1 Haziran 2017 Perşembe

Toskano

Sevgili arkadaşlar, saat şu anda gece on bir. Oda karanlık, sadece iPad'den gelen zayıf ışıltı ile etrafımı görebiliyorum. 🐝Mezzy🐝ve Jelena uyudular. Kulaklıkta Joe Green çalıyor. Yanımda bir sehpa, üzerinde sadece bir kadeh ve bir karaf dolusu Chianti Riserva şarabı var.

Mutluyum, sizin anlayacağınız 😍

Şarabımı yeni yudumlamaya başladım. Hiç alçakgönüllülük yapmayacağım. Amarikalıların dediği gibi "kickass" bir şarap bu. İtalya'nın Toskano bölgesinden gelme, Chianti'nin de Riserva dedikleri bir numarası. Henüz beş yaşında, o yüzden biraz karafta kalması gerekti. Karafta bir saat geçirdikten sonra tadını buldu ve içilmeye kıyılamayacak kadar güzelleşti 🍷😜

Unutmadan, Joe Green de kim derseniz, bilinen ismiyle Giuseppe Verdi, çalan eseri ise La donna è mobile 😜

Daha yeni döndük İtalya'dan. Dünyanın en güzel ülkelerimden biridir İtalya. Tarihiyle, doğasıyla, yemekleriyle, içkileriyle on numara bir yer. Her köşesi ayrı güzel, her köşesi ayrı ilginç bir diyar.

Dönerken arabanın bagajında yirmiye yakın şişe şarap, İtalyan püskevitleri, makarnaları, bir kaç şişe özel zeytin yağı, bir iki şişe de vin santo, grappa falan benzeri yemek sonrası sindirim alkolu vardı. Sınırda durdursalardı gerçekten utanacaktım.

Makarnaları bir benzin istasyonundan almıştık.

Yolunuz düşerse mutlaka İtalyada bir benzin istasyonuna girin. Hiçbir yerde bulamayacağınız şekil ve çeşitte makarna bulursunuz. İtalyanlar genellikle buralardan almaz makarnalarını, çünkü normal marketlere göre pahalıdırlar. Ancak bir metre boyunda spagetti ya da cannelloni dedikleri bileğim kadar kalın düdük makarnası ile ilginç bir yemek hazırlamak isterseniz benzin istasyonları bunları bulabileceğiniz en pratik yerlerdir.

Makarna, ya da buralarda dedikleri gibi pasta en çok sevdiğim yemeklerden biridir. İtalyanlar makarnayı çinlilerden öğrenmiş olsalarda, makarna pişirmeyi gerçekten geliştirip, özel bir mutfak haline dönüştürmüşlerdir.

Makarnayı gerçek İtalyan usulü hazırlamak için bir iki milli alışkanlığımızdan vaz geçmeniz gerekecektir.

Bunlardan en önemlisi makarnayı doğru yumuşaklıkta haşlamaktır arkadaşlar. İtalyanlar bu kıvama Pasta Al Dente derler, yani makarna dişe gelir sertlikte olmalıdır. Şöyle düşünün. Gerçek bir İtalyan makarnasını evde anneniz yapmış olsaydı, anne bunlar pişmemiş der, kızardınız.

İkincisi, lütfen zeytin yağı kullanın. Gerçek makarna bir iki istisna hariç margarinle yapılmaz.

Üçüncüsü, makarna haşlanırken suyuna da biraz zeytin yağı karıştırın. Her bir parça cilalanmış gibi çıkacaktır. Bir de sosunuzla aykırılık yaratmayacaksa suyuna bir tutam basil, yani fesleğen atın. Makarnanın lezzetini artıracaktır.

Dördüncüsü, makarna yapışmasın diye soğuk suyun altına tutmayın. Suyunu süzün, yeterli olacaktır. Soğuk su makarnaya ekstra bir lezzet katan nişastayı da alıp götür ve makarnayı somun gibi tatsız bırakır.

Burada duralım. Hem iştahım açılacak, hem de gerçek konumuzdan sapacağız 😊

Günün sonunda neyse ki evde yiyecek ve içecek stokları doğru seviyelerine geldi. Eğer üçüncü dünya savaşı çıkarsa bir kaç ay makarna yiyip, şarap içerek hayatta kalabiliriz hamdolsun!

Sevgili kızım ve karımla İtalya'da mükemmel bir beş gün geçirmiştik.

Sabah erken başladığımız yolculuğumuz bizi Aosta vadisi üzerinden önce Cenova'ya, ardından da hemen yakındaki bir cennet köşesi sayılabilecek Cinque Terre bölgesine getirmişti.

Aslında bu gezideki hedefimiz Cinque Terre değildi ama lojistik sebeplerden dolayı zamanlamamız burada bir yarım gün geçirmemize izin verdi. Bizim de 🐝Mezzy🐝'ye bir Cinque Terre sözümüz vardı, onu da aradan çıkarmış olduk böylece.

Jelena Cinque Terre treninde
Cinque Terre, beş toprak anlamına geliyor. Kast edilen ise birbirinden güzel deniz kıyısında beş tane köy. İmkanınız varsa ölmeden mutlaka görmenizi tavsiye ederim. Yeryüzünün en romantik yerlerinden biri.

Bu beş köyün isimleri Monterosso, Vernazza, Corniglia, Manarola, ve Riomaggiore. Bu güzelliği kelimelere dökmek zor ancak renkli binaları, yemyeşil tepeleri ile bu beş köyü "çok güzel" parantezine alabiliriz. Karınızla, kocanızla, kız/erkek arkadaşınızla bir kaç gün geçirmeniİ öneririm. Evliliğiniz/ilişkiniz bir kaç senelik ek bir "boost" alacaktır 😜

Bu köyleri ziyaret etmenin en kolay yöntemi Tren arkadaşlar. Cinque Terre Express isimli bileti alıp, bir gün boyunca köyler arasında istediğiniz kadar gezebilirsiniz. Sakın arabayla denemeyin. Bir köyden diğerine gitmek çok zaman alıyor. Park yeri bulmak da çok zor. Arabalıysanız, arabayı La Spezia'da tren istasyonuna park edip, yukarda bahsettiğim treni alın. Pişman olmazsınız.

Monterosso
Süreniz kısıtlı ise Monterosso'da fazla vakit kaybetmeyin. Buranın öne çıkan özelliği büyük plajı. Eğer denize girme gibi bir düşünceniz yoksa Monterosso daha fazlasını vermeyecektir. Corniglia'da ise trenden inince hele benim yaşımdaysanız zinhar köye yürümeye kalkmayın. Tren biletiniz sizi metrelerce tırmanmaktan kurtaracak otobüs için de geçerli. Corniglia birşeyler yemek ya da içmek için de doğru yer. Diğer köylerde cafe ve restoran sayısı hem az, hem de yer bulmak çok zor. Ligurya'nın en ünlü ve en muhteşem yemeği Pesto soslu, Trofie dedikleri makarna, mutlaka deneyin.


🐝Mezzycik🐝 Cinque Terre'de bizle beraber bol bol yürüdü, deniz havasıyla güneşin tadını çıkardı. Sevgili kızım artık etrafını gözlemleyip anlayabilecek kadar büyüdü. Bizle daha bir farkında geziyor, sanki daha fazla zevk alıyor.

Vernazza
Otelimiz Lerici isimli bir köyün yakınlarında, villadan bozma bir auberge'di. Otelin yeri, manzarası falan güzeldi ama personel biraz lakayt çıktı. Söz verdikleri halde 🐝Mezzy🐝 için yatağı unutmuşlar. İster istemez 🐝Mezzy🐝 bizle aynı yatakta yattı ve tabi ki sabaha kadar bir Mezzy-show izledik. Yol yorgunluğu ile ben uyuya kaldım ama garip Jelena 🐝Mezzy🐝 ile kavga etmekten uyuyamadı. 🐝Mezzy🐝 fırsatını bulduğunda yataktan kaçıyor, lambaları açıp kapıyor, masalara, sandalyelere tırmanıyor, valizden çıkardığı giysileri bize atıyordu.


Manarola
Ertesi sabah erkenden yola koyulduk. Hedef İtalya'nın Toskano bölgesiydi.

Toskano, yer olarak neredeyse İtalyanın tam ortası. Doğası ile tam bir cennet köşesi. Bölgenin neredeyse tümü zeytin ağaçları ve üzüm bağları ile kaplı. Bu yüzden tam bir şarap cenneti. İtalya'nın en güzel şarapları Toskano'dan gelir desek herhalde çok yanılmış olmayız - bu önermeye itiraz edecek bir iki İtalyan tanıyorum gerçi 😛

İtalyan şarapları çok uzun bir tarihe sahiptir arkadaşlar. Fransızlara şarap yapmayı İtalyanlar öğretmiştir hattızatında. O yüzden sakın ola İtalyan şaraplarını hor görmeyin. Bazı İtalyan şaraplarını en iyi Bordo ya da Burgonya şarabına değişmem.

Ancak daha önce de değindiğimiz gibi en iyi şarap şuranın yada da buranın şarabi değil, içerken en çok zevk aldığınız şaraptır. Bu sebeple önermemizi İtalyan şaraplarının beğenilme potansiyeli yüksek şeklinde rafine edelim.

Bu şarap meselesi İtalya'da, dünyanın diğer şarap bölgelerine göre biraz daha fazla düzensiz, biraz daha fazla karışıktır - herhalde İtalya'yı bilenleriniz için çok da sürpriz olmamıştır bu.

Şaraplar bazen bölgelere, bazen yapıldıkları köye, bazen üzüm tiplerine, bazen de bunların bir karışımına göre isimlendirilir.

Bir örnekle anlatayım. Biraz şaraba ilginiz varsa, Montepulciano isimli İtalyan şarabını bilirsiniz.

Montepulciano, Toskano'da bir köydür. Bu köyün varolma sebebi şarap üretimidir. Sangiovese üzümünden tadına doyulmaz Montepulciano isimli bir şarap yaparlar.

Ancak restoranda bir şişe Montepulciano istediğinizde, büyük olasılıkla Toskano değil, Toskano'yla alakası olmayan Abruzzo bölgesinden bir şarap getirirler size. Bu şarabın ismi de Montepulciano'dur ve Montepulciano isimli bir üzümden yapılır ama Toskanodaki Momtepulciano köyünde, bir salkım bile Montepulciano üzümü bulamazsınız.

Welcome to the matrix!

Bu iki şarabın birbiriyle en ufak bir alakası yoktur. Tatları, yoğunlukları, aromaları siyahla beyaz kadar farklıdır.

Doğru şarabı İse ancak tam isimlerini söyleyerek seçebilirsiniz.

Toskano'daki Montepulciano köyünde, Sangiovese üzümünden üretilen şaraba "Vino Nobile di Montepulciano", Montepulciano üzümünden Abruzzo bölgesinde üretilen şaraba da "Montepulciano d'Abruzzo" derler.

Her iki şaraba da bayılırım, o yüzden benim zevkime güveniyorsanız, hangi Montepulciano'yu sipariş ederseniz edin, güzel bir şarap içmiş olursunuz 😜

Toskano gezimiz bu şarap meselesi yüzünden oldukça renkli geçecekti.

Ligurya bölgesinden ayrılıp, Toskano'daki ilk durağımız olan Lucca kentine ulaştığımızda hala sabah sayılırdı.

Lucca
Lucca, sınırda bir kent olduğu için ne tam Toskano olabilmiş, ne de Ligurya'dan tamamen kopabilmiş. Ancak ilginç bir yer. Şehir merkezinin etrafı Rönesans zamanından kalma duvarlarla çevrili, ve bu duvarlar sanki dün yapılmış gibi bakımlılar. Şehrin merkezi ise oldukça güzel, sokakları, binaları hep tarih kokuyor, ama bu İtalya için bir sürpriz değil tabi.

Lucca, bence yolunuzun üzerindeyse görülmeye değen bir yer, ancak yolunuzu değiştirip gelmenizi gerektiren pek bir şey yok. Biz de çok zaman harcamadık ve ikinci durağımız olan Pisa kentine doğru yola koyulduk.

Pisa kentinin alameti farikası aynı isimli kulesi, ki herhalde bu kuleyi bilmeyeniniz yoktur. Hani akşam biraz alkolden sonra eve gitmeye çalışan garip sarhoş gibi, hafifçe yana yatmış bir kuledir.

Pisa Kulesi
1170'lerde yapımı başlamış. Daha ikinci katını çıkmadan kulenin bir tarafı toprağın içine göçmeye başlamış. Nedeni de çok basit. Temelin yarısını yumuşak toprağın üzerine atmışlar.

Düşünün, nasıl boktan bir durum. Onca para harcayıp işe kalkıyorsunuz, beş yıl sonra gacırt, kule yana yatıyor.

Benim asıl anlamadığım, kulenin yana yattığını görmelerine rağmen niye inşaata devam ettikleri. İnşaatın iki yüz yıl sürdüğünü düşünürseniz, beş yılı çöpe atmak dünyanın sonu olmasa gerek.

Artık niye devam etmişlerse etmişler ve kuleyi bitirmişler. Ağırlık merkezinden indirilen hayali dikey bir çizgi hala temelin sınırları içinde kaldığı için yıkılmıyor, ancak görmeyenleriniz için, kule öyle birazcık, dikkat ederseniz fark edilebilecek kadar falan deği, ayan, beyan eğri!

Mimarı kimdir, hala kesin olarak bilinmiyor. Yediği haltı gördükten sonra muhtemelen utanıp kaçmıştır. Ancak bu hata Pisa kulesini dünyada bir tane yaptığı için kule ulusal bir sembole dönüşmüş, ufacık kent de uluslararası bir turist destinasyonu olmuştur.

Yani eğer kule doğru yapılsaydı, dünyadaki yüzbinlerce kuleden biri olacak ve bembeyaz mermerlerle gerçekten harika bir görünümü olmasına rağmen, arada kaybolup gidecekti. Şimdi ise dünyada bir tane!

Mimar da işte böyle, boş yere utandığıyla kalmış. Yaşasaydı milli kahraman ilan edilip, maaşa bağlarlardı herhalde 😊

Ancak kule yapıldığımda yana yatıp öylece kalmamış tabi. Yakın zamana kadar artan bir açıyla yana yatmaya devam etmiş.

Haklı olarak İtalyanların etekleri tutuşmuş ve ne yaparız da bu yana yatmasını engelleriz diye araştırmaya başlamışlar. Kuleyi düzeltmek bir opsiyon değil tabi. Kule düzelirse espirisi kaçacak. Hedef daha fazla yatmasını durdurmak.

Ve durdurmuşlar da. Temelin sert tarafından tonlarca toprak alıp, kuleyi "accık" düzeltmişler.

Uzmanlara göre en az iki yüz yıl daha bu haliyle kalacakmış. Ziyaret etmek için acele etmeyin yani 😜

Kulenin tarihte renkli hikayeleri de var.

Bir gün Galile - ki Pisa'lıdır, farklı ağırlıktaki top güllelerini bu kulenin tepesinden yere atmaya başlamış ve ağırlığı ne olursa olsun, her maddenin aynı hızla, dolayısıyla da aynı zamanda yere düştüğünü kanıtlamış.

İkinci dünya savaşında Alman askerleri bu kuleyi gözetleme için kullanıyorlarmış. Öncü bir ABD gurubu kuledeki askerleri farketmiş, ancak kulenin güzelliğini görüp, yıkılmasını önlemek için topçu ateşi istemekten vaz geçmişler.

ABD'li askerler kulenin güzelliğinden etkilenmekte gerçekten haklılar. Sadece kule değil, yanındaki katedral de bir dünya harikası.

Öğlen güneşi altında, kulenin dibinde iki karpuz suyu içtikten sonra geleneksel turist rutinine başladık.

🐝Mezzy🐝 olmanın faydaları, sevgili kızımın normalde girilmesi yasak olan kule önündeki çimli alana kordonların altından girmesine göz yumduk - hatta biraz da "teşvik" ettik, kimse de ses çıkarmadı. 🐝Mezzycik🐝 bu dünya harikasının önünde tek başına bol bol koştu, oynadı. Sonra da annesinin omuzuna çıkıp, düşmesin diye kuleyi bir fotoğraf karesinde beraberce tuttular 🙂

Pisa Toskano'nun çok önemli bir noktası olmasına rağmen, Toskano şarapları konusuna girmek için doğru yerlerden biri değil arkadaşlar. Ancak bu durum bir sonraki durağımızda yavaş yavaş değişmeye başlayacaktı.

Çünkü Pisa'ya kadarki geleneksel kuzey İtalya manzarası, Pisa'dan ayrıldıktan sonra, yerini yavaş yavaş üzüm bağlarına bırakmaya başlamıştı.

Toskano'daki üzümlerin kralı elbette ki Sangiovese - sadece kırmızı şarap için konuşuyorum tabi, Toskano'da yapılan her şarap ya tamamen, ya da büyük oranda Sangiovese üzümünden yapılır.

Sadece İtalya'ya, büyük oranda da Toskano'ya özgü bir üzüm bu Sangiovese. Çok aromatik değil ama tanin ve asiditesi yüksek. Ondan dolayı çok güzel yıllanıyor. Kendine has bir de tadı var, hangi üzümün yok ki 😊. Seveni çok olsa da kimisi bu üzümden pek haz etmez. Zevk meselesi, hep söylediğim gibi. Ben deli olurum tadına hattızatında.

Pisa'dan ayrıldıktan sonra etrafta tek-tük üzüm bağları belirmeye başladı. Biraz sonra ise her yer üzüm bağları ve zeytin ağaçları ile kaplandı. Daha sınıra da yeşilliklerin arasında bir tepenin üzerinde bütün güzelliğiyle San Gimignano köyü ortaya çıktı.

San Gimignano
San Gimignano, üçüncü yüzyılda yapılmış bir kalenin etrafında gelişmiş bir şehir. Geminianus isimli bir piskopos, Atilla'yla konuşup, kalenin yıkmasını engellemiş ve bu yüzden de kentin ismini San Gimignano yapmışlar.

Lafı çok uzatmadan size şöyle anlatayım. Park, tuvalet, Max Mara gibi levhaları kaldırın, başka hiç bir değişikliğe gerek kalmadan bir ortaçağ filmi çekebilirsiniz bu harikulade köyde. Şimdiye kadar bu derece bakımlı bir ortaçağ köyü görmedim. Her evden bir papaz, bir şövalye fırlayacakmış gibi geliyor insana.

San Gimignano'nun dikkat çeken bir özelliği kuleleri. Bol bol kule var köyde, bazıları da gerçekten ahkamlı, yüksek kuleler.

"No Pepperoni, Peperino!"
Köyün merkezinde bir cafe'ye oturduk ve Toskana'daki ilk şarabımı söyledim. Öyle hiç seçmeden, bakmadan, bana bir Sangiovese lütfen dedim garson kıza. İki dakika sonra kan kırmızı bir bardak şarap gelmişti önüme. İç, bir bak tadına dedi kız. Bir yudum aldım ve çok renkli kelimelerle süslemeden, mutlu oldum. Jelena da bir yudum aldı ve yolculuk boyunca bu şaraptan bahsetti - ki Jelena öyle fazlaca şarap seven biri değildir.

Şarabın ismi Peperino. Altı yüz yıldır şarapçılıkla uğraşan bir ailenin averaj sayılabilecek bir ürünü. Ama averajını yiyeyim! Her gün içerim bunu, hiç sorunsuz.

Beş dakika sonra garson kıza, biraz da şirinlik olsun diye bir bardak daha "pepperoni" getirir misin? diye sordum, o da yalandan kızdı bana, "No Pepperoni, Peperino!" diye.

İlk bardak acil şarap ihtiyacını karşıladığı için bu ikinci bardağı İtalyanların dediği gibi "Piano, Piano", yani yavaş yavaş, tadını çıkararak içtim. Hayat güzeldi! 🍷😍

San Gimignano, bence herkesin gezi listesine mutlaka girmesi gereken bir yer. UNESCO tarih mirası listesine falan çoktan eklemiş tabi, ama bu listede olan diğer yerlere göre bile daha özel bir yer San Gimignano.

Günün son durağı ise emperyal bir kent olan Siena idi.

Jelena, Siena'ya beş-altı kilometre uzakta, üzüm bağları içerisinde bir otel bulmuştu bize. Otel dediysem bir ailenin hem yaşayıp, hem de otel şeklşnde işlettikleri bir çiftlik evi. Şimdiye kadar kaldığım en ilginç otellerden biri. Hatta, eğer bilseydim, Jelena'ya, balayımızı burada geçirmeyi bile teklif ederdim. O kadar güzel, o kadar romantik bir yer ki, anlatması zor.

Kendi bağlarının üzümü ile kendi şaraplarını yapıyorlar. Sienanın tepeleri dedikleri bir tür Chianti, bu şarap biraz sınıra anlatırım şarapsal detaylarını.

Daha Check-in yaparken Vin Santo dedikleri, şarap sonrası kalan üzümlerden yapılan, yine ev imalatı, tatlı şaraplarından ikram ettiler.

Bu Vin Santo'ya yakın zamandır çok sempati besleyip, yeni bir tat geliştirmeye başladım arkadaşlar.

Vin Santo, dijestif denilen, yemek sonrası likörlerinden. Ancak benzeri Grappa, Marc, Konyak, Armanyak gibi dijestiflere göre çok daha az alkol içeriyor, böylece, iki kadeh içince çarpılıp, konuşamaz hale gelmeden tadını çıkarabiliyorsunuz. Hele bir de yanında, yine Toskano'dan, Cantucci dedikleri İtalyanların müthiş lezzetteki bademli kurabiyelerinden varsa, hayat daha da güzelleşiyor. Bunları Vin Santo'ya batırıp, batırıp yiyebilirsiniz.

Otelde hiç vakit kaybetmeden Siena'ya yöneldik.

Her yer yokuş
Siena çok yüksekte bir kent. Diğer antik kentlerin aksine bir nehir kenarında kurulu değil, buna rağmen Kara Ölüm'e kadar Floransa'dan bile büyük bir şehir haline gelmiş. Zamanın bir mühendislik harikası, yer altı tünelleri ile suyu çeşmelere dağıtabilmiş, böylece kentin büyümesi sağlanmış.

Ancak, her yer yokuş.

Park yerinden şehrin başlangıcına bile yüzlerce metrelik yürüyen merdivenlerle çıktık.

Yine UNESCO'nun kültür mirası şehir merkezine geldiğimizde, kendimi Manhattan'da yürüyormuş gibi hissettim. Günün ortasında bile Manhattan caddeleri, gökdelenlerin yüksekliğinden güneş almaz, hep gölgede kalır. Siena'nın sokakları da işte böyle, hep karanlık. Ancak yolun etrafımda Manhattan'ın gökdelenleri yerine neredeyse bin yıllık tarihi binalar var. Siyaha çalan taşlardan yapılmış bu binalar ilk görüşte insanı çok etkiliyor.

Daha merkezine gelmeden bile Siena insana, bak kardeşim, ben öyle bildiğin yerlere benzemem, çok özel, çok farklı bir kentim diyor.

Piazza del Campo
Merkezindeki Piazza del Campo isimli meydana geldiğimizde ise ağızım açık etrafıma bakakaldım.

Devasa bir meydan! En üstü bir yarım daire şeklinde başlayıp, bir tabak gibi alçalarak, koca bir kule ve kilise ile son buluyor.

Bu meydanda, tarih boyunca, bu gün de dahil, senede iki kere Palio adı verilen at yarışları yapılıyormuş. Hayvanlarla yapılan bu aktiviteleri pek sevmiyorum ama meydanın büyüklüğü hakkında bir fikir vermesi bakımından söylemek istedim.

🐝Mezzy🐝 yine bu meydanda alabildiğince koştu, kuşları kovaladı, çocuklarla oynadı.

Mezzy kuşları kovaladı
Akşam yemeği için meydanın arkasında tipik bir restoran'a gittik. Restoranın sahibi 🐝Mezzy🐝 için, Pesto benzeri, ancak basil yerine Toskano'da yetişen bir baharatla - adını söyledi ama unuttum, söylenişi "dragon" kelimesini andırıyor - spagetti hazırladı. Bir şişe Siena Tepeleri Chianti'si ile birlikte yemeğimizi yedik.

Restoran sahibi bize kahve ikram etti, ancak ben arsızlık edip Caffe Corretto istedim. İtalyaya yolunuz düşerse mutlaka deneyin. Caffe Corretto, Doğru Kahve demek. Doğruluğu da içine koydukları alkolden kaynaklanıyor 😛 Kahveye istediğiniz herhangi bir likörü koymak mümkün ama ben Grappa ile seviyorum. Sambuca ile deneyip, bir rakı tadı da alabilirsiniz dilerseniz.

Bir şişe Siena Tepeleri Chianti'si ile yemeğimizi yedik
Ertesi sabah uyandığımızda, terasımızdan inanılması güç güzellikte bir manzara bizi bekliyordu. Yeşilliklerin içine serpiştirilmiş minik kahverengi kaleler, üzümler ve zeytinler...

Bu kalelerin bir tanesi, Chianti Classico şeklinde isimlendirilebilecek şarapların yapılabileceği Sangiovese bağlarının sınırlarını belirliyordu. Üzümleriniz bu kalemin sağında ise yaptığınız Chianti'ye Chianti Classico, solunda ise ancak bir alt kalite olan Siena Tepeleri, yani Chianti Colle Senesi ismini verebiliyorsunuz.

Böyle afaki tanımlar Burgonya'da da bolca var. Aynı tepe üzerinde, aralarında bir metre olan iki parselden bir Grand Cru, diğeri Premiere Cru.

İş böyle cıvıtınca biraz meraklısı artık bu sadece bağ yada bölge bazında ayrımı çok da ciddiye almıyor. İlk gece Siena'da içtiğimiz Chianti Colle Senesi, daha önce içtiğim bir çok Chianti Classico'ya beş basardı. Ama açın, okuyun, her yerde Chianti Colle Senesi'yi hemen için, aman o fazla yıllanmaz, averaj, masa şarabı falan der.

İşin aslı, Toskana'da ne Chianti, ne Chianti değil, o da ayrı bir karmaşa, ama bu konuya sonra geleceğiz.

Montalcino
Toskano'da güzelim bir manzarayla, yemyeşil köy yollarında bir saate yakın bir yolculuk bizi Montalcino köyüne getirdi.

Montalcino yine varoluşunu şarap üretimine borçlu, ancak güzellik konusunda benzerleriyle kolayca yarışabilecek bir köy.

Toskano'nun en iddalı şaraplarından Brunello di Montalcino sadece Montalcino'da yapılıyor. 1800'lü yıllara kadar Montalcinolular şaraplarının Brunello isimli, farklı bir üzümden yapıldığını idda etmişler ama deneyler Brunello'nun aslında Sangiovese'den başka birşey olmadığını kanıtlamış. Montalcinolular da o güne kadar üzüm ismi diye pazarladıkları Brunello'yu, şaraplarının ismi olarak kullanmaya başlamışlar.

Sabah herkes kahve içip, kahvaltılarını ederken
Kısaca Brunello di Montalcino, yüzde yüz Sangiovese üzümümden yapılan, ve bunu daha fazla nasıl üzerine basarak söyleyebilirim bilmiyorum, gerçekten istisnai güzellikte bir şarap.

Sabahın dokuzunda herkes kahve içip, kahvaltılarını ederken, ilk cafe"ye girip bir yaşındaki en kötü şişesi bile 20 yurodan başlayan, on beş küsür senelik bir kadeh Brunelli (isim benzerliğinden yanılmayın, Brunelli, Brunello di Montalcino yapan bir şarap üreticisi) sipariş ettim. Her damlasından zevk alarak içtim, bir kadeh daha söyledim, onu da içtim, anasını satayım 🍷😛 Ne yalan söyleyeyim, Jelena kolumdan çekip hadi'lemeseydi, üçüncüsünü de içecektim...

Montalcino
Köyde biraz gezindik, güzel bir kalesi var, onu da gördük, bir iki şişe şarap da aldık ve arabaya döndük. Jelena'yla anlaşmamız gereği, gün içersinde şoförlük görevini devraldı, ben de ailemiz için çeşnicibaşılığa devam ettim 😊

Yarım saat kadar sonra Pienza köyündeydik. Burası da yine UNESCO'nun dünya mirası ilan ettiği bir yer, ve yine her tarafı kim bilir kaç bin senelik tarih. Artık ben sıkıldım çok güzel demekten. Gidin, görün abicim. Pienza'da bir de envai çeşit İtalyan peyniri bulabilirsiniz. Şarap bakımından kendi üretimi şarapları var mı, yada nasıllar, bilmiyorum, ama sonuçta Toskano işte, iyidir mutlaka.

Pienza

Sizlere bunları yazıyorken Jelena kahveyle iyi gider deyip bir tane cantucci getirdi. Tam bir ısırık almışken 🐝Mezzy🐝 gelip kalanı elimden çaldı, gözümün içine baka baka yedi, bitirdi 😍😊

Pienza'dan sonraki durağımız yine Toskano'nun en iddalı, dünyaca ünlü şaraplarından birinin yapıldığı Montepulciano köyüydü. Yazının başlarında söylediğim gibi Vino Nobile di Montepulciano şarabı burada yapılıyor (Abruzzo bölgesinden gelme Montepulciano d'Abruzzo ile karıştırmayalım). Bu şarap da tamamen Sangiovese üzümünden yapılma ve söylemeye yine hacet yok, tüm dünyanın tanıdığı ve sevdiği bir şarap.

Montepulciano
Montepulciano, diğer şarap köylerine göre oldukça büyük, ancak biraz fazla turistik olmuş. Her türlü İtalyan giysi markasının mağazaları, restoranlar, barlar, vesaire bol bol bulunmakta. Kilisenin önünde beş-altı Ferrari park etmişti. Olasılıkla rent-a-car için oradaydılar.

Montepulciano'da bir öğlen yemeği yedik ve tahmin edin, hangi şarabı içtik? Tabi ki mükemmel bir Bordo 😜

Montepulciano, Montalcino ile Milano karışımı bir yer. Çok güzel, tarihi falan ama bir o kadar da ticari. Ben çok haz etmiyorum böyle yerlerden ancak benden başka herkesin rahatça sevebileceği bir yer. Buna rağmen görmeyen de otursun ağlasın. Montepulciano'da Montepulciano içmek bir yaşam aşaması işte.

Hayat vasat şarap içmeyecek kadar kısa
Günün sonuna doğru, bir sonraki hedefimiz Cortona'ya ulaştık. Normal zamanda görseydik, size yarım sayfa nasıl güzel bir yer olduğunu anlatabilirdim ama onca tarih, güzellik, cazibe ve şaraptan sonra Cortona biraz altı-gıdıkladı oldu.

Cortona biraz altı-gıdıkladı oldu
Siena'ya geri döndüğümüzde saat yediyi bulmuştu. Önceki gün gidemediğimiz bir iki yerini daha gördük ve akşam yemeği için bu kez katedral meydanının yakınlarında, gerçekten iyi kalite bir restoran bulduk. Kendimize birinci kalite bir şişe Montepulciano söyledik.

Ne var ki sevgili karımla baş başa güzel bir şarapla romantik bir akşam yemeği yediğimiz günler geride kalmıştı.

Masanın sağ tarafında hiç bir bardak, tabak, çatal, bıçak, çiçek, mum falan yoktu. Çünkü 🐝Mezzy🐝 elinin uzanabildiği herşeyi alıp, sağa sola fırlatıyordu.

Masanın sağ tarafı boş
Jelena, çabucak yemeğini yedi, ancak 🐝Mezzy🐝 için söylediğimiz makarna tabağını, masanın altında, kucağımda tutmak zorunda kaldı. Kızcağızın bacakları yansa da, o makarnaları tek tek 🐝Mezzy🐝'ye yedirdi. Annelik böyle bir şey işte ❤️

Sabah kalkıp o güzelim otelimize veda ettik. Hedef bu kez Chianti Classico bölgesinin kalbindeki Greve köyüydü.

Chianti şarabı, şimdiye kadarki şarapların aksine yüzde yüz Sangiovese üzümünden değil, çoğunluğu halen Sangiovese olsa da başka üzümlerin de harmanıyla yapılan bir şarap.

Greve
Toskano'nun en çok üretilen şarabı desek yanılmış olmayız. Sizlere bahsettiğim diğer şarapların aksine Chianti bir köyde değil, Toskano'nun her yerinde üretiliyor.

Bir şarabın Chianti sayılması için en başta Chianti bölgesinden gelme üzümlerle yapılması gerekiyor. Chianti Bölgesi neredeyse Toskano'nun tümünü kapsıyor, o yüzden Toskano'da üretilen her şarap bu bölge şartını karşılıyor. Şarap Chianti bölgesi içerisinde Chianti Classico diye tanımlanan daha dar bir alandan gelme üzümlerle yapılmışsa bu kez Chianti Classico olabiliyor.

Chianti olmanın başka şartları alkol oranı, üzümlerin hangi sıklıkla ekildiği, kaç yıl fıçıda, kaç yıl şişede yıllandığı gibi parametreler.

İş işte burada karışıyor.

Çünkü bu parametrelerin hepsi "minimum" ları belirliyor. Bunun yanında üzüm tipleri için çok fazla sınırlama yok. Normal Chianti için beyaz üzüm bile kullanmak mümkün.

Hal böyle olunca hemen her şarap Chianti sayılabiliyor. Aklını peynir ekmekle yemişse bir Montalcino üreticisi teorik olarak şişenin üstüne Chianti yazabilir, çünkü Montalcino şarabı en basit Chianti minimumlarının hepsini karşılıyor.

Bu yüzden de çok farklı tatlarda Chianti bulmak mümkün olabiliyor.

Chianti'nin bir üstü Chianti Classico, Chianti Classico'nun bir üstü de Chianti Classsico Riserva. Bu sonuncuyu üretmek gerçekten zor. İtalyan devletinin yetkilileri şarabı tadıp ancak öyle onaylıyorlar. Şişeleri bir sepet içinde satılan İtalyan şarapları çoğunlukla bu Riserva türü, fiyatları da bayağı yüksek.

Chianti Bölgesi tüm dünyaya şarap üretmekle meşgul. Buraya kadar gelip de Chianti'yi gördüm demek isteyenler için Greve köyünü seçmişler, turistik bir hale getirmişler. Güzel bir köy ama çok bir şey yok görecek.

Biz de bu ziyareti erken bir öğle yemeği için kullandık. Mükemmel bir carpaccio yanında tabi ki bol bol Chianti Riserva içtim.

Sıra Toskano'daki son durağımıza gelmişti

Sevgili arkadaşlar, hepimiz tarih derslerinden Rönesans konusunu hatırlarız. Avrupada güçlenen orta sınıfın bilim ve sanata ilgi duyması falan gibi bir tanımı vardır. Herkes gibi ben de okudum tabi ama en azından kendi adıma söyleyeyim, çok da hissederek anlamış değilimdir. Sıkıcı, papağan misali, okutmuş olmak için okutulan, öğrenip anlamaktan ziyade bize zorla ezberletilen tarih konularından biridir.

Huyumuzdur, ne tarihi anlamak için öğrenir, ne de anladıklarımızdan bir sonuç çıkarmaya çalışırız.

Çünkü dünyadan uzak yaşarız. Zaten herşeyi bildiğimiz için etrafımızda olanları tek göz, tek kulakla dinler, olan biteni değil, görmek ve duymak istediğimizi görür ve duyarız.

Alın Osmanlıyı mesela. Trajikomik bir örnektir ama çok etkilemiştir beni.

Reisü’l-Küttab Ahmed Atıf Efendi, sarayın isteği ile hazırladığı bir yazıda Fransız Devrimini şöyle tanımlamıştır:

"Fransız Devrimi bir fitne ve fesat kaynağıdır. Etrafa şer yaymaktadır. Voltaire ve Rousseau gibi zındıklar peygamberleri kötüleyip bütün dinleri ortadan kaldırmaya gayret etmektedirler"

Ve dünyevi zevklere, dinsizlere, laiklere bir dolu renkli gönderme...

Dünyayı değiştiren Fransız Devrimi boyunca Osmanlı bu tarihi olayı anlamamış, bir sonuç çıkaramamış, o yüzden de bu tarihi olayın kazanımlarından kendini mahrum etmiştir.

Sonrasında bu zındıklar yıllarca Osmanlıya hasta adam diye gülmüş - ki bu gelenek bugün de sürmekte, duyun-u umumiye ile boğazına çöküp, elinde avucunda ne kaldıysa almış, alamadığını da çocuğuna, torununa ödetmiştir.

Tarihi anlamak bundan dolayı önemlidir işte.

Rönesansı da aynı şekilde, tek göz, tek kulak izleyip, lan Avrupa'da bir şeyler oluyor gibi ama siktiret demiş, geçmişizdir.

Avrupadaki orta sınıfın bilim ve sanata ilgi göstermesi diye geçiştirdiğimiz Rönesans, benim fikrimce, batıyı Müslümanların gıpta ettiği, para ve adalet aramak için kapısında el açtıkları bu günkü durumuna getiren en temel olaydır.

Yani Avrupa ve ABD, bu günkü güç ve zenginliklerini Rönesansa borçludur.

Gelin çok fazla tarihi detayla kafamızı şişirmeden kısaca ne demek istediğimi anlatayım.

Batı, kendisini büyük miktarda Roma, göreceli olarak biraz daha az da olsa yine önemli bir oranda Yunan kültürünün mirasçısı olarak tanımlar.

Bugün ABD"nin kongre binasından, Finlandiya'nın meclis binasına kadar demokrasiyi temsil eden bir çok yapı Greko-Romen yani Yunan-Roma tarzıdır.

İspanyolca, Fransızca, Almanca, Portekizce, Felemenkçe, Slavik diller, İskandinav dilleri ve temelde yukardaki dillerden çalıntı/derleme bir dil olan İngilizce, Latince ve Yunanca kelimelerle doludur.

Batının temel değerleri olan ekonomi, demokrasi, parlemento, anayasa, yasama, yargı, seçme, seçilme, oy verme, felsefe, bilim, eğitim, gastronomi gibi kavramların tümü başta Yunan, sonrasında bunları geliştirip yaygınlaştırmış olan Roma uygarlıklarından gelir.

Antik Yunanlılar şehir devletleri halinde günümüzün Yunanistanı, Ege adaları ve Türkiye'nin batısında yerleşmişken, Romalılar yayılmacı bir politika izleyip bütün Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu'yu ellerine geçirmiş, buralarda bir medeniyet kurmuştu.

Bu imparatorluğun gücü ve boyutları yüzünden batı bu günkü uygarlığını daha ziyade Romalılara bağlasa da, ben şahsen Yunan uygarlığının batı üzerindeki etkisini çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Sonuçta Latinler, Yunanlıların eseri olan bilim, demokrasi, ekonomi gibi kavramları sadece geliştirip, uygulamışlardı. Hattızatında Büyük Roma İmparatorluğunun çöküp, Batı ve Doğu Roma yani Bizans olarak ayrışması da göstermiştir ki, Roma İmparatorluğunun hatrı sayılır bir bölümü zaten Yunanlıydı - Bizans İmparatorluğunun aslen Yunan olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım.

Eski Yunanlılar politeist, yani çok tanrılı bir inanışa sahipti. On iki Olimpik (Olympian kelimesini çevirmeye çalıştım, yanlış olabilir) tanrıları vardı. Çoğunu bilirsiniz, Zeus, Poseidon, Hera, Demeter, Atena, Ares, Afrodit, Apollo, Artemis, Hepaestus, Hermes ve Dionysus. Bunlar sevgi, kıskançlık, intikam gibi insansı özellikleri taşıyan ve birbirleriyle aşk ya da akrabalık ilişkileri bulunan tanrılardı.

Romalılar da aynen Yunanlılar gibi politeistlerdi. Tanrıları bile Yunan inanışının tanrılarıyla neredeyse aynıydı, sadece isimleri değişmişti. Artemis Diana, Afrodit Venüs, Ares Mars olmuş, fonksiyonları bile aynı kalmıştı.

Sonrasında Romaya Hristiyanlık geldi, ama bir geldi, pir geldi. Hazreti İsa'yı çarmıha geren Romalılar, herkesten çok Katolik oldular. Yunan kökenli Romalılar ise halen Rum-Ortadoksluğu benimsemişlerdi.

Avrupa Ortaçağ'a girdi.

Tarihin en kapsamlı yobazlığı başladı. İnsanlar ya zorla din değiştirdiler, ya da Hristiyanlık adına öldürüldüler. Din bir inanıştan çıkıp, yönetim biçimi haline dönüştü. Papalık kurumu devlet işlerini eline aldı. Eskiden İmparator ve Senatonun elimde bulunan yürütme yetkisi ve finansal gelirin toplanıp dağıtılması kilisenin eline geçti.

İş dinden çıkmış, tam anlamıyla bir şirkete dönüşmüştü. Eh, bu tezgahın süregelmesi için insanların "Ya, ne oluyor?" gibi soruları sormaması gerekiyordu.

O yüzden halkı terörize etmeye başladılar.

Kadınlar cadı diye yakıldı, genç kızlar kafalarındaki şeytanlar çıksın diye kafataslarına canlı canlı matkaplarla delikler açıldı. Erkekler inançsız diye öldürüldü, sürüldü. Malları, mülkleri ellerinden alındı.

İncili Latince bilen köyün kadısı, doktoru ve papazı dışında kimse okuyup anlayamıyordu, o yüzden papaz ne derse doğru farz ediliyor, ona göre insanlar birbirlerini gırtlaklıyor, savaşa gidiyor, yakıyor, yıkıyor, tecavüz ediyor ve öldürüyordu.

Bir-iki asır içinde koca Roma İmparatorluğu çöktü. Bizanslılar göreceli olarak Avrupa'ya biraz uzakta varlıklarını sürdürdüler. Katolik Avrupa bu kez Alman İmparatorlar tarafımdan yönetilmeye başladı. Bu Alman imparatorlar, ülkelerini Kutsal Roma İmparatorluğu diye isimlendirmeye devam etti.

Alman imparatorlar (ve devamımdakiler) Papayla anlaşıp, yönetimi paylaştılar. Avrupa artık bugünün İran'ı örneği, Papalığın onaylayıp desteklediği güç sahipleri tarafından yönetildi.

Bu dönemde sömürü son safhasına gelmişti. Halk sadece ölmeyecek kadar yiyebiliyor, gelirin tümü kilise ve imparatorlara gidiyordu. Din ayağa düşmüş, insanlara cennet bileti kesiliyor, engizisyon mahkemeleri tamamen keyfi kurallarla kilise ve imparatorun direktifleriyle yargı işlerini yürütüyordu.

Mutluluk veren, neşeyi çağrıştıran her şey din adına yasaklanmıştı. İsa çarmıha gerilerek ölmüştü. Bu üzücü bir şeydi ve herkes üzülmeliydi. Neşeli müzik yapılmaz, insanlar gülmez, kadınlar başlarını örter, bekaret olmazsa olmaz, herkes kiliseye gider, kimse karısından, kocasından boşanamaz, kısacası hayattan zevk alamazdı.

Zevk, mutluluk günahtı. Sadece şarap serbestti. Şarap içenin de zaten soru soracak kafası kalmıyordu. Ertesi gün ya tarlaya, ya da savaşa, ölmeye gidiyordu.

Neyse ki Türkler Müslümandı ve yukarda anlattıklarımın "hiçbiri" ne o zaman, ne de bugün bizim başımıza gelmemişti! Ama konumuz bu değil...

Batı Romanın bulunduğu, bu günün İtalya'sında ise durum biraz daha farklıydı. İmparatorluklar yerine Cenova, Venedik, Siena, Floransa, Napoli gibi şehir devletleri oluşmuştu. Bu devletler ufak tefek ticaret yapıyor, ya birbirlerine mal satıyor, ya da birbirlerini gırtlaklıyorlardı. Batı Avrupanın imparatorlarımdan tam bağımsız olmasalar da, çok sıkı bağlarla da bağlı değillerdi.

İşte Ortaçağın sonlarına doğru Avrupa bu haldeydi.

Sonra hiç beklenmedik bir olay gerçekleşti.

1350'li yıllarda, farelerin üzerinde yaşayan bitler, Asyadan Kara Ölüm dedikleri vebayı Avrupaya getirdi.

İki yüz milyona yakın insan öldü. Bu gün bile Rusya, Türkiye ve Ukrayna dışımda Avrupanın nüfusunun beş yüz milyon olduğunu düşünürseniz, işin vehametini daha iyi anlarsınız.

Bir çok şehirin nüfusunun yarısından fazlası bu salgına kurban gitti. Aynı şey bugün İstanbul'un başına gelse sekiz milyon can kaybı demektir, artık siz hesaplayın. Tarım, ticaret, üretim ve savaşlar dahil herşey durmuştu.

Avrupa Kara Ölümün etkilerini yüzyıllar boyunca üzerinden atamayacaktı. Eskinin görkemli imparatorlukları güçlerini kaybedecek, yavaş yavaş dağılma yoluna girecekti.

Bu güç boşluğunun sonucunda, eski Roma İmparatorluğunun, ya da bugünün İtalya'sının bulunduğu topraklardaki şehir devletlerinde yeni bir güç odağı gelişmiş, bu şehirlere egemen olmuştu.

Bu yeni egemen sınıf, o güne kadar olası gelen geleneğin aksine öyle soylu, aristokrat tabaka değil, ticaretle yani bildiğimiz al-satla uğraşan ailelerdi.

Bu ailelerin cebinde paraları vardı ve Kara Ölüm gibi bir felaketten sonra İsa çarmıha gerildi diye üzülmeye devam etmektense biraz hayattan zevk almak, mutlu olmak istiyorlardı.

Bu hayattan zevk almak, her akşam votka rakı ve şarap, ya da karı-kız şeklinde değil, daha ziyade sanat ağırlıklı olarak kendini gösterdi.

Yeni "paralanmış" bu kesim, hüzünlü ilahiler yerine neşeli sonatlar, Incil hikayeleri yerine aşk şarkıları, operalar, komedi oyunları gibi sanatsal aktiviteleri desteklediler.

Sanat ise bilimi doğurdu. Yeni binalar mühendisliği, mühendislik matematiği geliştirdi. Ticaret için yapılan yolculuklar astronomiyi destekledi ve Avrupa bir anda ayağa kalkıp ilerlemeye başladı.

Ortaçağ kapandı, yeniçağ başladı.

Yeniçağın başlangıcı olarak İstanbulun fethi, yani 1453 kabul edilir. Bu sadece tarihte bir referans noktasıdır, yoksa İstanbulun fethinin direkt olarak ortaçağın sona ermesi üzerinde bir etkisi yoktur.

Bizler biraz severiz kendimize paye çıkarmayı, ondan dolayı sanki Fatih İstanbulu alıp, ortaçağı kapatmış, Sonra da "Haydi Galile, haydi yavrum Mikelanjelo, ben İstanbulu aldım, siz de artık şu Rönesansı aradan çıkarın" falan demiş gibi algılarız.

İstanbulun fethinin Rönesansa olası tek etkisi, zamanında Karoliklere göre kat be kat ilerde olan Yunan Ortadoks aydınlarının İstanbuldan kaçıp, İtalyaya gitmesi olabilir.

İşte Rönesans benim gözümde bu arkadaşlar.

Anlamı yeniden doğum. Avrupa (ve Avrupanın çocuğu ABD) yeniden doğdu, sadece Rönesans sayesinde dünyanın gerisine göre nesillerce fark attı.

Ancak kimsenin çok fazla seslendirmediği en temel değişiklik Rönesans ile birlikte dinin etkisinin kalkması oldu. Kısaca din, devlet yönetiminden ayrıldı. Kiliseni etkisi azaldı, halk para kazanıp, refahını artırmaya, hayattan zevk almak için çalışmaya başladı.

Tahmin edileceğinin aksine Rönesans dinle savaşmadı. Tam tersine Mikelanjelo gibi Rönesansın öz be öz çocukları kiliseler, katedraller, dini içerikli resimler yaptılar, diğer dini eserleri vücuda getirdiler. Katolisizmin kalbi Sistin şapelinin tavanı Mikelanjelo'nun eseri fresklerle kaplıdır.

Dini bakımdan Rönesans'ın ortadan kaldırdığı tek şey, dinin bir egemenlik aracı olarak kullanılmasıydı. Zaten Rönesansın en önemli açılımı Reform hareketi Protestanlığı ortaya çıkarıp, yumuşamış Katolisizmi bile bir kenara itti.

Rönesans, hiç bir zaman dinsizliği ya da ateizmi savunmadı. Bundandır ki günümüz Avrupası halen dindardır, belki de Müslümanlardan bile daha fazla. Kiliselerine giderler, dini bayramlarını kutlarlar, sadece kardinalden devlet başkanı yapıp, papazdan üniversite rektörü atamazlar..

İşte Toskano'daki son durağımız, Rönesansın beşiği dedikleri, bu hareketin başlangıç noktası olan Floransa kentiydi.

Bu kent mimarisi, güzelliği falan hepsi bir kenara, sadece Rönesans'da oynadığı rol yüzünden bile diğer bütün kentlerden farklılaşır, bir özellik, bir ayrıcalık kazanır benim gözümde.

Medici isimli bir aile Floransa'da Da Vinci, Mikelanjelo gibi sanatçıları destekleyerek paha biçilmez eserler yaratmış, Rönesans hareketine yakıt olmuştur. Dünya bu aileye çok şey borçludur.

Boccaccio, Botticelli, Mikelanjelo, Donatello, Florance Nightingale, Raphael, Torricelli, Amerigo Vespucci, Galile, Da Vinci hep Floransa'da yaşamış, burada ünlenmiş bilim insanları ve sanatçılardır.

Bugün konuşulan İtalyanca Floransa İtalyancasıdır. Eskileriniz hatırlar, Florin isimli para birimi de Floransa'dan gelmedir. Floransa bir dönem İtalya'nın başkenti de olmuştur. Söylemeye bile gerek yok, burası da bir UNESCO kültür mirası bölgesi.

Çok tarihle başınızı ağrıtmayayım. Dünyayı değiştirmiş bir şehirden söz ediyoruz.

Palazzo Vecchio
Piazza della Signoria meydanı antik Floransa'nın merkezi sayılır. Palazzo Vecchio yani eski saray bu meydanın en dikkat çeken yapısı. Yüksek duvarları ve saat kulesi ile muhteşem bir bina bu. Dan Brown sevenleriniz, bu sarayı Inferno'dan hatırlayacaktır.

Karşısından baktığınızda, sarayın hemen solunda, inanılmaz güzellikteki Neptün Çeşmesi yer alır. Şu sıralar bakımı yapılıyor ama önceki ziyaretlerimize dayanarak söylüyorum, harika bir eser.

Sarayın hemen önünde bulunan bir kaç heykelden en önemlisi ise Mikelanjelo'nun David (Davut) heykeli. Heykelden anlamayan benim gibi birini bile etkileyecek güzellikte bir eser, ne yazık ki sadece bir kopyası - aslını açık havada, meydanın ortasına koymak zaten akla ziyan. Çok isterseniz Güzel Sanatlar galerisinde aslını görebiliyor muşsunuz. Ben görmedim ancak genel kanı kopyasının aslını aratmadığı.

Bu yazıyı okuyanlarınız arasında olacağını tahmin etmesem de, eğer erkek ve kadın cinsel organlarının açıkta bulunduğu heykellerden rahatsız olanınız çıkarsa, bu meydana gitmemesini tavsiye ederim. Başta David, oldukça gerçekçi detaylar var. Zaten bu detaylardan hoşlanmayacak birisinin Floransa'yı ziyaretinde de bir anlam yada amaç olmaması gerekir ama, bakarsınız "Şekerim, hafta sonu Floransadaydık" demek için gelmiştir, kendi hesabıma uyarmış olayım 😜

Ponte Vecchio
Floransa'nın başka önemli bir ziyaret noktası ise Ponte Vecchio, yani Eski Köprü. Ta, ortaçağdan kalma, muhteşem bir tarih. Bana Venedik'teki Rialto köprüsünü hatırlatır.

Floransa'nın katedralinden de bahsetmeden geçmeyelim. Bembeyaz, muhteşem bir yapı. Kubbesi ise devasa boyutlarda. Mimari olarak bu kubbe dünyanın en ...'lerinden biri ama yıllar önce izlediğim bir belgeselden kaldı bu bilgi aklımda, tam en nesi hatırlamıyorum.

Floransa'nın her metrekaresi ayrı bir tarih arkadaşlar ve alış veriş için de mükemmel bir yer. Artık gidin ve görün şeklinde bir öneriyi gereksiz buluyorum. Bu şehir uygarlığın beşiği ve herkesin görmesi gerekir.

Boyum kadar bir şarap şişesini masaya bıraktı
Akşam yemeğimizi Katedral yakınlarında, açık havada bir restoranda yedik. Sokakta klasik müzik çalıyorlardı. Garsonla minik bir hangi şarabı içelim geyiğinden sonra, sinyor sen şarap seviyorsun dedi, ve boyum kadar bir şarap şişesini masaya bıraktı. Akşamın gerisi ise 🐝Mezzy🐝'nin peşinde koşmakla geçti.

İşte sizlere Toskano gezimiz. Biraz uzun oldu, farkndayım. İlk baştaki niyetim, gezi ve şaraplar için iki taksit yazmaktı, ancak yer olarak ilk yazıda şuraya gittik, bunu gördük, ikinci yazıda da şuraya gittik, bunu içtik şeklimde birbirini tekrar edeceği için vaz geçtim ve biraz uzun ve sıkıcı da olsa tek yazıyla her iki konuyu kapsamış oldum.

Sevgi ile kalın...

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Herşeyi İsteriz

Türk milleti olarak herşeyi isteriz.

Kahrolsun emperyalist Amerika der, buna rağmen adamları önce gemilerine bindirir, İskenderuna getirir, sonrada yaşasın bağımsızlık deyip geri göndeririz.

Adamlar bu kez Kürtlere ağır silah verdiğinde de sen ne biçim müttefiksin der, kızarız.

Çünkü toplumsal zekamız farklı olaylar arasındaki ilişkileri anlayamayacak kadar az gelişmiştir.

Her olayı diğerlerinden bağımsız, izole bir olgu olarak görür, sadece o an olana bitene tepki gösterir, yani viyaklarız.

Bu viyaklamaların tutarlı olması önemli değildir. Yani dün bir şeye viyaklarken, bugün 180 derece tersine viyaklamamız en ufak bir soru işareti, en ufak bir problem yaratmaz.

Ülkemizde Alevilerin Cemevlerini ibadet yeri saymaz, Yunanistan Atinaya Cami yaptırmıyor diye viyaklarız mesela.

Bundan yirmi sene önce Kürt yoktur, karda kart-kurt diye yürüyen dağ Türkleri vardır derken Bahçeli bugün benim Kürt kardeşlerim der. Kimse de bunda bir problem görmez.

Sadece isteklerimizde tutarsız değilizdir.

Mesela sıklıkla imkansızı isteriz.

Ben muhafazakarım. Karım çalışmasın, kızım çalışmasın ama iyi bir ülkede yaşayayım, iyi bir hayatım olsun.

Yada çocuğum hem imamhatip okusun, hem de atom mühendisi olsun deriz (atom mühendisliği isminde bir fakülte olmadığımı bilerek yazıyorum, anlıyorsunuz nedenini herhalde).

Bunlar doğaları itibarıyla olanaksız şeylerdir.

Bazı isteklerimizi ise dileyerek yerine getirebileceğimize inanırız.

Başka bir deyişle sadece söyleyerek bazı şeylerin gerçekleşeceğine inanırız.

Bir kanıt, bir dayanak, bir örnek falan gerekli değildir. Sadece öyledir deriz, öyle olduğunu zannederiz.

Sarma Türk yemeği, Türkiye cennet ülke, İslam barış dini gibi (bu örneklerin gerçekte doğru olup olmadıklarıyla ilgilenmiyorum, sadece konuşarak bunların gerçek olacağını düşünenlere bu lafım).

Sonra da karşımıza biraz akılla tartışan biri gelip mantık yürüttüğünde apışır kalırız. Türkiye cennet dediğinizde sarkıntılık edenler yüzünden yolda tek başına elli metre yürüyememiş bir turist kadına denk gelir, ya da başka nereyi gördün de Türkiye cennet diyorsun diye bir sorudan sonra ağızımız açık bakarız etrafa.

Ermeni bir arkadaşla bir iki kadehten sonra tarihi mevzulara girdik. Ben soykırım yok dedim, o da bak ben sana bildiğimi anlatayım, sen karar ver dedi.

On dakikada sayfalarca tarihi resim, yazı indirdi İnternetten.

Sonra da sordu. Sen niye yok diyorsun?

Bir cevabım yoktu. Kalben inanıyordum organize bir soykırım olmadığına, ama hazırlıksızdım, geçerli bir cevap veremedim.

Bayağı sonra has be has Türk, bir arkadaşla bir akşam yine iki kadehten sonra konusu açıldı. Ya dedim, soykırım yok diyoruz ama sanki bunları destekleyen kanıtlar yok gibi.

Zekası, toplumsal zeka ortalamasında, yani geri zekalıdan hallice...

Bu alık şahin gibi atladı, hemen buyurdu.

"Soykırım falan yok. Bunlar hep yalan."

Öyle bir konuşuyor ki, kendisi padişah, ferman veriyor hıyar.

Bu kadar zekayla baş etmek mümkün değil tabi.

Bir daha yazayım da, belki anlaşılırım. Soykırım oldu ya da olmadı demiyorum, bunu tartışmanın yöntemini sorguluyorum.

İşte bu kafayla, 1800'lerin Tophanesinde gece yarısı pantolonunuzu indirip, hafifçe öne eğilmiş gibi olursunuz.

Trump da, gelir, Putin de geçer...

14 Mayıs 2017 Pazar

Annem

Sevgili annemi kaybedeli 26 sene oldu arkadaşlar. Ölümüm bu yüksek tansiyondan olacak der dururdu, hiç alakası yokken bir kalp krizi aldı götürdü onu bizden.

O gün, bu gün, anneler günlerini normal bir gün gibi yaşamaya çalışır, acımı gömerim içime.

Herksin annesi özeldir, benim annem de bana özel işte.

Bu kez, bu anneler gününde biraz sessizliğimi bozayım istedim. Onu her gün ansamda bu kez yazıya dökeyim istedim.

Tayyiple KK'yı vakit harcayıp her gün ağızımıza doluyoruz da, sevgili annem için iki kelime yazmayayım mı?

Önce annemin, sonra tüm annelerin anneler günü kutlu olsun.

Kimse de merak etmesin. Bu dünyada son iki senedir bir Nezahat Nalcı daha var.

2 Mayıs 2017 Salı

Baba

Her milletin adı kadar doğruluğundan emin olduğu, ancak kendilerinden başka kimsenin aynı görüşü paylaşmadığı saplantıları vardır.

Diğer milletlere kaka atmaya başlamadan önce kendimize bakalım.

Gerçek bir Türk yaprak dolmasının ya da İzmirli değişiyle sarmanın öz be öz Türk olduğuna emindir mesela.

Halbuki yaprak dolması bütün Balkanlarda yaygındır. Üzüm yaprağından, zeytin yağı ile yapılır. Ne zeytin yağı, ne de üzüm yaprağı Türk mutfağının birer parçasıdır. Göçebe olan Türkler, koyunları ile gezdiklerinden zeytin ağacı dikip, zeytinleri hasatladıktan sonra yağlarını çıkarmaya, şarap yapmak için de üzüm yetiştirip, yapraklarını dolma için kullanmaya pek de meyilli değillerdir. Yaşam tarzları yüzünden koyun güdüp, kuzu çevirme yapmaya daha yatkındırlar.

Rakı da üzümden yapılma bir içkidir. Aslen Türk falan değildir. Tamamen Yunan kökenli olup, yolu düşen bir bardak uzo içerek aradaki benzerliği görebilir. Asıl Türk içkisi kımızdır. Göçer Türkler atlarının sütlerinden yaparlar. Bugün bile Kazakistanda kımız içebilirsiniz, ama oralarda ne rakı, ne de dolma gördüm.

Üzüm ve zeytinyağı, Akdeniz'in olmazsa olmazıdır. Yunan, Sırp, Hırvat, özellikle İtalyan ve İspanyol mutfağı zeytin yağı bazlıdır. Üzüm yaprağı ve üzümden yapılma içkiler ise yine bütün Akdenizde yaygındır. Üzüm aslen şarap için yetiştirilir, ancak üzüm artıklarından ya da şarap yapılmayacak kadar kötü üzümlerden de başka içkiler yapılır. Yurt dışındaysanız ve canınız rakı çekerse Yunanistan'da uzo, İtalya'da sambuca, Fransa'da pastice bir otuz beşliğin yerine sorunsuz geçer.

Ancak nüfusumuzun hemen hepsi rakının da, dolmanın da Türk olduğuna emindirler. Rakı bizim değil dediğinizde analarına küfür etmişsiniz gibi hırlarlar size.

Ne yapalım, saplantı işte.

Amerikalılar mesela, bir kuşun "tweet" diye öttüğüne emindirler. Elli yaşıma geldim, hala "tweeet" diye öten bir kuş görmedim. Ciik, gaaak falan neyse de, "tweet"... Yok be abi.

Ama Yank'lar evvel ezel bu hayvan seslerini tutturamazlar.

Allah aşkına siz hiç "kaka dudıl duuuu" diye öten bir horoz gördünüz mü? Kukuriku tamam, Fransızlar da öyle der, üü-üüürüüüü-üüüü daha bir gerçekçi ama kakadudılduuuu,... de get la!

İşte bu Amarikalılar koyunların da "meeeee" değil, 'baaaaa" dediklerine bütün kalpleriyle inanırlar.

Üstüne bir de bu koyun sesiyle çocuk şarkısı yapmışlar "Baaaa baaaa black sheep" diye.

Eh, kültür emperyalizmi işte. Youtube'da iki çocuk şarkısı çalın, hemen üçüncü olarak bu şarkı çıkıyor karşınıza.

Bizim 🐝Mezzy🐝'cik de bu şarkının hastası oldu işte. Kendi çapında söylüyor bile "Baaaaaa baaaa" diye.

Tabi ki sevgili kızımın şarkı söyleyip, eğlenmesi kadar güzel bir şey olamaz. Ancak bu şarkı benim tarafımda biraz karışıklığa yol açıyor.

Size şöyle izah edeyim.
Biz evde aramızda İngilizce kullanıyoruz. Karım 🐝Mezzy🐝'le Sırpça, ben de Türkçe konuşuyoruz. TV ve iPad izlerken de 🐝Mezzy🐝 devamlı Fransızca duyuyor.

Dört dil yani...

🐝Mezzy🐝'nin doktoru bizim bu halimize çok gülüyor. Ben kızım ne zaman konuşur diye sorduğumda, dört yaşına kadar yolu var dedi bize. Bi-lingual çocuklar normalde bir sene falan geç başlarlarmış konuşmaya. Quad-lingual olanlara tanrı yardım etsin tabi 😊

Ama umut fakirin ekmeğidir. Sevgili kızım bıgıııı-gıf-buguuu-baaa diye söylendiğinde, arada çıkan her "baaa" hecesini "baba" gibi duymaya çalışıyorum.

Üstüne de bu aptal şarkı gelince, 🐝Mezzy🐝 her 'baaaa' dediğinde bir oturup, bir kalkıyorum.

Ancak bu durum, bugün itibarıyla değişti.

Sevgili kızım, ben koltukta uzanmışken bir tırtıl gibi üzerime tırmandı ve ilk defa, hiç bir kuşkuya yer bırakmadan bana "baba" dedi.

Çok mutluyum sevgili arkadaşlar, anlatması çok zor bir duygu bu. ❤️

Şimdi Jelena "mama" için çalışmalara başladı 😛

Ancak çoklu dilin bir cilvesi, 🐝Mezzy🐝'nin "baba" deyişine kayımvaldem rakip çıktı.

"Baba" Sırpçada anne-anne demek 😍

Mutlulukla kalın ❤️

4 Nisan 2017 Salı

Bavyera

Sabah yedi buçukta yola koyulmuştuk. Yolumuz bizi Bern, Zürih ve St-Gallen üzerinden Avusturya'ya götürdü. Planlarımıza göre bu gezimizde 🐝Mezzycik🐝şimdiye kadar görmediği üç yeni ülkeyi görecekti.

Avusturya bunlardan ilkiydi.

Sınırı geçip, Alplerin eteğinde bir yeşil alanda durduk. Bir aile selfie'si ile bu tarihi anımızı belgeledik ve arabaya binip Almanya'ya doğru yola koyulduk.

Hedefimiz Bavyera bölgesindeki Schwangau köyüydü. Ünlü Neuschwanstein ve Hohenschwangau şatolarının hemen dibindeki bu köyde sevgili karım Jelena ile onuncu evlilik yıldönümümüzü kutlayacaktık.

Avusturya'dayız
Yolumuzun Avusturya kısmı kısa sürdü ve AB yüzünden işlevini büyük ölçüde kaybetmiş teorik sınırı geçerek Almanya'ya girdik.

Bu sınırların kalan tek önemi ülkeler ile birlikte hız sınırlarının da değişmesi. Hele Almanya"ya giriyorsanız bu hız sınırları biraz daha güç anlaşılır hale geliyor. Sağolsun, geçenlerde bir arkadaşım söyledi, yolda köy ismi yazan bir levha gördüğünüzde hız sınırı otomatik olarak 50 km oluyormuş. Yani 50 km işareti olmadan sınır 50 km'ye düşüyor. Araba ile geziyorsanız dikkat.

Tüm bunlara rağmen Almanya'da, otoyolda araba kullanmanın zevki başka hiç bir yerde yok arkadaşlar. Hatrı sayılır bir kısmında hız sınırlaması yok. Yani basın gaza, arabanın gücü yettiği kadar gitsin.

2000'li yılların başında canavar bir arabam vardı. Ayda bir Deustchland'a gider, hız sınırının olmadığı yollarda 240, 250 km, o an kıçım ne kadar yiyiyorsa basardım gaza.

Ancak her balıktan büyük başka bir balık oluyor işte. Biraz da gençliğin verdiği cesaretle dişlerimi sıkıp, direksiyona yapışıp, "lan ne gidiyoruz be" dediğim zamanlarda, arkamda, kıçıma yapışmış bir Ferrari, Porsche falan görüp, kendimi sağ şeride zor attığım anlar da olmuştur.

Arabada 🐝Mezzy🐝 olduğundan beri bırakın 200 km üstü gereksiz hızları, 120 km üzerine çıkmamaya özen gösteriyorum, ama itiraf edeyim Almanya'da bir kaç kez kendimi kaptırıp, 150 km'ye yaklaştım ve arka koltuktaki GPS'im hemen uyarıda bulundu tabi. "Bugiiii..."

Her şey bir kenara, sonunda Bavyera'daydık.

Sevgili kızım Melissa bu gezimiz kapsamımdaki ikinci yeni ülkesini de görmüş oldu. İşin aslı, 🐝Mezzycik🐝 annesinin karnındayken Almanya'nın Freiburg şehri ve kara orman bölgesinde bulunmuştu, ancak o zamanlar sevgili kızımın varlığından bizim bile haberimiz yoktu.

Bavyera - ki hala doğru mu söylüyorum, emin değilim, bildiğim diğer dillerde hep "Bavarya" 'nın bir türevidir, belki de Ukranya-Ukrayna benzeri bir karmaşa yaşıyorum - Almanya'nın en büyük eyaleti. Başkenti Münih. İnsan olarak, Almanya'nın gerisine göre biraz daha muhafazakar, biraz daha katolik bir bölge.

Yer olarak Almanya'nın güney doğusuna, İsviçre, Avusturya taraflarına düşüyor.

Dünyanın tartılmasız en güzel dağları olan Alplerin doğu tarafları buralar.

Alpler, aslen Afrika'nın bir parçası sayılabilecek İtalya adasının Avrupa'ya çarpması sonunda oluşmuş bir dağ sırası. Fransa, İtalya, İsviçre, Avusturya ve Almanya aslan payını İsviçreye bırakıp, bu güzelim dağları aralarında paylaşmışlar.

Alplerin her tarafı bir başka güzeldir arkadaşlar. Buradaki yeşili, beyazı, maviyi dünyanın başka bir yerinde görmek çok zordur. Buz gibi nehirleri ve yamaçlardaki ormanların yansımasından dolayı tamamen yeşile bürünmüş dağ gölleri bu dağların birer incisidir.

Daha önceleri, Almanya'nın şehirlerinden pek haz etmediğimi bir kaç kez yazmıştım. Savaştan sonra yıkılıp, gereğinden biraz fazla, ellilerin modernlik anlayışında, tam bir karadenizli müteahhit tarzı ile yapıldıklarından, Avrupanın gerisine kıyasla biraz ucube görünürler hep bana.

Ancak Almanya'nın yemyeşil doğası, dünyanın en güzellerinden biridir. Allah için Almanlar da bu Hazinelerine çok iyi bakar ve sahip çıkarlar.

Bu güzelim doğaya Alplerin dağlarını, ormanlarını, nehirlerini ve göllerini de eklediğinizde sonuç Bavyera olur ki, her geldiğimizde, karım ve ben İsviçre gibi tanrı vergisi doğası olan bir ülkede yaşamamıza rağmen, ağızımız açık, hayranlıkla izleriz.

Neuschwanstein
Arzın merkezine seyahat ettiğimizi düşündüren, mahşeri uzunlukta bir tünelden geçip otoyolu bıraktık ve Mart ayının sonu da olmamıza rağmen, yeşilin artık gözlerimizi aldığı köy yollarından devam edip, otelimize ulaştık. Geniş bir çiftlik evinden otele dönüştürülmüş, her santimetre karesinden cazibe akan bir otel. Otel dediysem öyle lobisi, resepsiyonu, piyano barı falan olan bir snob mekan değil. Bir ailenin işlettiği, restoranında da, iki tabureli barında da, resepsiyon sayılabilecek 50 cm x 30 cm tahta tezgahında da aynı yüzlerin size yardımcı olduğu bir auberge.

Böyle bir oteli bin kere Hilton'a, Sheraton'a falan tercih ederim.

Odamızın balkonundan Neuschwanstein net olarak görünüyordu. Kasabanın gerisinde ise elli tane ev ya vardı, ya yoktu.

Zaten tek parça valizimiz vardı, onu da odaya atıp arabaya atladık ve şatoya doğru yola koyulduk. Hohenschwangau köyünde arabayı bırakıp bir otobüse atladık ve Neuschwanstein'in üzerinde bulunduğu tepeye tırmandık. 🐝Mezzy🐝 ve arabası ile birlikte olduğumuzdan otobüsten başka şansımız yoktu ancak yolunuz düşerse yayan ya da faytonlarla da şatoya çıkabilirsiniz.

Otobüsten inip bir patikayı takip ederek şatoya doğru yolumuza devam ettik.

Neuschwanstein
Yaklaştıkça bu yapının azametini idrak etmeye başladık. Dimdik bir tepenin üzerine, bembeyaz taşlarla yapılmış devasa bir bina. Bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi eski, ortaçağdan kalma bir şato değil. Oldukça yeni ve modern sayılabilecek bir görüntüsü var.

Şatonun hemen önünde patika ikiye ayrıldı. Sola doğru şatonun kendisine, sağa doğru ise şatoyu bir kaç yüz metreden gören bir köprüye gidiliyordu.

Biz ilk olarak köprüye gidip, bu güzelim şatonun resimlerini çektik.

Geri dönüp şatonun içine de biraz girdik, avlusunda bir kaç resim çektik. Ancak şatolar hep dışardan güzel görünürler. İçlerine girdiğinizde, şatonun kendisini artık göremediğiniz için her yer bol bol duvar, oda ve merdiven olur. Bu yüzden karım da, bem de pek haz etmeyiz, şato, kale ve saray gezmeyi.

Şatonun içi
Böyle turistik iç mekanların başka bir sorunlu tarafları daha vardır. Ziyarete açık kısımları genelde sanat tarihçileri tarafından tasarlanır. Örneğin bir kaleye girersiniz, içinde bilmem kimin resim sergisi çıkar. Malaga'da Picasso'nun müze haline getirdikleri evini pavyona çevirmişlerdi, nasıl hayal kırıklığına uğramıştım...

Halbuki bir şatoyu gezen alelade bir turistin beklentisi, o şatonun içini tarihte olduğu biçimde görmek, geçmiş zamanı hissedebilmektir, yoksa resim sergisi gezmek değil.

Neyse, herkesin fikri farklı tabi.

Hohenschwangau'ya geri döndük ve buradaki şatoyu da dışardan şöyle bir gördük. Hohenschwangau Şatosu da oldukça güzel bir yapı, ancak Neuschwanstein'dan sonra tabi ki biraz altı-gıdıkladı oluyor.

Hohenschwangau Şatosu

Bir cafe'ye oturduk, garson geldi, ne istersiniz diye sordu. Birer kahve dedik.

"Coffee? No beer?", diye şakayla karışık şaşırarak sordu. Eh, Almanya'da bira içilir tabi.

"Nein!", dedim.

Benim Almanca "nein" dediğimi duyunca, şirinlik yaptı.

"Warum?"

"Çünkü bugün evlilik yıldönümümüz, akşam şaraba yer kalsın istiyorum."

Güldük hep beraber. Bu bölgenin insanları çok sıcak ve çok kibarlar. Şakır şakır da İngilizce konuşuyorlar. Ziyaret etmesi çok kolay sizin anlayacağınız.

Füssen

Bir sonraki durağımız ise Füssen kenti oldu. Kent diyorum ama çok ufak bir yerleşim merkezi, ancak Almanya'da gördüğüm en şirin yerlerden biri. Renkli binaları, basamaklı çatıları, arnavut kaldırımları ile bal dök yala bir kent merkezi var. Nehir kıyısında ise manastır yada konvent olduğunu düşündüğüm eski ve büyük bir yapı görülecek yerler arasında. Sözün kısası çok güzel bir kent Füssen.

Akşam yemeğimiz için rezervasyonumuzu İsviçredeyken yapmıştık. Otelimizin alt katındaki İtalyan restoranında şato manzaralı masamıza oturduk, bir şişe Momtepulciano D'Abruzzo eşliğimde sevgili karım ve kızımla onuncu evlilik yıldönümümüzü kutladık.

Jelena bir ara gel yıldönümümüzü Lichtenstein'da kutlayalım demişti, sonra Bavyera'ya dönmüştük. Ancak Lichtenstein dönüş yolumuzun üstündeydi ve yıldönümümüzü burada kutlayamamış da olsak en azından ertesi gün bir kahve içebilirdik.

Füssen
Ertesi sabah yine mükemmel bir kahvaltının ardından Almanya'yı bırakıp, Avusturya üzerinden Lichtenstein'a ulaştık.

Lichtenstein İsviçre-Avusturya sınırında minicik bir prenslik. Nüfusu kırk binden az, ama on bir tane şehri yada bölgesi var. Tabi biraz hızlı yürürseniz, farkında olmadan bu bölgelerin birini geçebilirsiniz :)

Ancak küçük falan diye küçümsemeyin. Dünyanın kişi başına en yüksek milli gelirlerinden biri burada. Kendi paraları, ordusu falan yok. İsviçre Frangı kullanıyorlar ama örneğin plakaları İsviçrenin beyaz zeminine göre tam tersi, simsiyah. Eh, böyle ufak farklılıklar da olaya bir cazibe katıyor işte.

Arabayı "başkent" Vaduz'da bir park yerine bırakmadan önce kraliyet şatosunu ziyaret ettik - dışardan tabi. Prens ve ailesi burada yaşıyor. Hattızatında prensin liseden bir arkadaşını şahsen tanıyorum. Prensleri devlet lisesine gidiyor sizin anlayacağınız.

Vaduz, Prenslik Şatosu

İşte böyle. Lichtenstein bir refah adası, ama çok fazla görecek yeri yok. Buna rağmen merkezi Asyalı turistlerle dolu. Kış sporları ile aranız varsa varsa, buralarda çok güzel kayak merkezleri olduğunu duydum, belki ilginizi çeker.

Bu arada 🐝Mezzycik🐝 de bu gezimizdeki üçüncü ve son yeni ülkesini görmüş oldu😍

Birer kahve içip yola koyulduk. Bu kez, yine bölgenin çok ünlü ve ilginç bir noktasını görecektik.

Hepimiz Heidi'yi biliriz, değil mi arkadaşlar? Hani şu Alp dağlarının kızı. Benim yaşıtlarım o güzelim çizgi filmi mutlaka hatırlarlar. Heidi'nin dedesi vardı, Alp Amca, sonra çoban arkadaşı Peter ve gözleri görmeyen büyük annesi. Frankfurt'da kaldığı evde ise tekerlekli sandalyesiyle Clara, bir de nalet bir kadın olan Bayan Rottenmeier.

Heidi'nin Dağları
Heidi, aslında İsviçreli bir kadın yazar, Johanna Spyri'nin 1880'lerin sonunda yazdığı iki kitaplık bir seri. Dünyanın en çok okunan kitaplarından biri ve İsviçre edebiyatının tartışmasız en çok tanınan eseri.

Heidi yetim bir çocuk. Annesi ve babasını erken yaşlarımda kaybeder ve teyzesi Dete tarafımdan büyütülür. Dete, Heidi altı yaşına geldiğinde onu dağda yaşayan Alp Amca isimli dedesinin yanına bırakır. Heidi burada Peter ve ailesiyle tanışır.

Teyzesi daha sonra Heidi'yi Frankfurta, Clara isimli kötürüm bir kıza arkadaşlık etmek üzere götürür. Heidi ve Clara çok iyi arkadaş olurlar. Heidi köyden gelip şehir hayatına alışıncaya kadar zorluk çeker, çamlar devirir, yanlışlar yapar ama zekası sayesinde bu zorlukları aşıp, kendini kabul ettirir.

Sonra Clara'yı dağa, Alp Amca'nın yanına gelmeye ikna eder. Peter Clara'yı kıskanır ve onun tekerlekli sandalyesini uçurumdan atıp kullanılmaz hale getirir. Clara sandalyesiz kalmanın da teşvikiyle yürümeye başlar, Peter kabahatini itiraf eder ve özür diler, herkes mutlu olur.

Hatırlamayanlara üç paragrafta bir özet, yada plaza diliyle "executive summary".

İşte kısa gezimizin son ayağında coğrafik olarak Heidi'ye yaklaşmaya çalışacağız.

Johanna Spyri aslen Zürihli ancak çocukluğunun önemli bir bölümünü Grisons kantonunun da başkenti olan Chur kenti civarlarında geçirmiş. Heidi romanı da bu bölgedeki Maienfeld köyünde geçer. Heidi hayali bir karekter, yani gerçekte yaşamamış, o yüzden doğduğu ev, büyüdüğü mahalle gibi noktalar bulunmamakta.

Heidi'nin Evi
Ancak Maienfeld 1800'lerde nasılsa bu gün de öyle. İsviçreyi bilenleriniz için bu sürpriz olmasa gerek. İsviçreliler, bu köy ve çevresini Heidiland diye isimlendirmişler. Üstüne köyde bir evi romanda anlatıldığı şekilde Heidi'nin evi haline getirmişler ve buradan başlayıp Alp amcanın dağdaki kulübesine, oradan da Peter'ın keçileri otlattığı meralara kadar öyküye sadık kalarak etrafında olayların geçtiği noktaların işaretlendiği bir hiking yani yürüme patikası yapmışlar.

Bu güzelim yerleri görmemek gerçekten insanlık adına bir kayıp. Grisons kantonu ve çevresi, doğa olarak İsviçrenin ve iddamın ne kadar ileri gittiğinin tamamen farkında olarak rahatça söylüyorum, dünyanın en güzel yerlerinden biri.

Alplerin bir ressamın fırçasından çıkmışcasına bazen sivri, bazen küt zirveleri, yemyeşil çam ormanları, meraları, gölleriyle bir cennet köşesi burası.

Buralara gelmişken, Lichtenstein'a sadece yirmi kilometre uzaklıktaki Heidiland'i görmemek tabi ki olmazdı.

Bir on dakikalık araba yolculuğu bizi Heidiland'e getirdi. Maienfeld'İ geçip arabamızı Heidi Hotel'in hemen altındaki park yerine bıraktık ve bir Alpin patikasından yürüyerek Heidi köyüne yani Heididorf'a ulaştık.

🐝Mezzy🐝'cik burada Heidi ve Peter'ın evlerini gördü, yapma ineklere bindi, Alplerin çayırlarında koştu. İki saatlik yürüme için hala çok küçük sevgili kızım, o yüzden bütün patikayı tamamlayıp, Alp Amcanın dağdaki kulübesini görmek bir kaç sene sonrasına kaldı.

İşte size yarısı yolda geçmiş hızlı bir iki günün öyküsü.

Sevgi ile kalın.

31 Mart 2017 Cuma

Nisan 1

Sizlere Almanya'nın Bavyera eyaletinde, Münih'in yakınlarımdaki bir şatodan bahsetmek istiyorum sevgili arkadaşlar.

Bu şatonun ismi Neuschwanstein. Noy-şvan-ştayn şeklinde okunuyor. İsviçrede yeni anlamına gelen "Neu" bazen "Nöy" diye de söyleniyor. İngilizce ile bağlantı kurmak isterseniz Neu, New yani az önce söylediğimiz gibi yeni, Schwan, Swan yani kuğu, Stein ise Stone yani taş anlamına geliyor. Yeni kuğu taşı şatosu gibi bir şey sizin anlayacağınız. Swanstone aslında bir tür granit yapı malzemesiymiş. Türkçe karşılığına baktım, Kestane Taşı diyorlar ama bu yaşıma kadar ne swanstone'u, ne de kestane taşını görmüşlüğüm ya da duymuşluğum var.

Şatonun isminin etimolojisi biraz karışık sizin anlayacağınız, söylenmesi de bir o kadar zor. Bundandır ki ben artık eski sayılabilecek bir bilgisayar oyununa atıfla kısaca "Wolfenstein'ın Şatosu" demekteyim.

Neuschwanstein, on dokuzuncu yüzyılda, Bavyera kralı Ludwig Otto Friedrich Wilhelm - ki bu kadar uzun isme Almanlar bile dur demiş ve Ludwig II diye kısaltmış, tarafından ünlü Alman bestecisi Richard Wagner anısına yaptırılmış. Parasını da trink diye cebinden ödemiş, yani Bavyera halkına ödetmemiş.

Neuschwanstein yeni sayılabilecek bir şato. Kökü öyle orta çağ derebeylerine falan dayanmıyor. 1880'de tamamlanmış, yani daha dün sayılır. Ludwig bu şatoyu sadece kendisi için yaptırmış olsa da, 1886'da ölümünün ardından hemen halkım ziyaretine açılmış - parayla tabi :) O günden bu güne altmış bir milyon kişi ziyaret etmiş.

Neuschwanstein İçin dünyanın en ünlü şatosu sıfatı tartışmaya açık olabilir, ancak dünyanın en güzel şatolarından biri olduğu kesin. Her sene bir buçuk milyona yakın ziyaretçisi oluyormuş. Anlayın ne kadar namlı, şanlı ve şöhretli olduğunu.

Bir tepenin üzerinde, yeşilliklerin arasında bütün azameti ile durmakta.

Çok az bir hayal gücü desteği ile, kedinizi Nazilerin kontrolündeki, duvarlarında kırmızı gamalı haçlı bayrakların asıldığı, avlusunda ellerinde makineli tüfekleri ile dolaşan SS subaylarının gezindiği, kulelerinde nöbetçilerin projektörleriyle avluyu taradığı bir ikinci dünya savaşı dekoru içinde bulabilirsiniz.

Hayal gücünüz biraz cesaretli ise, bu şatoyu gördüğünüz andan itibaren artık nöbetçilere görünmeden, içeri girip esir babasını kurtarmaya çalışan Indiana Jones'sunuz demektir.

Neuschwanstein gibi güzelim bir şato bile güneş battıktan sonra korkunç bir hale dönüşebilir. Biraz rüzgar, biraz yağmur, üç-beş yıldırım, sonra çağırın Drakula'yı gelsin.

2000 yılında Romanya'da Drakula'nın şatosunu görecektim. O bölgeden bir arkadaş, şatonun içini, dışını bilen bir de akrabasını bulmuştu. Fırtınalı bir gecede ziyaret etmeyi planlamıştık. Ancak Polonya'da altı sene boyunca yedi tane ameliyatla sonuclanacak bir trafik kazası geçirip, bacağımı kırdım ve Drakula şatosu planlarım yattı.

Leman gölü kıyısında, bize yarım saat uzaklıkta Chillon isimli, güzelim bir şato var. Gerçekten bir içim su. Bir gören, bir daha göreyim diyor. Ancak bir güneş batsın, yemin ediyorum, korkudan polis çağırmadan yanına yaklaşamazsınız. Ya Belphegor, ya da Freddie kapıyı açıp, cart, sizi doğrayacak gibi gelir.

Korku filimlerinin vazgeçilmez dekorudur kasvetli şatolar. Vampirler, hayaletler, şeytanlar, iblisler hep şatolarda ikamet ederler. Bu doğa üstü her tarafından kötülük akan varlıklar olmasa bile, bir çok filmde şatolar, zindanlarıyla, esirleriyle, işkencelerle hep tatsız yerler şeklinde karşımıza çıkarlar.

Şimdi kendinizi şehirden uzak, küçücük bir köyün ortasına koyun. Güneş batmış, hava kasvetli. Arada bir yağmur yağıyor. Kafanızı sağa çevirince bir tepenin üzerinde, olanca azameti ile Neuschwanstein'ı, sola çevirince de Neuschwanstein'dan çok da aşağı kalmayan Hohenschwangau şatosunu görüyorsunuz. Geceyi bu köyde geçireceksiniz. Ne yaparsınız?

Sizi bilmem ama biz onuncu evlilik yıldönümümüzü kutlarız 😛

Onuncu evlilik yıldönümü takdir edersiniz ki diğer evlilik yıldönümlerine göre biraz daha önemli bir kutlamadır. Biliyorum, birçoğunuz on yıldan çok daha uzun bir süredir evlisiniz. Çok da takdire şayan bir hadise bu, ancak beni de idare edin. Her nedense güzel şeyler hayatımın hep ileri bir aşamasında karşıma çıktı. Sevgili karımla on bir yıl önce karşılaştım, sevgili kızım da daha iki yaşında bile değil.

Bu "big-ten" yıldönümü için romantik bir yat gezisi planlamıştık. Hani çocukluğumuzda bir Aşk Gemisi dizisi vardı, onun gibi işte. Malta, Mayorka, Maron, Napoli, Venedik limanlarını ziyaret edecek, geri kalan zamanı da denizde, yüzme havuzunda kokteyl içerek geçirecektik. Jelena iş değiştirdi, yeni işinde Nisan'ın ilk haftasında izin alması mümkün olmadı.

Kala kala hafta sonu kalmıştı büyük kutlama için.

Hadi Paris'e gidelim dedik, ama on beş gün sonra yine Paris'te olacaktık. Ayy, boşver dedik, Paris'e gitmeyelim (Bu noktada üzerimden vıcık vıcık hıyarlık akmakta 😛).

Prag"a gidelim dedik. İş için çok kere gitmiştim Prag'a. Avrupanın en güzel şehirlerinden biridir. Ancak her nedense Cenevre'den Prag'a uçak bileti, neredeyse Cenevre'den Miami'ye uçak bileti fiyatı kadar.

Halbuki nikahımız için 1 Nisan tarihini, gelecekteki yıldönümlerimizde uçak biletlerinin ucuz olması için özellikle seçmiştik.

1 Nisan yaw, şaka gibi bir tarih.
Jelena "Nisan Bir" deyip, nikaha gelmeyecek diye çok korkmuştum 😉 (İşin aslı 1 Nisan tarihi dahil, nikah hikayemiz başlı başına bir mini dizi konusudur. Hatta bir çok bölümünü burada yazamam bile. O yüzden yüz yüze geldiğimizde bana iki bardak şarap verin, sonra anlatayım detaylarını. Pişman olmazsınız, Cem Yılmaz'dan daha komik).

Öyle 31 Aralık ya da Temmuzun ortası falan olsa anlarım, yoğunluk yüzünden nereye giderseniz gidin, biletler üç kat, dört kat pahalıdır ama kim n'apsın 1 Nisan'da, Prag'da?

Viyana'ya gidelim dedik (Bu noktada hıyarlık bir derece daha arttı), arabayla dokuz saat. Uçakla yine bir servet...

Jelena Lichtenstein'a gidelim diye bir fikir attı ortaya. Lichtenstein, bildiğiniz gibi İsviçre içerisinde kalmış bağımsız bir prenslik. Geçerken yol üzerindeyse uğra, hatta bir on Frank ödersen pasaportuna bir Lichtenstein damgası bile basıyorlar hatıra diye, ama hepsi o. İnsan ne yapar onuncu evlilik yıldönümünde, Lichtenstein'da?

Roma? Uzak. Venedik? 🐝Mezzy🐝'nin doğum gününde oradaydık. Floransa? Mayısın sonunda gideceğiz. Cenova? Daha geçen oradaydık. Madrid? Saati uygun uçak yok (Bu noktada hıyarlık artık en son safhada) 😛

Son üç yıldır Neuschwanstein şatosunu görmeyi planlıyorduk, ancak her denememizde bir şey çıktı, gidemedik.

Hadi bari Bavyera'ya gidelim 1 Nisan için dedik. Hava durumuna baktık, yağmurlu.

Bu gün Jelena işten aradı. "Bugi, yağmur da yağsa, çığ da düşse, oteli ayırttım, Neuschwanstein'a gidiyoruz" dedi. "Bu küçük köyden daha romantik bir yer bulamazsın" diye bir de şarladı bana. Resimlere bakmış, çok sevmiş.

On sene önce Nisan Bir deyip kaçmadı nikahtan sevgili karım. Onun için boynum kıldan ince.

"Neuschwanstein it is."

Dedim.

Bu cumartesi oradayız. Drakula yemezse döndüğümüzde anlatırım size Bavyerayı.

Sevgi ile kalın.

24 Mart 2017 Cuma

Beyzbol Kartı

Şu günlerde nedense herkes karamsar, kötümser, mutsuz, huzursuz. Belki bana öyle geliyor, belki de gerçekten üzerimizde kara bulutlar geziniyor, bilinmez. Ancak gülümseyenden fazla asık yüzler, mutluluktan fazla huzursuzluk var, deyimi doğru ise "havada".

Uzay yolunu sever misiniz bilmem. Ben çok severim. Sadece benim neslimin beraber büyüdüğü The Original Series dedikleri Kirk'lü, Spock'lı ilk halini değil, Jean-Luc Picard'lı The Next Generation'ı, Voyager'ı, Deep Space Nine'ı da tutkuyla izlerim. Her sene bütün bu serileri en az bir kere "rerun" yaparım.

Gene Roddenberry isimli bir dahi yaratmış Uzay Yolu'nu. İlk bakışta insanın kulağına kurgu-bilim gibi gelse de Uzay Yolu bölümlerinin hemen hepsi olayların geçtiği kurgusal zamandan bağımsız bir biçimde günümüzün insanını, duygularını, uğraşlarını, korkularını, zevklerini büyük bir ustalıkla bize aktarır.

Borg'un yerine Sovyetleri, Cardassian'ların yerine Nazileri koyun, bir tarih dersi alırsınız. Ferengiler mahalle esnafından başkası değillerdir. Kai Winn ismi lazım değil asrın lideri, Bajoran'lar ise Hüloooğğğlar :) Şaka yapmıyorum, alın izleyin Deep Space Nine'ı, Sözcü okuyormuş gibi olursunuz.

Ama gelin politikaya dalmayalım. Zaten çoğumuzun huysuzluğunun sebebi büyük ölçüde bu politik olaylar.

Deep Space Nine, yada kısaca DS9'ın bir bölümünde Federasyon yani insanların da içinde olduğu ittifak çok zor durumdadır. Galaksinin Gamma bölümünden gelen Dominion isimli, baskıcı bir ittifak dünyanın da bulunduğu Alpha bölümünün tozunu atmaktadır, Federasyon uzay gemileri yok edilmekte, her gün binlerce Federasyonun bir tür ordusu sayılabilecek Star Fleet askerinin ölüm - yani şehadet - haberi gelmektedir. Gezegenler birer birer Dominion'ın eline geçmekte, düşman bir türlü alt edilememektedir.

DS9'un komutanı Ben Sisko moral bakımından çökmüş, sıfırın altında seyretmekte, ağızını bıçak açmamaktadır.

Oğlu Jake Sisko, babasının bu haline çok üzülür. Onu neşelendirmek için ne yapayım diye düşünmeye başlar. O sırada DS9'da bir açık artırma vardır. Satılan malzemelerden biri ise üzerinde Amerikalı ünlü bir baseball oyuncusu Willie Mays'ın resminin bulunduğu bir koleksiyon kartıdır.

Baba Sisko tam bir baseball delisidir (Kim değildir ki? Baseball dünyanın en zevkli (!) ve en heyecanlı (!) oyunudur. Elli yaşıma geldim hala bir bok anlamam, nasıl oynanır, amaç nedir falan...) Neyse. Jake bu kartı satın alıp babasının neşesini yerine getirmek için ona vermeyi planlar.

Eh, doğal olarak işler karışır ve zevkle izleyeceğiniz bir kırk beş dakika sonunda Jake kartı babasına verir.

Sisko, kartı alır ve gülümseyerek, "Hala Dominion büyük bir tehdit, hala insanlar ölüyor ama - karta bakar ve - hayat şimdi biraz daha güzel!" der.

Sevgili kızım Melissa daha doğmadan ona bir email hesabı açtım ve hemen her gün ona bir email gönderdim. Onu nasıl heyecanla beklediğimi, beklerken neler hissettiğimi bilsin istedim.

Melissa doğduktan sonra bu maillere biraz ara verdim. Artık kendisi etrafta olduğu için onla konuşmak daha kolay olmuştu. Anılar için de bol bol çektiğim fotoğraflar emaillere göre daha etkiliydi.

Ancak geçenlerde ona bir email yolladım.

Ona daha yaşamına yeni başladığını söyledim.

Bu uzun yolda insanların onu kıracağını, üzeceğini anlattım. Arkadaşım dedikleri insanların onu kıskanacaklarını, ilk fırsatta ona zarar vereceklerini, sevgi ile bağlandığı insanların onu hayal kırıklığına uğratacağını söyledim.

Özellikle bu yazıyı okuyan yaşıtlarıma bu söylediklerimin doğru olduğunu anlatmama gerek yok herhalde. Elli küsür yaşımızda, hayat genelevinde kaşarlanmış birer fahişeyiz hepimiz.

İyi gününde yanından ayrılmayan, ilk düşüşte ortadan kaybolan sözde dostlar, size sizi sevdiğini söyleyip sonra başkasıyla sizi pipi gibi ortada bırakan sözde sevgililer, karılar, kocalar, sizin yanınızda, size destek olacaklarını söyleyip, beş kuruşluk menfaati görünce sizi tuvaletin deliğine sokup çıkaran iş arkadaşları hiçbirinize yabancı değillerdir.

Bu insanlar size ne kadar yakın olurlarsa, o kadar fazla incitirler. Ne kadar küçük, ne kadar seviyesiz, ne kadar ucuz olurlarsa (ki burada bu insanların eğitim düzeylerini, kazandıkları parayı ya da hayatlarının kalitesini kast etmiyorum), size verdikleri zarar ya da hüzün o kadar ucuz, o kadar düşük kaliteli olur.

Kıskançlık, seviyesizlik ve sevgisizlik, takdir, asalet ve sevgiye göre edinilmesi çok daha kolay kalitelerdir. Bundan dolayıdır ki etrafınızda iyi insanlardan ziyade böyle seviyesizleri görürsünüz.

İşte yazdığım emailde bunları biraz yumuşatarak anlattım sevgili kızıma.

Sonra da dedim ki, "...madem hayat bu kadar kötü, sen de bu kadar mutsuzsun, niye beni dünyaya getirdin diye sorarsan, bir gün sen de kendi Melissa'nı kucağına aldığımda, ona sarılıp öptüğünde hayatın niye yaşamaya değer olduğunu anlarsın."

Sevgili kızım bir nevi baseball kartım oldu benim.

Amacım size ucuz Türk filmi geyiği yapmak değil. Aç değiliz, açıkta değiliz. İyi kötü bir hayatımız var. Ancak bunlardan misli ile önemlisi dünyanın en iyi, en güzel, en samimi iki insan var hayatımda.

Kısacası bu kadarı fazla diyecek kadar mutluyum.

Yazının başında değindiğim mutsuz havaya bir daha bakalım.

Hayat kötülüklerle, mutsuzluklarla, seviyesizlikle dolu, eyvallah.

Ancak bu kötülük içinde, bir yerlerde, herkesin birer baseball kartı saklı.

Tavsiyem bu kartı aramak, bu mutsuzluk dolu hayatta mutluluğu bulmak. Mutluluk da işte, parada, evde, arabada değil, hiç düşünmediğiniz bir yerde, bir zamanda karşınıza çıkıyor.

Hayat yaşamaya değer.
Bu yazı çok fazla melodramatik oldu farkındayım ama arada bir de melodrama gerekiyor işte :)

Şarabı içip, hüzünlendi, bunları yazdı diye düşünenlere de hayır diyorum, bu haftanın şarabını henüz açmadım. Bir kaç saati daha var 🍷😛

İşte böyle.

Herkese iyi bir hafta sonu olsun. Mutlulukla kalın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...