4 Ağustos 2018 Cumartesi

Uptown, Midtown, Downtown

New York'a her gelişim farklı bir dekor içerisinde olmuştur. Özel bir planlama yapmadığım halde, kentin üç hava alanına gün içerisinde, gün batımında ve gece vakti inmişliğim ya da kalkmışlığım vardır. New York, dünyanın en cazibeli, en renkli kentlerinden biridir sevgili arkadaşlar. Bundandır, gündüz ve gece uçağın penceresinden baktığınızda karşınıza ayrı bir güzellik çıkar.

Bu kez güneş batımına az kala JFK hava alanına inmiştik. JFK, yani Kennedy havaalanına eski günlerde indiğimde deli olur, kafamı bir sağa, bir sola çevirip, başka hiç bir yerde göremeyeceğim uçaklara bakardım. Dev Jumbo Jetler, Concorde'lar, MD-11'ler, Tristar'lar hep bu hava alanının sadık müşterileriydiler.

Bu günlerde hava alanları, uçak çeşitleri bakımından çok sıkıcı yerler haline dönüştüler. Varsa yoksa hepsi neredeyse bir birinin aynı Airbus'lar ya da Boeing-737'ler. Arada bir "triple-seven" dedikleri, altı üstü iki motorlu bir B-777 gördüğünüzde "wow" oluyorsunuz.

Bildiğim kadarıyla hiç bir Amerikan hava yolunun dört motorlu uçağı kalmadı, inanabiliyor musunuz? Şanslıysanız ancak Lufthansa'nın falan bir Jumbosunu, ya da fellahların A-380'lerini görebiliyorsunuz.

Neyse ki, şansıma Quantas'ın bir A-380'i yanımızdan hır-hır geçti. İki katlı, dev gibi bir uçak ama hayatımda gördüğüm en çirkin uçaklardan biri. Nerede o kız gibi güzel Jumbolar, nerede bu hamile kalmış balina gibi hantal Airbus...

Almayın yani eve... 😛

Pasaport işlemleri çok uzun sürmedi. Valizimizi alıp Air Train dedikleri, hava alanını metro hattına bağlayan trene bindik. Ancak inmemiz gereken istasyonun adını öğrenince şöyle biraz ürperdim.

Bundan 28 sene önce Jamaica dediğinizde akla Queens'in en kötü yeri gelirdi.
Jamaica İstasyonu
Kırmızı ışıkta durduğumuzda kapıları kitlerdik. Orada yaşayan bir tanıdığım, sabah uyandığında arabasını lastikleri gitmiş bir halde, dört tane tuğlanın üzerinde bulduğundan beri, lastiklerine bildiğiniz anahtarla kitlenen bijon taktırmıştı.

Yine bu bölgede, önde ben, arkamda beni kovalayan bir gurup Hispanik, hayatımın en hızlı koşusunu yapmıştım. O zamanlar gencecik çocuğum, formumdayım da tabi. Biraz da can korkusu eklenince Hüseyin Bolt olmuştum böyle.

Jamaica, New York'un Kasımpaşası, sizin anlayacağınız.

Bu yüzden de Jamaica'ya Jelena ve 🐝Mezzy🐝 ile gitmek çok hoş gelmemişti kulağıma.

Ancak hiç bir tatsızlık yaşamadan trene binip, Manhattan'ın yolunu tuttuk. İşin aslı, sadece Jamaica değil, New York'un hemen her tarafı eskiye göre çok daha güvenli bir hale gelmiş. New York'lular, bu başarıyı eski valileri Giuliani'nin hanesine yazmışlar.

Manhattan'ı biraz bilirim. Bilmeyecek bir şey yok zaten.

New York bir state, yani eyalet. Baş kenti Albany. Normalde New York dediğimizde anladığımız ise New York City, yani New York Şehri. Bazı adreslerde New York, New York ya da New York, NY yazmasının sebebi de budur. İlk New York şehri, ikincisi de eyaleti belirtir.

New York City'nin de beş tane borıugh'u, yani semti var. En doğuda Queens, güney doğuda Brooklyn, kuzeyde Bronx, batıda da Manhattan adası. Bir de aşağıda bir yerde beşinci olarak Staten Island vardır.

Manhattan küçücük bir adadır. Yukardan aşağı 20, soldan sağa da 4 kilometre. Bu ufacık yerde 1.5 milyon insan yerleşiktir, her gün de 2.5 milyon insan girer ve çıkar. Yani nüfus 4 milyonu bulur. Bunca insan da gökdelenlerde, dikine istifli bir halde yaşar.

Manhattan, bir çok Amerika kenti gibi bir grid şehirdir. Satranç tahtası gibi, caddeler hep düz giderler ve birbirine dik bloklar oluştururlar. Ondandır, bir yeri tarif ederken, iki blok aşağı, üç blok yukarı git falan derler.

Kentlerin hepsi yeni kurulduklarından böyle düzenli yapabilmişler. Avrupa'daki binlerce yıllık eski kentlere dümdüz giden cadde ve sokak yapmak imkansızdır. Gözünü sevdiğimin İzmir'inde mesela, denizi arkanıza alıp, bir sokağa girersiniz, hiç bir yere sapmadan tekrar deniz önünüze çıkar.

Buralara "Ben Manhattan'ı bilirim" 'den geldik, beni tanıyanlarınız yön duygumun sıfır olduğunu bildiklerinden şaşırmış olacaklarını düşünerek açıklama gereğini hissettim, nasıl "bilebildiğimi".

Şöyle...

Manhattan'ı yukardan aşağıya üçe bölmüşler. Yukarısına Uptown, ortasına Midtown, altına da Downtown derler.

Bürün adayı, yukardan aşağı "avenue" 'lar, soldan sağa da "street" 'ler keser. Bu avenue'lar ve özellikle street'lerin çoğunluğu numaralıdır. Avenue numaraları doğudan batıya, street numaraları da güneyden kuzeye artarak gider. Bütün adresler de avenue ve street olarak verildiğinden mesela aradığınız cadde numarası bulunduğunuz caddeden büyükse yukarı gidersiniz. Avenue'lar da tabi aynı şekilde.

Manhattan'da dik olmayan sadece bir avenue vardır, o da şu ünlü Broadway. Broadway bütün adayı çaprazlamasına keser, yani her avenue ve street'i geçer. İyice kaybolduğumda Broadway'e atardım kendimi ve bir noktada mutlaka aradığım adresi bulurdum.

Uzattım biraz, kusuruma bakmayın ama bunları size New York trafik komisyonunda iş bulasınız diye değil, bir sonraki öykümüze geri plan olması bakımından uzun uzun anlatıyorum.

Uptown'a
New York'taki otelimiz Upper Midtown'da, Central Park West'de, 82. cadde üzerinde. Biz de Midtown'da, 34. caddede, Penn istasyonundayız. Hemen Central Park West üzerinde, Uptown yönüne bir trene bindik.

Uptown'a, yani kuzeye doğru gittikçe cadde numaraları artar dedik ya, metro istasyonlarındaki cadde numaraları da da üçer beşer artarak gidiyor. Atıyorum, 40, 53, 67, vesaire...

Ancak yetmişlerde tren bir hızlandı, 82. Cadde gözümüzün önünden vızzz diye geçti, gitti.

Tren ta 125. caddede mi ne durdu.

Vagonda yüzünü maviye, sarıya boyamış, palyaço kılıklı bir kadın var. Ona gittim, sordum.

"Ablacım, 82'ye nasıl döneriz?"

Golden American girl, taş devrinden gelme iki turist buldu ya, yavaaaş, yavaaaş, kelimelerin üstüne basa basa, bir aptalla konuşur gibi cevap verdi.

"Eyyyyyyyytiiiiii.... seeeeeekkkkıııımnnnd.... iiiiiiiiizzz..... iiiiinnnnn..... MIDTOWN!.... Yuuuuuuuuu...... aaaaaaaar....... naaaaaavvvv.... iiiiiiiiiinnnnn UPTOWN!"

Elimdeki fotoğraf makinesini kaldırıp, çatır diye kafasına vurasım geldi. 82. cadde Midtown'da, burası Uptown diyor. 82'nin nerede olduğunu biz de biliyoruz, az önce önünden geçtik zaten, ama durmadı anasını sattığımın treni, ondan Uptown'dayız ya...

Hadi... dedim içimden, bir daha deneyelim.

"Anladım ablacım, peki Midtown'daki 82'ye nasıl gideriz?"

Bu yine yavaş yavaş, kelime kelime anlatmaya başladı.

"Şimdi bu istasyonda in, merdivenlerden karşıya geç (bu anda parmakları ile yürüyen adam yapıyor), oradan trene bin."

Bak bu bilgi hayat kurtarır işte. Demek aksi tarafa gidebilmek için karşıya geçip, diğer yöne giden trene binmek gerekiyormuş...

"Anladım ablacım, peki o tren 82'de durur mu? Bu durmadı mesela..."

Böyle kompleks bir soru beklemiyordu herhalde. Biraz zeka kırıntısı görmüş olacak ki, beni taş devrinden bronz çağına terfi ettirdi. Konuşması biraz hızlandı, el işaretleri azaldı.

"Bu tren ekspres, ondan durmadı. Karşıdan 'C' trenine bin, o lokal trendir, durur muhtemelen"

Tamam dedim, yerime döndüm. Çinli bir çocuk, belli ki bizi dinliyormuş, "Bu saatte C bulamazsın. Saat on bire beş var. On birde bütün trenler lokal olur, bu trene binsen de 82'de durur." dedi.

Çok sever Amarikalılar bu istisnaları. Bazı trafik işaretlerinin altında yarım sayfa kompozisyon yazarlar.

"Sola dönülmez ama hafta sonları ve hafta içi akşam yedi ile sabah altı arası ve belediye otobüsleri hariç"

Bunların en ilginçini Miami-Orlando otoyolunda görmüştüm. Otoyolun en sol şeridi sadece içinde birden fazla insan olan arabalara açıkmış. Arabada tek başınaysan, o şeridi kullanamıyorsun!

Böyle işte...

Biz de karşıya geçtik, ve aslen ekspres ama saat on biri geçtiği için lokal olmuş A trenine bindik, 82. caddede inip, otelimize ulaştık.

Otel Amerika standardlarında tarihi bir otel. Lobisi karanlık ve kasvetli, döner kapısı ve general üniformalı kapıcısı olan, o filmlerden aşina olduğumuz ellili yılların bir klasiği.

Amerika'da oteller hala otel. Avrupa’daKi benzerleri gibi sadece dört duvar, bir yatak değil. Minibar'ı, oda servisi, 24 saat resepsiyonisti ile çok güzel servis veriyorlar. Hala çın-çın bellboy geliyor, valizleri odaya götürüyor falan.

Hem erken kalkmış, üstüne Lizbon'da gezinmiş, altı saat uçakta kasılmış, bir de New York metrosunda - pardon Subway'inde, oraya buraya koşuşturmuş olmamızın sonucu, üçümüz de perişan bir haldeydik.

Hemen uyuduk.

2 Ağustos 2018 Perşembe

Amerika - Prelüd

Otobüs şoförü zenci kadın, koridorun başına geçmiş, elleri belinde bağırıyordu.

"Benim otobüsemde mesele... çıkmaz! Benim otobüsümde sigara... içilmez! Benim otobüsümde keyif verici şeyler... kullanılmaz! Müziğinizi kendiniz dinleyin! Otobüsü kullanırken ben dans... edemem! (Kulaklık takın diyor)"

Tiz de bir sesi vardı, ama söylediğini dinlettiriyordu. Beş dakika önce Jelena şapkasını düşürmüş, yolculardan biri de şapkayı yerden alıp, Jelena'ya vermek için sıradan çıkmış, geri sıraya döndüğünde yine aynı kadından nasibini almıştı.

"Sıradan ne için çıktığın beni ilgilendirmez! Bana gelip, özür dilerim hanımefendi, ben sıradan çıkmak zorunda kaldım, yeniden dönebilir miyim diye soracaksın!"

Yerimize oturduk. Şoför hareket etmeden önce Mezzy'e dönüp, sanki beş dakika önce herkese şarlayan o değilmiş gibi, yumuşacık bir sesle "Bu ekspres seyahat, normalde durmayacağız ama prenses bir şey isterse söyleyin, hemen durayım" dedi.

Amerika'nın Kamil Koç'u diyebileceğimiz bu Greyhound otobüslerinin çok severim. Bunlara bindiğimde kendimi gerçek Amerika'da, bir Wells Fargo posta arabasının içindeymiş gibi hissederim.

New York'tan Washington'a uçmak yerine otobüsü tercih etmiştik. Yol dört saat sürse de, Manhattan'dan JFK'e gidiş, güvenlik kontrolleri, uçağa biniş, uçuş, bavulları toplama, Dulles'tan Washington merkezine geliş falan, bu dört saatin çok çok üstünde olacaktı. Üstüne otobüsün konforunu, wi-fi, hatta iPad'leri şarj etmek için 110 Volt pirizleri de eklediğinizde Greyhound otobüsleri sıralamada tartışmasız birinci geliyordu.

Bir çok kişi New York'dan genellikle ekstra bir enerji ile ayrılır. Manhattan'ın gökdelenleri, sınırsız alış veriş imkanları, hızlı, ışıltılı New York hayatı, insana bir neşe, fazladan bir yaşam gücü verir.

Bu New York gezisi ise benim için bu kez biraz daha farklı geçmişti. Duygu dolu bir kalple ayrılıyordum bu güzel şehirden. İşin aslı, sadece New York değil, tüm Amerika gezimiz, ışıltılı Amerika günleri yerine duygu yoğun bir iki haftaya evrilmişti.

Gezi boyunca yirmi beş küsür senedir görmediğim arkadaşlarımıla, dostlarımla, yetmeyecek kadar kısa süreli olsa da, beraber olma fırsatım olmuştu. Bu insanlar aynı binada yaşadık diye her gün zoraki yüzlerini gördüğüm kişiler değil, isteyerek birlikte olduğum, ömrümün uzun bir bölümünü bir arada geçirdiğim, beraber başımıza gelmemiş iş kalmamış, kardeşlerim kadar yakın arkadaşlarımdı.

Görüşemediğimiz yılları basit bir hesapla toplarsam, iki asırlık bir duygu yoğunluğu ediyor, anlayın işte...

Ancak Amerika yine de heyecan, macera, ışıltı ve büyüklük.

Gelin, filmimizi geriye sarıp, öykümüzün başına dönelim ve size Amerika gezimizi detaylarıyla anlatayım.

Uçağımız Cenevre'den saat sabah altı gibi kalacağı için, bir önceki akşam saat sekizde yatmış, sabah iki buçuk gibi de uyanmıştık. Saat dört gibi arabayı bırakmış, saat beşte de hava alanında hazır bekliyorduk.

Lizbon'da bir stop-over'ımız vardı.

Jelena ve Melissa Lizbon'da
Yıllar önce sevgili karımla Lizbon'da bir kaç gün geçirmiş, çok da mutlu ayrılmıştık.

Bu kez öyle uzun boylu olmasa da, şehir merkezinde bir kaç saat geçirebilecektik. 🐝Mezzy🐝'de ilk kez Lizbonu görmüş olacaktı. Annesinin karnındayken Porto'da bir kaç gün geçirdiği için, ilk kez Portekiz'e gelişi diyemiyorum ancak ilk kez Portekiz'i görüşü olacağı kesindi.

Havaalanına el bagajlarını bırakıp, metro ile şehir merkezine geçtik.

Lizbonun çok cazibeli bir merkezi vardır sevgili arkadaşlar.

Bugün İspanya'nın içinde kaybolmuş küçücük bir ülke olsa da, unutmayın, Portekiz dev bir imparatorluktu. Güney Amerika'nın neredeyse yarısı olan Brezilya ve Afrika'nın hatrı sayılır bir bölgesi hep Portekiz kolonileriydi. Ancak her imparatorluk gibi onlar da duralayıp, gerileyip, çöktüler.

Lizbon
Başkent Lizbonda, bu imparatorluğun izlerine bol bol rastlamak mümkün.

Rua Augusta caddesinden deniz kıyısındaki Praça do Comércio meydanına doğru yürürken hem bu ihtişamı izliyor, hem de içimden biraz gülümsüyordum.

Yedi yıl önce, karımın elimden tutmuş, yine bu caddede yürüyor, aptal turist misali gözüm havada, bir sağdaki binalara, bir soldaki binalara bakıyordum.

Biri beni dürttü. "Amigo..."

Kafamı çevirip baktım. Giysileri sefil durumda, ufacık bir adam bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ağızında görünen sadece bir ön dişi kalmış, yüzü siyaha yakın koyu bir renk, derisi de güneşten öyle bir çatlamıştı ki, bana Bolivya'nın tuz ovalarını hatırlatmıştı.

Rua Augusta
Ancak adamın yüzünün en göze çarpan özelliği, tek gözünün olmamasıydı. İkinci gözünün olması gereken yerindeki derisi acemi bir terzi tarafından iğne-iplikle lalettayin dikilmiş gibi duruyordu.

Bozuk plak misali çatlak sesiyle fısıldadı:

"Marihuana, haşiş, marihuana, haşiş!"

O taraklarda hiç bezim yoktur ama olsaydı bile her halde böyle bir adamdan almazdım. Eğer bunun sattıklarını kullansaydınız, olasılıkla çok yaşamazdınız.

"No amigo" dedim, bu da üstelemedi. Jelena ile yürüdük, uzaklaştık.

Biraz daha yürümüştük ki, yine bu adam, o bozuk plak gibi hırıltılı sesi ile geldi yanıma.

“Marihuana, haşiş, marihuana, haşiş!”

Kendi sattıklarını kullandığından olsa gerek, az önce benle konuştuğunu bile hatırlamıyordu.

Yine "No" dedim, o da yine üstelemedi, uzaklaştı.

Aradan beş dakika geçti, geçmedi, yine aynı çatlak ses.

“Marihuana, haşiş, marihuana, haşiş...”

Jelena bir kaç gün, "Sende keş tipi var demek ki!" diye dalga geçmişti benle 😍

Neyse ki bu kez o adamı görmemiştik. Aslında sürpriz de olmamıştı. Ya hapisteydi, ya da daha da kötüsü...

Neyse.

Etrafı sütunlu binalarla çevrili bir meydan
Praça do Comércio, etrafı sütunlu binalarla çevrili, oldukça büyük bir meydan. Meydanın bir ucu, artık deniz mi, nehir mi, siz gözünüzde canlandırın, su ile sıfır konumda birleşmiş. Eğimli bir rampadan aşağı doğru yürüyüp, elinizi suya bile sokabilirsiniz.

Bu noktadan, Lisbon'un gerçekten güzel iki asma köprüsünden biri olan 25 Nisan'ı da görebilirsiniz.

Meydanın diğer ucunda ise Lizbon'a özgü, güzelim renklerdeki eski tramvayların durakları var.

Meydanın ortasında da Portekiz kralı Jose I'in bir heykeli...

Jelena ile eski günleri yad ettik, 🐝Mezzy🐝'ye Lizbon anılarımızı anlattık. Sonrasında yine Rua Augusta caddesinden yukarı, Restoradaros meydanına doğru yürümeye başladık.

Tepeye çıkan tramvay
Cadde üzerindeki pastanelerden birinde durduk. Jelena ve 🐝Mezzy🐝, Lizbon'un olmazsa olmaz, Pastel de Nata (birisi söylediğinde ben hep "Paştel di Nada" gibi duyuyorum, belki de ünlü Mas Que Nada ile karıştırıyorum 😛) isimli kurabiyelerinden yediler. Fırsatınız olursa deneyin, gerçekten çok güzeldir.

Yine yol üzerinde Lizbon'un ünlü asansörünü - burada İzmirliler rekabete girer diye düşünüyorum, ve Restoradores meydanının hemen yanındaki tepeye çıkan yine çok ünlü tramvayını gördük.

Çeşmeleri, heykelleri ve siyahlı, beyazlı dalga desenli kaldırımları ile Restoradores gerçekten güzel bir meydan.

Bu meydanın bir başka tarihi noktası ise Hard Rock Cafe - en azından bizim için tabi 😍😛. Lizbon gibi gourmet bir kentte, hele hele zaten burger ve fajita'ların anavatanı sayılabilecek Amerika'ya giderken, Hard Rock Cafe Lisbon'da ne işiniz vardı diye sorarsanız... Sormayın.

Artık 🐝Mezzy🐝'yi Hard Rock Cafe'lere götürmek neredeyse adet oldu. 🐝Mezzy🐝 de çok seviyor buraları. Sevgili karımın da katkısıyla zaten yarı yarıya köçek oldu sayılır 🐝Mezzy🐝'cik. Hard Rock Cafe'lere gittiğimizde, müzik eşliğimde dans ediyor, müşterilere, garsonlara sataşıyor sevgili kızım ❤️ Biz de götürüyoruz onu işte bu yüzden.

Restoradaros
Kombinasyonun acayipliğinin tamamen farkında olarak söylüyorum, mükemmel bir Portekiz şarabı ile çedarlı naço cipslerimizi yedik 😛 Sevgili kızım da sahneye çıkıp, şovunu tamamladı.

Hava alanına doğru yola koyulduk.

Ne yazık ki Lizbon'un Belem bölgesine gidecek vaktimiz yoktu. Halbuki ne güzeldir Belem... Devasa katedrali ve Lizbon'un simgesi sayılabilecek kulesi ile gerçekten görülmeye değer bir yerdir burası. Yine Parque das Nações ve civarı, Vasco de Gama köprüsü ve São Jorge kalesi de Lizbon'a yolunuz düşerse kaçırmamanız gerekli yerler.

Ben yiyemesem de yiyenlerin yalancısıyım, Lizbon'da deniz mahsulleri de çok güzelmiş. Ancak ister deniz mahsulü, ister benim gibi bir dinozor bifteği yiyin, yanında mükemmel şarabı ve hüzünlü Fado müziği ile Lizbon'da bir akşam, ölmeden yapılması gerekli şeyler listenize eklemeniz gerekli bir deneyimdir sevgili arkadaşlar.

TAP hava yollarının devasa Airbus A-330 uçağı, Avrupa anakarasının en batı noktasını geride bırakmış, ucu, bucağı görünmeyen Atlantik okyanusu üzerinden Amerika"ya doğru yola koyulmuştu.

Sevgili kızım Amerika'yı ilk kez görecekti. Coğrafik olarak Amerika'yı ilk kez görecek olsa da, jeolojik olarak Amerika'ya çok da yabancı sayılmazdı 🐝Mezzy🐝'cik.

Sevgili kızım Aurora'ların, Kuzey Işıklarının çocuğudur. Amerika kıtasını Avrasya'dan ayıran Kuzey Atlantik Sırtı'nın ikiye böldüğü İzlanda'da var olmaya başladı benim canım bal arım. Belki de bu dünyada ilk bulunduğu yer Amerika kıtasıydı, bilinmez. Ne olursa olsun, 🐝Mezzy🐝'cik kısa hayatının ilk günlerini geçirdiği kıtayı bu kez dünya gözü ile görecekti. Bunun düşüncesi her nedense beni biraz heyecanlandırmıştı.

Hafızam yanıltmıyorsa ilk kez TAP ile uçuyordum. Beklediğimden iyi bulmuştum Portekiz'in ulusal havayolunu. Hele bu günlerde hapşırsanız para verdiğiniz, ancak hapşırmayı bir öksürükle combi yaparak $.99 save edebildiğiniz low-cost hava yollarını düşündüğümde, TAP'ın servisi ziyafet gibi geldi. Üzerine bir kaç bardak da Portekiz şarabı eklenince bu uzun yolculuk oldukça çekilebilir bir hale dönüşmüştü.

Bu uçuş, canım kızımın ilk uzun mesafeli yolculuğuydu. Doğrusunu isterseniz uçakta başımıza ne işler gelecek, başta pek emin değildik. Ancak 🐝Mezzy🐝 bizim çocuğumuz olduğunu kanıtladı ve neredeyse hiç sayılabilecek bir iki vaka dışında, hiç sorun çıkarmadan, güle oynaya bu uzun yolculuğu bitirdi.

Saat akşam beşte yatıp, "jetlag" dedikleri bu zaman farkına alışamama fenomeninin sonucu, sabahın birinde hortlayıp, daha fazla saçmalamadan bu günlük burada bırakalım sevgili arkadaşlar.

Bir sonraki yazımızda "Hello America!" diyeceğiz.

Sevgi ile kalın ❤️

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Viva Las Vegas

Sevgili arkadaşlar, bir süredir Amarika modumdayım, fark etmişsinizdir (bu arada AmArika yazdığımın da farkındayım, bilerek yapıyorum bunu, anlamışsınızdır umarım) Yakın bir zamanda size biraz daha uzun, biraz daha detaylı yazacağım bu ilginç ülkeyi. Şimdilik ısınma halinde bırakalım.

Bugün size biraz Las Vegas yazayım istedim.

Las Vegas, Amarika'nın en nevi şahsına münhasır yeridir desem yeri olur herhalde.

Tarihi, Lucky Luciano (Şanslı Luciano) gibi, Cosa Nostra dedikleri, kısa ismi ile Mafya'dan başlar, bir tutam Elvis Presley ille tatlanıp, Howard Hughes dahil bir çok namlı girişimciyle palazlanır, Oceans Eleven ile birlikte, bugünkü şirketleşmiş halini alır. Burada çok başınızı ağrıtmayayım, ilginizi çekerse Harold Robbins'in Sin City kitabını okuyun. Edebi bir kurgu ile tarihi o kadar güzel anlatmış ki, hem eğlenip, hem de öğreniyorsunuz (bu arada kitabı tamamlayan Robbins değil, Padawan'larından biri).

Kitabın ismi zaten kentin varoluş nedenini anlatıyor. Sin City, yani Günah Kenti!

Kumar, fuhuş, içki... Çölün ortasına kurulu bu ışıltılı kent bütün bunları kullanışlı bir paket halinde ziyaretçilerine sunuyor.

Günümüzde bu günahlar biraz sevabi sunumlarla dengelenmeye çalışılmış.

Las Vegas otelleri, kendilerine has temalarıyla müşterilerine günahlardan biraz fazlasını vermekte.

Stratosphere otelinin yüz metre yüksekliğindeki kulesinin tepesinde sizi boşluğa bırakan kayaklar, Hotel Mirage'ın patlayan volkanları, yunusları, beyaz kaplanları, Hotel MGM'in aslanları, Hotel Mandalay Bay'in köpekbalıkları, Hotel Treasure Island'ın korsanları, Venetian otelinde bir gondol turu ve San Marco meydanında bir akşam yemeği, Hotel Caesar's Palace'da Romalı gladyatörler, Hotel NY NY'da Özgürlük anıtı ve Brooklyn bridge, Hotel Paris'te de Eyfel kulesi.

Bunların üzerine her otelde şovlar, müzikaller, tiyatrolar, daha ismini yazamadığım yüzlerce başka atraksiyonlar. İsterseniz bir Elvis taklidi papaz vekili nikahınızı bile kıyabilir, sorgusuz, sualsiz hemde...

Hepsi de yürüyüş uzaklığında...

Ancak her yerdeki en önemli ortak özellik kumar.

Kaldığım bir iki otelde Asansörlerde, hatta tuvaletlerde bile slot oynayabiliyordunuz.

Kumarın en popüleri poker, rulet falan değil, iki zarla oynanan Craps isimli oyun. Aynı baseball gibi, en azından benim bir türlü anlayamadığım kuralları var. En iyisi gelin Elvis'e kulak verelim...

Lady luck please let the dice stay hot
Let me shout a seven with ev’ry shot
Viva Las Vegas

Yani:

Şans tanrısı, zarları sıcak tut,
Her atışımda yedi diye bağırayım.
Yaşa Las Vegas!

Craps'de yedi 🎲🎲 çok önemli, Size o kadarını söyleyebilirim 😛

Craps bilmesemde Vegas'da ciddi para kazanmışlığım vardır. Hem de bir krupyenin bir bardak konyakla gelip, bana klüp aboneliğini önerdiği kadar önemli bir miktar sizin anlayacağınız, bir de Blackjack'de (aklımda doğru kaldıysa).

On beş sene oldu, bir iki dolarlık iş olsun diye slot çekmeler dışında bir daha kumar oynamadım Vegas'da. Ondandır zaten size böyle kazandım diye kabarabiliyorum 😍

Öyle Las Vegas dediğime bakmayın, buranın abonesi sayılmam sadece bir kaç kez gitmişliğim vardır.

Her gidişimde de mükemmel vakit geçiririm. Hatta sevgili karımla balayımızın bir bölümünü de burada geçirmiştik.

Bir Amarikan "atasözü" what happens in Vegas stays in Vegas der, yani Vegas'ta olan, Vegas'ta kalır.

Size yalan söylemeyeceğim. Bu güzel şehirde, özellikle sevgili karımdan önceki hayatım esnasında, size burada yazamayacağım, çok renkli, çok güzel günlerim geçti ve bunlar elbette hep Vegas'ta kalacak.

Ancak yukardaki deyişe biraz istisna getirip, anlatılabilir nitelikte bir kaç anıyla akşamınızı renklendirmeye çalışayım. İsimler, mekanlar öykünün kahramanlarının kimliklerini saklamak için orası, burası değiştirilmiş haldedirler. Gerçek hayatla benzerlikler ise tamamen tesadüfidir. Tanıyanlara minik rica, fal bakmayın, tahmin yürütmeyin...

Öyle kötü zamparalık hikayeleriyle başınızı ağrıtmayacağım. Müstechen şeyler de yazmayacağım. Ancak burası Las Vegas sevgili arkadaşlar, Vatikan değil. O bakımdan size anlatacaklarımın içerisinde bir tutam "Las Vegas" 'lık var. Eğer kendinizi çok hassas hissediyorsanız okumayın derim.

Bir arkadaş ile Las Vegas'ta bir kaç gün geçirmiştik. Arkadaş kız. Ama sadece arkadaş. Yani öyle aklınıza gelen şekilde değil durumumuz.

Elimizde kıytırık bir şehir planı, oradan oraya geziyoruz. Plan da öyle ölçekli bir harita değil, anıtların falan üç boyutlu çizildiği, genelde turist kitaplarının arkalarında bulunan o oyuncak haritalardan biri.

Hadi Downtown Vegas'a gidelim dedik, ne de olsa Elvis'in mekanı.

Gitmişleriniz bilir. Downtown Vegas'ta modern Las Vegas'ın pırıltıları yoktur ama mükemmel, eğlenceli bir yerdir. Casinolar ucuzdur. Buralarda küçük rakamlarla kumar oynayabileceğiniz "Nickel Machine" dedikleri, beş sentlik kollu makineleri, bir dolarlık Blackjack masaları bulunur.

Herneyse...

Downtown'a gitmeye karar verdiğimizde, biz bu günkü modern Las Vegas Strip'in başında, Downtown'a en yakın noktasındaydık.

Bu arkadaş plana baktı ve taksiye binmeyelim, çok yakın, yürürüz dedi. Ben de plana bir göz attım, Downtown bana da çok uzak görünmedi. Plana göre bir sağ, bir sol, hemen dibimiz gibi.

"Olur, yürüyelim" dedim, yola koyulduk.

Bir yarım saat kadar yürüdük. Vegas'ın o şaşaalı binaları kayboldu, yerine bir kaç katlı memur blokları belirdi. Sonra onlar da kayboldu, sadece yol kaldı.

Biraz daha yürüdük, durum daha da umutsuzlaştı.

Yanımdaki abla biraz havalı, yürüme teklifini yapan da kendisi olduğu için erkekliğe kaka sürmüyor, "Hemen İlerde...", "Geldik sayılır..." gibi laflarla durumu idare etmeye çalışıyordu.

Tahammül sınırımın bittiği bir noktaya geldik ve ben "Yok abi, benden bu kadar, ben taksiye biniyorum" dedim. Ama istesek de taksi bulabileceğimizden emin değildim. Bayağı şehir dışındaydık yani...

Yanımdakinde bir hava, bir bakış, hani sen ne biçim erkeksin, bu kadar da nazik olma gibisinden "Merak etme, ben seni götüreceğim" şeklinde tercüme edebileceğim bir laf etti. Ama öyle bir havayla konuşuyor ki, bu sanki büyük ablam, beni sokak çocuklarından koruyacak...

Yine maternal bir havayla "Sen beni burada bekle (!), ben bir sorayım ne kadar yolumuz kalmış" dedi ve yolun karşısında tek başına duran mağaza kılıklı bir binaya koştu.

Bir beş dakika geçti, geçmedi, bizimki o binadan çıkıp koşarak caddeyi geçti, ama neredeyse eziliyordu. Arabalar acı, acı fren yaptılar.

Caddenin karşısında bir siyahi, bir de Güney Amerikalı bıçkın, gülmekten yerlere yatıyorlar!

Benim arkadaş da hem caddeyi geçiyor, hem de tarifsiz bir sinirle bana bağırıyordu.

"Ulan o... çocuğu, karın, sevgilin olsam gönderir miydin beni buraya?"

Anlamadım önce, sonra kafayı bir kaldırdım, ben de yıkıldım yere gülmekten.

Bunun yol sormak için girdiği mağaza bir sex shop! Vitrininde deriler, kamçılar... 😛

Bizimki, biraz da yorgunluktan, bakmadan dalmış içeri. Eli yüzü düzgün de bir kız, mağazadakiler de tabi buna sulanmış, sıkıştırmışlar. Bu da atmış kendisini dışarı...

Başka bir kez, gecenin geç sayılabilecek bir saatinde Strip dedikleri, ana caddede yürüyordum.

Müzikli, kahkahalı bir barın önünde bir fahişe, barın balkonundaki müşterilerle şakalaşıyordu.

Kadın kesinlikle şişman değildi ama XXL size biriydi. Hatta hayatının tamamında kadın olmamış da olabilirdi tabi, bilmemekteyim.

Yukarda, barın balkonundan ya su dökmeye, ya da incik-boncuk, bir şeyler atmaya başladılar, tam görememiştim. Kadın menzilden çıkmak için kendini geriye attı. O sırada ben de tam arkasındaydım, güm diye bana çarptı.

Dengem bozuldu, yere düştüm.

Kadın da üzüldü, bana yardım etmek üzere üstüme doğru eğildi. "Poor baby!" dedi ve cart, tişörtünü yukarı çekti.

Ortaya iki tane, kapsamlı boyutta et yığını (!) çıktı. Kadın gövdesiyle bir sağ-sol yaptı ve o kum torbası göğüsleri dan-dun yüzümde patladı!

Yumruk yemiş gibi oldum.

Kadın, "This was free of charge hon!", yani "Bu sana bedava şekerim!" dedi.

Bunların hepsi sokak ortasında oluyor!

Bardakiler gülmeye başladı. Kadın zaten gülmekten yıkılıyor. Darbenin etkisi geçince ben de başladım gülmeye.

Elimden tutup, kalkmama yardım etti, baybay'ladık, ayrıldık...

İşte böyle...

Yakın zamanda Las Vegas'ı ziyaret edeceğiz. Ancak bu kez bir turistikten ziyade imtiyazlı, Las Vegas'ta yaşayan birinin gözü ile, birinci sınıf bir ziyaret olacak bu.

Bir kardeşimi göreceğim orada...

Daha sonra uzun uzun anlatırım. Şimdilik zarları sıcak tutalım.

Geceniz güzel olsun ❤️

3 Temmuz 2018 Salı

Ahmet'in Arabası

Geçen hafta size sevgili kardeşim Ahmet ile bir-iki anımızı anlatmıştım, hadi devam edelim...

Sevgili Ahmet çoğunlukla takım elbisesiyle, bond çantasıyla, tip-top gezerdi. Sadece, çantasında evrak vesaire ile birlikte benim neslimin torpil dediği, fitilini yakıp attığınızda patlayan maytaplar bulunurdu.

O aralar bir evde toplanır, zamanımızı kağıt oynatarak geçirirdik, baca gibi de sigara içerdik, bu yüzden de devamlı açık bir pencere bulunurdu.

Ahmet geldiğinde kapı zilini çalmak yerine bu torpillerden birini yakıp, açık pencereden içeri atardı. Sonra da GÜMMM! tabi. Bilenleriniz bilir, öyle bir patlar ki namussuz, kendinizi Normandiya çıkarmasında ateş altında zannedersiniz.

İlk başlarda bu patlamaları duyduğumuzda aklımız çıkıyordu, ama sonradan alıştık. Patlamayı duyduğumuzda hiç birimiz istifini bozmuyor, "Ahmet geldi, biriniz kapıyı açsın" diyorduk.

Biz şerbetlensek de etrafdakiler korkuyordu haliyle. Bir keresinde komşusu, patlamanın ardından, evinde toplandığımız arkadaşın kapısını çalıp, "Metttincim, bizde bir patlama oldu, sizde de oldu mu?" diye sormuştu. Ne gülmüştük... 😛

Sevgili Ahmet'in 64 mü, 65 mi, bir Ford arabası vardı. Benden yaşlı yani. Otuz sene öncesine göre bile eski bir arabaydı.

Ahmet bu arabayı ufak bir hizmet aracı gibi, boyaları, sıvaları, macunları oradan oraya taşımak için kullanıyordu.

Ama arabanın bırakın inşaat malzemelerini taşımasını, boş halde kendisini bile bir yerden başka bir yere götürecek hali yoktu. Arabanın, zaman zaman motoru gibi hayati olanları dahil, belli aksamları çalışmayı bırakıyor, Ahmet zamanının yarısını sanayide geçirmek zorunda kalıyordu.

Bayağı günümüze geçmişti bu araba ile. Size başımızdan geçen üç beş olayı anlatayım, gecemiz tatlansın.

Anlatacaklarımın bazılarına şahsen tanık oldum, bazılarını da ilk elden dinledim. Hiç birinde en ufak bir abartma, mizahlaştırma, tatlılaştırma yoktur.

Söz konusu arabamızın hareket etmediği zamanlarda motor çalışırken su kaynatmak gibi bir huyu vardı. Bir gün Ahmet kırmızı ışıkta durduğunda motor su kaynatmış, kaputun altından buhar çıkmaya başlamış.

Araba ve Ahmet için tamamen normal olan bu olay, çevredekiler tarafından yangın şeklinde algılanmış, taksiciler, kapıcılar ellerimde yangın söndürme tüpleriniyle, su kovalarıyla dışarı fırlamışlar, ellerinde ne varsa arabaya döküp sıkmışlar.

Trafik lambası yeşile döndüğünde Ahmet dönüp hepsine sağolun gibisinden bir el işareti yapıp, gaza basmış, yoluna devam etmiş....

Başka bir gün, aynı arabada bir arkadaş yaşlıca bir amcayı evine götürüyormuş.

Ankara'da, Akay yokuşundan aşağı inerken arabanın kaputu komple yerinden çıkmış, önce ön cama çarpıp, sonra da uçmuş gitmiş! Yaşlı amca korkmuş, "Oğlum, kamyona mı çarptık?" diye sormuş. Yok amca, önemli bir şey değil kaput uçtu, demişler. Amca tamam demiş, evine kadar öyle kaputsuz yola devam etmişler.

Bu arabayı sonradan gördüğümde bir kaputu vardı ama uçan orijinal kaputunu mu bulup takmışlardı, yoksa çıkma, başka bir arabadan uydurulmuş bir kaput muydu, hatırlamıyorum...

Arabanın aksamlarının belirli aralıklarla çalışmadığımdan bahsetmiştim. O günlerde de frenler çalışmıyordu. Arabayı durdurmak için şehir hatları vapuru gibi elli metre öncesinden gazı kesip, durma işini fizik kanunlarına havale etmek gerekiyordu.

Ahmet Bakanlıklar'da, Vakko mağazasının civarında giderken önünde yepyeni bir BMW, ışık kırmızıya dönünce frene basmış, durmuş.

Garip Ford için çok geç tabi, Newton falan araya girse de mesafe çok kısa, çatır diye çarpmış öndeki arabaya, arkadan...

Öndeki arabanın şoförü inmiş, ne oldu diye bakınıyor, Ahmet çıkışmış.

"Stopları yanmayan arabayla niye trafiğe çıkıyorsun lan?"

Araba yepyeni BMW. Tabi ki her şeyi çalışıyor.

Efendi bir adammış sahibi, kardeşim stoplar çalışıyor falan demiş ama Kim dinler...

Ahmet, "Beni ilgilendirmez, herkes kendi hasarını tamir etsin." demiş, bagajdan koca bir balyozu çıkarıp, dan, dun, Ford'un tamponuyla ön kaportasını "düzeltmiş", sonra da basmış gaza gitmiş...

Yine bir akşam Ahmet "Bülentcim, hadi gel Yalova’ya gidelim..." dedi. Bizimkiler Çınarcıkta, bir süredir de görmemiştim, "Tamamdır, gidelim." dedim.

Bir akşam üstü çıktık yola. Ford'la tabi...

Bir ara momtumu falan koymak için arka koltuğa döndüm, koltukta iki devasa plastik bidon. Ama tanesi elli litre falan, öyle büyük bidonlar.

"Ne bunlar?" diye sordum, Ahmet "Birinde yağ, birinde su var dedi". Araba hem yağ kaçırıyor, hem de radyatörü delik!

Yol boyunca araba Zümrüt-ü Anka kuşu gibi "Gak" diyince kenara çekip yağ koyuyoruz, "Guk" deyince kenara çekip su koyuyoruz.

Böyle böyle Eskişehir'e falan geldik, sonra da güneş battı.

Ahmet torpido gözünden iki tane pilli el feneri çıkardı. Birini arka camın dibine bantladı, diğerini de bana verdi.

Farlar çalışmıyormuş...

El fenerlerinin amacı bize yolu göstermekten çok, karşıdan gelen arabalara, bak burada bir araba var demek. Ancak sonuçta minicik fenerler, bir metre ötesini aydınlatmaya mecalleri yok...

Arabayı Ahmet kullanıyor, ben de el fenerini tutuyorum. Bir anda karşıdan bir araba geldi ve can çekişen bir farenin çığlığı gibi ciiiyyyykkkk diye bir ses duyduk. Araba bizi görmemiş tabi, sol tarafımızı sıyırdı geçti.

Ahmet "Arabayı çizdi hayvan" diye bağırdı adama. Gerçi arabada çizilecek, ya da çizilince estetiği bozacak miktarda boya yoktu ama...

"Oğlum feneri adamın gözüne tutsana!" diye bana da kızdı 😛

Mecburen karşıdan her araba geldiğinde Luke Skywalker'ın ışın kılıcı gibi feneri şoför tarafına tuta tuta Yalova yakınlarına kadar geldik. Üç beş near-miss oldu ama bir maraz çıkmadı - şimdiki aklımla düşünüyorum da...

Bu arada mütemadiyen durup, yağ ve su ekliyoruz arabaya...

Açık araziden çıkıp, köy bölgelerine geldiğimizde, yol üzerinde otostop çeken iki genç gördük. Ahmet hemen sağa çekip, bunları aldı arabaya.

Hiç de normal bir durum değildi bu. Bir kere zaten arabasına otostopçu almazdı hiç. Üstüne arka koltukta koca iki bidon varken nereye oturacaklardı?

Neyse bidonları sağa, sola itip zar zor sıkışabilecekleri kadar bir yer açtılar kendilerine.

Tam "Abi çok sağolun, benim adım falanca..." derken, hırt, pırt, araba durdu.

Benzin bitmişti!

Ahmet'in de niçin otostopçuları aldığı anlaşılmıştı böylece.

İki genç inip, arabayı itmeye başladılar. Yalova yolları yokuşlu, inişlidir, canımız çıktı tabi, ama sonunda benzinciye de ulaştık.

Benzin alıp, arabayı çalıştırdık, "Hadi atlayın" dedik, gençler, "Abi biz gideceğimiz yere geldik sayılır, yürürüz bundan sonrasını" dediler.

Böyle işte.

O araba bir süre bizim evin yakınında bir yerde park edilmiş sayılabilecek bir biçimde durdu. Sonra mahallenin çocukları içine girip oynamaya başladı. Direksiyonu, kolları, düğmeleri yavaş yavaş eksildi. En son hatırladığım içine kum doldurmuşlardı.

Sonra ne oldu bilmiyorum bu arabaya. Ahmetle konuştuğumuzda sorarım.

Geceniz güzel olsun ❤️

27 Haziran 2018 Çarşamba

İhtisas

Canım annem ve babamın sağlığında elim sıcak sudan soğuk suya girmezdi. Yemeğim hazır, yatağım hazır, sabah kalktığımda çayım masada, gece acıktığımda annemin hazırladığı artık ne varsa...

Annem emekli oldu, biraz emekli ikramiyesi, biraz birikimler, Çınarcık'ta bir yazlık ev aldılar. İlk heves Çınarcıkta ilk senemi geçirdim, ancak o aralar on sekiz bile değilim, bir anda annemle babamın olmadığı Ankara'daki evimiz malum sebeplerden ötürü daha çekici gelmeye başladı.

Böylece yazları Ankara'da, yalnız başıma yaşamaya başladım.

Yalnız ilk senem, pideci, kebapçıdan yemek yiyerek geçti.

Sonraları ise pide ve kebaba harcanacak para daha verimli alanlara kanalize olduğu için evde iyi kötü yiyecek bir şeyler hazırlamaya başladım.

İlk başlarda makarna, sonraları çorba ve kuru fasulye, daha da sonra köfte ve yemek işinde bayağı uzmanlaştım. Bugün koç gibi hamur açarım, şarap soslu Bœuf Bourguignon, hatta Chateaubriand yaparım, sıfırdan Pesto, Morilles ya da Quatro Fromaggi sosu hazırlarım, siz anlayın yani.

Ben neymişim be abi diye anlatmıyorum bunları. Gerçekten hep yokluktan, hep zorunluluktan, "tıpış tıpış" öğrendim hepsini...

Ütü yaparım, çamaşır, bulaşık yıkarım.

Yine mecburiyetten.

Kırık bacağımın içindeki yarım kilo demirle, yanımda sadece canım köpeğim Yumuk, tek elle gömlek ütülemeyi geliştirmiştim...

Çok Kemalettin Tuğcu olduk, içinizi karartmayayım. Hayat öğretiyor işte.

Sevgili kızımdan sonra, elli yaşımda saç bağlamayı bile öğrendim.

Hatta etek giydirmeyi.

Bu yazıyı okuyan er kişiler bilmez öyle etek, elbise nasıl giyilir. Hele biraz da funky bir dizaynı varsa... Öyle pantolonu cart diye ayağınıza geçirmeye benzemez. Bir deneyin, aklınız şaşar, neresi alt, neresi üst, neresi ters, neresi düz, neresi ön, neresi arka. Bunu da elli bir yaşımda öğrendim anasını satayım... 😛

Eğlenceli meziyetler bunlar tabi.

Bunlar kadar neşeli olmayan meziyetler de vardır.

Mesela arabanıza benzin doldurmak...

Amerika'da öğrendim, hatta hayatımın bir bölümünü benzin doldurarak kazandım. Araba park etmek, vesaire de dahil.

Yıllar sonra İsviçre’ye yerleştim.

Bu ülkede yemek pişirme meziyetlerim Nirvana'ya ulaştı, ancak İsviçre'nin bana en önemli katkısı marangozluk, bahçıvanlık, parke, fayans ve sıva alanlarında oldu.

Haftada bir, iki saatliğine gelen bir bahçıvana bir sene için on bin frank, yani bu günün parası ile elli bin lira ödeyince, bir sonraki sene bu zenaatı öğrenme durumunda kaldım.

En son çöp kovasını tamir için dört yüz frank isteyen bir ustaya kibarca git dedikten sonra endüstriyel diyebileceğim düzeyde bir ahşap çalışmasıyla onarımı kendim yaptım. Sevgili karım benle aşk evliliği yaptığı için zaten mutlu olduğunu, ancak bu benzeri katkılarımla evliliğimizin maddi bir ivme de kazandığını söyleyip, beni motive etti 😛😍

Ancak öyle bir meziyetim vardır ki, yukarda anlattıklarımı bunun yanında çerez yapar, yersiniz.

Boya!

Boyacılık üstüne lisans eğitimimi Ankarada tamamladım. Müteahhitlik yapan bir arkadaşım vardı. Arkadaş hafif kaldı, kardeşim sayılır. Öyle müteahhit dediysem de, kelli göbekli laz müteahhiti gelmesin aklınıza. Koç gibi genç delikanlı işte.

Hakedişini alıp, parayı artık nerede harcarsa harcar, bir sonraki keşif günü geldiğinde, işçileri kaçmış, yarım kova plastik boyası kalmış bir halde, bütün arkadaşlar King masasından kalkar, gecenin bir saatinde, ertesi sabaha işi yetiştirmek için boya yapmaya giderdik.

Boya sanatını buralarda öğrendim. Rulo, ince fırça, astar boya, yağlı boya, abi "pİlastik" bitti, abi bitti "pİlastik" boya... 😛

Yüksek lisansımı ise İsviçrede, mahzenimizi yaparken tahsil ettim. Alt sıva, astar, serpme boya, macun, rulo, vesaire...

Doktoramı ise araba boyası üzerine, yine İsviçre'de yaptım.

Burada kaportacılar annelerinin evlilik törenlerini istediklerinden insanlar ufak tefek çizikleri hep kendileri sprey boya ile kapatırlar.

Geçenlerde Büyükelçilik Rezidansında bir kutlamaya davetliydik - benzin basarak hayat kazanmaktan sonra biraz karizma tamiratı yapalım artık 😍

Jelena kullanıyordu arabayı. Bahçenin girişi dar, hadi sen profesyonel vallet'sin madem, sen park et, bir sakarlık yapmayım dedi.

Noproblem tabi! Hemen geçtim direksiyona, sağ, sol, ileri, geri... Garrrççççç! Başına gelen bilir o tatsız zevksiz sesi... Görmediğim bir şeye çarptım sağ arka kapıyı.

İnip baktım, bir sopanın üzerindeki, kapıyı otomatik açıp, kapamaya yarayan sensör.

Arabada derin de olsa sadece çizik var. Sensörün de kapağını kırmışım. Özür diledim, önemli değil, canın sağ olsun dediler.

Neyse, toplantı bitti, eve döndük. Ama karizma sıfırın altı tabi... Jelena boşver falan diyor ancak sevgili karımın o ana kadar hayalindeki "Profesyonel Vallet" imajı gitmiş, yerine "o sensörü kim koymuş oraya" diye umutsuzca bahane arayan, battığı kakadan çıkmaya çalışan garip, zavallı bir adam kalmış... 😛😍

Jelena üzüntülü gözlerle baktı arabaya.

"Can you fix it?"

Laf mı bu, tabi ki hallededim.

Ertesi gün hemen gidip bir tüp sprey boya, bir paket de zımpara kağıdı aldım. Hemen çizikleri zımparalayıp, sprey boyayı sıktım. Yağmasa da gürledi, iyi kötü kapamıştım çizikleri...

Jelena bir baktı, kayıp karizmamın yarısı geldi geri.

"Wow!"

Öyle çok "wow" 'lık bir şey yok aslında. Sprey boyanın rengi bir ton açık, işin aslı. Anasını sattığımın arabasının imalatçısı da "sınop", öyle piyasa rengi kullanmıyor özel olsun diye. Ama geçti keşiften işte. Hakediş'i aldık Jelena'dan yani...

"Nasıl yaptın?" diye sordu sevgili karım. Ben de "ihtisasımı Ankarada - hadi gerçek ismini vermeyeyim - Ahmet'in yanında yaptım, üç beş çizik ne ki" dedim.

Güldük.

Eve girdik, kendime bir bardak şarap koydum, "zırrr", iPad çaldı.

Ahmet kardeşim!

Kalp kalbe karşı derler ya, aynen öyle oldu.

Bir güzel geyikledik, daha da geyikleyeceğiz, bir kadeh şarap etrafında.

Bu pilav daha çok su kaldırır. Şimdilik burada duralım, devamına gelecek hafta geçeriz.

Benim gecem yirmi senelik bir şarapla renkleniyor.

Sizin geceniz de güzel olsun.

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Sınav

🐝Mezzy🐝 iki gindür annesiyle sınava giriyor. Kimseye bırakamadığımız için, yalvar yakar izin aldık, ondan birlikteler, yoksa sınav 🐝Mezzy🐝 ile ilgili değil yani.

Dün sözlüye girdiler. Sınav komisyonu ile annesini susturup, konuşmaya başlamış. Oyalansın diye kağıt kalem vermişler, yine kınuşmayı kesip, çizdiklerini komisyona göstemeye başlamış. Eksperlerden birinin telefonunu çalmış, Jelena zor yakalayıp, elinden almış.

Bugün de yazılıya girdiler.

Önce ben çiku (çikolata) isterim diye ortalığı birbirine katmış. Sonra ona yine kağıt kalem vermişler. Onları sağa sola atmaya başlayınca sınavdaki diğerleri şikayet etmiş, onu resepsiyona koymuşlar.

Resepsiyonda çalan telefonları açmaya başlamış. Resepsiyonistler arayanlardan habire özür dilemiş, bir başkasının çocuğuna bakmak zorunda kaldık, o cevapladı sizi diye.

Sonra ben miam miam (yemek) istiyorum diye tutturmuş. Resepsiyondakiler ona püskevit bulmuşlar, onları yemiş.

Sonra resepsiyondan kaçmış. Resepsiyondakiler de yakalamak için peşine tabi. Ben de başka bir odadaydım, gürültüleri duydum.

Daha sonra her gelene, son numarası, 👍 yapıp, okey diyerek karşılamaya başlamış. Gidenleri de baybaylıyormuş 😛

Jelena'nın sınavı bittiğinde bütün ofis gülüyormuş...

Böyle işte sevgiki kızım, İsviçre administrasyonuna neşeli bir kaç saat geçirdi.

😍❤️😍❤️

10 Mayıs 2018 Perşembe

Çocukluk Hevesleri

Her insanın gerçekleştiremediği bazı hayalleri vardır sevgili arkadaşlar.

Zengin olmayı, cumhurbaşkanı olmayı falan kast etmiyorum, onlar hem genel, hem de iddalı hayaller.

Kast ettiklerim basit şeyler.

Örneğin çocukluğumdan beri gitar çalmayı istemişimdir. Bacak kadarken bile hayalim elimde gitar, zamanın popüler şarkılarını söylemekti. Öyle ünlü bir sanatçı olmak falan da gerekli değildi. Hayaller, çoğunluğu arkadaş, üç beş kişiye çalmak şeklindeydi.

İçime öyle bir yer etmiş ki, düşünün, elli yaşında bile bazen iki kadeh içip, elimde sanki bir gitar varmış gibi, ayağa kalkar, havaya solo atarım. Allahtan böyle şeyleri yalnızken yapıyorum da rezil olmaktan biraz kurtuluyorum.

Bir iki enstrümanı başlangıç seviyesinde çalmışlığım vardır. Yani biraz müzik kulağım, biraz da nota bilgim bulunur. Kısacası, belki bir virtüöz olamayabilirdim ama isteseydim gitar çalmayı öğrenebilirdim.

Niye öğrenmedim?

Tembellikten!

Kim uğraşacak öyle akor öğrenmekle, parmak çalıştırmakla anasını satayım. At iki bardak şarap, kapa gözünü, çal işte havaya, zahmetsiz biçimde hayali gitarını.

Herkesin vardır böyle bir gerçekleşmemiş çocukluk hayali. Alın bizimkini.

Yüzde yüz eminim, onun hayali de İngilizce konuşmak.

Hiç bir ciddi İngilizce bilgisi olmadığı aşikar, ama benim havaya gitar çaldığım gibi, o da çocukken duyduğu ya da makamı itibarıyla katıldığı üç beş toplantıdan kulağına çalınmış az sayıda İngilizce sözcüğü yerli yersiz her yerde kullanıyor hamdolsun.

Van minüt, vay-pi-ci, zum, vesaire.

Aynı cümle içerisinde geçen mesela PKK'ya İngilizce karşılığı olan pi-key-key demez ama her zaman YPG'ye her nedense İngilizce okunuşu olan vay-pi-ci der.

Bazen de emprovize yapar.

Eğer Karadeniz Black Sea, yani Black=Kara, Sea=Deniz ise, Akdeniz de White Sea, White=Beyaz, Sea=Deniz, olmalıdır.

Aristo mantığı, p = q => ayakları olan masa da canlıdır!

Halbuki Akdeniz, hemen tüm batı dillerinde Latince kökenli Mediterranean ismi ile anılır. Orta anlamına gelen "medius" ile (aynı zamanda İngilizce'deki "middle" sözcüğünün de köküdür), toprak, kara parçası, diyar, vs. anlamına gelen "terra" 'nın (yine İngilizcede ki "terrain", "territory" gibi sözcüklerin köküdür), birleşmesinden türemiştir. İç deniz gibi bir anlamı vardır.

Bunu herkesin bilmesi gerekir mi? Hayır. Ama bilmiyorsa da kullanmaması gerekir.

Kullanınca da böyle oluyor işte.

Eh, atla deve değil ki yabancı bir dili konuşmak. Madem bu kadar çok önemli, vakit ayır, öğren biraz değil mi?

Geçenlerde bir yerde okudum.

Bir cevher, Amarikalıların, "ABD" sözcüğünü, ABDulhamit Sultanın isminin kısaltılmasından aldıklarını idda ediyordu.

Adam o kadar sığ, o kadar vizyonsuz ki, ABD sözcüğünün sadece Türkçe'de bulunduğunu, İngilizce de karşılığının USA olduğunu algılayamıyor bile. Hoş bilse, bu sefer de USA, Ulu Sultan Abdulhamit'in kısaltması diyecek...

Buralarda da çoktur böyle dil heveslileri.

Adam İngilizce benim adım Piyer diyemez, her iki cümlesinden biri "fak", "şit" diye başlar.

Ancak böyle masum heveslileri solda sıfır bırakan, bilmeden dil konuşuyormuş gibi davranmayı bir kenara bırakın, yabancı sözcüklerin etimolojilerine girip, dil alimliği yapan öyle bir cevherimiz var ki, uzun sayılabilecek ömrümde daha böylesini görmedim.

Soner Yalçın!

Adam dil bakımından kelimenin sözlük anlamı ile sıfır. Hiç bir yabancı dil bilgisi yok.

Bırakın yabancı dili, Türkçeyi bile doğru yazamaz. Açın bakın yazılarına. İmla hataları, noktalama işaretlerinin yanlış kullanımları ile doludur. Bir cümle içinde yerli yersiz parçaları boldface yapar. Yazıları mürekkep dökülmüş gibi kara kara olur. Cümlelerin yarısı siyah, yarısı beyaz, takip etmekte zorlanırsınız.

Ancak iş yabancı dile geldiğinde bu cevherin sınırları kalmıyor. Adam hem bilgisiz, hem de kendini akıllı sanıyor. "Kitap okumuş bir entellektüel" ya, zekasıyla bilmese de kıvırır yani...

Öyle şeyler söylüyor ki, okudukça yüzüm kızarıyor.

Güneş dil çalışması mı, öyle bir şeyi anlattığı bir yazısı çıktı OdaTV'de.

Efendim İngilizce "able", Türkçe "yapabilir" den gelmeymiş, olabilirmiş, falan gibi bir ima. "Able" sözcüğünün etimolojisi ile başınızı ağrıtmayayım. Latince kökenlidir, Türkçeyle alakası yoktur.

Yine İngilizce'de bazı fiillerin sonuna -er eklediğinizde, o fiili icra eden kişi, ya da nesne anlamına gelen bir kelime türetirsiniz. Soner İngilizcedeki okuma anlamına gelen "read" fiilini örnek veriyor, ve ona bir "-er" ekleyip, onu okuyucu anlamına gelen "reader" yapıyor.

İddası o ki, bu "-er" eki, Türkçedeki "yap-ar", "ed-er" den geliyor olabilir "miş"...

Adamın tüm dünyası, tüm hazinesi, tüm vizyonu tek bir dil olunca, keçi de Abdurrahman Çelebi oluyor böyle.

Bir kere sadece iki harften oluşan "er" gibi bir yapı, her dilde bulunabilir, tesadüfi olarak her dilde herhangi bir anlama gelebilir.

Ancak Türkçe'de "yapar", "eder" gibi iki sözcüğü alıp, onların içerisinden birer hece çıkartıp, sonra bu iki harfli heceleri, yabancı bir dildeki başka iki harfli eklere benzeterek etimolojik bir anlam çıkarmak, affınıza sığınıyorum, çocukluktan başka bir şey değildir.

Aynı yöntemle örneğin "radar" sözcüğünü alıp, iki hecesine bölebilir, "ra" aslında Türkçe'deki "ara" 'dan, "dar" ise Türkçe'deki sıkışık anlamındaki "dar" 'dan gelmiştir, aslen Türkçe kökenlidir diyebiliriz.

Ama bilgisizlik, üzerine kibir ve entel ukalalığını da ekleyince durmuyor işte.

Soner aynı yazıda devam ediyor.

Daha iyi anlayabilmek için İngilizce'de kullanılan gramatik bir yapıdan bahsedeyim önce.

İngilizcede bazı fiillerin sonuna "-ed" ekleyerek o fiilin geçmiş zaman çekimini türetebilirsiniz. Örnek, "finish" bitmek, "finished" bitti demektir (işi çok gramere dökmemek için biraz eksiklik ve yanlışı göze aldım, ilk"finish" 'in başında bir "to" olmalıydı, "finished" ise kullanılan özneye göre "bittim", "bittin", "bittik", vs., anlamına da gelebilir, hatta "bitmiş., "bitik" gibi sıfat türevi bir sözcük de olabilir, neyse...).

Bizim kıvrak zekalı entellektüel, engin etimolojist Soner efendi, bu "-ed" eklerinin "yapıl-dı" dan geldiğini/gelebileceğini ima ediyor, yine yukardaki çocukça mantıkla.

Sonra bu "-ed" 'yi alıp, "read" fiiline ekliyor ve örnek olarak İngilizcedeki "readed" sözcüğünü gösteriyor.

Tek sorun, İngilizcede "readed" diye bir sözcüğün bulunmaması!

Benim kadersiz, bahtsız entelim, koca İngilizcede bula bula "-ed" 'nin eklenmeyeceği, sıra dışı bir fiil olan "read" 'i bulmuş, örnek gösterecek.

İngilizcede "read" fiilinin geçmiş hali de aynıdır, "-ed" eklenmez, yine aynı "read" yazılır.

Ancak Soner'e tavsiyem, yılmasın. Türkçe olmasa da Arapça kökenli olabilir bu "-ed". Mesela "Ahmed" 'deki "Ahm-ed" bana fazlasıyla şüpheli görünüyor. Bir araştırsın bakalım...

Sonerin son bombası bugünkü yazısında.

Bu kez de Fransızcaya bulaşmış...

Şöyle diyor.

"Şifre, Türkçe’ye Fransız­ca’dan geldi; “chiffer”, ra­kamlaştırmak."

Bakın, bir cümlede kaç yanlış yapılabilir.

Bir kere - ki artık buna bir Soner Yalçın klasiği diyebiliriz - Fransızcada "chiffer" diye bir sözcük yok.

Aslen yazmak istediği "chiffrer", o da rakamlaştırmak değil, kodlamak anlamına gelir. İngilizcede "cipher", "cypher" sözcükleri de aynı köktendir.

Soner'in asıl söylemek istediği şey ise, bu fiilin kökeni, ve gerçekten rakam anlamına gelen, ve yine gerçekten Türkçeye "şifre" şeklinde geçmiş "chiffre" sözcüğü. Bu da bir fiil değil.

Bunu da James Bond'un Casino Royale filmindeki Le Chiffre'den duymadıysa adam değilim.

İşte böyle.

Hayallerimizin peşine yalnızken düşmekte fayda var. Ben akıllıyım, kıvırırım diye umumun gözü önünde böyle işlere kalkınca olmuyor işte...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...