7 Ocak 2018 Pazar

iPhone X - Portre Modu

Sevgili arkadaşlar, iPhone X'in kamerasını konu aldığımız bir önceki yazımızda, iPhone X'in kameralarının her fotoğraf makinesinde bulunan odak uzaklığı, lens hızı gibi genel özelliklerine baktık.

iPhone X, DSLR isimli büyük siyah ihtisas kameraları kadar olmasa da, tam anlamıyla kabul edilebilir bir performans gösterdi.

Ancak iPhone X fotoğraf sistemi sadece bir optik ve mekanik parçalar topluluğu değil. Unutmayın, Apple, aslında bir yazılım firmasıdır. iPhone X'in arkasında öyle bir bilgisayar gücü var ki, on bin dolarlık bir top-notch Canon sisteminin hesaplama gücünü utançtan yerin dibine sokar.

Eh, elinde böyle bir olanak varken Apple da durmamış tabi. Oturmuş, başka hiç bir kameranın yapamayacağı işlere kalkmış.

Bunlardan biri iPhone X'deki Portrait Mode dedikleri portre fotoğraf çekim modu.

Portre modu aslında ilk olarak iPhone 7 Plus'da ortaya çıkmıştı, ama iPhone 8 Plus ve iPhone X'te eklenen Portrait Lighting yani Portre Işıklandırması eklemesiyle ilk meyvelerini verdi.

Bu işin daha başı. Başka neler gelecek, hepimiz ağızımız açık seyredeceğiz.

Gelin bakalım bu portre modu ne mene bir şeydir.

Portre fotoğraflara portre resimleri de eklerseniz, sanat tarihinin en eski uğraşılarından birini bulursunuz.

Fatih Sultan Mehmet'ten Napolyon'a, hemen herkes kendi yüzünü kağıt üzerinde görmeyi istemiştir. Biraz narsist bir dürtü belki, ama böyle işte.

Portrelerin hedefi insan olunca, resim üzerinde de insanın öne çıkması esastır.

Bunun en direkt yöntemi de kağıda sadece insanın yüzünü boyamaktır. Öyle ya, kağıtta, portresi yapılan insanın yüzünden başka bir şey yoksa, yüz büyük bir açıklıkla hemen ortaya çıkar.

Ancak her yüz beyaz kağıdın üzerine boyandığında bütün portreler birbirine benzeyecektir. Bu nedenle ressamlar çeşni olsun diye, geri plana da bir şeyler koymaya başladılar.

Bu geri planlar çoğunlukla beyazdan farklı renkler, biraz flu, biraz afaki/sürreal şekiller, dokular olmuştu. Ancak geri planlar tanımları gereği hiç bir zaman portredeki insan yüzünden daha baskın, daha parlak ve daha keskin olmadı.

Geri plan, geri plan olarak kalmak zorundaydı. Eğer öne çıkarsa, portredeki insanın önemi azalacaktı.

Düşünsenize, parlak, canlı renkleriyle sandıktan taşan mücevherlerin bulunduğu bir hazinenin üzerine Kraliçe Elizabet'in yüzünü koyun. Yüze mi bakarsınız, mücevherata mı?

Yüzün önemi azalır, portreye bakan insanların dikkati mücevheratın ışıltısıyla yüz ve hazine arasında dağılır.

Hoş, Elizabet çok doğru bir örnek olmadı. Kadının yüzünü boş kağıda da çizseniz hala pek bakılası değildir. Ancelina Coli diye düşünün, daha doğru olacak.

Boş tuvalle işe başlayan bir ressam için geri plan alternatifleri sınırsızdır. Tamamen sanatsal tercihleri sonucu güzel görünceğine inandığı her türlü geri planı portre üstüne boyayabilir.

Fotoğrafçıların işi geri plan seçimi bakımından haliyle biraz daha zordur. İstedilikleri geri planı, portresini çektikleri yüzün arkasına koymaları konusunda yapabilecekleri çok daha sınırlıdır.

Portresini çekecekleri insanı beyaz bir çarşafın önüne oturtabilirler örneğin. Geride bir şey kalmayacağı için fotoğrafa bakan herkesin dikkati resimdeki yüze yönelir.

Bunu günümüzde de yapıyorlar zaten. Adına da vesikalık resim diyoruz.

Ancak işin içine sanat girince, fotoğrafçılar bir geri planla çalışmak zorumda kalıyorlar. Bu geri planın ne var ki, aynı resimlerde olduğu gibi, portredeki yüz kadar önemli baskın olmaması gerekiyor.

Ellerinde fırça ve tuval olmayan fotoğrafçılar, geri planı önemsizleştirmek için insan beyninin ilginç bir algılama özelliğini kullanırlar.

İnsan beyni, bir sahneyi gördüğünde dikkatini ilk önce gözüne en keskin görünen bölgesine yöneltir (en parlak ve en çok sarı/turuncuya çalan taraflarına da bakar ama konumuz bunlar değil).

Böylece fotoğraflarda geri planı önemsizleştirip, yüzü ortaya çıkarma sorunu, geri planını flulaştırarak çözülür.

Bilgi olsun diye söyleyelim, fotoğrafçılar, geri planın fluluk derecesine Bokeh derler.

Fotoğrafçılar, geri planı flulaştırmak için optik bir özellik kullanırlar.

Bir kamerada film yada sensörün alanı, lensin odak uzaklığı, lensin hızı ve fotoğrafını çektiğiniz objenin geri plana uzaklığı ne kadar büyürse, geri plan optik olarak o kadar flulaşır.

35 mm boyundaki bir film ya da sensörle çalışırken, 80 mm civarı bir odak uzaklığı olan f/1.8 hızında bir lens genel kabule göre uygun bir portre lensidir.

Böyle bir lensin boyu 7 cm, çapı da 6 cm falandır. Fiziksel bir parametredir bu, daha kısa ya da küçük olamaz.

Benim şu sıralar portre için kullandığım 70-200 mm f/2.8 lensin boyu 20 cm, ağırlığı da 1.5 kilo!

Eh, portre için kullanılan lenslerin, ama özellikle sensörlerin boylarının bu kadar büyük olması gerektiğinden kimse cep telefonları ile portre çekmeyi düşünmemiş bile.

İşte Apple bu işi iPhone 7 Plus'tan başlayarak dahiyane bir biçimde yazılımla çözmüş.

Fiziksel limitasyonların arkasından dolaşıp, minicik sensörleriyle cep telefonu kameralarının portre çekerken, geri planı flulaştırmasını sağlamış.

Dijital bir ortamda her hangi bir görselin bir bölümünü ya da tümünü flulaştırmak çocuk oyuncağıdır sevgili arkadaşlar. Gerçekten çok kolaydır.

Eğer her tarafı keskin bir portre resim üzerinde, geri plan nerde, yüz nerde bilirsek, cep telefonlarında da bulunan işlemciye "Burası geri plan, burayı flulaştır." der, koca koca kamera ve lensleri kullanmadan da portre efektlerini elde edebiliriz.

Bir fotoğrafa baktığımızda insan gözü ve beyni hemen yüz neresi, geri plan neresi görebilir. İşlemciler ise günümüzde henüz bu kadar akıllanmadılar.

Yüzün bir çok özelliklerini tesbit edebilseler de, özellikle saçlar ve portrenin geri kalan hatlarının geri planla çakıştığı noktaları, insan müdehalesi olmadan doğru bir biçimde tespit etmesi şimdilik olanaksız.

Hele geri plan ile portrenin tonaliteleri yeterli kontrast oluşturmuyorsa bu geri planı seçme işi çok daha zorlaşır.

Bir kaç sene önce köpeğimizi gezdirirken sevgili karımın tarlada, başakların arasında bir resmini çekmiştim. Resim çok güzel çıktı ve ben de geri plandaki başakları biraz flulaştırıp, bir portre haline getireyim istedim.

Karımın sapsarı saçlarını bilgisayarda başaklardan ayırmak için bir iki saat harcayıp, sonrasında pes ettim. Aynı yere bir portre lensiyle gidip, aynı resmi bir daha çekmeye çalıştım, ancak aynı anı yakalamak mümkün olmadı tabi.

Photoshop üzerinde portre efektini yaratmak için yüzü ya da geri planı seçmeye çalışanlar bilir. Eskiden alpha kanallarını falan kullanıp, saçları gök yüzünden ayırırdık. Neyse, şimdilerde Photoshop da biraz akıllandı da, artık select-mask aletleriyle biraz daha az çileli hale dönüştü bu iş. Ancak her halükarda büyük miktarda insan gözü ve beyninin araya girmesi gerekiyor.

Bunun en önemli nedeni ise fotoğraf kağıdının (ve ekranın, ve tuvalin) iki boyutlu olmasıdır.

Gerçek hayattaki üç boyutlu nesneler, fotoğraf üzerinde iki boyutlu bir şekilde temsil edilir.

Fotoğraf üzerinde bir noktanın üçüncü boyuttaki yerini yani derinliğini bilebilseydik, tanımı gereği geride kalan geri planı ayırıp, flulaştırmak çok daha kolay olurdu ve insan müdahalesi olmadan, otomatik bir biçimde gerçekleşebilirdi.

Apple işte bunu yapmış.

iPhone X'in arkasında iki lens olduğunu söylemiştik. Siz fotoğrafı bu lenslerden hangisiyle çekiyorsanız, diğer lens de size çaktırmadan aynı fotoğrafı çekiyor.

İnsan beyni derinliği iki tane gözü olduğu için algılar. iPhone da iki kamerası olduğu için çekilen resimdeki her noktanın fotoğraf çekildiği andaki kameraya olan göreceli uzaklığını algılıyor ve bir yere not ediyor.

Apple buna derinlik haritası, yani depth map demiş.

Eh, elinde bir resim ve onun derinlik haritası olunca, iPhone X geri planı otomatik olarak ayırabiliyor ve yazılım sayesinde flulaştırıyor.

Portre modu arka kamerasında iki lens olan her iPhone modelinde var.

iPhone X ise ön kamerasına da bu özelliği eklemiş.

Dikkatli okuyucular, iPhone X"in önünde sadece bir kamera var, derinlik haritasını nasıl oluşturuyor diye haklı olarak şarlayacaktır.

Apple bu işi de dahiyane bir biçimde çözmüş.

Bildiğiniz üzere iPhone X sahibinin yüzünü tanıyarak kilidini açar.

Bu yüz tanımasının en önemli aracı tabi ki ön taraftaki kamera.

Bu kameranın hemen yanında yüzün özelliklerini algılamak için yüzün üzerineki otuz bin noktayı algılayan başka bir sensör var. Bunun hemen yanında da bir infra-red, yani kızıl altı ışımaya hassas bir kamera var.

İşte bu kızıl altı kamera ikinci kamera olarak derinlik haritası hazırlamaya yardım ediyor.

Bu bir tesadüf değil. iPhone X gerçekten ön kameradan gördüğü resmin derinliğini bilmek zorunda. Yoksa biri size çaktırmadan resminizi çeker, telefonunuzu çalar ve çektiği resmi telefona gösterip, kilidini açar.

iPhone X bu derinlik algılaması sayesinde telefona bakan üç boyutlu, gerçek bir insan yüzü mü, iki boyutlu bir fotoğraf mı anlar.

Kızıl altı kameranın başka bir güvenlik fonksiyonu daha var. Bildiğiniz gibi düşük sıcaklıklardaki her cisim, kızıl altı bir ışıma yapar.

Ön yüzde bulunan kızıl altı kamera, telefona bakanın ortalama 37 derece vücut ısısında bir insan mı yoksa usta bir heykeltıraşın yada üç boyutlu bir yazıcının yaptığı bir maket mi olduğunu algılayıp, güvenlik kilidini açıp, açmamaya karar veriyor.

Çok kurcalamayalım ama öldüğünüzde vücut ısınız düşeceği için, kadavranız bile iPhone X'in güvenlik kilidini açamaz.

Ne teknoloji be! Şapka çıkarıyorum...

Sözün kısası, iPhone X'in ön kamerası ile de geri planın flulaştırıldığı mükemmel portreler çekebilirsiniz.

Bunun önemi ne derseniz, cevap narsist egolara biraz daha cila, yani size selfie portreler çekebilme olanağı sağlaması.

Derinlik haritası sayesinde ön ve geri planı otomatik olarak ayırabilme imkanı o kadar fazla farklı uygulama olanağı yaratır ki, Apple bu gün itibarı ile geri planı flulaştırma gibi bunların çok az bir bölümünü hayata geçirebildi.

iPhone X (ve iPhone 8 Plus), bir adım daha ileri gidip portre moduna Portrait Lighting yani Portre Işıklandırması isimli başka bir özelliği ekledi.

Geri planı flulaştırdıktan sonra, geri plan ve ön plandaki başta yüz, diğer vücut bölümlerinin üzerine düşen ışıklandırmayla oynamaya başladı.

Fotoğrafçılar beauty dish, yada beauty light ismi verilen farklı projektör ve yansıtıcılarla yüzün parlak ve gölgeli yerlerini ortaya çıkarıp, portrelerin daha güzel ve dramatik olmalarını sağlarlar.

iPhone X bu işi yine yazılımla çok kolay hale getirmiş.

Bir iki basit ayar ile fotoğraftaki yüzler parlıyor ve sanki bir fashion show fotoğrafı misali güzelleşiyor.

Stage Light diye bir aydınlatma modu var ki, bütün geri planı karartıp, portredeki yüzün üzerine bir projektör tutulmuş havasını veriyor. Bu mod ile çekilmiş resimleri başka koşullarda çekmek olanaksız, o yüzden stage light resimleri çok kendilerine özgü, çok farklı oluyorlar.

Bu teknoloji ile yapılabilecek o kadar çok şey var ki, Apple bile yolun başında olduğunu, Portrair Lighting modunu "Beta" şeklinde etiketleyerek kabullenmiş.

Photoshop olmadan kendinizi istediğiniz anıtın, manzaranın ya da sürreal bir arka planın önüne koymak, Apple'ın bir kahve molasında bile hazırlayabileceği bir uygulama.

Derinlik algılayabilen kameralar ise kısa vadede üç boyutlu harita yapımında, mimaride, körlere yol göstermede, hatta bir drone'un üzerine konup, keşif ve hedef belirlemede kullanılabilir.

Otuz bin noktalı projektörle birleştiğinde, dudakları okuyup, örneğin klavye kullanımını ortadan kaldırabilir. Unutmayalım, sesle, yani diktasyonla kumanda, gürültü yaptığı ve gizliliği ortadan kaldırdığı için, beklenenin aksine, klavyenin yerine geçemedi.

Uzun vadede ise üç boyutlu fotoğraf çekimi aklıma ilk gelen uygulama alanları.

İşi en ilginç tarafı, yukarda anlattıklarımım tümü fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun, hiç bir ihtisas kamerası ile yapılamayacak, sadece bir kaç yüz gramlık bir iPhone ile becerebileceğiniz şeyler.

Bu gün de burada duralım.

Gelecek yazılarda iPhone X'in video ve bilgi saklama özelliklerine bakacağız.

Sevgi ile kalın...

5 Ocak 2018 Cuma

iPhone X - Fotoğraf Özellikleri

Sevgili arkadaşlar, takip ettiyseniz biliyorsunuzdur, yılbaşı için karım ve kızımla beş gün Paris yakınlarındaki Disneyland'e gittik. Lozan'a TGV dedikleri hızlı trenle üç buçuk saat uzaklıkta Paris, yani ulaşımı hem kolay, hem de ucuz. Bu yüzden de arada bir gittiğimiz bir destinasyon.

Bu gezimizde henüz bir aydır elimde olan iPhone X'in fotoğraf becerisini denemek gibi bir düşüncem oluştu. Bu denemenin tam anlamıyla bir sonuca ulaşması için de normalde bir yere giderken yanıma aldığım DSLR kameraları evde bıraktım. Eğer bırakmasaydım, zorda kaldığımda resimleri cart curt bu kendimi rahat hissettiğim kameralarla çekerdim.

Beş günün sonunda iPhone X hakkında kendime göre size yazabilecek kadar, sağlam bir fikir sahibi oldum.

Hadi Başlayalım...

iPhone X, hem önde, hem arkada iki kamera "sistemine" sahip. Arkadaki asıl kamera sistemi aslında iki kameradan oluşuyor, ama kısaca iki lens diyelim. Bunların ikisi de 12 Megapiksel çözünürlüğümde (gigabayta cigabayt diyen her şeyi bilen, bilmese de şeytani zekasıyla şak diye doğruyu bulan ulu zihniyet, megapiksele niye mecapiksel dememiş, derin bir merak konusudur bende hala, ama hadi dağılmayalım).

12 megapiksel hiç de fena bir çözünürlük değildir arkadaşlar. Hele hele sadece sosyal medyaya fotoğraf koyuyorsanız, ya da en çok A4 ebatlarında foto basıyorsanız, 12 megapiksel ile hiç bir sorununuz olmaz.

Tabi ki çok megapiksel, kaliteyi koruyabildiğimiz sürece daha iyidir, resimlerinizi kırpmak, yani crop etmek için daha fazla olanak sağlar size, ancak pro bir kameradan değil, bir cep telefonundan bahsettiğimizi de unutmayalım.

Bu leenslerden geniş açılı olanı 35 mm film kullanan kameralardaki 28 mm odak uzunluğuna sahip bir lens kadar geniş görebiliyor (tabi ki gerçek odak uzaklığı çok daha küçük, 4 mm falan, ama inanın bu bilginin kimse için beş kuruşluk önemi yok).

28 mm dengi geniş açı, hemen hemen standard bir Canon ya da Nikon DSLR kameranın kit lens dedikleri, makineyi aldığınızda üstünde bulunan lensin geniş açı ucu kadar bir görüş alanı verir (18-55 mm kit, standard olarak 28.8 mm dengi, yani 28 mm'lik iPhone X daha geniş açılı).

Kısacası iPhone X'in geniş açılı lensi sizi hiç bir şekilde üzmeyecek kadar geniş. Hatırlayalım, açı genişledikçe, yani odak uzaklığı azaldıkça, fotoğraf karesine daha fazla şey tıkıştırabikirsiniz. Manzara resimleri ya da geri çekilmenize izin vermeyen dar alanlarda çok işe yarar bu geniş açılı lensler.

Arka kameradaki ikinci lens ise 2x, yani geniş açılı lensin iki katı kadar dar bir lens. Basit matematikle 2 x 28 = 56 mm denginde, (biraz ıkınarak) kısa telefoto sınırlarında, dar açılı bir lens.

Geniş açılı lenslerdeki mantığı uygularsak, açı daraldıkça, yani odak uzaklığı büyüdükçe, resim karesinde daha az şey sığdırabilirsiniz. Resim karesinin boyu değişmediği için de bu nesneler daha büyük görünür.

Kısacası telefoto lensler, bir dürbün gibi çalışıp, uzaktaki objeleri büyütür. Trajik bir biçimde yanlış ama bir o kadar da yaygın olarak, bu uzaktaki objeleri büyüten lenslere zoom (zum) lens derler. Zoom lens, odak uzaklığı değişen lens demektir. Her zoom lens telefoto olmayabilir. Benim evde birden fazla geniş açılı "zoom" lensim var (yine bu bilgi de hayatınızı beş kuruşluk değiştirmeyecek bir bilgi, ister zoom lens, ister telefoto lens deyin, sonuçta lens aynı fotoğrafı çekecek işte).

Neyse, sözünü kısası, iPhone X'in arkasında bu telefoto lenslerden de bir tane var. 56 mm dengi öyle size Paparazzi kariyeri kazandıracak kadar telefoto değildir ama, hiç olmamasından da iyidir. Yukarda bahsettiğim standard Canon DSLR kit lenslerinin telefoto ucunun %60'ı kadar bir telefoto görüş alanı verir.

Bu iki uç arasında, hatta telefoto ucun ötesinde pinch to zoom dedikleri, parmaklarınızla açarak farklı odak uzaklıkları kullanabilirsiniz, ancak 1x ve 2x dışındaki tüm odak uzaklıkları dijital zoom dedikleri bir özelliği kullanır ve HER ZAMAN bir kalite kaybına yol açar.

Örneğin 4x, size 112 mm dengi bir telefoto verir, ancak kamera aslında 2x lensle fotoğrafı çekip, ortasından %50 sini alır. Kısacası kalite 6 "mecapiksel'e" düşer. İşin komiği, fotolar hala 12 megapiksel boyundadır. Yani kalite düşse de, resimlerin boyu değişmez. O yüzden tavsiyem ya 1x, ya 2x çekip, resmi sonra kullanırken canınızın istediği gibi kırpın.

Bu arada fotoğraf kurtları aslında bu iki lensin bir zoom değil, bir prime lens sistemi olduğunu fark etmiştir.

Bu lenslerden hangisini, ne zaman kullanayım derseniz, 1x, yani 28 mm manzara, dağ, taş falan için çok işe yarar. İnsan resmi, özellikle de porttre çekmek için ise 2x, yani 56 mm'yi seçin derim.

Arka kameranın bir diğer özelliği ise lenslerin hızı. Hızı derken, tabi ki lenslere motor takıp yarıştırmıyoruz. Bir lensin hızı ne kadar ışık toplayabildiğinin bir ölçüsüdür.

Bir fotoğrafı doğru parlaklıkta (exposure-poz) elde etmek için belirli miktarda ışığın kameranın sensörü üzerine düşmesi gerekir.

Aynı bir hortumla kovayı doldurmak gibi. Hortumunuz genişse kova daha kısa zamanda dolar. Hortum darsa, daha uzun bir süre musluğu açıp beklemeniz gerekir.

Hızlı bir lensle, fotoğrafın doğru parlaklıkta oluşabilmesi için gerekli ışığı daha kısa sürede toplarsınız. Yavaş bir lensle ise objektifi daha uzun bir süre açık tutmanız gerekir.

Madem beklemekle oluyor, ne gerek var hızlı bir lense diyebilirsiniz.

Gerekli ışığı toplayabilmek için makinenin objektifinin açık olmasının iki mahzuru vardır.

Bunlardan ilki, objektif açık kaldıkça elimizin ve dolayısıyla kameranın titremesi resmi bulanıklaştırır.

İkinci mahzur ise hareketli bir objenin fotoğrafını çekerken başımıza bela olur. Cisim yer değiştirdiği için, resim karesinde bulanık çıkar.

Bir lensin hızı f denilen bir değerle ölçülür. İşin geometrisine çok girmeden bu f değerleri nasıl okunur arzedeyim.

f değerleri küçüldükçe, lens hızlanır, yani daha çok ışık toplar. Yani ne kadar küçük f, o kadar kaliteli lens.

Bir de bu f değerleri doğrusal değildir. f/2 hızında bir lens, f/4'ün iki katı hızlı değildir. f/2, f/2.8'e göre iki kat hızlıdır, yani iki kat daha fazl ışık toplar. f/2.8 bir lensle bir saniye pozda çektiğiniz bir resmi, f/2 bir lens ile iki katı kısa bir zamanda, yani yarım saniyede çekebilirsiniz.

Bu f işi çok ama çok önemlidir arkadaşlar. Yeni sayılabilecek bir yaşındaki bir cep telefonu ile bile gece doğru düzgün bir resim çekmek imkansız gibi bir şeydir. Resim yumuşak ve flu çıkar. Bol bol da kumlanma görürsünüz.

iPhone X'in 1x geniş açılı lensi f/1.8, 2x telefoto lensi ise f/2.4 hızındadır.

Canavarca bir hızdır bunlar, özellikle f/1.8. 70-200 mm f/2.8 bir zoom lensim var evde, ayıp söylemesi iki bin dolar fiyatı var. Aynı lensin f/4, yani yarı hızındaki modeli ise bin dolar. Kısacası bir f-stop, yani iki kat hız, fiyatı iki katına çıkarıyor.

Evdeki 6D kameramın üzerine f/1.8 bir lens taktığımda, mum ışığında fotoğraf çekebilirim. Ancak iPhone X'i alıp gece karanlığında James Bond'luk yapmayı beklemeyin. Çünkü cep telefonlarının en zayıf tarafı, yani sensör boyları devreye girer ve büyük kameralara en önemli avantajı bırakır. Sensörü büyük kameralar, aynı f hızlarında, cep telefonlarına göre kat be kat kaliteli fotoğraf çekebilirler.

Yine de iPhone X düşük ışıklı ortamlarda hayallerimin çok çok ötesinde işe yarar resimler çekebiliyor.

Bunun başka önemli bir sebebi, her iki lensin üzerindeki optik görüntü sabitleme sistemi. Bu sistem eliniz titreyip, kamera sallandıkça, lensi aksi tarafa sallayarak titremeyi önler. Böylece resmi flulaştırmadan, objektifi daha uzun süre açık tutabilirsiniz.

Optik Görüntü Sabitleme, kamera sallanmasını büyük ölçüde engellese de, hareketli objelerin fotoğrafını çekerken ortaya çıkan flulaşmayı önleyemez. O yüzden iPhone X ile de çekseniz, gece oynanan bir dutbol maçında hala oyuncuların hareketleri fluluk yaratır.

iPhone X'in arka kamerası böyle. Daha önceki iPhone'ların kameralarının evrilmesi ile bu hale gelmiş. İkinci telefoto lensi ilk kez iPhone 7 Plus'a konmuş. iPhone 8 Plus'ta da var, ama iPhone 7 ve 8, yani ufak ekranlı modellerde yok.

Bütün iPhone 7 ve 8 modellerinde, Plus varyantları da dahil, arka kameradaki sensörler 12 megapiksel boyunda. Yine bütün bu telefonlarda geniş açı, yani 1x lenslerin hepsinin hızı f/1.8. iPhone 7 ve 8 Plus'ların telefoto lensinin hızı ise f/2.8, yani iPhone X'in f/2.4lük hızına göre %30 falan daha yavaş (logaritmik ölçekte f/0.4'lük bir fark %30'luk bir hız farkı yaratıyor). Bütün bu telefonlardaki geniş açılı lenslerin Optik Görüntü Sabitleme özelliği var. Telefoto lenslerin üzerinde ise sadece iPhone X'te Optik Görüntü Sabitleme sistemi var. Bu da önemli bir fark.

iPhone X'in selfie çekmek için bayılarak kullandığımız ön kamerası ise 7 megapiksel boyunda bir sensöre sahip. Arka kamera gibi 12 megapiksel boyunda olmasa da, yine oldukça büyük ve kullanışlı bir büyüklük bu.

iPhone X'ten önce kullandığım iPhone 6 Plus'ın ön kamerası 1.2 megapiksel, arka kamerası 8 megapikseldi.

Farka bakar mısınız?

Ön kameranın hızı ise f/2.8. Arka kameranın f/1.8 hızına göre yavaş olsada, inanın çok yüksek bir hız bu. Apple ön kameranın 35 mm dengi odak uzaklığını açıklamamlış, ama arkadaki 28 ile 56 mm dengi arasında, 28"e yakın bir yerlerde. Çok geniş açı olmaması iyi bir şey, çünkü bu kamerayla sadece kendi resmimizi çektiğimizden, ağızımız, burnumuz geniş açı lenslerin başlarının derdi bozulmasından dolayı koca koca çıkmıyor. Yine yeteri kadar geniş olması sayesinde kolunuzu uzattığınızda üç kişiyi sığdırabiliyorsunuz.

Kısacası, iPhone X'in ön kamerası ile de çok kullanışlı resimler çekmek mümkün.

iPhone X çok hızlı ve çok rahat odaklama yapabiliyor. Eğer resim karesinde bir yüz bulursa otomatik olarak bu yüze odaklanıyor. Tabi ki ekrana dokunarak odaklandığınız noktayı değiştirebiliyorsunuz.

Odaklanma hızı fotoğraf kurtlarının çok önem verdiği bir özelliktir. Eğer odaklanma yavaş olursa resmi kaçırabilir, doğru odaklanmazsa da objeniz flu çılar ve resmi çöpe atmanız gerekir. Yine bir entüziyast yada pro DSLR olmasa da iPhone X günlük kullanımda fazlasıyla yeterli ve hassas.

Orijinal kamera aplikasyonu ile olmasa da ek bir applikasyonla RAW ismi verilen ham fotoğraf dosyalarına ulaşabiliyorsunuz. DNG formatındaki bu dosyaları Photoshop ya da Lightroom ile doğrudan kullanabilirsiniz. RAW dosyalarda çok parlayıp ya da karanlıkta kalıp kaybolmuş görüntüleri biraz daha etkili olarak geri getirebilirsiniz.

Ben DSLR kameralarla her zaman RAW çeksem de iPhone ile her zaman bu formatı kullanmanın pek anlamı yok. Eğer RAW kullanacak kadar hassaslık gerekiyorsa, iPhone X yerine bir DSLR kullanmak daha pratik. Ancak acil durumlarda DSLR'sızken büyülü bir gün batımı yakalar ya da çölde yürürken uzaylıların indiğini görürseniz, RAW kullanabilecek olduğunuzu bilmek güzel bir duygu.

Yine yeni iPhone'ların tümü gibi HDR, yani High Dynamic Range dedikleri, ve yine yukardaki gibi resmin çok parlak ya da çok karanlık bölgelerini geri getiren sistem iPhone X'te de var. Abartıya kaçmayan, etkili ama doğal diye tarif edebileceğim bir sonuç veriyor.

iPhone X'in çok kimsenin takılmadığı başka bir özelliğine de bakalım. Diğer iPhone'larda da bulunan hızlı aksiyonları çekebilmek için kullanılan burst mode yani makineli tüfek gibi arka arkaya resim çekme özelliği de hiç fena değil. Apple yine spesifikasyonunu açıklamamış ama bir yerde saniyede on kare diye okudum. Yine DSLR'vari bir özellik bu. Tabi ki kimse iPhone X alıp, olimpiyatları çekmeye gitmeyecek ama gerektiğinde kullanılabilecek kadar işe yarar olduğunu bilmek de güzel bir duygu.

Bu günlük burada duralım. Bir sonraki yazıda iPhone X'i gerçekten farklı kılan Portrait Mode, video ve saklama formatlarına bakacağız.

31 Aralık 2017 Pazar

Yeni Yılınız

Bugün yeni yıl itibarı ile karımla bir restorana gidelim dedik. Masamıza oturur oturmaz 🐝Mezzy🐝, sabah parkta aldığımız Goofy peluşumu isterim diye bar bar bağırdı.

Ona peluşunu verdik, bu sefer peçetesini yorgan yapıp Goofy'i sarmaladı. Annesi Goofy'i elinden almaya çalışınca, etraftaki tuz, biber, çatal, bıçak ve bardakları sağa sola fırlatmaya başladı.

Peluşu geri verdik. Bu sefer Goofy'e yemek vermeye başladı. Zaten yağmurdan sırıl sıklam olmuş garip oyuncak, bir de yağ içinde kaldı.

Garsonlar bir şeyler yerse diye önüne bir tabak koydular, onu da alıp, fırlattı.

Müteakip kereler masadan kaçıp, mutfak dahil, restoranın her yerinde koşuşturmaya başladı, annesi de peşinden tabi.

Yemeklerimiz geldi, annesi sol eliyle hem 🐝Mezzy🐝'yi, hem de Goofy'i tutarak tek eliyle yemek yemek zorunda kaldı. Ben ise tam yemeğin ortasında, tabağımın içinde bir Goofy buldum. Yağ'dan sonra hardal sosu daha iyi gelmiştir diye düşünüyorum.

Velhasıl kelam, yarım saatte restorandan zor kaçtık. Biraz daha kalsak, onlar atacaktı zaten.

Planlara göre yeni yılı parkta, havai fişeklerle karşılayacaktık ama ikimizi de yemedi.

Yeni yılı otel odamızda karşılayacağız sevgili arkadaşlar. Şarabımız da var, tatlımız da. Bir de 🐝Mezzy🐝 uyursa, karımla iki kelam bile edebiliriz. Uyumazsa, Frozen'dan Let It Go dinleyerek gireriz 2018'e.

Tüm bunlara rağmen, daha doğrusu tüm bunların sayesinde en güzel yeni yıllarımızdan birisini geçiriyoruz.

Yeni yılınız mutlu, kutlu, sağlıklı, paralı ama en önemlisi sevgi ile dolu olsun 😛

Bonne Annèe❤️

30 Aralık 2017 Cumartesi

Gözünü sevdiğimin Fransası

Tek özelliği Disneyland'a yürüyerek beş dakika mesafede olması olan bir çocuk otelinde kalıyoruz arkadaşlar.

Dün yolda bir süpermarkete girmiştik, oradan kendimize iki şişe şarap aldık. Bir tanesi Bordo, bir tanesi de eski bir Monako şarabı.

Parkta canımız çıktığı için odaya erken döndük, hiç olmazsa burada bir kadeh şarap içelim dedik. Ancak henüz geceleri köprü altında şarap çekmeye başlamadığım için yanımda tirbuşon taşımıyorum (doğru yazılışı bu, nolur benle kavga etmeyin). 😛

Resepsiyona sordum, bana bir tirbuşon yollar mısınız diye. Odadaki kayıp mı oldu diye geri sordu resepsiyonist.

Babacım, biz suitte falan kalmıyoruz, öyle alelade bir oda bizimki falan diye de espiriyle karışık ukalalık ettim. Kadın bana mösyö, odada var. Dolaba bak, bulamazsan ara bizi gönderelim dedi.

Dolabı açtım ki, bırak tirbuşonu, karaf bile var anasını satayım.

Gözünü sevdiğimin Fransası 😛🍷

26 Aralık 2017 Salı

Kritik Kritikler

Ya, arkadaşlar son bir saattir şarap yorumları okuyorum, artık siniri bıraktım, gülme noktasına geldim.

Neler yazıyorlar....

"Medium to full body, wıth a lot of plumb, and a hint of tobacco!"

Adam açmış Wikipedia'yı, biraz üzümü okumuş, biraz şarabı, hepsini shaker'da sallayıp, yukardakini buyurmuş!

Hattızatında ben canım şarap istediğimde hep şöyle düşünürüm:

"Hmm. Bu akşam koyu kıvamda, erik aromasının hakim olduğu, ancak ufak bir tütün kokusunun bulunacağı, çok sek, siyaha çalan kırmızı bir şarap içmek istiyorum!"

Başka bir gurup her yorumuna şöyle başlıyor.

"You get what you paid for!..."

"This cheap Medoc..."

"This expensive Burgundy..."

Yani kaç para ödediysen o kadar iyi bir şarap içersin.

Boş bir şarap şişesi al, içine işe, üzerine de yüzelli dolar fiyat etiketi koy, bunlar şöyle diyecektir.

"Hmmm, bu şarap gerçekten ödediğiniz paranın hakkını veriyor, ancak çok asidik sevmiyorsanız biraz dikkat..."

Ya da hiç bir işe yaramayan, boş yorumlar.

"This red wine goes very well with beef!"

Yani sığır etiyle çok iyi gidermiş bu kırmızı şarap. Eh, beyaz şarap beyaz et, kırmızı şarap da kırmızı et olumca sığır olmayan kırmızı et olarak herhalde sadece balina eti kalıyor...

Merak etmeyin, koyunu unutmadım :)

Şarap işini bilenler bu şarap etle ya da peynirle gider gibi bir önermenin yetersizliğini teyit edecektir.

Bu işte anahtar şarap ile yanında yediğiniz her ne ise onun, bir diğerinin tadını bastırmamasıdır.

Sığır etini hiç baharatsız kızart, en hafif, en az aromalı şarapla bile yenir. Bas sarımsaklı sosu, buram buram aromalı bir Barolo'nun bile tadını almazsınız. Yani etin türünden ziyade, nasıl hazırlandığı işin püf noktasıdır.

Peynir de aynı. Alın Rokfor'u, bir Burgundy ile deneyin, güzelim şarabı birisi vişne suyuyla değiştirse haberiniz olmaz. Rokfor'un yanına bir üzüm yada elma dilimi koyun, işler değişir. Rokforu atıp, mesela bir Brie koyun, alın size nirvana.

Diyeceğim o ki... Çok takılmayın bu yorumlara, forumlara. En önemlisi sizin damağınız. Peynir fondüsüyle kırmızı şarap içerim ben. Restoranda falan yanımdakileri utandırırım. Ama doğru bir kırmızı şarap, benim damağımı memnun ediyor işte.

Bir gece frusturasyonu sonucunda sizle dertleştim böyle. Hadi düğmemizi çevirip, müziğe devam edelim.

Geceniz güzel olsun 🍷🧀

Salice Salentino


2017'nin son şarap akşamını bir şişe Salice Salentino ile kapıyoruz sevgili arkadaşlar. İsmi Alteno. 2013 yılından bir riserva.

Salice Salentino, güney İtalya'da bir şarap bölgesi. Yer olarak Puglia bölgesinin bir parçası, yani çizmenin topuğu, Bari, Brindizi gibi hatırlayacağınız şehirlerin bulunduğu bölge.

Bu bölgenin özel üzümü ise Negroamaro. Negro siyah, amaro da aşk demek, anlayın artık.

Negroamaro, milattan önce altıncı yüz yıldan beri ekiliyormuş. Yani iki bin altı yüz yılcık kadar bir tarihi var.

Güzelim şaraplarını bırakıp, daha çok üzüm çıksın, daha çok şarap yapalım havasına girdikten sonra salladıkları Negroamaro, daha yeni yeni kendini geri bulmaya başlamış.

Bu hızla giderlerse, İtalyan şarapları yakın zamanda Fransız şaraplarının şöhretini yakalayıp geçecek bana sorarsanız. Bunu da çoktan hak ediyorlar. Hem üzümleri, hem şarapları, hem iklimleri, hem de deneyimleri, kendilerine has limitleri bulunan Fransız şaraplarınınkinden çok daha fazla.

Ben Yunan şaraplarının da ciddi bir rebound yapacağımdan eminim. Eski dünyaya şarap yapımını öğreten onlar ne de olsa. Bir Yunan arkadaşla konuşuyorduk geçenlerde. Antik Yunanda şarabı içine su katarak içerlermiş. Şarapla suyu karıştırdıkları kaseye de ekraterus ismini vermişler. İki saplı demekmiş. Sonradan tüm Avrupa dillerine ve Türkçeye giren "krater" kelimesi bu işte. Çünkü bu kabın ağızı bir yanardağın ağızına benzediği için bu kelime yürümüş.

Yunan şarapları geldiğinde her halde bu gün su ile karıştırmayacağız, ancak susuz halleriyle bile mükemmel olacaklarına eminim.

Neyse. Antik Yunan'dan, Roma devrine dönelim 😛

Salice Salentino ÇOK güzel bir şaraptır bana sorarsanız sevgili arkadaşlar. İngilizcede dedikleri gibi saklı bir mücevherdir. Şarabın bir zevk meselesi olduğunu hatırlatarak ufak bir tekzip yapayım ama şimdiye kadar tattığım Salice Salentino'lar Bordo şaraplarını kahvaltıda yer, Burgonya şaraplarını da dışkı şeklinde atarlar (İğrenç bir benzetme oldu ama ne yapayım, The Big Bang Theory'den çaldım 😛).

Bir-iki gün önce yemeğe gittiğimizde iki arkadaşımız ikram etti ve Salice Salentino bu yüzden gündem oldu. Bu mükemmel şarabı bardak bardak içerdim ama Jelena'nın elektrikli bakışları bana misafirlikte olduğumuzu hatırlattı da, öyle frene bastım.

Her zaman, her şeyle içilir bu güzel şarap. Bang for buck bakımımdan en iyi şaraplardan biridir bana sorarsanız.

Ben şarabı demlemeye gidiyorum.

Birazdan görüşmek üzere sevgili arkadaşlar.

20 Aralık 2017 Çarşamba

Burgonya Şarapları

"Burgundy for kings...."

Bir Fransız deyişi. Burgonya şarapları krallar içindir anlamına geliyor.

Gerçekten de eski dünyanın en klas, en elit, en karmaşık ve en soylu şaraplarımdan biri, iki bin yıldan fazladır Fransanın Burgonya bölgesinden gelir sevgili arkadaşlar.

Burgonya, Fransa’nın doğusunda bir bölge. Eski bir dükalık, başkenti de hardalı ile ünlü Dijon kenti. Fransanın bir çok yeri gibi gourmet bir bölge. Yemekleri, beyaz, Charolais isimli inekleri, peynirleri ve baharatları fazlasıyla meşhur. Ancak bunların hiçbiri şaraplarının ulaştığı şöhrete yaklaşamaz bile.

Pinot Noir (2001)
Burgonya şarapları sadece Pinot Noir isimli bir tür üzümden yapılır. Her zaman olduğu gibi kırmızı şaraptan bahşediyoruz tabi (ancak kenara bir not olarak düşelim, Burgonya'nın beyaz şarapları da çok ünlüdür ve onlar da Chardonnay isimli, tek bir üzüm türünden yapılır).

Kısacası Burgonya eşittir Pinot Noir diyebiliriz.

Pinot Noir çok nazlı bir üzümdür. Bu üzümden iyi şarap yapmak da çok zordur. Ancak işi kıvırdığınızda bence şarapların Nirvanasını içmiş olursunuz. Çok dengeli, aromatik ama buram buram aroma olmayan, baharatlı ama cayır cayır burnunuzdan baharat getirmeyen, meyveli ama meyve suyu gibi içmeyeceğiniz, dengeli, çok güzel yıllanan, kısacası hayli klas bir şarabı vardır bu üzüm türünün. Bunun üstüne bir de Burgonya'nın iki bin yıldan fazla şarap yapım deneyimini ekleyince ortaya gerçekten kralların ağzına layık bir şarap çıkar.

Bir cümleyle özetlersek, Burgonya şarabı en çok sevdiğim şarap türüdür sevgili arkadaşlar.

Anlayarak içmeye başladığım ilk şaraplar Burgonya şaraplarıdır. Eski bir patronum kafayı Burgonya ile bozmuştu, sağ olsun o buluşturdu beni bu dünya güzeli şaraplarla. O gün, bu gün, bu güzel ilişkimiz hiç bozulmadı. Her zaman büyük bir zevkle içtim bu şarabı.

Burgonya şarabının tarihi milattan bir kaç yüz yıl öncesine gidiyor, ancak şarabın kurumsallaşması milattan sonraki yıllarda katolik papazlar tarafından gerçekleşmiş.

Papazlar çoğunlukla kiliseye bağışlanmış bağların iyilerini seçip, etraflarına yüksek duvarlar örerek kapatmışlar ve buralarda şarap üretmeye başlamışlar.

Bu etrafı duvarlarla çevrili bağların en muhteşemlerinden biri bugün hala dimdik ayaktadır. Muhteşem bir şato ve manastırı ile Clos de Vougeot şarabı ile olduğu kadar güzelliğiyle de görülmesi gerekli bir yer.

Fransa'nın diğer şarap bölgelerinde olduğu gibi, Burgonya'nın da bir kaç belli başlı alt bölgesi bulunur. İşi çok coğrafyaya dökmeden bunların önemlilerini bir hatırlayalım.

Kuzeydeki Chablis bölgesi beyaz şarabı ile meşhurdur - Chardonnay tabi. Beyaz şarap üstatları çok sever Chablis'yi. Benim gözümü kapayın, Sprite'dan ayıramam, onların yalancısıyım. Selamımızı verip, güneye doğru devam edelim.

İkinci bölgemiz, benim gibi kırmızı şarap sevenlerin göz bebeği Côte d’Or, yani Altın Kıyı. Kıyı kısmı lafın gelişi. Burgonya'nın büyük bölümünde bırakın denizi, şöyle büyükçe bir nehir bile yok.

Para, şan, şöhret, yani şarabın hassosu Côte d’Or'dadır sevgili arkadaşlar. Côte d’Or da kendi içinde Côte de Nuits ve Côte de Beaune diye iki alt bölgeye ayrılır.

Burgonya deyince ben şahsen Côte de Nuits'yi anlarım. Yine, Burgonya'nın en pahalı ve en güzel şarapları bu bölgede yapılır.

Côte de Nuits Dijon'dan başlar, Nuits-Saint-Georges köyüne kadar uzanır. Hatrızatımda Côte de Nuits Geceler Kıyısı, Nuits-Saint-Georges da Saint-George Geceleri demektir.

Nuits-Saint-Georges için şöyle derler - bakalım anlamlı bir biçimde çevirebilecek miyim..

A glass of "Nuits" paves the way for yours.

Yani bir bardak "geceler", senin gecenin yolunu yapar. Buradan sonrasını sizin hayal gücünüze bırakıyorum artık 😛

Çok güzeldir Côte de Nuits. Dijon'dan atlayın arabaya, yarım günde her yerini gezersiniz. Sadece şarapları ve yemekleri olarak düşünmeyin, o köylerin hepsi birer cennet köşesidir.

İlk olarak Gevrey-Chambertin köyüne gelirsiniz. En çok Gevrey-Chambertin'ın şaraplarını severim. Hemen ardından Morey-Saint-Denis, Chambolle Musigny, Clos Vougeot adlı bağları, kalesi ve manastırı ile Vougeot, dünyanın olasılıkla en pahalı şarabının yapıldığı Romanée-Conti bağlarının bulunduğu Vosne-Romanée ve tabi ki Nuits-Saint-Georges aklıma gelen en belli başlı şarap köyleri. Sağda, solda daha bir çoğu var elbette.

Şarapla ilgilenmeseniz bile bu köyler görülmeye değer yerler sevgili arkadaşlar. Şarap seviyorsanız tabi cherry on the cake, yani bundan iyisi şamda kayısı 😍

Côte de Beaune ise Beaune kenti civarı. Beaune da çok güzel bir yer. Burada bulunan toptancıların sayesinde, köy köy gezmeden şarap almak için de birebir.

Chablis ve Côte D'or'dan sonra Burgonya'nın üçüncü şarap bölgesi yine bir çoğunuzun tanıyacağı Beaujolais.

Beaujolais'de şaraplar farklı olarak Pinot-Noir'dan değil, Gammay isimli başka tür bir üzümden yapılır. Beaujolais Şaraplarının en bilinen türü Beaujolais Nouveau, yani genç Beaujolais, hasadın ardından bir ay falan içinde mayalanıp satışa sunulur. Bir itiraf, uzun bir süre Beaujolais Nouveau'yı yıllanmamış Pinot-Noir zannederek içtim, yakın zamanda Gamay olduğunu öğrendim 😛

Bu işi bilenler Chablis ve Beaujolais'yi biraz Burgonya'dan ayırıp, kendi başlarına birer şarap türü olarak değerlendirirler. Bu da Burgonya şaraplarının tanımı için geriye büyük oranda Côte D’or'u bırakır. Côte D’or'un kalıtelisine de Côte de Nuits dersek, benim Burgonya eşittir Côte de Nuits tanımıma geliriz ez cümle.

Burgonya her halde en çok bağ-obsessif şarap bölgesidir. Şarapların kalite değerlendirmesi tamamen bağların konumuna, yani dar anlamda terroirlarına bağlıdır. Değerlendirme kriterleri şarap yapımını neredeyse tamamen dışlar. Eğer bir şarap falanca yerdeki bağlardan gelen üzümden yapılmışsa şu kalitededir der, keser atar. Bu kalite değerlendirmesi, örneğin Bordo şaraplarında yapımcı, yani şatoya, ya da Cru Bourgeois değerlendirmesinde bizzat şarabın kendisine bağlıdır.

Biraz açarsak, Burgonya'da şarapları kalitelerşne göre Grand Cru (Büyük Kalite), Premier Cru (Birinci Kalite), Villages (Köy) Şarapları ve Regional (Bölgesel) Şaraplar şeklinde sıralanırlar

Grand Cru şarapları, sadece Grand Cru olarak tanımlanmış bağlarda yetişen üzümlerden yapılır. Bu kalite, toplam bağların sadece yüzde ikisini oluşturur.

Grand Cru'nün bir alt kalitesi Premier Cru, yine sadece Premier Cru olarak tanımlı bağların üzümleriyle yapılır. Toplam bağların sadece yüzde on ikisi Premier Cru bağlardır.

Köy şarapları sadece ismi geçen köylerin üzümlerinden, Bölge şarapları ise hangi köyden geldiğinin önemli olmadığı, yapıldığı üzümlerin sadece Burgonya"dan gelmesinin yeterli olduğu şaraplardır. Bu bölgesel şarapların yine bölgelere dayalı bir-iki alt gurubu var ama çok detaylarına girmeyelim.

Bir Grand Cru tadarken (2001)
Bu kalite sıralamasının saçmalığını çok derinlemesine anlattmaya gerek yok. Bir şarapçı, Grand Cru bağdan gelen üzümleri alıp, şarap yaparken içine çiş bile yapsa o şarap kaliteli sayılıyor. İşin abartısını kaldırırsak, şarabın tadı, dolayısıyla kalitesi nasıl yapıldığı ile çok fazla ilgilidir. Ne kadar zaman, ne tip fıçılarda, ne kadar kabukla, ne kadar çöple mayalandığı şarabın tadı için çok önemli. Bunlar yokmuş gibi davranıp, sadece bilmem hangi bağdan geldi diye bir şaraba Grand Cru demek hiç de adil olmaz.

Aynı Bordo misali, bu Grand ve Premier Cru değerlendirmeler düzenli olarak yapılmıyor. bir 1855'de yapmışlar, bir de 1930'larda. Başka da kayıt bulamadım. Bulursanız söyleyin, ben de düzelteyim.

Durum böyle işte. Grand Cru şaraplar genelde güzel olsa da, etiketten ziyade sizin ağızınızın tadı önemli. Burgundy çok pahalı bir şaraptır arkadaşlar. O yüzden bir Grand Cru'ya yüzlerce dolar vermeden, bu paranın değdiğine, yani aldığınız şarabın tadını sevdiğinize emin olun derim. Yıllar önce Romanée-Conti bağlarından bir tane üzüm yemiştim. Bildiğiniz üzüm işte. Öyle bir şişe şarabı için binlerce dolar verecek kadar farklı gelmemişti bana.

İlginizi çekerse bu belgesel çok anlaşılır bir biçimde Burgonya şaraplarını özetlemiş. 

https://youtu.be/CNQsaRL5v1g

İnsanın doğasında vardır, rekabeti sever. Mercedes BMW ile, Abba'nın sarışını esmeri ile, Canon Nikon ile, Fenerbahçe de Galatasaray ile her fırsatta karşılaştırılır.

Aynı rekabet şarapta da var. Burgonya şarapları her zaman ezeli rakibi Bordo şarapları ile karşılaştırılır. Hadi biraz da buna bakalım.

"In Burgundy, everything is for drinking and nothing is for sale, whereas in Bordeaux everything is for sale and nothing is for drinking."

Burgonya'da hiç bir şey satılık değildir, herşey içmek içindir. Bordo'da ise her şey satılıktır, içmek için hiç bir şey bulunmaz.

Fransa'nın birbirinin ezeli rakibi iki şarap bölgesi, Bordo ve Burgonya.

Bir çok kişiye dünyanın en iyi şaraplarının bu iki bölgeden geldiğini baştan kabul etmiştir. O yüzden bir sonraki aşamaya, yani bu iki top şaraptan hangisinin daha güzel, hangisinin daha kaliteli olduğunu tartışırlar.

Eğer İngiliz mizahını kaldırabiliyorsanız, bu linkte çok ilginç bir tartışma videosu var: https://youtu.be/7LXPN_HUN6Y Bir bakın derim.

Burgonya, Bordo'ya göre daha eskiye dayanan bir şarap kültürüne sahip. Bilinen kadarıyla Burgonya'da milattan bir kaç yüz yıl öncesinde bile şarap yapılıyormuş, bu da iki bin iki yüz yıldan fazla bir tarih anlamına geliyor. Bordo ise sadece milattan sonraki yüzyılda, o da lokal tüketim için şarap yapmaya başlamış. Bordo’nun Bordo oluşu 13'üncü yüzyılı bulur.

Bordo'da şaraplar şatolarda yapılır. Burgonya'da ise köylerde. Bordo'da şaraplar bir kaç üzümün harmanından yapılır. Burgonya'da ise sadece bir tek üzümden.

Yukarda söylediğimiz gibi Bordo'da şarapların değerlendirmesi şatolara göre, Burgonya'da ise şarap bağlarına göre yapılır.

Bordo şarapları başta Cabernet Sauvignon ve Merlot olmak üzere bir kaç farklı üzümden, Burgonya'da ise sadece bir tür üzümden, Pinot Noir'dan yapılır.

Bordo şarapları daha baharatlı, daha aromatiktir. Burgonya şarapları daha dengeli, daha az baskın, daha kontrollü bir tada sahiptirler.

Bordo şarapları silindirik, Burgonya şarapları ise altları geniş, ağızlarına doğru incelen şişelerde satılır. Bordo şarapları trapezoid bardaklarda, Burgonya şarapları yuvarlak, tepesi kesilmiş küre şeklindeki bardaklarda servis edilir.

Sözün kısası, hangisi daha güzeldir, doğru cevabı olmayan bir sorudur. İki tür şarap da güzeldir. Şarabı içerkenki ruh haliniz nasılsa, ona göre iki türden biri daha fazla haz verecektir. Yukardaki videoda Burgonya kazanıyor ama çok takılmayın.

Her şarap bölgesinde olduğu gibi Burgonya'da da, şarap yapımımdan sonra kalan üzümlerin kullanarak yapıldığı bir tür brandy bulunur. Buradakinin adı Marc de Bourgogne, kısaca Marc. Bir ara çok içerdik bir arkadaşla ama uzunca bir süredir Marc gibi kuvvetli alkollerden haz etmiyorum Herhalde ilerleyen yaştan dolayı insan daha seçici oluyor.

Ben şarabı içerken büyük bir zevk aldığım için içiyorum, içtikten sonra alkolün etkisi için - başka bir deyişle kafayı bulmak için değil. Herkesin zevkine saygı elbette, ancak rakı ya da viskiyi tad alarak içmek bence imkansıza yakın (içtikten sonrası ayrı mesele tabi). Şarap bu bakımdan çok iyi. Alkol seviyesi çok düşük, içimi çok zevkli.

İşte bundandır Marc gibi sert içkileri içip yamulmaktansa, şarap içip tadını almayı tercih ediyorum. Ancak siz sert alkol seviyorsanız, mutlaka Marc'ı deneyin. Seveceksinizdir.

İşte böyle. Bunca şeyi niye yazdın derseniz...

Bu akşamki şarabımız bir Burgonya. İki güzel arkadaşımızın hediyesi.

Her damlasından zevk alarak içeceğim 🍷😍

Akşama görüşürüz.




Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...