffuzunu yazmayı bıraktım ama bu biraz alengirli, Fransızlardan başka kimse doğru okuyamıyor, kusuruma bakmayın. 

Disney stüdyolarının, konusunun Ratatouille üzerinde döndüğü bir anime filmi vardır. İzlediniz mi, bilmiyorum. Bu filmin kahramanı Remy isimli bir fare - zaten Ratatouille'nin ilk hecesi "rat", İngilizcede fare demektir. 

Remy, bir şef, yani bir usta aşçı olmayı düşleyen bir karekter. "Gusteau'un Yeri"  isimli bir restoranda çalışan bir kominin yardımıyla bu düşünü gerçekleştiriyor. 

Chez Remy

Disneyland Park'çılar da bu filmi, bir atraksiyona dönüştürmüşler. Üç boyutlu gözlüklerinizi takıp, fare biçimli bir arabaya binip, bu filmin bir özetini yaşıyorsunuz.

Ama ne yaşamak!...

Burada ne yazsam boş, görmeniz gerek. Size şu kadarını söyleyebilirim. Ellisinden sonra çocuk sahibi olmuş biri olarak çok park gezdim, çok atraksiyon gördüm, ama bu kadar güzeline, bu kadar eğlencelisine çok az rastladım.

İşte tam bu atraksiyonun yanında, hatta, aynı binanın içinde Chez Remy isimli bir restoran var. Daha fare arabasından iner inmez  bu restorana girebiliyorsunuz.

Biz de 🐝Mezzy🐝'nin doğumgünü yemeği için, önce bir Ratatouille deneyimi yaşayıp, bu restorana ayırttığımız masaya oturduk.

Restoranın dekorunu çok güzel tasarlamışlar. Devasa şarap şişeleri ve rengarenk duvarları ile çok canlı bir dekoru var. Sipariş vermenize gerek kalmadan, başlangıç olarak herkese bir tabak Ratatouille geliyor. Ana yemek için de birçok seçenek var tabi.

Saint-Émilion

İşin başka güzel bir tarafı, parkta yasak olmasına rağmen bu restoranlarda şarap içebiliyorsunuz. Ben de tabiatıyla doğrudan şarap menüsüne daldım. Canım nasıl Médoc çekiyor, anlatamam. Menüde ise Bordeaux'dan sadece Saint-Émilion bulunmakta.

Menüye daldığımı gören garson kız hemen "Yardım edebilir miyim?" diye geldi. Ben de "Bordeaux istiyorum ama sadece Saint-Émilion görebildim. Başka Bordeaux var mı?" diye sordum. İngilizce konuşan birinin "Bordeaux", "Saint-Émilion" gibi sözcükleri bir cümle içide kullandığından da olabilir tabi, ne olursa olsun, geleneksel Fransız nezaketi ile "Saint-Emilion çok iyi. Languedoc da çok güzel deneyin isterseniz" dedi.

Ben hala o mu olsun, bu mu olsun diye düşünürken kız bir anda gözden kayboldu ve üç kadeh şarapla geri döndü. "Bu Saint-Émilion, ikincisi Lanuedoc, bir de Côtes du Rhône getirdim. Deneyin, hangisini beğenirseniz ondan getireyim" dedi.

Saint-Émilion sevmem gibi büyük bir laf etmek istemem, Merlot’su biraz fazla bir Bordeaux’dur. Ben şahsım ise Cabernet Sauvignon ağırlıklı Bordeaux’ları tercih ederim. Ama bu Saint-Émilion'dan bir yudum alınca diğer ikisini denemeden kararımı verdim - kıza ayıp olmasın diye diğerlerinden de birer yudum aldım tabi ama heyhat! Şarap, sadece bu restoran için hazırlanmış bir cuvée, yani özel bir parti üretim. İçme de yanında yat, hatta hem iç hem de yanında yat, o kadar güzel.

Saint-Émilion’u gösterip, "Getir bacım bundan n'olur, s'il vous plait" dedim.

İyi ki doğdun canım kızım

Jelena da, ben de dana eti söylemiştik. Normalde birer sos seçmemiz gerekiyordu. Kız bize bütün soslardan getirdi, hangisini beğenirseniz, onu kullanın diye. 

Rezervasyon yaparken Disneyland pasaportlarımızı kullanmıştık. Olasılıkla 🐝Mezzy🐝'nin doğum tarihini görüp, onun için tabakta ismi yazılı, mumu ile birlikte küçük bir doğum günü tatlısı hazırlamışlar. Yemeğimizi de onla tamamladık. 🐝Mezzy🐝, ustanın Remy olduğunu öğenince, mutfağa girip, onu görmek istedi ama olmadı tabi.

Restorandan mutlu bir biçimde ayrıldık sevgili arkadaşlar. Servisin kalitesi ile kast ettiğim bu işte.

Sonraki günlerde bol bol Mickey, Daisy, Spiderman, Thor, Captain America, yirmi kere Karayip Korsanları, elli kere Star Wars, yüzelli kere de Pinokyo, Pamuk Prenses, Peter Pan falan gördük.

Herneyse, başınızı çok fazla Disneyland geyiği ile şişirmeyeyim. Çok güzel bir beş gün geçirdik bu rüya parkında.

Beşinci günün sonunda, bindiğimiz TGV isimli hızlı tren bizi evimize götürdü.

Maskeli, virüslü falan olsa da, bu tatil üçümüze de çok iyi gelmişti.

Bir sonraki durağımız Kanarya Adaları olacaktı!

Devam edeceğiz....

27 Kasım 2020 Cuma

Proooosör Dohtor Soner Yalçın

"Virüs hızla mutasyona uğrarken, yani sıradan nezleye, hadi bilemediniz gribe dönüşecekken, aşının alelacele bulunup, piyasaya sunulması arasında nasıl ilişki var?"

Diyor proooosör dohtor Soner Yalçın.

Soner olayı çözmüş. Virüs hızla mutasyona uğruyormuş ve sıradan nezleye, hadi bilemedik, gribe dönüşecekmiş.

Adam doktorluk mertebesini geçti, genetisist oldu. Bakınca anlıyor virüsün neye evrileceğini. Ancak en komiği, bu arkadaşın nezleyi, hafif, gripi de daha ağır bir şey zannetmesi. Birilerinin grip'in nezlenin Fransızcası olduğunu söylemesi lazım bu dehaya...

Ama her şeye rağmen komployu şakkadanak keşfetmiş. Hain kapitalistler, muhtemelen Rockefeller, Covid, nezle virüsüne dönüşmeden alelacele bu aşıyı bulup, piyasaya sürmüşler.

Yer mi benim Soner Abim be!...

Kanıtı da aşağıda:

"Tetanos, 40 yıl sürdü. (1884-1924)

Difteri, 40 yıl sürdü. (1883-1923)

Kolera, 30 yıl sürdü. (1854-1884)

Çiçek aşısı, 26 yıl sürdü. (1770-1796)

Tifo, 58 yıl sürdü. (1838-1896)

Ne şanslıyız! COV 19 aşısı on ayda bulundu! Hem de bir değil, dört aşı…"

Yaaaa. Allahın tek akıllısı siz misiniz be, ey küresel güçler? Soner abim varken yürür mü bu şeytanlıklar?

Çiçek aşısını bulmak 26 yıl alsın, sonra sen git, Covid aşısını üç beş ayda bul!

Çiçek aşısının bulunduğu 1700'lü yıllarda daha Edison doğmamıştı bile, ama olur o kadar. Bugün saniyede milyarlarca işlem yapan bilgisayarlar, elektron mikroskopları, MRI'lar falan olsa da, sayılmaz, bunlar hep Rockefeller'ın işi...

Bu arada yakın zamanda bulunanlar da dahil, yukarda yazmadığım bir dolu aşıyı da listelemiş. Ama çoğu bir birleriyle karşılaştırılmaz. Kimi bakteriyal, kimi viral.

İşte memleketin aydını da böyle.

Dünya bu salgın yüzünden belki de insanlık tarihinin en büyük krizi ile karşı karşıya. İnsanlar ölüyor, işlerini kaybediyorlar, şirketler batıyor, bütün ülkeler bir aşı bulmak için seferber olmuşlar...
...ama Soner'e sorsan, bunlar hep komplo. Bak nasıl üç beş ayda buldular aşıyı...

Bulamasalar, onca teknolojiye rağmen niye bulamadılar, bulsalar, nasıl bu kadar kısa zamanda buldular, bunun altında bir şeyler var diye viyaklıyor.

Lanet olası Rockefeller...

18 Kasım 2020 Çarşamba

Taş Izgara

Sevgili arkadaşlar, Jelena ile aylardır planladığımız bir akşam yemeğimiz vardı, bu gece onu ifa eyledik.

Uzun süre bakınıp, onu mu alsak, bunu mu alsak diye kafa patlattığımız taş ızgaramız bugün geldi. Biz de hafa ortası olmasına rağmen felekten bir akşam çaldık sevgili karımla.

Bu taş ızgara işini ilk 1993 müydü, 1994 müydü, öyle bi tarihte, Prag'da denemiştim. Kapkara, Lava Stone dedikleri, volkanik bir taş üzerinde cızır cızır ilk bifteğimi yapmıştım.

Yıllar sonra evimİzde benzeri bir düzenek kurduk işte böyle.

Taş İzgara
Taşımız Lava taşı değil, mermer. Lava taşı daha seksi dursa da, altında ateşi yakınca çatır diye çalıyor, sadece fırında ısıtmaya geliyor. Mermer daha dayanıklı bu ısıtma işlerine.

Bizim ızgaranın altına gel yakıtla çalışan iki ısıtıcı var. Elektrikli olanları daha pratik tabi, ancak masanın üzerinde kablolar, uzatma kabloları falan bence işin büyüsünü bozuyor. Biraz eziyetli de olsa, biz taşı önce fırında 180 derecede bir-bir buçuk saat ısıtıyor, sonra da bu gel ısıtıcıların üzerinde masaya getiriyoruz.

Üzerinde kızartacaklarınız için ise "sky is the limit", et, tavuk, balık, sebze, ne istersen at, cızır cızır, mükemmel kızarıyor.

Ben eti çiğ yediğim için bana fazla sorun yok ancak kırmızı renkli et sevmiyorsanız, etin dilimlerini ince tutun derim. Ağzıma tavuk yada balık sürmediğimden, bunlar için tavsiyede bulunamıyorum.

Sebzeler için ise dilimleyebildiğiniz her şeyi kızartabilirsiniz. Bu akşam bizde kabak, biber ve mantar vardı. Havuç, patlıcan falan hep mümkün.

Bütün ızgarada kullaılan yağ, ilk başta taşı yağlamak için kullandığınız bir kaç damla. Yani hiç bir şey. Yağdan sonra, tercihan iri granüllü deniz tuzunu taşın üzerine serpiyoruz ki, üzeindeki malzemeler taşa yapışmasın. Akşam boyunca, fazla değil, iki kere daha tuzu yenilemek yetiyor.

Et, böylece sebzelerin, mantarların suyunda mükemmel bir tatla pişiyor. Yanına da patates tabanlı bir şey hazırlarsanız, hele ki patatesi yağ yerine bizim gibi fırında kzartırsanız, bütün akşam hayli kalori friendly bir hale geliyor. Izgaranın ısısı da çok yüksek olmadığı için, bir de Türk usulü, etleri esir almadan öldürerek yemezseniz, yiyeceklerin besin değeri önemli ölçüde korunuyor.

Akşamın olmazsa olmazı tabi ki güzel bir şarap. Şarapsız yemek, gülleri olmayan bir bahçeye benzer.
Bon Apetit! 😋🍷😍 



14 Kasım 2020 Cumartesi

Tetilla

Bugünkü peynirimiz ise İspanya'dan, Galiçya bölgesinden. Size kesmeden önce bir resmini gönderiyorum, nedenini birazdan anlarsınız.

Peynirin ismi Tetilla. Anlamı 'meme', daha doğrusu 'memecik' 😍 Benzemiyor da değil hani.

Ben de ilk kez deniyor olacağım. Biraz araştırayım, tarihçesini yazarım sonra size.

Cheers! 🧀🍷😋

Tetilla


13 Kasım 2020 Cuma

Mezzy Beş Yaşında

Bugünlerde The 100 isimli post-apokaliptik bir dizi izliyorum sevgili arkadaşlar. Elbette önce nükleer bir savaş, arkasından da sağ kalanların radyasyondan korunmak ve yiyecek bulabilmek için çabaları. Herkes birbirinden korunmaya çalışıyor, karşılaştığı herkesi potansiyel bir tehlike olarak görüyor. Anlıyorsunuz herhalde...

İşte bu tatilimizde hemen her gün, elbette düzeyi aynı olmasa da, benzeri duyguları yaşadım. Rahat rahat yürüyüp, istediğimiz yerde oturabildiğimiz bir tatil yerine, tuvalete gitmek için bile maske takmanın zorunlu olduğu, etraftaki herkesin vebalıymışız gibi bizden ve birbirlerinden kaçtığı bir tatil geçiriyorduk.

Nice'de otelimize daha girmeden Corona virüsü kaynaklı, yerlerde yürümemiz gereken yönleri gösteren oklar, dezenfektanlar ve maske takmak mecburidir işaretleri görmeye başlamıştık. İsviçre'de bu maske işi bene biraz daha makul bir biçimde işliyordu. Sadece kapalı ve umumi yerlerde, bir de üç kişiden fazla insanın bulunduğu odalarda, ofislerde maske mecburiydi. Az önce saydığım koşulların hiç birine uymayan asosyal bir hayatım olduğu için de karantinaların tepe yaptığı günlerde bile maske takmamıştım. Hayatımın sosyalleşmesi bana pek yaramamıştı sizin anlayacağınız...

Hayat nefret bir hale dönmüştü. Yolda yürürken araba kullanıyor gibi oluyordu insan. Yön işaretlerine, öndeki ile aradaki mesafeye falan dikkat etmekten etrafımıza bakamıyorduk. Bu iş en çok 🐝Mezzy🐝 'ciğin garibine gitmişti. "Bu tarafa gel kızım!", "Sağdan yürü kızım!", "Öndekine yaklaşma kızım!", "Tezgahtarla camın arkasından konuş kızım!", vs...

İşte böyle, sağa, sola zig-zag'lar yaparak Nice tren istasyonuna ulaştık. Oradan bir tren bizi Cannes kentine götürdü.

Aklınızda olsun, yolunuz düşerse, bu tren Côte d'Azur'de gezmenin en pratik yolu. Araba ile dolaşmak bir facia. Bir çok cadde ve sokak yek yönlü. Park yeri bulmak bir ölüm. Bir de sahildeki bir yerden diğerine gitmek için önce sahilin tersine gidip, otoyolu almak, sonra da otoyoldan geri sahile gitmek gerekiyor. Belki biraz da İsviçre alışkanlıklarımız yüzünden bize öyle geliyor, ancak Fransızlarla birlikte araba kullanmak çok da keyif vermiyor insana.

Cannes'da ilk gittiğimiz yer bir Häagen-Dazs dondurmacısı oldu. Jelena hamileyken "Ben Häagen-Dazs isterim" diye tutturmuştu, Aralığın otuz birinde burayı bulabilmek için iki saat yürümüştüm. 🐝Mezzy🐝 doğduktan sonra da aynı dondurmacıya bir kez daha, bu kez üçümüz birlikte gitmiş, nostalji olmuştuk. Bu sonuncusunda ise artık bir geleneği icra ediyor gibiydik.

Sonrasında ise Cannes'a gelen her bin kişiden, dokuz yüz doksan dokuzunun yaptığı şeyi yaptık ve kendimizi ünlü Croisette caddesine attık.

Croisette
Croisette, ya da tam ismiyle Promenade de la Croisette, Cannes'ın en havalı caddesidir. Burası Ankara'nın Tunalı Hilmi’si, İstanbul'un Bağdat Caddesidir sizin anlayacağınız. Sahile doğru paralel gider ve üzerinde yüzlerce bar, cafe ve mağazanın yanında Martinez, Mariott, Carlton gibi Cannes'ın en seksi otelleri bulunur.

Bu caddenin batı ucunda ise film festivalinin yapıldığı salonlar vardır. Etrafında, Hollywood benzeri, Belmondo, Chuck Norris, Whoopi Goldberg gibi ünlülerin el baskılarının olduğu bir yürüme alanı da bulunur. Gelmişken, kırmızı halının üzerinde bir selfie çekmek de 'zorunludur'.

Biz de bu ritüeli tamamladık, hatta yandaki parkta sevgili kızımla Star Wars dekoru ile bir 'Mezi Wan Kenobi' resmi bile çektik.

'Mezi Wan Kenobi'
Croisette üzerinden doğuya doğru ilerledik ve bu kez belki bir on yıl öncesinde sevgili karımla oturup, bir şeyler içtiğimiz bir barda konakladık. Geleneksel cüzzamlı muamelemizi görmek kaydıyla içeceklerimizi söyledik. Otuz küsür derecenin altında bir bardak Saint-Émilion içtim ama vicdan azabı gibi geldi, bütün şarap zevkimin üzerine bir bardak bira dökülmüş gibi oldu.

Sıcak dayanılmaz bir hale gelmişti. Cannes bu kadar yeter deyip, akşam yemeğimiz için Antibes'e geçtik.

Antibes, ismi diğer seksi kentleri kadar duyulmamış olsa da, bence Côte d'Azur'ün en güzel yerlerinden biridir sevgili arkadaşlar. 

İlkin sahilinden söz edelimelim biraz. 

Buralara gelip, denize girmek isterseniz diğer kentlerdeki dümdüz, sıkıcı bir sahil yerine Antibes'de çok ilginç, kumlu, girintili, çıkıntılı, mükemmel manzaralı plajlar bulabilirsiniz. Plajlardan söz açılmışken, Monaco da bu bakımdan fena değildir, bu konuya daha sonra geleceğiz.

Antibes'de, plajların yanında görülmeye değer başka yerler de bulunur. Örneğin bir süre Picasso'nun da yaşadığı bir kalesi, çok güzel bir marinası ve inanılmaz cazibeli bir merkezi vardır.

Bir de güleceksiniz, mükemmel bir Çin restoranı var Antibes'de. Sahile parelel bir sokakta, bir sıra restorandan biri. Öyle doksan beş yıldızlı gourmet bir yer değil. Hatta son kez oraya gittiğimizde garson siparişimizi unutmuş, bizleri iki saat aç bilaç bekletmişti. Ancak her şey bir kenara, yemekleri o kadar güzel ki, servissel bozuklukları göze alabiliyor insan.

Bu restoranın yeri de çok cazibeli. Bizimkinin de içinde bulunduğu restoranların karşısında ressamların atölye olarak kullandığı, kim bilir kaç yüz yıllık koca bir taş bina, bu binanın farklı bölümlerine açılan kapılarının önlerinde ise açık havada pipo içip resimlerini yapan ressamlar, tatlı tatlı müzik çalan çalgıcılar var.

Saat altı falan olmuştu, restoran da saat yedide açılıyordu. Öldürmemiz gereken bir saatimiz vardı sizin anlayacağınız.

"Gel hanım, nereye gideceğimizi biliyorum" dedim Jelena'ya. Gerçekten de son anda aklıma gelmişti bir saatliğine oturabileceğimiz bir yer. "Hem de bedava içki içeceğiz" diye gururla ekledim.
Ben bedava içki deyince Jelena da hatırladı tabi...

Bu yeri size anlatabilmem için sizleri bir kaç yıl geriye götürmem gerekecek.

🐝Mezzy🐝 doğduktan bir yıl falan sonra gelmiştik Antibes'e. Sevgili kızım arabasında uyurken, bir barın bahçesine bir şeyler içmek için oturmuştuk. Tabelasında bol bol kokteyl reklamı vardı, bizim de kokteyl zevkimiz kabardı, garsonu beklemeye başladık.

Yan masamızda ise, nasıl söylesem, ileri yaşta, yalnız ama yalnız olmaktan çok da mutlu olmayan iki kadın oturuyordu. 

Kuzey Afrikalı garson kadınlardan sipariş almak için masalarına gitti. Durumu anlaması bir kaç saniyeyi geçmedi tabi. Ağızı kulaklarında, kadınları 'bonjour' 'ladı.

Sonrasında ise dünyanın belki de en çok bilinen tiyatro oyunu başladı. Üç kuruş etmeyecek esprilere kahkahalarla gülmeler, önce hafif, sonrasında da biraz daha şiddetli ve uzun süreli dokunmalar...

Umurumda değildi anasını satayım, isterlerse soyunup, masanın altında seks yapsınlar, ancak bunların répartie'leri yüzünden içkilerimizi söyleyemiyoruz, problem orada.

Sandalyemde kendimi düzeltip, "Mösyö!" şeklinde elimi kaldırdım. Garson "J'arrive" dedi.
Geliyorum demesine dedi de, hala kadınlarla makara kukaraya devam ediyor.

Hoşnutsuzluğumu belli edecek biçimde ayağa kalkar gibi oldum, garson istemeye istemeye geldi masamıza.

"Ne içersiniz bayan ve bayım?"

Ben bir Pina Colada istedim, Jelena ise menüye bakıp, ağızının tadına uyan bir kokteyl aramaya başladı. Garsonun aklı yan masada tabi, içi gidiyor. Jelena "Bu kokteyl nasıl?", "Şu kokteylin içinde ne var?" diye ahret sorularına başladı. Garson dayanamadı, "Size en güzel kokteylimizi getireceğim, bırakın ben seçeyim" dedi.

Jelena güldü, "Tamam" dedi.

Garson uçarcasına gitti ve bir tepside dört kokteyl ile geri döndü. İki Pina Colada, iki tane de artık ismi herneyse, 'en güzel' kokteylleri.

"Biz birer tane istemiştik" dedim, garson "Biliyorum" diye cevap verdi, "Ancak saat altıyla yedi arası burada 'happy hour', ne içersen ikincisi bedava"

Saat yediyi yirmi falan geçiyor. "Happy hour bitmedi mi?" diye sordum. Garson "Hayır" dedi, "Çünkü siz bu siparişi yirmi dakika önce verdiniz".

Kuyruklu yalan tabi, iki dakika zor geçmişti siparişi vereli.

Rüşveti zevkle kabul ettik, karşılığını vermemek de olmazdı elbette. "İsterseniz hemen hesabı da ödeyelim, hızlıca kalkıp gitmemiz gerekirse sizi aramayalım..."

Jet hızıyla parayı ödedik. Aradan iki saniye geçmemişti ki, bizim garson iki kadının masasının yanında belirdi.

"Je suis là!"

Adam başı iki koca bardak kokteylle birlikte Güneşi bu barda batırmıştık o akşam.

Ta o zamandan aklımda kalmış happy hour'un altı ile yedi arasında olduğu. Hemen gittik, bulduk o barı. Bizim garson yoktu ortada. Yeni garsona kokteyllerimizi söyledik.

Heyhat!

Sadece iki bardakla döndü. Hayli bozulmuştum. "Happy hour değil mi?" diye sordum, "Evet, happy hour" dedi, "İçkiler yüzde yirmi daha ucuz..."

COVID durumları, anlaşılan bedava ikinci içkiyi kaldırıp, yerine içkinin fiyatını yüzde yirmi ucuzlatarak cost cutting yapmışlardı. Neyse. Karıma bedava kokteyl bulamamış olsam da, tanesi on yuroluk iki kokteylden toplam dört yuro save etmiştim!

Jelena Ve Geri Planda Ressamların Atölyeleri

Bir saat çabuk geçti. Çin restoranına gidip, mükemmel yemeklerimizi yedik, trene atlayıp, Nice'e dönük, kendimizi otele atıp, hemen uyuduk.

Çünkü ertesi gün 'büyük' gündü. Sevgili kızım beşinci yaşını bitirip, arz-alemdeki altıncı yılıma başlıyordu.

Onun için bir 🐝Mezzy🐝 günü hazırlamıştık. Günün önemli bir bölümünü plajda geçirecek, sonrasında biraz dolaşıp, bir yerlerde bir şeyler yedikten sonra doğum gününü geleneksel olarak Hard Rock Cafe'de bitirecektik.

Monaco, Plaj
Sevgili kızım hayatında ilk kez denizle daha birinci yaşı bitmeden Nice'de tanışmıştı. Ertesi gün de Cannes'da devam etmişti yüzme kariyerine. Suyu çok sever 🐝Mezzy🐝'cik. Yakında solungaçları çıkacak. Neyse, bu kez de görmediği bir plaj olsun diyerek Monaco'ya gittik.

Monaco'ya sabah oldukça erken bir saatte gelmiştik. Plaj saat on ikide açılıyordu. Biz de Monte-Carlo'da bir cafe'de oturup kahvelerimizi içtik. Sonra da bir taksiye binip, plaja geçtik.

Plajın manzarası çok güzeldi. Kumun ardından yemyeşil bir yamacın alında bir bar ve restoranı vardı. 🐝Mezzy🐝 neredeyse hiç sudan çıkmadı. Akşam saat dörde kadar plajda kaldık, sonra 🐝Mezzy🐝'yi zorla çıkarıp, şehrin yolunu tuttuk. Sevgili kızım çok bozulmuştu plajı bıraktığımıza...

Monaco, küçücük bir prensliktir sevgili arkadaşlar. Küçük olduğu için de idaresi kolaydır. Caddeleri, sokakları, binaları pırıl pırıl tertemiz ve bakımlıdır. Hele Fransa'dan buraya geçtiğinizde sanki bir bilim-kurgu filmindeki gibi bir portalı kullanarak başka bir boyuta geçmiş gibi olursunuz.

Uzun yıllardır İsviçre'de yaşamaktayız sevgili arkadaşlar. Sizlere alçakgönüllülük etmeyeceğim, İsviçre dünyanın en güzel ülkesidir. Güzel olduğu kadar dünyadaki önemli boyutta bir zenginliği de barındırır. Göl kıyısında bir evin fiyatı zaman zaman iki basamaklı milyonlara ulaşabilir. Bir çok ünlü yıldız, politikacı ve dolar zengini İsviçre'de yaşar.

Ancak ülke bu zenginliği reklam etmemek üzerine planlanmış gibidir. Ultra lüks bir mansiyon, örneğin, artistik bir biçime doğanın içinde saklanmıştır. Yüksek duvarlar, güvenlik görevlileri falan yoktur, varsa da gözünüze batmaz. Kısaca gösterişi pek hissetmezsiniz.

Monaco ise tamamen aksi bir konseptle, yani parayı, zenginliği, gösterişi gözünüze sokmak üzere tasarlanmış.

Caddeleride yürürken parayı, zenginliği görür ve hissedersiniz. Caddeler Ferrari'ler, Maserati’ler, Lamborghini'lerle doludur. Tarihi binaları daha dün yapılmış gibi yepyenidirler. Parklarındaki çeşmeler, heykeller, pavilionlar size bir sarayın bahçesinde geziyormuşsunuz duygusunu yaşatır.

Prensin sarayı, şehrin her yerinden görünen bir tepededir. Bu tepeye Le Rocher, yani The Rock, daha da yani Kaya derler. Şehrin ortasında cart diye yükselen, gerçekten de kapkaya bir tepedir. Bu tepede saraydan başka bir deniz müzesi ve güzelim bir katedral de yeralır. Grace Kelly ve Prens Rainer burada evlemmişler.

Casino'nun Önü
Monaco'nun Monte-Carlo bölgesi - ki nerede başlar, nerede biter çok belli değildir, Güzelim bir limanı, Formla-1 yarışlarının yapıldığı caddeleri, ancak en önemlisi, meşhur mu meşhur Casino'yu, yani kumarhaneyi kapsar. Casino'nun devamlı müşterileri arasında ünlü zenginler, soylular ve film artistlerine ek olarak James Bond bulunur.

Casino'nun önünde her daim beş-altı tane aboww-class araba park etmiş durumadır. Bentley'lerin, Rolls'ların yanında mutlak bir iki Maserati, Ferrari ve Lamborghini bulunur. 🐝Mezzy🐝'cik de burada bir Maserati resmi çekti.

Casino'nun bir tarafında Hôtel de Paris isimli bir otel, diğer tarafında da Café de Paris isimli bir cafe bulunur. Hôtel de Paris herhalde lükslük bakımından bir otelin gidebileceği son noktanın yakınlarında bi yerdedir. Café de Paris ise gecelemek istemeyenlerin bir kaç saat konakladıkları bir yerdir. Hoş böyle yerlerde bol bol yumuşak erkek, sert kadın, kötü kadın ve kötü erkekleri görmek mümkündür. Malumunuz piyasa durumları. Ancak içiniz rahat olsun, şimdiye kadar bir tek rahatsızlık görmedim ve duymadım.

🐝Mezzy🐝'cik doğum günü şerefine Café de Paris'de koca bir kup dondurma yedi. Biraz dinlendik ve Nıce'e döndük, Côte d'Azur'deki tek Hard Rock Cafe'ye oturduk, tabi yine banka soyguncuları gibi maskelerle...

Davulda 🐝Mezzy🐝, Gitarda Jelena

Cafe'de, barla salonun arasına rock heveslileri oynasın diye bir orkestralık müzik aleti koymuşlardı. Hepsi tamamen gerçek bir Fender Strat 6-string, bir de bas. Davullar da gerçek ancak drumhead'leri yok, misafirlerin kulak ve kafa sağlıkları bakımından. Burada, davulda 🐝Mezzy🐝, gitarda da Jelena'lı bir resim çektik.

Canım kızım beş yaşındaydı artık.

Devam edeceğiz...

8 Kasım 2020 Pazar

Shepherd's Pie

Sevgili arkadaşlar, bugün Shepherd's Pie, yani Çoban Böreği yapıyoruz. Orijinalde Brit olmasına rağmen, Yank'ler de yapar bunu.

Önce doğranmış soğan çok az biraz zeytinyağı yada sebze yağı içinde kızartılır. Biraz salça eklenip, kızartmaya devam edilir, dana kıyma, tuz, biber biraz da basilikum eklenir. 

Gravy severseniz, sosu Gravy ile değiştirebilirsiniz.

Ardından da bezelye ve dilimlenmiş havuç eklenir, kızartmaya devam edilir.

Çok kızartıp, kurutmamaya dikkat. Et tam çiğlikten haif pişmişliğe terfi ederken ateşten alınıp, derin bir fırın tepsisine konur.

Tepside, ucu düz bir tahta spatula ile seviyesi düzeltilir.

İkinci aşamada tepsideki soslu etin üzerine bir kat patates püresi yayılır, yine tahta spatula ile düzeltilir. Bir önceki aşamadaki spatulayı kullanıyorsanız, iyice yıkayın. Pürenin lekelenmemesi gerekiyor.

Üçüncü aşamada pürenin üzerine ince bir kat rendelenmiş Parmesan peyniri konur. Bazen biz önce bir kat Mozzarella koyup, onun üzerine Parmesan ekleriz. Parmesan'la karışıp eriyen Mozzarella'nın hem görünüşü, hem de tadı çok güzel olur.

Sonra doğru 200 derecede ısıtılmış fırına. Parmesan kabuklaşıp, renklenene kadar fırında bırakılır.
Burası çok önemli. Güzel bir şarap açılır. Bizde 2013'den bir İspanyol Gran Reserva var. Kuğu şeklindeki karaf zorunludur! 😜

Sonra da börek kare şeklinde kesilip servis edilir.

Bon Apetit! 😋

1

2

3

4






Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...