27 Temmuz 2017 Perşembe

Eylem!

"Off, dört yüz elli kilometrelik adalet yürüyüşü eyleminden sonra bu içtüzük protestosu oturma eylemi çok iyi geldi valla!"

"Hay yaşa be Özgürcüm. Yine dan diye vurdun gözünden."

"Adalet yürüyüşü eylemimden sonra yaptığımız on maddelik eylem planınına göre bu eylemi yapıyoruz arkadaşlar, yorulduğumuz için değil."

"Yani Muharrem, her eyleme bir limon sıkıyorsun sen de. Boşver hangi eylemin sonunda bu eylemi yaptığımızı, güzel güzel otur, eylem ol işte."

"Ya ben tam anlamadım, hiç kalkmadan mı oturacağız burada?"

"Yok be Gürselcim. Çişe falan gideceksen kalk git, ama bitince gel, eyleme devam et."

"Söylesenize ya... Açılın, yol verin!... Acil bir eylem var!"

"Tuvaletler bu tarafta, yine yanlış yöne gitti Gürsel ağa!"

"Yaa, CNN'de dinledim, RTE 2019 seçimleri için hazırlıklara başlamış. Teşkilatı falan yeniliyormuş. Duydunuz mu?"

"Bu adam yine işgüzarlık yapıyor. Seçimlere daha iki sene neyin var. Ne bu acele?"

"Onların işi zor tabi. Türkiyeni her tarafında seçime giriyorlar, şimdiden başlamaları lazım. Ne güzel biz doğuyu, güneydoğuyu bıraktık, uğraşmıyoruz artık."

"Zaten delegede kurultaylara da anlatamayız şimdi bu hazırlıklara başlama işini."

"Yine karıştırdın delegelerle kurultayı Gürsel. Bu arada ellerini yıkadın mı sen?"

"Bir de çalışmayanı, partide birbirine kazık atanları, vatandaşa hırlayanları atıyormuş teşkilattan. Biz de denesek mi?"

"Amma da yaptın be Bülent! Partide birbirine kazık atan herkesi atarsak parti mi kalır ortada? Bırakın gözünüzü seveyim, iş çıkarmayın başımıza."

"Zaten çalışmayanları tespit etmek için bir çalışma yapmak lazım. Çalışmayanları bulmak için bu çalışmayı yapacak çalışan da bulamayız."

"Hay yaşa be Muharrem. Ne güzel söyledin, kafiye de oldu walla! Aynı bizim eylem sonrası eylem planıma göre yaptığımız eyleme benzedi bu!"

"Bu arada bizim eylemcibaşı nerede?"

"Valla ben on gündür görmedim onu. Göreniniz var mı?"

"Yoruldu tabi onca yoldan sonra... Evde dinleniyordur."

"Ya, bu yürüme işi tuttu diye 2019 seçimleri için kondisyon artırıyor olabilir mi?"

"Bana geçen SMS attı, Adaletsiz Türkiye gülü solmuş bahçeye benzer falan diye. Yine tivitırla karıştırmış. Ama görmedim kendisini."

"Sevgili arkadaşlar. Bir, merhaba, iki, umarım herkes iyidir, üç, adalet mülkün temelidir."

"Hoşgeldiniz sayın genel başkan biz de sizden konuşuyorduk, başarılı adalet eyleminden falan..."

"Sağol Muharremcim, sana pek inanmasam da güzel geldi kulağıma."

"Sayın genel başkan, eylemimize destek vermek için buralara gelmişsiniz, bizi onurlandırdınız."

"Ne eylemi yahu? Ben gurup toplantısı için geldimdi."

"Bugün perşembe sayın genel başkan, gurubu salı gününleri yapıyoruz, malumunuz."

"Bana aptal muamelesi yapma Özgür. Tabi ki gurubu salı günü topladığımızı biliyorum. Sadece bugün salı zannettimdi."

"Olur öyle şeyler sayın başkan. Buyrun oturun, eylemimize iştirak edin...."

"Off, iyi geldi bu oturma, sağolun arkadaşlar. Ya bir de yatma eylemi yapsak diyorum..."

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Mayorka ve İbiza

Palma de Mallorca (uzun süredir yabancı kelimelerim Türkçe telaffuzlarını yazmıyorum çünkü okuyanlarda bir nefret doğuruyor ama Mallorca'nın Mayorka diye okunduğunu bu kerelik söylemiş olalım) hava alanına indiğimizde günün ikinci sürprizi ile karşılaştık sevgili kızımızın arabasının önündeki güvenlik borusu kaybolmuştu. 

Günün ilk sürprizi olan uçuşumuzun iki küsür saatlik rötarı ile birleştiğinde, ortaya hayli can sıkıcı bir durum çıkmıştı. Otelimize gecenin bir saatinde gelebilmiş, üçümüz de hemen yatıp uyumuştuk.

Hard Rock Cafe
Ertesi gün ise sıcak Akdeniz güneşi altında kahvemizi içip, yola koyulduk. Kenti gezmek için bir gün ayırmıştık. Önce antik merkezine, sonra da Hard Rock Cafe'ye gittik. HRC'de garsona bir bira bardağı almak istiyorum dedim, bana üzerinde "Hard Rock Cafe" yazan bir kavanoz getirdi, ama bayağı demir kapağıyla, yivleriyle bildiğimiz kavanoz. Pint ya da Pilsner bardağınız yok mu dedim, yok dediler.

Sıcak mahşeri bir seviyeye çıkmıştı. Biz de iki saat kadar HRC'de soğuduk.

Yola çıkıp biraz daha sağa sola baktık ama antik merkezde gitmediğimiz bir yer kalmamıştı.

Palma de Mallorca
Kendimize çok kızdık. Keşke direkt plaja gitseymişiz. Gün içinde gördüğümüz her yeri akşam serinliğinde de rahat rahat görebilir, üstüne denizin tadını bir gün daha fazla çıkarabilirmişiz. Ne yapalım, yaşayıp öğreniyor insan işte böyle.

Otele dönüp, günümüzü kapadık.

Palma de Mallorca'da sahilde planladığımız ikinci günümüz çok güzel geçti arkadaşlar. Kumlu plajı, sığ denizi ile bizlerin çok da yabancı olmadığı bir görüntü. Genç-yaşlı, üstlü-üstsüz, heteroseksüel-homoseksüel, her telden, her dilden on binlerce kişi kendi hallerinde, etraflarını rahatsız etmeden deniz ve güneşin tadını çıkarıyorlardı.

Palma de Mallorca
Az da olsa tek rahatsızlık Afrika'dan göçmen siyahi satıcılardı. Ellerinde gözlükler, Rolex'ler, LV'lar, biraz ısrarcı bir şekilde yapışıyorlardı.

"Mister, gözlük ister misin?"

"Yok!"

"Ama kaç para biliyor musun?"

"Umrumda değil, istemiyorum."

"Ama çok ucuz!"

"Defol git!"

Plaj
Hele bir tanesi, görseniz on sekiz yaşında değil, geldi durdu yanımızda. Artık havlu mu, saat mi ne satıyorsa burnumuza soktu, istemiyoruz dedik. Bu sonra Jelena'ya döndü ve...

"Aylavyu"

Dedi. Her halde ben yanlış anladım dedim, "Ne diyorsun sen oğlum?" diye bir daha sordum. Bu yine ağızı kulaklarında "Aylavyu" dedi.

"S.ktir git" dedim, yiğidin hakkı yiğide, gerçekten gitti.

Yukardakilerini okuyup da durum vahim diye düşünmeyin. Cidden o kadar kötü değildi. İşin aslı İspanyollar da çok rahatsız bu durumdan ama ellerinden birşey gelmiyor tabi.

Plajda başka bir fenomen ise fahişeler. İşin ilginç tarafı, artık erkek fahişelerin de piyasada olması, hem de sadece kadınlara servis vermiyorlar.

Bu fahişeler bariz biçimde ortalıkta gezmiyorlar ve hiç bir şekilde plajdakileri rahatsız etmiyorlar. Kendi hallerinde ekmeklerini kazanıyorlar.

Ancak bu ibnelik artık iyice aleni olmuş durumda. Yakın zamanlarda ibnelerin oranlarının arttığını düşünecek bir nedenimiz olmadığına göre, eskiden bir sır misali saklanan bu gerçeğin günümüzde daha rahat açığa çıktığımı söyleyebiliriz.

Benim gençliğimde sayıları çok olmasa da, tercihleri hemcinsleri olan bu gurubu tanımak çok daha kolaydı. Kadınsı davranışları, konuşma tarzları falan hemen durumu ortaya koyardı.

Bu günlerde ise bu iş çok daha zor. Palma de Mallorca'da elele gördüğüm bazı ibneleri sokakta yalnız görsem, hiç bir koşulda ibne demezdim. Bildiğin adam işte.

Bu görüntülere alıştım desem yalan olur ama artık kabullenmiş durumdayım. Çiftlerin tümü bu işi zorlamayla falan değil, isteyerek ve severek yapıyorlar. Demek ki benim gibi düşünenlere ters gelse de, bu da doğanın bir gerçeği imiş. Ancak hala elele gezen ya da öpüşen iki herifi gördüğümde içim kalkıyor. Neyse, çok uzatmayalım, herkesin kendi bileceği iş.

Manastır
Plaj sonrası, hep beraber güneşi batırmak için antik merkeze gittik. Manastır ve kalemin etrafı batan güneşin ılık renklerinde mükemmel görünüyorlardı. Manastırın etrafını, eski Arap kalesini ve antik kentin dar sokaklarını gezdik. Ilık akşam güneşi altındaki bu yürüyüş bizi herhalde bir bin yıl geriye götürdü. Binalar ve yolların çoğu eski orijinal görünümlerini korumuşlardı. Manastırın etrafındaki palmiye ağaçları ve sarmaşıklar kahverengi duvarlarla örtüştüğünde ortaya gerçekten büyüleyici bir görüntü çıkmış.

Manastırdan merkeze geldiğimizde ise kendimizi sokak müzisyenlerinin arasında bulduk. Hepsi istisnasız klasik gitar çalıyordu. Klasik gitar da yavaş bir melodi eşliğinde Julio Iglessias örneği yumuşak bir İspanyol erkek sesi ile birleştiğinde ruhunuzu alıp götürüyor işte. Genç, müzisyen Comandante Che Guevera'yı söylerken bile insanın içinden slow dans edesi geliyordu 🎸😛

Mallorca adasının incileri çok meşhur arkadaşlar. Biz de 🐝Mezzy🐝'ye hatıra pembe incilerden bir kolye, bir bilezik ve iki küpe aldık. Fiyatlar oldukça uygun. İngilizce bilen bir dükkan sahibi ile biraz geyikledik. Bize Mallorca incilerini anlattı.

İki kalite inci var. Birinci kalite incilerin fiyatları oldukça yüksek. İkinci kalite inciler ise çok uygun fiyattalar.

Bu fiyat farkının yüzünden birçok kişi birinci kalite incilerin gerçek, ikinci kaliye incilerin imitasyon olduğunu düşünüyor. İşin aslı biraz farklı.

Bir kere kalitesi ne olursa olsun, Mallorca incilerinin hiçbiri istiridyelerin içinden çıkan bizim anladığımız anlamda incilerden yapılmıyor. Her ikisi de istiridye kabuklarının ve içinin preslenip, işlenmesi ile yapılıyor. İkinci kalite incilerin içinde ise biraz istiridye kökenli olmayan madde var, o kadar. İşin aslı ikinci kalite dedikleri inciler, daha canlı, daha düzgün göründüler gözüme.

Palma de Mallorca'daki son akşamımıza birer kadeh sangria ile başladık, birer kadeh şarap ile bitirdik. Otele döndük ve hemen uykuya daldık.

Ertesi gün önemli ve yorucu bir gün olacaktı.

Yaşamımın en mutlu gününü iki sene önce bugün yaşamıştım. Sevgili kızım Melissa hayatımıza bir güneş gibi doğmuş, ailemizi ısıtmış, aydınlatmıştı. O gün, bu gündür bu mutluluğum hiç sönmedi.

Aslında Melissa diye yazınca bir tuhaf hissediyorum kendimi. Ne sevgili karım Jelena'nın, ne de benim, iki senedir onu bir kere bile Melissa diye çağırmışlığımız var. O bizim 🐝Mezzy🐝'miz. Jelena Melissa'yı, sevgili kızımızın ikinci ismi Nezahat'le birleştirdi ve ortaya 🐝Mezzy🐝 çıktı. 🐝Mezzy🐝 ismi, 🐝Mezzy🐝 daha doğmadan tescil edilmişti.

Melissa aynı zamanda Girit adasında hüküm sürmüş bir Yunan prensesinin adı. Öykünün sonumda prenses balarısı olup uçmuş. Eh, biz de biraz komşunun mitolojisinden çaldık ve 🐝Mezzy🐝'ye arılarını verdik 😍

Sırpça'da balarısı'nın karşılığı pcelica (p'çelitsa okunuyor). Annesi bazen 🐝Mezzy🐝'yi pcelica ile kafiyeli olsun diye Melica Pcelica (Melitsa P'çelitsa) diye çağırır.

Sevgili kızımın isimlerinin hikayesi böyle işte.

🐝Mezzy🐝'nin ikinci doğum gününü Jelena Ibiza'da kutlamak istedi. Gücümüzün yettiği sürece tabi, her doğum gününde 🐝Mezzy🐝'yi ünlü bir tatil noktasına götürmeyi istiyoruz. Birinci doğum gününü Venedik'te kutlamıştık, ikincisi de Ibiza'da olsun dedik

Ibiza, Akdenizde, ispanyaya yüz küsür kilometre uzaklıkta bir ada. Ibiza, çok çok ünlü olsa da, ne tarihiyle, ne doğasıyla ne de mutfağıyla öne çıkan bir yer arkadaşlar. İlgilenenleriniz bilir, Ibiza demek, gece hayatı demek, parti demek, ancak en önemlisi elektronik müzik demek. Yani benim yaşıtlarımın tekno dedikleri müzik türü.

Tekno müziğe "hayranlığım" bir sır değil arkadaşlar. Günde iki kere bu müziği dinlemezsem ruhum gıdasını alamaz, hayat damarlarım tıkanır, yaşayamam. O yüzden Ibiza'ya gitmeye karar verdiğimizde, elektronik müziğin krallığına gidiyoruz diye gerçekten "çok" heyecanlanmıştım.

İşin şakası bir tarafa, tekno müzikle uzaktan yakından en ufak bir ilgim yoktur. Hatta bunlara müzik dendiğinde Bach'dan Lennon'a birçok müzisyenin mezarlarında tersine döndüklerini düşünürüm. Bırakın elektronik müzik türleri olan tekno, haus, vs. yi, arka arkaya çalan iki şarkıyı bile birbirinden ayıramam. Kulağıma hep aynı melodi gelir.

Bum! bu-bum-bum! di-di-dit!

Bu müzik, kendilerini DJ diye çağıran bir takım acayip varlıkların kopyaladıkları ya da uydurdukları bir ritmi sekizyüsdoksanbeş kere arka arkaya tekrar ederken, ırzına geçmek suretiyle kesip biçtikleri eski şarkıların bölümlerini bunların üzerlerine çalmalarıyla ortaya çıkar.

🎶Bum-bu-bum-bum 🎶 All the leaves are brown 🎶 di-dit 🎶 Ca-Ca-California dreamin' 🎶 bu-bum 🎶We don't need no education 🎶 Bum-bu-bum-dit 🎶

İşte bu müzik, böyle sanatsal bir müzik arkadaşlar.

Arada bir ritmi keserler, sadece "Heeeeeee! Hooooo! dit-dit-dit" ler kalır. Teoride heyecan yükselir, yükselir ve en can alıcı noktada ritmi verirler "bum-bu-bum-bum". Gençler bu anda kendilerinden geçer, çığlıklar atar, sağa sola saldırırlar :)

Ibiza, işte bu müzik türünün doğal habitatıdır. Dünyaca "ünlü" DJ'ler hep Ibiza'ya gelip, adanın dört bir tarafına serpiştirilmiş kulüplerde yeni "eserlerini" çalarak tanıtırlar. Dünyanın her yerinden gelen gençler de bu ruh fırtınasının içinde kendilerini kaybedip "sabaha kadar" dans ederler.

Bu sanat eseri albümlerin isimleri çoğunlukla Ibiza'nın Ruhu, Ibizanın Kaşı, Ibiza'nın Gözü, Ibiza'nın Kıçı falan şeklindedir.

Ibiza'da "süper kulüp" dedikleri üç beş kalbur-üstü kulüp bulunur. Devasa boyutlarda olan bu mekanlar her gece binlerce gençe unutamayacakları - daha doğrusu onca içki ve saireden sonra isteseler de hatırlayamayacakları - bir müzik şöleni yaşatırlar.

Bu kulüplerin en bilinen bir kaçı Pacha, Amnesia ve Privillage. Hemen her restoran, bar hatta marketlerde, bir tabela üzerimde hangi kulüpte kim çalıyor yazılıdır. Biletleri de hemen her yerden satın alabilirsiniz. Sizlere biraz anlatmak için birine gideyim diye düşündüm ama, inanın bu müziği dinlemek zorunda kalacağım için midem kaldırmadı, kusuruma bakmayın.

Herhalde Ibiza'nın neye benzediği hakkında biraz fikir verebildim sizlere.

Ibiza
Özellikle sporcular seviyor burayı. Sneijder abi bir kaç hafta önce buradaymış. Sadece bizim geldiğimiz gemide birkaç morfolojik olarak mutasyona uğramış iki-yirmilik basketbolcu devler vardı.

Hal böyle olunca, Ibiza gözümde, gürültülü, kargaşa içerisinde, yürürken kondomlara, şırıngalara basmamak için dikkat etmemiz gerekecek bir yer olarak canlanmıştı.

Fena halde yanılmışım.

Harikulade ancak küçük sayılabilecek rustik merkezi saymazsanız, mimari aynı Kemer, yani 60'ların Karadenizli müteahhit tarzı. Sadece bir iskelesindeki toplam değeri rahat bir milyar doları geçen yatları da saymazsanız marinası da aynı Kemer hattızatında.

Bizim kaldığımız Figurates plajı mesela resmen bir aile plajıydı. Çoluk, çocuk denize giriyoruz. Üstsüz güneşlenenler çok tabi ancak inanın fazlaca bakmaya değer bir şey yok.

Hızlı yaşam tarzındaki turistlere hitab eden plajlar hep izole edilmiş, şehire uzak bölgelerde. Örneğin Playa d'en Bossa diye bir plaj var ki orada yürürken kondomlara ve şırıngalara basmamak için dikkat etmek gerekebilir.

Ne olursa olsun hedef Ibiza idi ve görev başarılacaktı...

Palma de Mallorca'dan bindiğimiz bir feribot bizi üç buçuk saatte Ibiza'ya getirdi. 🐝Mezzy🐝cik de böylece ilk ciddi gemi yolculuğunu yapmış oldu. Minik oyun bahçesinde çocuklarla oynadı, koca lüks koltuğunda uyudu, diğer yolculara klasik tacizlerini uyguladı.

Gemiden indiğimizde ise Ibiza'nın turizm broşürlerinden zaten aşina olduğumuz limanını ve muhteşem şehir merkezizini gördük. Çabuk bir şeyler atıştırdık ve bizi otelimize götürecek otobüse bindik. Bindikten bir durak sonra da indik. Yürüseydik, daha çabuk olurdu herhalde.

Plaj
Otelimizle denizin arası her halde elli metreden azdı. Palma'da başımıza gelenden sonra şerbetliyiz, günü kaybetmemek için ayakkabılarımızı bile giymeden sahile indik ve saat beşe kadar denizin tadını çıkardık.

Sevgili kızım denizde bizimle top oymadı, deniz kabuğu topladı. Deniz korkusu yerini deniz cesaretine bırakmıştı. 🐝Mezzy🐝 koşup, koşup suya giriyor, boğazına kada derinliğe kadar yürüyordu.

Annesi ile bir oyun icat ettiler. Ben biraz ilerdeydim. 🐝Mezzy🐝'nin deli gibi bir denize, bir kıyıya koştuğunu gördüm. Jelena'ya ne oluyor diye sordum, bana "kokiaj" dedi. Arada bir dalar, Fransızca konuşur benle sevgili karım, "Je ponse 🐝Mezzy🐝 wants to sleep" falan gibi. Genelde gücüm yeter, anlarım demek istediğini ama "kokiaj" biraz Fransızca sınırlarımı aşmıştı.

Nedir kokiaj diye sordum, meğer deniz kabuğu demekmiş.

Önümüzdeki bir saat sevgili kızıma denizdem deniz kabuğu çıkarmakla geçti. 🐝Mezzy🐝 Denize gelip bizden alıyor, kıyıya koşup kovasına dolduruyordu. Günün sonu da bir kova dolusu "kokiaj" 'ımız olmuştu. Birkaç tanesini anı olarak saklamaya karar verdik ve gerisini 🐝Mezzy🐝'ye çaktırmadan geri denize attık.

Saat altı gibi Ibiza Town dedikleri artık adanın başkenti mi dersiniz, merkezi mi dersiniz, işte oradaydık.

🐝Mezzy🐝'nin doğum günü yemeği için bir İtalyan restoranı bulduk. Sevgili kızım benden aldığı genlerin sonucu makarnayı çok seviyor, o yüzden ona bol peynirli makarna yiyebileceği bir yer bulduk.

Bu yemeğin ilginçliği, uzun süredir Jelena ile baş başa, doğru düzgün bir yemek yiyemiyorken, bu kez aksine sessiz, sakin bir yemek yedik, hatta bir şişe şarabı bile huzurla paylaşabildik.

Çünkü doğum günü çocuğu, kendi doğum günü yemeğinde horul horul uyuyordu.

Yemeğimizin sonuna doğru bir çok şey değişti. 🐝Mezzy🐝 uyandı ve önce çığlık çığlığa restoranı birbirine kattı. Masada önünde ne bulduysa sağa sola fırlattı. Bir anda havada peçeteler, çatallar, bıçaklar, tuzluklar, sirke ve zeytin yağı şişeleri uçuşmaya başladı.

Garsonlar son anda makarnasını yetiştirdiler de diğer müşteriler rahat bir soluk alabildi.

Hard Rock Cafe
Tatlılarımızı söylemeden plan gereği restorandan kalktık ve Hard Rock Cafe'ye ulaştık. Garsonlar 🐝Mezzy🐝'nin doğum günü olduğunu duyunca hemen bizi baş köşeye oturttular. İki apple cobbler'den birimin üzerine bir mum koyup, bando halinde zillerle, davullarla 🎶Happy Birthday🎶'i İspanyolca söyleyerek bize sürpriz yaptılar.

Sevgili kızım neredeyse mumunu kendi başına söndürdü. Sonra da hayatında ilk defa gerçek bir tatlı yedi.

Jelena, doğum gününü aylar önce planlamış, artık nereden bulduysa 🐝Mezzy🐝'ye kendi elbisesine uyan yanar-döner bir elbise ısmarlamıştı. İkisi de Ibiza'nın havasında kıyafetler giyince fazlasıyla şirin olmuşlar, her geçen bakmaya, laf atmaya başlamıştı. Kim bilir kaç kez beraber fotoğraf çektirmek için durdurdular. Çoğu elbiseleri nereden aldığımızı falan sordu.

Fotoğraf çektirmek için durdurdular
Kısacası Nalcı kadınları bir akşam boyunca Ibiza Town'un yıldızı oldular✨

Sabah sat altıda kalkıp akşam saat on biri bulmuştuk. Yaşlı bedenlerimiz artık tamam dedi, biz de otelimize gelip bu mutlu günümüzü sonlandırdık.

Ertesi gün akşam saat altıya kadar yine olaysız bir deniz günü geçirdik. Akşam ise bir önceki gün yemek yediğimiz İtalyan restoranına gidip, 🐝Mezzy🐝 bu kez uyumadığı için çabuk bir yemek yedik. Çabuk bir yemek olmasına rağmen, 🐝Mezzy🐝 önümdeki kağıt peçeteyi ucundan tutup çekti ve bir bardak Merlot foş diye üzerime döküldü. Beyaz çoraplarımın üzerindeki bordo puantiyeler gerçi biraz havamı artırmıştı ama şarap kokusu bu avantajımı nötralize etti. Gerisi ise bildiğiniz gibi, çatal, bıçak, sirke şişesi, bardaklar falan havada uçuştu, durdu.

Gözüm hangi klüpte kimin çaldığını gösteren tabelaya takılmıştı. Tabelaya göre Pacha kulüpte Flower Power çalıyordu. Bu Flower Power kimdir, nedir derseniz, en ufak bir fikrim yok arkadaşlar. Bir kişi mi, bir gurup mu, DJ mi yoksa bir orkestra mı, bilmemekteyim. Bana sadece Hair müzikali ile Woodstock'u falan çağrıştırıyordu, o kadar.

Restorandaki müşterilere ve sokaktan geçenlere bilet satan çocuğa döndüm, "Flower Power çalıyor ha?" dedim. Çocuk da bana "Bu yaz her Pazartesi Pacha'da çalacaklar" dedi. Ama bunu öyle bir havayla söyledi ki sanki Papa Vatikan'ı bırakmış, Ibiza'ya yerleşecekmiş gibi.

"Bilet ister misin?" Diye sordu. Ben de 🐝Mezzy🐝'yi gösterip nasıl gidelim gibisinden ellerimi iki yana açtım. "Haklısın" dedi, "O zaman Destina'ya gidin, Flower Power gündüzleri orada çalıyor, eğer isterseniz Bossa'da da, Bora Bora'da da şimdi beach party var, hem de bedava" dedi.

Yeni kelimeleri hazmetmek için biraz süre gerekti. Destina cümlenin kuruluşundan bir kulüp izlenimini verdi, Bossa ise kesinlikle Playa d'en Bossa idi. Bora Bora da olasılıkla ya Bossa plajının bir bölgesi, ya da plajda bir kulüptü.

Flower Power zaten kimdir, nedir bilmediğimizden onları - her neresi ise - Destina'da kovalamanın bir anlamı yoktu, ancak Playa d'en Bossa'yı görmek kulağıma fazlasıyla cazip gelmişti, çünkü nasıl bir yer diye gerçekten merak ediyordum.

Yine de aklım pek yatmamıştı. Gözümde canlandığı kadarıyla Playa d'en Bossa pek 🐝Mezzy🐝 ve Jelena'yla gidilebilecek bir yer değildi.

"Emin misin?" diye sordum. "Duyduğuma göre Playa d'en Bossa biraz kuku bir yermiş. Bebekle gidilebilir mi?"

"Bora Bora'ya kadar hiç bir şey olmaz. - arkadaşın kendi tabiri - 'Crazy People', yani kafayı yemiş insanlar genellikle daha ilerlerde."

Biz de pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, Ibiza'ya kadar gelip de Playa d"en Bossa'yı görmemek olur mu dedik, koyulduk yola.

Karadan gitmektense bir deniz motoruna atlayıp Ibiza Town'dan ayrıldık. Bu arada da kentin kalesini ve antik merkezini denizden görme şansımız da oldu. Gerçekten güzel bir manzara. Açık denize çıktığımızda ise tekne adanın etrafına serpiştirilmiş irili ufaklı kayalıkların arasında ceviz kabuğu gibi savrula savrula yol alıyordu.

İlk durak olan, bizim de otelimizin bulunduğu Playa Figurates'e geldiğimizde güneş batmaya başlamıştı. Playa d'en Bossa'ya geldiğimizde ise gökyüzü kızılıyla, pembesiyle tam fotoğraflık olmuştu.

Playa d'en Bossa
Motordan indiğimiz iskele ve çevresindeki manzara normal bir yere benziyordu. Etrafımızda makul insanlar vardı, köpeklerini gezdiriyor, güneşin batışını izliyorlardı. Ancak biraz ilerledikçe kurgu değişmeye başladı.

İlk önce denizden gelen o kimbilir kaç kilowatt gücündeki gürültüyü duyduk.

"Bum-bu-bum-bum!"

Koca bir parti gemisi sahilden bayağı açıkta tekno çalıyordu. Bu geminin sahile döndüğümde, yola çıktığı her yolcusunu geri getirdiğine inanmak zor! Kesinlikle yol boyunca bir kaç fire veriyordur.

Daha sonra da etrafımızdaki insanlar ve yerleşim türleri evrildi.

Durumu en güzel sevgili karım özetledi:

"Burası gitgide Amsterdam'a benzemeye başladı!"

Gerçekten de caddede dolaşanların üzerindeki dövme sayıları ve boyları, vücutlarının üzerine açtıkları deliklerin sayıları ve bu deliklere takılı aksesuarların çapları hep artmaya başlamıştı. Sesler yükselmiş olsa da, söylenenlerin manaları azalıyordu.

Ibiza'nın ikinci tür yerlileriyle karşılaşmıştık.

Gece İnsanları!

Bu tür canlılar direkt güneş ışığı altında yanma eğilimimde olduğu için en erken güneş batımında ortaya çıkıyorlar. Kahvaltılarını beach kulüplerde, uyanmak için alkolle yapıyorlar. Gece ilerledikçe de aklınıza ne gelirse içip soluyorlar.

Anladığımız dildeki konuşmaların bir sonucu, bir bütünlüğü yoktu. Kullanılan sözcüklerin büyük çoğunluğu cinsel birleşme fiilinin renkli türevleri ile fahişe sözcüğünün değişik dillerdeki karşılığı şeklindeydi (batı dillerinde fahişe bir hakaret olarak kullanılır, bizler ise daha ziyade kelime anlamını öne çıkarırız).

Ibiza Town'dan alıştığımız bar, restoran, hediyelik eşya ağırlıklı mağaza formatı da yerini beach club, tattoo, piercing, zincir, kamçı, vs. satan ucubik mağazalara bırakmıştı.

Ve nereye gidersek gidelim, hangi yöne dönersek dönelim, geri planda devamlı bir müzik vardı...

Bora Bora'yı sora sora cadde boyunca ilerledik. Koca bir tabelada ismini okuyunca denize doğru döndük. Gördüğüm manzara traji-komik boyutlardaydı.

Bir kere bütün sokak motorsiklet dolmuştu. Sokağın bitip, kumsalın başladığı noktada ise kapkara bir zenci vardı. Kafasına yarım metre yüksekliğinde, tüylü, kan kırmızı bir taç mı desem, şapka mı desem, acayip bir şey geçirmişti. Vücudu ise tamamen çıplaktı, sadece don misali kırmızı bir havluyla aşağıda minik bir üçgen yapmıştı. Bir sağında, bir solunda iki tane orospu, bu önce birini öpüyor, sigarasından bir nefes çekiyor, sonra da diğerini öpüyordu.

Tam 50 Cent'in P.I.M.P. şarkısına dekor olacak bir görüntü sizin anlayacağınız.

Kumsala yaklaşınca yine siyahi bir gang fotoğraf makinesine gıcık oldu, üzerime kum attılar, başka beyaz bir gang bırakın yapmayın dedi, sakinleştik.

Çok sinirlendim kendime. Bilseydim Jelena ve 🐝Mezzy🐝 ile gelmezdim buraya. Sordum da. Adam da oraları sakin bir şey olmaz dedi. Bir de bir şey olabilir dediği yerlere gitseydik, ne olurdu, onu gerçekten merak ediyorum...

Bora Bora
Bora Bora'da bir meğer bir beach club'mış. Hemde çok eski, çok köklü - kökü batsın. İçerye 🐝Mezzy🐝ile giremedik ama sahil tarafından bir kaç resim çekebildik.

Normalde ikimiz arasında gözü daha kara olan benimdir ama bu kez ben tırsmıştım, Jelena ise gayet rahat incik, boncuk, ıvır zıvır satıcılarına bakıyor, 🐝Mezzy🐝 ile bana t-shirt beğeniyordu.

Playa d'en Bossa'dan iki t-shirt ve bende kalan bayağı bir sinirle birlikte ayrıldık. Motora binmeyi beklerken bir esrar satıcısı muhtemelen ön koşul olarak ileri sürdüğü için Amerikalı müşterisini "All Americans are gay!", yani bütün Amerikalılar ibnedir diye bağırtıyordu. Motorda bir kadın eğer çalışanlardan biri son anda farkedip tutmasaydı resmen denize düşecekti.

Çok fazla detaylarına girmeyelim. Ibiza'da gördüğüm "gece insanları" ne yazık ki kayıp bir topluluk. Sayıları çok fazla. Her gün on binlercesi Ibiza'ya geliyor, kendilerini bu leş gibi dünyaya bırakıyorlar. Bunların bence yeniden kendilerini toparlamaları çok zor. Aslında bunlara bakınca Trump ya da Le Pen gibilerin nasıl bu kadar taraftar bulabildiklerini anlayabiliyor insan.

Kızımı biraz büyüyüp, farkındalığı arttığında buraya bir daha getirip, bu insanları yeniden görmesini sağlayacağım. Böyle bir hayat tarzının insanı nereye götürebileceğini bilmesi bence çok önemli.

Siz de eğer Ibiza'ya gelip, Playa d'en Bossa'yı ziyaret edecekseniz biraz dikkatli olun.

Akşamın son durağ iseı Pacha Club"dı.

Yanlış anlamayın, Pacha'ya "sabaha kadar" dans etmek için gitmiyorduk. Hattızatında, Pacha'nın açılış saati olan gece on iki'de bırakın kulüpte parti yapmayı, uzunca bir süredir uyanık kaldığımız bile vaki değildi. Sadece dışardan görmek için gidiyorduk.

Pacha
Pacha, İspanyanın en çok bilinen firmalarından biri. İlgilenenleriniz eminim hatırlayacaktır, simgeleri iki tane kiraz. Bu simgeyi t-shirt'lerde, çantalarda falan, çoğunlukla Ibiza ismi ile görebilirsiniz. Eğlence sektöründe işlev gösteren uluslar arası bir firma Pacha. Başka ülkelerde de gece kulüpleri var ancak merkezleri Ibiza'da.

Ibiza Town'dan ın beş dakikalık bir yürüyüş bizi Pacha'ya getirdi. Önünde Flower Power'cıların üzerlerinde bol bol çiçek, böcek ve peace işaretleri olan bir hippi minibüsü ile bir hippi arabası vardı. Biraz bakındık, bir iki de resim çektik ve gecemizi sonlandırdık.

Ibiza'daki son günümüzü, neredeyse uçağımızın kalkacağı saate kadar denizde geçirdik. Oteldeki çalışanlar, sahildeki esnaf ve turistler fazlasıyla iyi, yardımsever ve güler yüzlüydüler. Gece insanlarından sonra, Ibiza'nın gündüz insanları gözüme çok farklı gelmişlerdi.

Melissa İbiza'yı sevdi
Sevgili kızımızla bol bol oynadık, yüzdük, yedik, içtik.

🐝Mezzy🐝 artık iki yaşında olduğu için, bileti koltuk için olmasa da, kabin memuru ona kendi özel koltuğunu ayarladı. Online bilet satış sistemleri round trip esnasında iki yaşını dolduracak çocukları düşünerek yapılmamış, o yüzden 🐝Mezzy🐝cik bilet alırken dönüş seferinde de bebek muamelesi görmüştü.

Hayatımda ilk kez İsviçre hedefli bir uçuşta yumruklu bir kavgaya tanık oldum. İsviçreli bir gurup "gece insanı" ile bizden en az on yıl yaşlı başka bir gurup tam uçak kalkarken dan dun birbirlerine girdi. Her halde vücutlarındaki kimyasalları henüz atamamışlardı ki böyle bir şeye kalkıştılar.

İşte size uzun bir solukta İspanya gezimiz...

İspanya'dan her zamanki gibi fazlasıyla karışık hislerle ayrıldım.

Her ne kadar güzel bir ülke olsa da, ne yazık ki İspanya'da hemen hiç bir şey doğru çalışmıyor arkadaşlar. Asansöre biniyorsunuz, düğmeler bozuk. Klimayı çalıştırmak istiyorsunuz, uzaktan kumandası bozuk. Restoranda oturduğunuz sandalye sallanıyor, masa dingildiyor. Koca feribotta binlerce kişiye sadece bir kişi kahve servisi yapıyor. Wi-Fi var diye bilet alıyorsunuz, Wi-Fi yok diyorlar. Kredi kartı makinesi çalışmıyor, adamlara yirmi yuro veriyorsunuz, para üstünü veremiyorlar. Otobüs durağımda bilet makinesi çalışmıyor. Yol soruyorsunuz, cevap veremiyorlar. McDonalds'da bir Big Mac söyledim, inanın menü bile değil, yarım saat sonra ancak alabildik. Dünyanın her yerinde satın alabildiğiniz Hard Rock Cafe bardakları Hard Rock Cafe'de "tükenmiş", Heiniken bardaklarıyla bira veriyorlar.

Herşey ya yanlış, ya yavaş, ya da eksik...

Sonuçta İspanya'da yaşamıyorsun, bu kadar söyleneceğine beş gün sık dişini diyebilirsiniz. Haklı da olursunuz. Ancak bu saçmalıklar zaman zaman tahammül sınırımı zorluyor, ben de böyle patlıyorum işte.

Gelelim Mallorca ve Ibiza'nın gezi skorlarına...

Palma de Mallorca, Ibiza, Cannes, St-Tropez, Amalfi gibi "sahil-tatil" yerlerini ziyaret etmek isteyen Türklere tavsiyede bulunurken genelde biraz dikkatli oluyorum.

Bu bölgelerin normal ziyaretçileri, yüzde seksen deniz ve güneş, yüzde yirmi ise bu bölgelerin görülmeye değer tarihi, ünlü yerlerini, anıtları, vs. ziyaret için buralara gelirler.

Biz Türkler ise Ege ve Akdeniz gibi dünyanın en güzel iki denizine sahip olacak kadar şanslıyız. Bu nedenle seyahat ederken aslında deniz ve güneşten çok, geri kalan yüzde yirmi için vizemizi alıp sağa sola gideriz.

Avrupanın yarısının yere göğe koyamadığı ve akın akın geldiği Nis'in çakıllı kumsalından zevk alacak, en azından benim tanıdığım bir Türk düşünemiyorum.

Palma de Mallorca'ya gelen Alman, İngiliz, Felemenk ve İskandinav ziyaretçiler ülkelerinde bulamadıkları deniz ve güneş yüzünden eminim büyük bir mutlulukla evlerine dönüyorlardır. Ancak biz ne kadar mutlu döneriz, ondan çok emin değilim.

Güzel cazibeli bir antik merkezi olsa da, burayı dolaşmak en kabadayısı iki saat alıyor. Bir Türk olarak yolunuz düşerse mutlaka görün tabi. Ama sadece Palma de Mallorca'yı görmek için ta oralardan buralara gelmeye değecek bir sebep açıkçası bulamıyorum.

Hedefiniz hayvanların sizi ve eşinizi taciz etmediği, yapışkan satıcıların kolunuzdan çekip size bir şeyler satmak istemediği, üç kuruşluk sefillerin size ukalalık etmediği, uygar, huzurlu bir tatilse Yunan adalarına gidin.

Hem denizi güneşi mükemmel, hem görecek çok şey var, hem de adalar çok bakımlı, çok temiz. İnsanlar ise gerçekten çok iyi.

Yok ben bizim yerli hayvanlarla baş edebilirim derseniz, bu yaşıma kadar Antalya, Bodrum, Marmaris, vs. 'den daha güzel çok az yer gördüm.

Ibiza için ise durum biraz daha karışık.

Eğer elektronik müziğe ilginiz varsa kuşkusuz Ibiza'ya bayılırsınız.

Bu yazıyı okuyanlarınız arasında olacağını tahmin etmesem de alkol, esrar, karı kız ağırlıklı bir tatil düşünenler Ibıza'yı sevebilir. Amsterdam'da böyle şeyler aslında çok daha kolay. Beş yüz metre karelik bir akanda yarım gün içinde uyuşturucu, alkol ve seks işlerinizi halledip eve dönebilirsiniz. Ibıza'da ise bunların tümü için biraz ada içinde hareket etmeniz lazım. Ancak Ibiza'da deniz güneş ve müzik, Amsterdam'da ise Rembrandt müzesi var, tercih sizin:)

Amsterdam için avrupada sevmediğim tek şehir desem yeridir. O güzelim yeri Hollandalılar para için Avrupa'nın çöplüğüne çevirmişler. Ibiza'nın gece insanları kesimi de keza aynı muamele bence.

Ibiza'da görecek şey Palma De Mallorca'ya göre çok daha az, ancak Ibiza'nın farklı olarak "bir ruhu var". Öyle kaka bir yer diye kestirip atmamalı bence. Ada güzel bir ada, insanları sıcak, konuksever ve adada bir hayat var. Sonuçta dünya sosyetesinin eğlenmek için geldiği funky bir yer. Bu jet-set cemiyeti, biraz gece hayatıyla karışmış halde ilginizi çekiyorsa bir seyahat planı yapılabilir.

Diğer durumlarda İse bir seyahat planını haklı çıkaracak çok az şey var. Yine de yolunuz düşerse tabi ki görün deyip kazımızı çevirelim.

Aklımdayken, hem Palma, hem de İbiza için yolunuz düşerse deyip duruyorum, ama haklı olarak bunlar birer ada, insanın yolu nasıl düşer diye sorarsanız, bu iki nokta da cruise (aptalca bir adaptasyon ile Türkçe'de şu sıralar "kruvaziye" falan diyorlar) yani deniz gezilerinin popüler uğrak noktaları.

Bunların dışında her iki adayı da çok hararetle öneremiyorum.

Sevgi ile kalın...

---

Sonradan öğrendim, Flower Power 60'lı yılların melodileri üzerine kurulu bir parti imiş, bum-bu-bum-bum dit-dit tabi ki. En ünlü DJ'lerinin ismi ise DJ Pippi! Işıklar içinde uyusun, sevgili dayım Tarkan dergilerini toplardı. Sonunda hepsini bana vermiş, babam da ciltletip saklamıştı. O dergilerin arka sayfasında Hippi Kralı Pippi diye bir çizgi roman vardı. Nostalji oldum birden ❤️

20 Temmuz 2017 Perşembe

Öyküler II

Prag, Avrupa'nın en cazibeli şehirlerinden biridir arkadaşlar. İş hayatına adım attığım ilk yıllarda çok yolum düşerdi bu güzel şehire. Kiliseleriyle, tarihi binaları ve astronomik saat kulesi ile Old Town Square isimli, gerçek üstü bir meydanı, Charles Bridge isimli tarihi bir köprüsü, Mala Strana isimli zamanın artistlerinin bilim adamlarının yaşadığı çok güzel bir mahallesi, Yahudi Mahallesi, klasik müzik konserleri, baleleri, operaları, tiyatroları ile her yeri bilim, tarih ve sanat kokan bir kenttir.

Yıl 1994. İzmir'den kalkan bir A-321 le Cenevreye, oradan da bir Saab 2000'le Prag'a uçmuştum. O zamanlar şehrin popüler business oteli devasa atriumu ile Hilton olsa da, cazibeli olması bakımından Old Town Square'in hemen yanında bir otelde kalıyordum.

Zaten spor bir kıyafet ve spor ayakkabıları ile yolculuk ettiğimden valizi hiç açmadan odaya attım ve kendimi bir Prag akşamına bıraktım. Biraz şarap, biraz da Çek Cumhuriyeti'ne gelip de içilmemesi suç sayılan, kırk ayrı baharatla yapılmış becherofka'dan sonra odama çıktım, kafayı vurup, erkenden yattım. Toplantım sabah erkenden başlıyordu ve kahvaltı için biraz zaman kalsın istemiştim. O yüzden biraz erken bir saatte wake-up call istedim ve becherofka'nın da etkisiyle hemen uyuya kaldım.

O zamanlar cep telefonları yok tabi, otellerde uyandırma çağrıları odanın telefonundan çalıyor. Şimdilerde duymak imkansız ama o zamanlar genelde kanlı, canlı bir bayan sizi resepsiyondan arar, "Good morning sir, this is your wake-up call!" derdi. Sonra bu gelenek otomatik uyandırma servislerine, daha sonra televizyon üzerindeki zamanlayıcılara ve en sonunda da akıllı telefonlardaki alarmlara evrildi.

Sigara içenleriniz bilir, sabah ağzınızda kötü bir tadla uyanırsınız. Ancak bir çay yada kahve bu tadı biraz alır, götürür gibi olur. Ne var ki, yine sigara içenlerinizin teyid edeceği üzere, çay ve kahve de sigarayla birlikte içildiğinden o kötü tad aslında hiç ağızınızdan kaybolmaz.

O zamanlar günde üç paket sigara içiyorum ve bir bardak kahveye acayip ihtiyacım var. Gün zor bir gün olacaktı ve akşam da yemek programı vardı. Kısacası canımız çıkacaktı. Sessiz bir kahvaltı ve sakin bir kahve fikri bana gerçekten çok çekici geliyordu.

Hemen yüzümü yıkadım, traş oldum, gömlek ve pantolonumu giydim, kravatımı taktım. Ceketimi elime aldım, tam kapıdan çıkarken bir eksiklik farkettim.

Ayakkabılarım yoktu!

Yerde duran spor ayakkabılarımı bir kenara ittim ve önce yatağın altına, sonra da valizin içine baktım. Utanç veren gerçeği bir kez daha teyit etmiş oldum.

Ayakkabılarımı evde unutmuştum.

Böyle durumlarda insan panik durumunu atlattıktan sonra hemen yaratıcı bir çözüm bulma moduna girer. Beyin o kadar hızlı çalışır ki neredeyse insanın burnundan dumanlar çıkar. Uluslararası bir toplantıya takım elbisemin aştında kırmızı-beyaz Nike Air ile gitme olasılığının korkunçluğuna şükürler olsun, beynim öyle bir hızla çalışıp bir çözüm arıyordu ki burnumdan dumanla birlikte sucuklu yumurta kokusu çıkıyordu!

Toplantıya beraber gittiğimiz bir arkadaşı aradım, soran olursa aman idare et, beş on dakika gecikebilirim dedim.

Sonra da bir taksiye atlayıp, bu gün bir alış veriş bölgesine dönüşmüş, şu Prag Baharı dedikleri isyandan sonra. Rus tanklarının yürüdüğü geniş caddeye gittim.

Saat sekiz on beş falan. Her yer mağaza doluydu ve bunların aradında da hatrı sayılır miktarda ayakkabı mağazası vardı.

Ancak hepsi sabahın bu erken saatinde kapalıydı.

Çaresiz cadde boyunca koşuşturmaya devam ettim. Bir yarım saat sonra, artık tam umudu kesmişken Bata mağazasının vitrin ışıkları yandı.

Saate baktım, dokuza çeyrek var. Altın bulmuş gibi sevindim. Beş dakikada bir ayakkabı alsam, on dakikada da ofise gidebilir, toplantıya yetişebilirdim.

Hemen tamamı şeffaf cam kapıyı ittim, ama ittiğimle kaldım. Kapı kilitliydi.

Hafifçe bir-iki kere vurdum, içerdekilerden biri duyar da açar diye, kimse oralı olmadı.

Bu kez vitrin camında Garfield oldum. Ellerimi, kollarımı sallıyor, kapıyı işaret ediyorum, ama içerideki tek-tük dolaşan tezgahtarlar bakmıyorlardı bile.

Elinde yer kovası ve paspasla kapıya doğru giden bir temizlikçi kadın gördüm, hemen koşup, kapıya gittim. Kadın içerde kapının önünü paspaslamaya başladı.

Bütün şirinliğimle kapıyı vurdum, "❤️Madam❤️" dedim.

Kafasını bile kaldırmadı, yeri paspaslamaya devam etti.

Bir defa daha vurdum kapıya, ama bu kez biraz daha sertçe.

Kadının kılı kıpırdamadı. Aramızda kalın bir cam olsa da, sadece beş santim ötesinde olmama rağmen ben yokmuşum gibi davranıyor, işine devam ediyordu.

"Açsana kapıyı eşşoğlueşşek!"

Anladığından değil ama feryadımdan dolayı kafasını kaldırdı ve paspasın sopasının tersi ile kapı üzerindeki küçük bir yazının üzerine tık tık vurdu.

Çekce "Zartzurt 9:00" yazıyordu, yani saat dokuzda açılıyormuş. Saat de dokuza beş var. Açsa kapıyı toplantıya yetişebileceğim. Bir iki dakikalık bir gecikme, takdir edersiniz ki bu durumlarda çok da önemli değildir.

İşaret ve orta parmağımla koşan adam yapıp, saatimi gösterdim, acelem var gibisinden.

Ama kadın tınmıyor.

Paspasını bitirdi, önlüğünü çıkardı, geldi kapının önünde durdu. Ben kapıyı açacak diye bekliyorum, o hala saatine bakıyor.

Aptalca bir durum bu arkadaşlar. Kapının bir tarafında kadın, diğer tarafında ben, kadın arada bir kolunu kaldırıp saatine bakıyor, herhalde dokuza üç falan var ki kapıyı açmıyor.

Son aşamada elini kapının mandalına getirdi ve devamlı saatine bakmaya başladı. Demek artık saniyeleri sayıyorduk. Yemin ederim abartmıyorum!

Saat tam dokuz oldu ki bu pat, mandalı çevirdi, kapıyı açtı, sanki beni ilk defa görmüş gibi...

"Anoooooo!"

...deyip, içeri buyur etti. Temizliği yapan kadın aynı zamanda tezgahtarmış. Bana "Nasıl bir model istiyorsun?" falan diye sorunca, cevap bile vermedim ama nasıl baktıysam kız gözlerini kaçırdı.

Kutuların üzerinde gördüğüm ilk ayakkabıyı aldım. "Kırk üç numarası var mı?" diye sordum, "Var" dedi.

Hemen ayakkabıyı giydim, kasaya gittim, parayı ödedim, spor ayakkabılarımı almadım bile, yerde öylece bıraktım.

Kısa bir koşudan sonra bir taksi buldum ve şirketin ismini söyledim. Neyse ki tanınan bir isim, şoför beş dakikada beni kapının önüne getirdi.

Daha önceden gelmişliğim olduğu için yolu biliyorun, hemen merdivenleri çıkıp toplantı salonununa ulaştım.

Toplantı henüz başlamamış, insanlar kahvelerini alıp, içeri giriyorlardı. İstifimi hiç bozmadan saatlerdir hayalini kurduğum kahvemi aldım, içeri girdim. O zamanlar toplantılarda sigara içiliyor, sigaramı da yaktım.

Toplantı başlamış, insanlar bir şeyler anlatıyordu ama bir kelimesini bile dinlemedim.

Arkadaşlar, inanın o kahve ve sigarayı gerçekten zevk alarak içtim 😛

***

Yıl yine 1994-95, bu kez Lufthansa ile Frankfurt aktarmalı, Litvanya'ya uçuyorum. Uçuş Lufthansa ama uçak THY, bizimkilerle code-sharing yapmışlar herhalde. O aralar Vilnius'a direkt uçuş yok, mecburen Frankfurt'ta bir gece geçireceğiz.

Uçağa bindik. Yerim, beraber seyahat ettiğimiz arkadaşlardan ayrı, yanımda da tanımadığım bir bayan oturuyor. Zerd-u saçları, ezrak-i gözleriyle Alman olduğunu tahmin ettiğim, şık, hoş bakımlı bir bayan. Lami demiş ya:

Zerd idelden rûyumı mihrün gülersin gül gibi
Sana hem-reng olmağiçün cismüm oldı keh-rübâ

Yani otur, yanında sarar, kehribar ol 😛

"Good morning." dedim, gülümseyip, kafasını salladı. Business uçuyoruz, kalkar kalkmaz servis başladı.

Yemekleri yedik, kahveleri dağıtıyorlar, kabin memuru Tam bizim sıranın yanımda tökezledi, foşşş diye kahveyi bizim hatunun bembeyaz bluzunun üzerine döktü.

Eyvah dedim, bu şimdi Gestapo'yu çağırır.

Kadın istifini bozmadı. Hostes özür diledi, bu da Türkçe "Önemli değil" dedi.

Yol arkadaşım hanım meğer Türkmüş.

Yol boyunca biraz sohbet ettik. Çok düzgün, çok akıllı bir kadın. Frankfurt için alçalmaya başladığımızda sessizce bana:

"Bir konuda yardımınızı isteyebilir miyim?" diye sordu.

Tabii dedim.

"Ben Almanca bilmiyorum. Frankfurt'tan trenle Gelsenkirchen'e gitmem gerekiyor ama İstasyonu, treni nasıl bulamam diye korkuyorum. Yardım edebilir misiniz?"

"Tabi ki ederim, hiç problem değil."

"Çok iyi, demek Almanca da biliyorsunuz."

"Yok, bir kelime bile Almanca konuşamam."

"O zaman hava alanını tanıyorsunuz."

Güldüm.

"Merak etmeyin." dedim, "Sizi trende koltuğunuza kadar götürürüm."

İniş telaşına, kemerleri bağla, koltuğu düzelt falan, kadın da çok üstelemedi.

Uçaktan beraber çıktık. Körüğü geçtiğimizde ilk gördüğüm temizlikçiyi durdurdum.

Türkçe, "Tren istasyonu nerede birader?" diye sordum.

Temizlikçi "Bak abi, şuradan yüz elli metre git, yürüyen merdivenlerden in, baanof levhalarını takip et, hemen orada." dedi.

Yol arkadaşımın biletlerini gösterdim. "Ablanın Gelsenkirchen'e gitmesi lazım. Nereden binsin trene?"

"Abi bi saniye dur, ben burada çalışıyorum götüremem ama... Ökkkeeeeşşş! gel buraya yiyenim!"

"Söyle Mahmut abi!"

"Bak ablan Gelsenkirchen'e gidecekmiş, göster trenini bir zahmet."

"Tamam abi, hemen. Gel ablacım..."

Kadın hem gülüyor, hem de bana teşekkür ediyordu. Selamlaşıp ayrıldık.

Bu arada geri planda Türkçe bir anons başladı "Türk Hava Yollarının TK-156 sefer sayılı İstanbul uçağı A-5 kapısından binişe başlamıştır. Yolcularımızın...."

Frankfurt hava alanı, Yeşilköy'den farklı değil. Dil, yol bilmiyorsanız öyle çok fazla endişe etmeyin 😍

***

Vilnius'a iner inmez Litvanyaca'ya gözüm alışmaya başladı. Normal sözcüklerin sonuna "-as" eklediğiniz zaman Litvanyaca oluyor, örneğin Hotelas, Postas, Bankas. Ancak en faydalısı Baras oldu tabii. Litvanyacada öğrendiğim ilk cümle ise "Viena alus", yani "Bir bira" 🍺 Alus da aslında bira demek olan "ale" 'in sonuna "as" eklenmiş hali.

Vilnius'da fazla vakit kaybetmeden bir şirket arabasıyla nihai hedefimiz Klaipeda'ya geçtik.

Sovyetler Birliğinin dağıldığı ilk yıllar ve ülke çok kötü durumda. Ruslar Baltıklara bir tek çivi çakmamış. Binalar harap, alt yapı çökmüş.

Bunun tek istisnası Vilnius ile Klaipeda arasındaki otoyol. Ben böyle geniş, bakımlı bir otoyolu Amerikada bile zar zor gördüm. Nedeni ise çok basit. Rusyanın Baltık limanlarına erişimi garantilemesi. Aslında otoyol derken biraz yalan söylüyorum. Metrelerce kalın kar yüzünden daha ziyade kayak pistini andırıyordu.

Mart ya da Nisan ayıydı yanılmıyorsam, ancak Ocak ayımdan beter kar vardı her yerde. Baltıkların iklimi şimdiye kadar gördüğüm en sert, en soğuk iklim. İnsanlar da bu soğuk havaya nasıl alışmışlarsa kızlarda mini etek, erkeklerde tişört. Bende ise komando parkası ve botları var.

Kış boyunca Klaipeda'da bir projede çalışan bir arkadaş, karda, buzda kayıp düşmekten "Bütün kışı yatay geçirdim" demişti.

Otelden ilk çıktığımda öyle bir soğuk vurdu ki suratıma, elimle burnumu tutup en yakın bara koştum ve hemen bir konyak söyledim. Burnumu bir süre kadehin içinde tutup ısıttım ve hemen konyağı içip, bitirdim. Tekrar dışarı çıkıp, bir sonraki "baras" 'a yürüdüm, bir konyak daha söyledim. Böyle böyle bar-hopping yaparak Klaipeda'nın merkezini dolaştım.

Litvanya'nın hiçbirşeyi yoksa bile bol bol içkisi var arkadaşlar, renk renk, çeşit çeşit alkol. Beraber çalıştığımız bir iki arkadaş artık içkilerin isimlerini bırakmış, onları "One yellow shit" ya da "One purple shit" şeklinde, renkleriyle sipariş ediyordu.

Barda beraber içtiğimiz bir iki Litvanyalı arkadaşın yaptığı hareketler de ilgimi çekmişti.

İçki isterken kafasını geriye büküp, baş parmağıyla işaret parmağını hani giysimizin üzerindeki bir toz tanesini atmak için "pıt" diye vurduğumuz gibi boğazına vuruyordu.

Sonradan öğrendim ki Sovyet döneminde Rus askerlerine içki bedavaymış. Askerler de asker olduklarını boğazlarındaki bir dövmeyi bu hareketle göstererek kanıtlarlarmış. Bara gelip pıt-pıt diye boğazlarına vurunca bar adamları bunlara bedava votkalarını verirmiş.

Litvanyalılar için Ruslardan nefret ediyorlar demek yanlış olmayacaktır herhalde. Ruslar, tarih boyunca ve özellikle Sovyet döneminde çok öttürmüşler bunları. Bugün Litvanyalılar Rusçadan nefret etselerde, küfrederken sadece Rusçayı kullanıyorlar. Rusça küfür hazinem oldukça gelişmiş sayılır ve çoğunu da Litvanya'da öğrenmiştim.

Anlamını boşverin, Rusça'da "bled" diye bir kaka sözcük var ki, Klaipeda'da Litvanyalı bir arkadaş "bled" dedikçe ben "Bülent" dedi diye "Ne var" diyordum, herkes de gülüyordu.

İçkileri renkleriyle çağırsak da, Litvanyada denediğim bir içki vardı ki, adını bir daha unutmam imkansız. Bu içkinin ismi starka. Aslında bir çeşit votka, ancak karamel bir rengi var. Polonya'da da denemiş olsam, benim için starka Litvanya'da içtiğim starkasıdır.

Starkayı çoğunlukla kolayla karıştırıyorlar, ve ortaya çok lezzetli, içimli bir içecek çıkıyor.

Bir akşam kaldığımız otelin barında toplandık. Ancak otel dediğime takılmayın, on tane odası, bir de barı olan geniş bir ev. Barda üç masa var, birinde biz, diğerinde de üç tane anneannem yaşında kadın. Ben o zamanlar otuzumda bile değilim, kadınlar altmışın üzerinde. Detayları olası yanlış anlamaları önlemek için veriyorum, herhangi bir faul yok yani.

Bizim masanın hepsi bira içiyor, benim birayla hiç aram olmadığı için starka içiyorum. Bir iki saat sonra alkol seviyesi de yükselince hem gülmeler, hem de ses düzeyi arttı. Otelin sahibi de durumdan memnun, açtı müziğin sesini.

Ben bu arada dört ya da beşinci starkadayım. Bu andan sonra olanları parçalar halinde hatırlıyorum.

İlk perdede birileri bardağıma bulaşık suyu dolduruyor, ben de onu içiyordum. Sahne kararıyor ve ilk perde kapanıyor.

İkinci perdede, yan masadaki kadınlardan biriyle dans ediyorum. Tanıyanlarınız bilir, nikahımda karımla yaptığım ilk dans haricinde son otuz beş yıldır kimseyle dans etmişliğim yoktur. Burada da sahne kararıyor, ikinci perde bitiyor.

Üçüncü perdede bir arkadaşımla odalarımıza çıkıyoruz, ancak ikimiz de merdivenlerde ellerimizin üzerinde sürünerek. Onun odası benden bir kat altta o yüzden o sürünerek ayrılıyor, ben dizlerimin üzerinde bir kat daha çıkıyorum, yine perde kapanıyor.

Ertesi sabah uyandığımda pantolonumun sağ paçası, sağ ayağımdaki çorap ve ayakkabılarımın sağ teki ayağımdaydı, ancak pantolonumun sol paçası dahil, sol tarafta hiç bir şey yoktu. Bunu nasıl becermişim, hala anlamış değilim.

Starkanın bu "yumuşatıcı" etkisini keşfettikten sonra evde her daim bir-iki şişe bulunduruyorum. Öyle birileri gelip de "Ya, sen şarap seviyormuşsun, ben de kırmızı Fransız şarabı severim" dediği zaman, "Gel boşver Fransız şarabını, sana daha güzel birşey vereyim" deyip, bir kadeh starka ikram ediyorum.

Gecenin kalanı inanın çok daha sakin geçiyor 😜

***

Gittiğim şehirlerde eğer bir Hard Rock Cafe varsa mutlaka gidip, üzerinde şehrin ismi bulunan bir Hard Rock bardağı alırım. Prag'da bulunduğum gezilerimde Hard Rock Cafe olmadığı için doğal olarak koleksiyonumda bir bardağı da yoktu.

Yine bir iş toplantısından sonra hafta sonunu Prag,da geçirirken önümden üzerinde Hard Rock Cafe Praha yazılı bir tişörtle bir adam geçti. Lan acaba ben bilmeden bir Hard Rock Cafe mi açıldı dedim.

Polonyalı bir arkadaşla beraberim, dil aynı olmasa da yakın akrabası, hemen yanımızda limonata satan bir kıza Polonyaca sordu.

"Prag'da Hard Rock Cafe var mı?"

Limonatacı kız:

"Yok ama espresso ya da cappuccino var ister misiniz?" diye sordu.

Bir gülme geldi ama bastırdım. Kızcağız bilmiyordu işte.

Yanımdaki arkadaş:

"Yok biz Hard Rock Cafe arıyoruz" dedi.

Kız yine sordu:

"Ice coffee?"

Sonucunu kestirdiğimiz için "Sağolasın" deyip ayrıldık. Kız hala arkamızdan sesleniyordu:

"Nescafe?"

***

Gurbette yaşamak zor iş anasını satayım. Türkiyenin durumu hepimizin malumu da olsa da, elde değil özlüyor insan, hatta üç gün geçirdikten sonra özlediğine pişman olacağını bilse bile.

İşte bu yüzden, eşim Jelena Dubai için Türkiye aktarmalı bir uçuş buldu diye kalbim ısındı bir anda. Hem de iki uçuş arasımda iki saat kadar bir süre vardı ve bu iki saat, benim için bir kebap, Jelena için de havlu, sabun, abajur gibi ıvır zıvır alabilmek için yeterli zaman demekti.

O heyecanla bir cuma akşamı rotamızı Basel havaalanına çevirip gaza bastık. Havaalanına olaysız ulaşmıştık.

Bu Türkiye uçuşlarının bir özelliği vardır. Havaalanında şöyle bir dolaşın, ilerleyen dakikalarda memlekete bir uçuş olup olmadığını hemen anlarsınız.

Bağıra, çağıra telefonda konuşanlar, etraftaki insanlara çarpa çarpa koşuşturan çocuklar, önce birden yanınızda bitien, sonrasında sizle birlikte ilerleyen ve kıçın kıçın önünüze geçip sıraya kaynak olmaya çalışanlar, daha İstanbul'a gelmeden size hızlı bir Türkiye oryantasyonu yaptırırlar.

Biz de geleneksel, "Lütfen sıraya girer misiniz han-fendi?", "Ayyy, kusura bakmayın, gerçekten geç kaldım uçağa.", "Biz de aynı uçakla gidiyoruz han-fendi, geç kalmadınız." şeklindeki repliklerimizi icra ettikten sonra güvenliği geçip kapıya geldik. Jelena bile öğrendi, artık Türkçe 'Hayır' diyor bunlara.

Kapıda, biniş kartlarının kontrolü için, o sopalara bağlı şeritlerle labirent gibi uzun bir koridor yapmışlar. Labirentin tam girişinde İsviçreli bir çiftin arkasında sıraya girdik. Çiftin önünde de, bizden bir kız, kafasını eğip, burnunu telefonuna sokmuş, vık-vık text yazıyor.

Kontrol başladı ve insanlar biniş kartlarını gösterip, otobüse doluştular. Ancak bizim kız hala vık-vık yazıyor, öne doğru iletlemeyi reddediyordu.

Bu fenomeni tam olarak anlayabilmeniz için İsviçre halkını tanımanız gerekir arkadaşlar. İsviçreliler, gerçekleri tabii, "Haydi ilerleyelim" demenin ofansif olabileceğini düşünür ve büyük bir sabırla, son ana kadar önlerindekilerin, sıranın ilerlediğimi farkedip ileri gitmelerini bekleyebilirler.

Kızla bizim aramızdaki İsviçreli çift hiçbir harekette bulunmadan kızın ilerlemesini bekliyor, kız ise umursuzca telefonuyla oynuyordu. Bu çift uzun bir süre kızın arkasında hiçbir tepki göstermeden beklemeye devam edebilirdi

Onyedi senedir İsviçre'de yaşasam da, beni Türk yapan genlerim hala damarlarımdaki asil kanda mevcut olduğundan olaya müdahale etme gereğini duydum.

"Eksküze mua!" deyip İsviçreli çifti geçtim. Kız hala mesaj yazıyordu.

Kız yokmuş gibi yürüyüp labirente girdim.

Kız bu İngilizce de "Near Miss" (Niyır Miss) yani "Yakın Geçişten" biraz rahatsız olmuştu ki, kafasını kaldırıp şöyle bir baktı bana, ve "Hey Allahım!" anlamında başını şöyle bir sağa sola salladı. Sonrasında iki adım kenara çekildi, ve mesajını yazmaya devam etti.

Kız sırada değildi!

Sadece kontrol sırasının girişinin tam önünde mesaj yazmaya karar vermişti. Uçağın yarısının arkasında biriktiğinin farkında değildi.

Yolcular, etrafını yıkmam diyen Tuna nehri misali biniş kartlarının kontrol noktasına doğru aktılar.

Kız hala mesaj yazıyordu!

Pegasus Havayolları'nın ikram menüsünde Muffin adı verilen ufak, mantar biçimli hamur işi vardı. Hem Jelena, hem ben çok severiz muffin'leri kahve ile.

"İki kahve, iki muffin.", dedim.

Hostes kadın anasına küfretmişim gibi neredeyse bağırarak cevap verdi.

"Ne?"

"Doğru düzgün cevap ver lan kaltak..." şeklinde başlayan birkaç senaryoyu, olayın sıcaklığında şöyle bir değerlendirdim, sonrasında rezillik çıkmasın babında kibarca bir daha tekrarladım.

"İki kahve, iki tane de MAF-FİN, lütfen."

Ellerini iki yana açıp, "Anlamıyorum ki" biçiminde bir işaret yaptı. Sonra da karşısındaki erkek kabin memuruna dönüp, ağzını, burnunu yamultarak "Ne diyor bu?" gibisinden bir baktı.

Anlayacağınız, kaka gibi kaldım ortada, "Siz Türkler nasıl diyorsunuz, muffin işte." şeklinde.

Bu yeni insan türü "Homo Dingilus" yakın zamanda ortaya çıktı arkadaşlar. Sadece Türkiye'ye mahsus değil, haklarını yemeyelim, buralarda da çok var bunlardan.

Özellikleri, dişi olmaları ve "Bak kadınız diye öyle hareket yapma, alasını görürsün", motifiyle hıyar hıyar konuşmalarıdır. Facebook bunlarla dolu. Ortalama ayda bir, böyle bir müptezel çıkar karşıma, ipe sapa gelmez şeyler söyler, sonrasında da kaybolur, gider.

Neyse, dönelim konumuza.

Erkek kabin memuru "Şşşt!" diye kızdı buna, ve iki muffin çıkarıp verdi bize. Kahveler de sonradan geldi.

Muffin'i yerken bir daha düşündüm, gerçekten ukalalık mı yaptım diye.

İlk iş menüye baktım. Menüde "Muffin" yazıyor. Küçük puntoyla da açıklama koymuşlar. "Ahududulu Çörek" şeklinde. "Çörek", çok genel bir tanımlama. Muffin de dahil, birçok hamur işine çörek denilebilir.

Sadece Türkçe konuşmak için de "Hanfendi bana bir 'ahududulu çörek' verir misiniz?" demek ise gerçekten komik geldi kulağıma. Muffin, muffin'dir işte. Herkes, en azından görevi, onu satmak olan herkes, bilir ne olduğunu.

Sonra, uluslararası bir uçuşta herkes Türkçe sipariş verecek diye bir kural da yok. Türkçe bilmeyen herkes, menüde yazdığı şekilde "Muffin" isteyecek. Bu hıyar da, hepsine, ağızını, burnunu yamultup "Ne diyor bu?" mu diyecek?

Kaotik bir süreç sonrası uçaktan inmiş, bizi terminale götürecek otobüsün içerisinde, yolcuların gelmesini bekliyorduk. Bu otobüslerin yerine elden geldiğince jetway denilen körükler kullanılsa da Avrupa'da arada bir otobüslere denk gelirsiniz.

Bizde ise biniş ve inişlerin çoğunluğu otobüslerle yapılır.

Ve bu otobüslerde yine sadece Türkiye'ye özgü bir fenomen çıkar karşınıza.

Telsiz!

Medeni ülkelerde otobüs sessizdir. İnsanlar sakince terminale yada uçağa gitmeyi beklerler.

Bizde ise o tanrının cezası telsizin sesi sonuna kadar açılır ve otobüsteki herkes zorla, cazır-cuzur o anlamsız konuşmaları dinler.

Çünkü telsiz, otobüs şoförünün kendini önemli hissetmesi için, tanrı vergisi bir araçtır.

"626 için gecikmeli yolcu kapıda. DİNG!, KKKK!"

"Ben hemen aracı gönderiyorum. Lütfen bilgilendirin. DİNG!, KKKK!"

Sesi sonuna kadar açık telsizin ufacık hoparlörü yüzünden kulaklarınız yırtılacakmış gibi olur, bu canhıraş seslerden.

Dayanamadım, İngilizce "Rehineleri kurtardık, üsse dönüyoruz. DİNG!, KKKK!" diye telsizi taklit ettim. Sonra da kendi kendimi cevapladım. "Sizi bastırma ateşiyle koruyoruz. İlerlemeye devam edin. DİNG!, KKKK!"

Bir iki yolcu güldü, bir ikisi de anonsları ve silah sesi taklitleriyle olaya müdahil oldu.

Hep beraber güldük.

İşin komiği, telsiz otobüste cayır cayır bağırırken, şoför otobüsün içinde bile değildi.

Terminale ulaştık ve Pegasus hava yollarının transfer gişesine gittik. Dubai uçuşu için biniş kartlarını alırken, gişedeki görevliye sordum.

"Kebapçı hangi terminalde?"

Adam bana baktı, baktı ve:

"Abicim, şimdi pasaportu geç, kapının önünden taksiye bin, Kurtköy'de bulursun kebapçı."

Başka birisi araya girdi.

"Boşver Kurtköy'ü, Pendik'e gitsinler. Kebap orada çok iyi."

Yine kanım tepeme çıktı.

Aslında ben Bursa'da da çok iyi bir kebapçı bilirim. Bir otobüslük uzaklık. Oraya da gidebiliriz, bir gözümüzü karartsak.

"Kardeşim, verdiğin biniş kartındaki saate baksana. Uçağa nasıl yetişiriz Kurtköy'e gidersek?"

Havaalanında kebapçı olduğuna emindim. Bir daha sordum.

"Emin misin havaalanında olmadığına?"

Şimdi kalbimi kırdın abicim bakışıyla ciddileşerek cevapladı.

"Yok beyefendi."

"N'apalım...", dedik ve kartları alıp ilerledik. Bizim konuşmamızı duyan gençten bir Pegasus görevlisi kulağıma fısıldadı.

"Abi, geliş terminalinde, Dönerci Usta'da var iskender. Bu bilmez onları.".

Gerçekten de vardı....

"Bize üç iskender!"

"Abicim İskender kalmadı."

"Nasıl kalmadı? Bu koca döner ne?"

"Abi sos bitti."

"Canım kardeşim, taa iki bin kilometreden geldik İskender yemek için."

"Abi, o zaman sen bi beş dakika bekle..."

On dakika bekledim, yine gittim.

"N'oldu bizim iskenderler?"

"Abi bir üç dakika daha..."

Böyle, böyle bir yarım saat geçti ama sonunda alabildik iskenderleri...

Çıkış kapısına geldiğimizde, ortalık görünümü güzel de olsa ruhu itibarıyla otuz sene öncesinin Ankara otobüs terminalini andırıyordu.

Tamamen bir başıbozukluk hakimdi.

Elinde telsiz, muhtemelen bir Homo Dingilus olan kız "Münih yolcusu vaaar mı?", diye hem yürüyor, hem de yırtıyordu kendisini. Niye akıllı biri gibi anons yapmadığı yada Türkçe bilmeyenlerin bu çığırtkanı nasıl anlayacağı başka bir konu tabii ki.

Ne olduğunu anlayamamış, şaşkın şaşkın etrafa bakınan bir iki yabancı yolcuya durumu anlattım.

Başka bir görevli, hem bir tekerlekli sandalyeyi itiyor, hem de yırtınıyordu. "Oysan Örmen!, Oysan Örmen!".

Kapıda bekleyen birinin önünde durup sordu. "Oysan Bey siz misiniz?". Adamın nasıl gücüne gittiyse, "Sakata benzer bir halim mi var?", diye çıkıştı. Bu arada Oysan Örmen kalabalıktan çıkıp geldi. Bey değil, bir hanımmış.

Kapı numaraları anons yapılmadan değişiyor, insanlar bir o tarafa, bir bu tarafa koşuşturuyorlardı. Her görevlinin belinde sesi sonuna kadar açık bir telsiz, cazır-cuzur bağırıyor, tam anlamıyla bir hengame yaşanıyordu.

Üzüldüm tabii bu haline ama elden ne gelir? Medeni olabilmek için ilk önce medeni olmayı istemek gerekiyor işte.

Bu iki saatlik Türkiye havası, özlem falan bırakmamıştı içimde. Bir an evvel uçağa binip gitmek geldi içimden.

***

Öykülerimizin ekseriyesi taze, ilk baskı. Okurken umarım eğlendiniz.

İyilikle, sağlıkla, sevgi ile kalın arkadaşlar ❤️...

17 Temmuz 2017 Pazartesi

Norman Dike Sendromu

Band of Brothers isimli bir mini-dizi vardı, izlediniz mi bilmiyorum. İkinci dünya savaşı sırasında, ABD'nin 101'inci Paraşütçü birliğinden Easy Company isimli bir bölüğün öyküsünü anlatır.

Bu dizinin bir bölümünde, bölüğün başına, biraz da karargahın itelemesiyle, Norman Dike isimli bir üsteğmen getirilir.

Narasyomdaki bir tek cümle bu üsteğmenin durumunu özetler.

"Norman Dike'ın sorunu yanlış kararlar vermesi değil, hiç karar verememesiydi"

Alın size bizimki.

Aman o ne der, bu ne der, oy kaybederim, şu guruba ters bir şey söylerim diye hiç bir şey söylemiyor.

Dinciler kızmasın diye bir ara Atatürk diyemiyordu. Laiklik ise hak getire. Meral Akşener bile son bir ayda, bizimkinin bir yılda kullandığından çok laiklik kelimesini bir cümle içinde kullandı. Laikler kızmasın diye de çok sık Allah, kitap falan demiyor. Kürtler kızmasın diye HDP'liler tutuklandığında haklıdır diyemiyor, Türkler kızmasın diye de Anayasaya aykırı ama hayır dersek millet ne der deyip, dokunulmazlıkların kaldırılmasına ıkına sıkına evet diyor.

Aman Hüloooğğğğlar kızmasın diye ağızını açıp, Türk ordusunu aleni aşağılayan darbe afişlerine bir şey söyleyemiyor, fare gibi kaçıyor.

İç politika, yani hedefi başkanlığı kaldırmak mı, yoksa iyi bir başkan olmak mı bilmiyoruz. Kürtler için ne diyor, bilmiyoruz. NATO için görüşü nedir, kalacakmıyız, gidecekmiyiz bilmiyoruz. AB ne olacak? Girelim mi, vaz mı geçelim? Rusya ile yakımlaşalım mı? Arap sermayesine mi oynayalım, Şangay beşlisine, yani İran'a mı oynayalım?

Bilmiyoruz.

Bana sorarsanız, o da bilmiyor. Bu soruların bir kaçına hasbel kader bir cevabı varsa da korkudan söyleyemiyor.

Norman Dike'a dönersek, bir çatışmanın ortasında eeee, aaaa, yaniiii. diye kaz çevirirken görevinden azledildi.

Yerine geçen yeni komutan hemen askerleri makineli tüfek ateşi altında topladı, arkadaşlar, hedefimiz bu, co sen sağa geç, pitır sen arkadan dolaş, bob sen de ateş desteği ver diye net emirlerini verdi, ileri dedi, çat, pat, iki dakikada bölük çatışmadan muzaffer çıktı.

Dike, savaştan sınıra İsviçre'ye yerleşmiş. Bize yarım saat uzakta, Leman Gölünün üzerinde bir köyde yaşamış, 89'da da ölmüş.

13 Temmuz 2017 Perşembe

Beam Me Up Scotty

Çinlilerin sözde bir uyduya "foton ışınladıkları" açıklamasından sonra, olasılıkla eksik yada yanlış bir çeviri sonucu bütün haberlerde kuantum ışınlaması maddeyi enerjiye çevirip uzaya göndermek şeklinde söyleniyor.

Uzay yolundan hatırlarsınız, "Beam me up Scotty!"

Herkes öyle bir havaya girdi ki, Kirk "Two to beam up!" diyecek, Scotty'de bunları enerjiye çevirip gemiye gönderecek...

Hadi gelin, biraz işin fiziğine bakalım.

Acaba, madde enerjiye nasıl dönüştürülür...

Einstein babanın meşhur formülünü bilmeyeniniz yoktur herhalde.

E=mc2

Yani basitçe bir maddenin ağırlığını ışık hızının karesiyle çarparsanız ortaya çıkan enerji miktarını bulursunuz.

Bu formülü tersten okursanız da enerjinin olduğu her yerde bir miktar madde enerjiye dönüşmüş demektir.

Enerjinin en basit hali ısıdır. Aslında hemen her türlü enerji sonunda ısıya dönüşür. Yani petrol de yaksak, nükleer bomba da patlatsak, ya da bir saksıyı elimize alıp yarım metre havaya kaldırsak (potansiyel enerjiyi hatırlayanınız var mı?) enerji kullanıldığında en son olarak ortaya ısı çıkar.

Benzin istasyonuna girdiniz, depoyu doldurdunuz. Kontağı çevirip, gaza bastınız. Bir miktar benzin havayla karışıp, silindire girdi. Piston silindirin içinde sıkıştı, buji "çak" diye çaktı, sıkışmış benzin-hava karışımı yandı, ortaya enerji çıktı. Bu karışım genişledi, pistonu yukarı itti. Piston krank milini çevirdi, krank mili şanzımanı hareket ettirdi, şaft ve/veya akslar tekerlekleri döndürdü, araba hareket etti.

Bu süreçte enerji ortaya çıktığı andan itibaren ısıya dönüşmeye başlar.

Bir kere benzinin yanmasından dolayı motor bloğu ısınır. Sırf bu yüzden her arabada bu ısıyı düşürmek için bir radyatör bulunur. Piston yukarı çıkarken yağ olsa da sürtünmeden ısı oluşur. Yine krank mili dönerken, şanzımanın içinde, tekerleklere hareket iletilirken hep sürtünmeden dolayı ısı ortaya çıkar. Lastikler yolda dönerken de sürtünme ve ısı oluşur. İyi de olur, eğer sürtünme olmasaydı, arabanız bir jet motoru olmadan hareket edemezdi. Yine araba hava içerisinde ilerlerken bir sürtünme oluşur ve araba yavaşlar. Bu yavaşlama esnasında yine ortaya ısı çıkar. Sonra gideceğiniz yere vardığınızda frene basarsınız. Fren balataları diske sürtünür, cayır cayır yanar ama tekerlekler durur. Bu aşamada da ortaya tahmin ettiğiniz üzere ısı çıkar.

Bu ısı sonra evrenin toplam ısısını biraz artırır böylece evrendeki enerjinin daha eşit dağılmasını sağlar. Entropi denen bir şeyi artırır, bu da iyi bir şey değildir, evreni sonsuz bir buzdolabı haline biraz daha yaklaştırır. Ama konumuz bu değil.

Benzinin yanmasından doğan bu enerji, benzinin içindeki karbon atomlarının yanmasından, yani oksijenle birleşmesiyle ortaya çıkan kimyasal reaksiyonun sonucu çok, ama çok ufak bir madde miktarının enerjiye dönüşmesiyle elde edilir.

Bu madde o kadar küçüktür ki bildiğimiz herhangi bir yöntemle ölçemeyiz.

İşin aslı odun, kömür, petrol gibi bir şeyleri yakarak elde ettiğimiz tüm enerji türleri kimyasal reaksiyonlarla karbonun oksijenle birleştiği enerji türleridir ve ancak maddenin mikroskobik bile diyemeyeceğimiz kadar küçük bir miktarını enerjiye dönüştürebilir.

Ama her enerji bir şeyleri yakarak elde edilmez. Örneğin nükleer santrallerde, büyük uçak gemilerini ve denizaltıları yürüten reaktörlerde ya da ikinci dünya savaşında kullanılan atom bombalarında bulunan nükleer enerji, başka bir deyişle ağır atomların çekirdeklerinin parçalandığı fission reaksiyonu maddenin bu kez gayet ölçülebilir yüzde sıfır nokta birini enerjiye çevirir. Başka bir deyişle bir kilo uranyumu parçaladığınızda ortada 999 gram madde kalır, bir gram madde enerjiye dönüşür.

Muazzam bir enerjidir bu arkadaşlar. Hiroşimaya atılan atom bombasındaki fission'a uğrayan uranyumun ağırlığı bir kilodan biraz az. Başka bir deyişle yüz binlerce kişi sadece bir gram maddenin enerjiye dönüşmesiyle öldü.

Enerji denizinde, tabi ki her balıktan büyük başka bir balık bulunur.

Atomu parçalamak yerine birleştirirseniz, yani fission yerine fusion'a uğratırsanız, inanın daha fazla enerji elde edersiniz.

Fusion, en basit haliyle dört hidrojen atomunun birleşip, bir helyum atomu oluşturmasıyla ortaya çıkar.

Dünya üzerinde bu enerji sadece hidrojen bombalarında, yani termonükleer silahlarda bulunur. Ancak kafamızı kaldırıp dünya dışımda çok yakın bir yere, yani güneşe bakarsak bu enerji türünü bol bol görürüz.

Güneş verdiği ısı ve ışığı, yanı enerjisini her saniye tonlarca hidrojeni helyuma çevirerek sağlar.

İşin aslı, yenilenebilir dediğimiz bir çok enerji türü aslında fusion'a bağlı enerjilerdir.

Güneş fusion sayesinde parlar ve solar pilleri doldurur, ya da havayı ısıtıp, rüzgarlara yol açar. Biz de bundan elektrik elde ederiz.

Ancak başta söylediğimiz üzere sonuçta bunların hepsi ısıya dönüşür. Bu vesile ile enerjinin bir şekilden başka bir şekile dönüşebileceğini de not etmiş olalım.

Maddenin enerjiye dönüşümüne dönelim. Fusion, maddenin yaklaşık yüzde sıfır nokta yedisini, yani her kilonun yedi gramını enerjiye çevirir.

Başka bir deyişle Hiroşimaya bir kilo uranyum yerine bir kilo hidrojen içeren bir bomba atmış olsalardı, ortaya çıkan enerji, daha doğrusu yıkım yedi kat daha fazla olacaktı.

Diğer enerji türlerine bakarsak, güneş sistemi ve galaksinin oluşması esnasında başlayan dünyanın kendi ve güneş, ayın da kendi ve dünyanın etrafında dönmesi sonucunda ortaya çıkan gel git tabanlı santraller, hala evreni oluşturan big-bang'in enerjisini kullanıyor sayılır.

Bu enerjinin madde dönüşümü ölçülebilir değerlerin üstünde diyebiliriz. Evren'in nasıl oluştuğunu henüz bilmiyoruz. Bir teoriye göre evrenin tüm madde-enerji toplamındaki enerjinin maddeye dönüşmesinden, başka bir teoriye göre de sıfır enerjinin, madde ve anti-madde diye ayrışıp, evreninizi maddeyle baş başa bırakmasından oluşmuştur.

Ancak öyle bir enerji türü vardır ki, kömürü, petrolü, fission'ı, fusion'ı sağda ve solda sıfır bırakır, utançtan yerin dibine sokar.

Etrafımızda gördüğümüz bütün maddelerin ortak özellikleri atomlardan oluşmuş olmalarıdır. Bu atomların çekirdeklerinde proton ve nötron isimli iki, çekirdeğin etrafında ise elektron isimli bir parçacık bulunur. Elektronlar eksi, protonlar artı elektrik yükü taşırlar.

Ancak etrafımızda pek bulunmasa da çekirdeklerinde eksi elektrik yüklü proton ve etrafında artı yüklü elektronların döndüğü bir tür madde daha vardır.

Buna anti-madde derler. Bu anti maddenin protonlarına anti-proton, elektronlarına ise, fiziğin en aptalca isimlemelerinden biri olsa da pozitron derler. Halbuki anti-elektron deseler ne güzel olacaktı, ya da anti-protona negateon. Bu kez de anti-nötron'a ne deneceği biraz karışacaktı. Nötronların elektrik yükleri olmasa da anti-nötronlar başka özellikleriyle farklılık gösterirler.

Bildiğimiz evrende anti-madde bulunmamakta. Başka galaksilerden gelen kozmik ışınların da tümü madde tabanlı. Henüz anti-madde'den kaynaklanan bir ışıma görmedik.

Ancak CERN Laboratuarındaki LHC, yani Large Hadron Collider benzeri parçacık çarpıştırıcılarında çok az miktarda da olsa anti-madde elde edebiliyoruz.

Bu anti-maddenin çok ilginç bir huyu var. Bir anti-madde parçacığı normal bir madde parçacığı ile karşılaştığında birbirlerini tamamen enerjiye çeviriyor. Yüksek frekanslı fotonlar X ışınlarından daha yüksek frekanslı Gamma ışıması şeklinde ışıyorlar.

Yani maddenin yüzde yüzü enerji oluyor.

Düşünün, bir kilo uranyumla koca bir şehir olan Hiroşima yok oldu, bir kilo anti-madde bombası Hiroşima gibi BİN tane şehri yer yüzünden silebilir. Kısaca hemen tüm insanlığı bir kiloluk anti-madde kullanarak yok edebiliriz.

Madde ve anti-madde'yi reaksiyona sokup gamma ışınları şeklinde ışıma oluşturmaktan daha verimli bir enerji üretim şekli bilmiyoruz.

Konumuzun başladığı noktaya geri dönelim.

Ben kulunuz yüz kilonun biraz üstündeyimdir. Eğer Scotty, beni enerjiye dönüştürüp, ışınlayacaksa, çok fazla seçeceği yok.

Yakayım dese, evrenin varoluşundan bu güne kadar geçen zamandan daha uzun bir zamana ihtiyacı var.

Benim atomlarımın çekirdeklerini parçalasa, Hiroşimaya atılan bomba gücünde yüzden fazla atom bombası, atomlarımı birleştireyim dese on beş tane hidrojen bombası ile uğraşması gerekecek. İnsan vücudunu oluşturan atomlar ne fission'la parçalanmaya, ne de fusion'la birleşmeye uygun. Nasıl yapar, bilmiyorum.

Anti madde kullanayım dese, yüz kilo anti-madde bulmak için CERN'e bir sipariş emri gönderip bir kaç milyon yıl beklemesi gerekecek. Laboratuarda ancak bir kaç anıt-madde parçacığı üretebiliyoruz. Bunlar da bir kaç saniye içinde bir maddeye çarpıp yok oluyorlar zaten.

Maddeyi enerjiye çevirme yöntemi hangisi olursa olsun, benim madde olan naçiz vücudumu enerjiye çevirdiğinde, elinde Hiroşima gibi YÜZ BİN'den fazla şehri yok edecek, yani dünyadaki bütün yaşamı sona erdirecek bir enerji olacaktır.

Bilmem anlatabildim mi olayın saçmalığını.

İşin zorluğu aslında daha yeni başlıyor. Bu enerjiye çevrilmiş maddeyi ışınlanan noktada tekrar enerjiden maddeye çevirmek gerekecek.

Bütün karmaşıklığıyla vücudumuz, beynimiz, molekül molekül, atom, atom AYNEN yeniden oluşturulacak.

Bunun için de Scotty'nin, benim vücudumu enerjiye çevirmeden önce, her atomun konumunu tam bir hassasiyetle bir kenara not etmesi gerekecekti.

Bu detaylı ölçümü yaptıktan sonra, işin aslı beni enerjiye çevirip, fotonlarla bir yere göndermesine, sonra da o fotonları yeniden maddeye çevirmesine gerek yok.

Vücudumdaki tüm atomların hangi konumda olduğu bilgisi varış noktasında vücudumu yeniden oluşturmak için gerekli bir bilgi, o yüzden zaten benle, ya da benim fotonlara dönüşmüş enerji halimle birlikte varış noktasına gelmek zorunda.

Evrende fotondan bol bir şey yok, her foton da birbirinin aynısı nasılsa. O yüzden benim vücudumun fotonları yerine varış noktasında sağdan, soldan buldukları fotonları kullanabilirler. Böylece de benim madde olan vücudumu enerjiye çevirip fotonlarla göndermeye gerek kalmaz, sadece atom bilgilerimi göndermek yeterli olur, benim naçiz vücudum da ilelebet payidar kalır.

Bunun tek sakıncası ise varış noktasında benim ikinci bir kopyamın oluşması.

Dünyada bir Bülent bile fazlayken bir kaç tanesinin aynı anda çav bella aydınları kızdırdığını düşünsenize...

Neyse, hayalin hayali üzerinde spekülasyon yapıyoruz.

İnsan vücudunun atom atom ölçümünün yapılması mümkün değil. Heisenberg isimli bir bilim insanı, bir parçacığın yerini ne kadar hassas ölçmeye kalkarsan hızını, hızını ne kadar hassas ölçmeye kalkarsan da yerini o kadar çok değiştirirsin diyor. Yani bir parçacığın hem hızını, hem de yerini hassas olarak ölçmek imkansız (o yüzdendir ki Uzay Yolunda bu ışınlama yaparken Heisenberg Kompensatörü isimli, bu ölçüm hatasını sözde gideren hayali bir cihaz kullanırlar).

Son olarak unutmadan, bu enerji halindeki fotonları geri nasıl maddeye çeviririz, bu konuda en ufak bir teorimiz, bilgimiz yok!

Yöntem ne olursa olsun, fotonlar maddeye döndüğünde elinizde yüz kiloluk bir anti-madde kalacaktır.

Neresinden tutsanız, elinizde kalıyor sizin anlayacağınız.

Siz gelin atlayın otobüse, gidin nereye gidecekseniz. Öyle "One to beam up!" falan biraz yaş, en azından şu sıralar.

Belki bir gün...

6 Temmuz 2017 Perşembe

Marketing

Günümüzde bir mal ya da hizmetin kendisi kadar nasıl pazarlandığı da bir o kadar önem kazanmış durumda sevgili arkadaşlar. Zaman zaman bu pazarlamanın önemi pazarlanan şeyin içeriğinden daha fazla önem kazanabiliyor.

Amacım işin ekonomik boyutunu kurcalamak değil. Hepimiz pazarlamanın, markanın, reklamın önemini biliyoruz. Bu işin erbapları yıllarını pazarlamanın eğitimine ve uygulamasına adamış insanlar. Pazarlama artık bir bilim olmuş durumda.

Kökü Latinceye giden ama İngilizceden çaldığımız seksi bir ismi de var.

"Marketing"

"To March", "Marcher" ya da "Marciare" hatta Türkçede bile var, "Marş" yürüme demek. "Market" "Marche" ya da "Mercato" ise pazar, yani insanların alış veriş için yürüdükleri yer. "Merchant", "Marchande" ya da "Mercante" satıcı, "Merchandise", "Marchandise" ya da "Mercanize", hatta eskilerin dedikleri gibi "Marşandiz" ise satılan mal, hep aynı kökten türeme (sözcükleri İngilizce, Fransızca ve İtalyanca yazdım, bakmadım ama İspanyolcası da büyük olasılıkla benzeridir).

Kapitalizm sağ olsun, pazarlama bu kadar hayatımıza girince herşeyi pazarlamaya başladık. Ancak benim en çok takdir ettiklerim, kendini pazarlayabilenler.

Merak etmeyin, kötü kadın geyiği yapmayacağım. Kendini pazarlayanlarla kastım, yaptığı işi doğru ve etkili olarak müşterisine anlatabilenler.

Çok önemli bir yeti bu. Kendimde fazlaca bulunmadığından ola ki, becerenleri çok takdir ederim.

Bekleneceği üzere yaşamın kuralı, bir süre sonra bu kendini pazarlama işinin de kakası çıktı.

Mutasyonlarını yeni bitirmiş bir tür bu kendini pazarlama işinin "nirvana" 'sına ulaştı.

Ancak Bu yeni türün önemli bir sorunu var arkadaşlar. Bunlar "sadece" kendilerini pazarlıyorlar.. Ne var ki pazarlayacak bir şey yok ortada. Yaptıkları bir iş, sahip oldukları bir beceri, ürettikleri bir fikir, ulaştıkları bir başarı, verdikleri bir katkı falan yok.

Sadece pazarlama...

En güncel örnek Trump.

ABD başkanlığını talk show sunuculuğuna çevirdi, iş başa düşünce de etrafındakilere "Ya, bu iş çok zaman ve enerjimi alıyor" demeye başlamış.

Kampanya esnasında mükemmel bir performans gösterdi, konuşmasıyla, vaatleriyle kendisini mükemmel pazarladı.

Sonra da altından üçüncü sınıf bir ırkçı çıktı.

Sarkozy'nin bile bir stili vardı. Bu hepten odun. Bir iftar yemeği vermemeyi marifet zannetti.

İş dünyasının en çarpıcı örneği ise hepimizin bildiği Microsoft firması.

Bill Gates kanımca gerçek bir dahi ve ileri görüşlü bir iş adamıydı. Microsoft'u kurdu ve IBM'in o zamanki yeni ve birçok kişinin oyuncak dediği PC'lerinin işletim sistemini yazdı. PC-DOS isimli bu işletim sistemini MS-DOS ismiyle pazarladı.

AncakIBM'in sadece kendi bilgisayarlarında çalışan işletim sisteminin aksine MS-DOS'u her bilgisayarda kullanılabilir biçimde tasarladı.

Ve hiç bir yerde yazmasa da çok önemli bir pazarlama hamlesi yaptı ve MS-DOS'un korsan olarak kopyalanıp satılmasına göz yumdu.

MS-DOS ve hatta Wındows işletim sistemi Windows-95 sürümüne kadar hiç bir kopyalama kontrolü ve koruması taşımıyordu.

IBM bugün PC yapmıyor. DEC, Unisys, Amiga, Commodore, Amstrad gibi firmalar artık piyasadan silindi.

Hep Microsoft'un sayesinde.

Gates, geleceğin Internet'de olduğunu görmüştü. Internet Explorer tarayıcısını Windows'a entegre eti, Netscape bu yüzden tarihe gömüldü.

Gates dünyanın en zenginlerinden biri oldu!

Ancak Gates hiç de medyatik biri değildi. Ufak tefek, sıradan bir insandı. Düzenli duş bile almadığından saçları hep yağlı gezerdi. Mıy-mıy konuşur, öyle şovlarda falan boy göstermezdi.

Kısacası pazarlama ve pazarlanma katsayısı çok düşüktü.

Sonradan evlendi, Şirketteki sorumluluklarını devretti ve kendini hayır işlerine adadı.

Yerine geçen Steve Ballmer ise hem kelli felli, koca bir adam, hem de kendini çok iyi pazarlayan, gür sesiyle bağıra çağıra konuşan, toplantılarda hep kendisini dinleten, Microsoft'un etkinliklerinde, tüm dünyanın gözü önünde tarzan gibi çığlıklar atıp, maymun gibi koşuşturan, fazlasıyla medyatik biriydi.

Ne var ki tek yetisi kendisini pazarlamaktı. Altında ise yazımızın konusu gereği, pazarlanacak hiç bir şey yoktu.

Bir mahalle bakkalının yapmayacağı hataları yaptı. Aptalca kararlar verdi.

Windows'u daha hazır değilken Noel tatilindeki satışlar kaçmasın diye erkenden piyasaya sürdü. Windows, Bill Gates'in yaptığı bir sunumda çakıldı, dünya kıçı ile güldü. Müşterilerine eski bilgisayarlarını değiştirmeye zorlamak için, Windows'u suni olarak daha fazla bellek, daha hızlı işlemci talep edecek şekilde planladı.

Internet'i umursamadı, geleceği görmedi. Apple'ın mobil devrimini anlamadı. Apple'ın bilişimden kopup cep telefonu pazarına girdiğini düşündü. Jobs'ın masa üzerindeki bavul boyunda bilgisayarı cebimize sığacak kadar küçülttüğünü gördüğünde ise artık çok geçti.

Microsoft battı. Bugün varlığını sadece eskinin ataletiyle sürdürüyor.

Ballmer da Microsoft'un başından gitti ama olan olmuştu tabi.

İş hayatında bulunanlarınız bilir, Corporate dünyada böyleleri çok vardır. Çok konuşurlar ve güzel konuşurlar, ancak içleri bomboştur. Bütün toplantılara gelirler ama iş başa düştüğünde ortadan kaybolurlar.

İşin daha da ilginçi, firmalarda karar vericilerin arasındaki bir gurup üst düzey yönetici, bu boş tenekelerin ne olduklarını bile bile, kendilerini pazarlama yeteneklerinden faydalanmak için bunlara yol açmaya başladılar ve bu parazitler için iş dünyasında bir pazar oluştu. Ancak bu balonlar kısa vadede güzel şov yapsalar da, uzun vadede verdikleri zarar ne acı ki çok büyük oluyor.

Ne yapalım, yöneticiler düşünsün...

Konu kendini pazarlama olunca ister istemez aklımız iş dünyasına gidiyor ancak bu boş tenekeler hayatın her yerinde, her aşamasında var sevgili arkadaşlar.

Bilmiyorum Michio Kaku ismini duyanınız var mı?

Michio Kaku, Japon kökenli, Amerikalı bir teorik fizikçi. Bir profesör. Eğer BBC, Discovery falan gibi popüler dökümanter kanalları izliyorsanız Michio Kaku'yu görmemeniz olanaksız.

Eğer gördüyseniz de unutmanız olanaksız.

Asya yüzlü, uzun beyaz dağınık saçlarıyla tam aklı bir karış havada bilim adamı. İngilizceye tamamen hakim ve çok etkili kullanıyor. Bilimsel forumlarda, panellerde, TV programlarında, her yerde görmeniz mümkün. Youtube'da yüzlerce videosu var.

İlk dinlediğimde hayran kalmıştım. Orta okulda fizik ödevi için garajlarında bir parçacık hızlandırıcısı yapmaya kalkmış, kilometrelerce uzunlukta bakır telleri sarıp bobin falan yapmış, sonunda da sonra da mahallenin sigortalarını attırmış.

Quantum teorisini, temel parçacıkları, kuvvetleri falan o kadar incelikle basitleştirip bizim gibilerin anlayacağı bir dille anlatıyordu ki, hayranlıkla dinledim. Espiriler yapıyor, yeri geldiğinde eline bir tebeşir alıp, kara tahtaya yarım metre uzunluğunda bir denklemi iki saniyede vızzz diye yazıyor, herkesin anlayabileceği örnekler veriyor, kısacası kendisini soluksuz dinlettiriyordu.

Bu performansından sonra zaten dağınık saçları ve mimikleriyle tartışma götürmeyecek fiziki benzerliklerini de dikkate alarak, tamam dedim, Michio Kaku, yeni bir Einstein!

Hemen Youtube'a girip başka videolarını aradım.

Yine aynı beceriyle fizik bilmini, kuantum teorisini, gelecek tahminlerini, kara maddeyi, kara enerjiyi anlattığı belgeselleri, konferansları buldum ve izledim.. acayip de zevk aldım.

Ancak biraz dikkatle dinlediğimde, aynı hikayeleri, aynı espirileri, aynı örnekleri kelimesi kelimesine tekrarladığını fark ettim. Garajdaki parçacık hızlandırıcısı, Einstein'ın şoförü gibi hikayeler bırakın kelimeleri, vurgularıyla bile birbirlerinin aynısıydı.

Yine dikkatimi çeken, hatta Michio Kaku günümüzün Einstein'ı düşüncemde frene basmama yol açan ikinci bir konu, bu arkadaşın biraz faul biçimde kendisini string theory ile ilişkilendirmesiydi.

"String theory is my theory!" yani String Theory, artık Türkçeye İp Teorisi mi, Tel Teorisi mi diye çevirirsiniz, bilmiyorum, benim teorim diyordu. Sonra da bu teoriyi kanıtlamak ve Higgs Bozonunu bulmak için İsviçre'de, CERN'de çalışmaya başlayacağız falan dedi.

Bu String Theory, gerçekten evreni her şeyiyle açıklamaya cüret eden, çağımızın en önemli teorisi. Biraz ilgim olduğu için biliyorum, ve bildiğim için de String Teorisi benim teorim lafını Michio Kaku'nun çalışma alanını belirtmesi şeklinde anladım.

Ancak bu laf sanki Einstein'ın İzafiyet Teorisi gibi, Michio Kaku'nun da String Teorisi gibi de gelmeye başladı kulağıma. Biraz rahatsız oldum çünkü String Teorisi Kaku tarafından ortaya atılmış bir teori değil. Tamam, bu arkadaş boson bilmemnesinin hesaplamasına bir denklem eklemiş ama öyle teoriyi sahiplenecek kadar bir katkısı yok.

Teknik detaylarla baş ağrıtmayayım. Michio Kaku, bu teoriye yüzlerce başka bilim adamıyla birlikte katkıda bulunmuş bir bilim adamı, ancak herhangi bir şekilde teoriyi ortaya çıkaran ya da sahiplenebilecek birisi deği. Zaten teorinin kendisi de henüz tam anlamıyla kanıtlanmadı.

Ancak Kaku medyatik bir şahsiyet. Kendini süper pazarlıyor. O yüzden içinde fiziğin, bilmin geçtiği her programda var işte.

Aslında bir bakıma Stephen Hawking de bu kategoride sayılır.

Düşünün, motor nöron hastalığının sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum olmayıp, normal bir hayat yaşasaydı kaçımız ilgilenirdik onunla?

Ama bilme bağlılığı ve özel durumu onu medyatik yaptı, öne çıkardı.

Şimdi size başka bir adamdan bahsedeyim. Kahramanımızın ismi Isaac Newton. Dünyada herkes maddelerin hareketsiz kalmaya meyilli olduğunu düşünürken bu maddelerin birbirini çektiğini anlamış. Sonra Ay niye dünyaya düşmüyor diye düşünmüş. Cevabını bulmuş ama zamanın matematik bilmi ile bunu kanıtlayamadığı için gitmiş günümüzde başlı başına bir bilim sayılabilecek Calculus'ü yazmış. Ay"ı ve gezegenleri daha iyi gözlemek için bir de teleskop icad etmiş. Bugün uçaklar, roketler hala Newton ilkeleriyle uçuyor, Newton teleskobu hala popüler biçimde kullanılıyor ve Calculus fiili olarak lise ve üniversitelerde okutuluyor.

Hawking'e dönersek fiziğe bildiğim kadarıyla getirdiği tek yenilik kara deliklerin yavaş da olsa madde kaybettikleri yani çok zayıf da olsa bir ışıma yaptıkları. Ama baştan aşağı teori ve ne size ne bana beş kuruşluk faydası yok bu - eğer varsa - kara deliklerin yaptığı minik ışımanın.

Tosun diyor ki quantum teorisine göre maddenin belirli bir yeri ve hızı yoktur. O yüzden bir kara deliğin olay ufkunda ortada hiç bir madde yokken toplamı bir hiç olan bir madde ve bir anti-madde parçacığı oluşabilir. Anti-madde kara deliğe düşerken madde olay ufkunun dışında kalır ve kara delik madde kaybetmiş olur.

Hepsi bu. Ne bir kanıt, ne bir gözlem. Sadece teori.

Tabi ki bir matematik dehası olan Hawking hangi boyda kara deliklerin kaç elektron-volt'luk enerji kaybettiklerini falan hepsini hesaplamış. Ama işin özü yukardaki paragraf işte.

Şimdi Isaac Newton da, Stephen Hawking de Cambridge Üniversitesinde lukazyan profesör ünvanına sahip bilim adamları. Hawking medyatik biri. Newton ise param yok diye keşfettiği Calculus'ü bile kitap olarak yayımlamamış bir garip adam. Michael Faraday bu mucizeyi farketmiş ve parası neyse ben veriyorum, bastır bunu demiş, Principia Mathematica'yı öyle yayınlamış. Michio Kaku İse çıktığı HER programda babasının garajını dakikalarca anlatıyor.

Bahsettiğim fark burada işte.

Bu konuyu kapatmadan bir yanlış anlamayı da gidermek isterim. Michio Kaku da, Stephen Hawking de sizin, benim gibi fanilere göre kat be kat zeki ve akıllı insanlardır. Bütün hayatımı bile versem bırakın bulmayı, Michio Kaku'nun küçümsediğim denklemini anlayabileceğimden bile emin değilim. Hele bu iki insanı Trump gibi birisiyle aynı kefeye koymak doğrudan adaletsizlik. Ancak konumuz bu insanların kendilerini konumladıkları ile aslen bulundukları yerler arasındaki fark olduğundan bu şekilde yazmak durumunda kaldım.

İşte, herşeyin olduğu gibi kendini pazarlamanın da azı yarar, fazlası zarar. Pazarlanacak marşandiz varsa pazarlama iyi ancak abartıp olmayan marşandizi pazarlayınca ayıp oluyor böyle.

Sağlıcakla kalın.

2 Temmuz 2017 Pazar

Rejim Değiştirme Oyunu

Panama, Granada gibi gerçekten ölçek olarak mikroskobik bir iki ülkeyi saymazsak, Amerikanın rejim ya da sınır değiştirmeye kalkıp da eline yüzüne bulaştırmadığı bir örnek gerçekten zor buluruz.

Sağdan sayalım.

Kore'de sıçtılar, Hem kendi girdikleri savaşı utanç verici bir biçimde kaçarak, yenilgi ile tamamladılar, hem de onlara şükür ki Kuzey Kore bugün dünyanın baş elası.

Vietnamda da sıçtılar, yine kendi girdikleri savaşta yenildiler, üstüne Kore gibi Güney Vietnam falan bile çıkamadı bu savaştan. Tek başına Kuzey Vietnam, "Kuzey" kelimesini attı sadece.

Küba"da Batista'yı desteklediler, Fidel ölene kadar dünyanın belki de en komünist ülkesi olarak kaldı. Orda da sıçtılar, sonra ambargoydu, izolasyondu, parmak kadar ülkeden sinirlerini çıkardılar.

Irak'ı kışkırtıp, İran'la savaşa soktular, bugün Irak diye bir devlet teoride bile zor var. İran yarısını aldı, Amerika birazını Kürtlere bırakabilir miyiz de bize bir üs çıksın diye uğraşıyor.

Amerika'nın gelmiş geçmiş en kötü başkanı Obama Suriye"de öyle bir sıçtı ki, Ruslar bir daha gitmemek üzere Akdeniz'e çöreklendi.

Şimdi de Fellah'ların peşindeler, bakalım altından ne çıkacak. Sırada ise İran ve biz varız.

Bunları şu Robin isimli arkadaşın kehanetlerine istinaden yazıyorum. Türkiye bölünebilir falan demiş de...

Aslında bu konuda haklı, Türkiyenin bölünme olasılığı yok değil hatta çok da az sayılmayabilir - keşke olmasa tabi ama...

Ancak bu sarsakça oynadıkları rejim ve sınır değiştirme oyunu, geçmişte örnekleri göründüğü üzere pek de onların istedikleri gibi bitmeyebilir.

Benden uyarması...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...