24 Şubat 2017 Cuma

Yeni Gezegen

Sevgili arkadaşlar, size dün bahsettiğim yeni bulunan bu yedi gezegen ile ilgili NASA'nın basın toplantısını baştan sona dinledim.

Çok heyecan verici bir keşif bu, gerçekten.

Yedi tane kayalık gezegenin aynı anda çok küçük bir yıldızın etrafında bulunması olayın önemini çok artırıyor.

Önce bu kayalık gezegen hikayesine bakalım.

Anlı şanlı güneş sistemimizde sadece dört kayalık gezegen var, Merkür, Venüs, Dünya ve Mars.

Biraz sıkıştırsak, gezegen olabilecekken Jüpiterin çekim gücü nedeniyle bir araya gelememiş asteroid kuşağını ve olasılıkla güneş sisteminin oluştuğu zamanlarda bir gezegen olan ve sonra dünya ile çarpışıp dünya-ay sistemini oluşturan gezegeni de bu sayıya ekleyebiliriz.

Geri kalan gezegenlerin hepsi gaz gezegenler. Yani temelde hidrojen ve helyumdan oluşmuş, biraz daha madde toplasalar, birer yıldız olabilecek gök cisimleri bunlar.Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs.

Zaten yeni bulunan sistemin yıldızı Jüpiterden sadece biraz daha büyük. Eğer Jüpiter güneş sisteminin oluştuğu zamanlarda çok az madde daha toplayabilmiş olsaydı, dünyadan baktığımızda iki yıldız görüyor olacaktık, ki bu iki yıldızlı sistemler evrende çok yaygın bir fenomen.

Belki merkezlerindeki yüksek basınç yüzünden katı birer çekirdekleri vardır ama bizim anladığımız anlamda, üzerlerinde yürüyebileceğimiz bir yüzeyleri yok bu gaz devlerinin.

Ondan dolayı yedi tane kayalık gezegeni bir arada bulmak heyecan verici.

İkinci heyecan verici nokta ise bu yedi gezegenin yıldızının çok küçük olması. Bunun özelliği ise evrende küçük gök cisimlerinin sayılarının büyüklerinden fazla olması. Bu kırmızı cüce denilen yıldızlardan bu kadar gezegen çıkabiliyorsa dünya benzeri bir gezegen bulma ya da dünya dışı hayat bulma şansımız çok artar.

Ancak konferansı iki kere dinledikten sonra, hala size dün bahsettiğim, küçük yıldızlara yakın yörüngeli cisimlerin yıldıza sadece bir yüzlerini gösterecek şekilde dönemlerinden ortaya çıkabilecek sorunlara bir cevap bulamadım.

Her defasında bu fenomeni uzun uzun anlatmaktansa gelin ismini koyalım.

Kütleleri farklı iki gök cismi birbirlerinin etrafında dönerken, bir süre sonra kütlesi küçük olan bu dönüş esnasında kütlesi büyük cisme hep aynı yüzünü gösterecek şekilde kitlenir. Buna tidal lock yanı gel-git kitlemesi derler.

Örneğin Ay, Dünya'ya çekimsel olarak kitlenmiş durumdadır ve hep aynı yüzü dünyaya dönük olarak hareket eder.

Dün size demiştim ki, bu yeni bulunan gezegenler de yıldıza çok yakın olduklarından çekimsel olarak kitlenmiş olmalıdırlar ve hep bir yüzlerini bu yıldıza dönük olarak turlarını tamamlar.

Bunun en önemli sonucu, bu gezegenlerin bir taraflarının hep gündüz, diğer taraflarının da hep gece kalmasıdır.

Gündüz tarafları devamlı yıldızdan gelen ısı ve ışığa maruz kaldığından sıvı su buharlaşır, radyasyon da yaşamı çok zor hale getirir.

Gece tarafı ise ısı almadığından su donar ve ışık almadığından da yaşam gelişemez.

İşte bu sebeplerden bu gezegenlerde yaşam olması zor demiştim.

NASA konferansında bu tidal lock kısmına değinmişler. Konuşmacılardan biri "These planets are MOST PROBABLY tidally locked." diyor, yani büyük olasılıkla çekimsel olarak kitli durumdalar. Zaten gezegenlerin birbirlerine olan olağan dışı yakınlıkları yüzünden ortaya çıkan çekim gücü ve gel-git etkisi bir mucize yaratmamışsa, evren hakkında bugün bildiklerimize dayanarak bu gezegenlerin olasılıkla, molasılıkla değil, "kesin" olarak kitlenmiş olduklarını söyleyebiliriz.

Ne yazık ki konferansta bir animasyonla bu tidal lock meselesini açıklasalar da, bunun sonuçlarına değinmediler. Q&A kısmında bir soruya cevap esnasında bunun radyasyon bakımından bir sorun olabileceğine dokunup geçti kadınlardan biri.

Bekleyip görelim.

Yine konferansta bu gezegenlerin özellikle birinde su bulunma olasılığının çok yüksek olduğu söylendi. Ancak İngilizcede su kelimesinin karşılığı "water" her ne kadar bardağa koyup içtiğimiz suyu çağrıştırsa da, bilimsel anlamda buzdan su buharına kadar suyun üç halini kapsar. Zaten konferansın başka bir noktasında biri ağzından "liquid water" yani sıvı su kelimesini kaçırdı.

Kısaca bu gezegenlerde bizim yaşam için istediğimiz sıvı su olmayabilir. Unutmayın, katı su yani buz Mars"da, su buharı da Jüpiter'de bol bol var.

Biraz sansasyonel olması bakımından konferansta bu olumsuzluklardan uzak durdular. Eh anlaşılır tabi.

Ne olursa olsun çok heyecan verici bir keşif bu.

İzlemeye devam edelim.

23 Şubat 2017 Perşembe

Yeni Gezegene Bir Kala

Sevgili arkadaşlar, uzun süredir yoğun bir şekilde çalışmaktayım. Ekrana bakmaktan gözlerim, fare yüzünden de bileklerim acıyor.

İşte bundandır, bu geceki şarap ve peynir molam ilaç gibi geldi. Mükemmel Bordeaux şarabı ve yine Fransa'dan getirdiğimiz birkaç özel peynir, biraz Joe Dassin, biraz Mirelle Mathieu gerçekten zihnimi açtı. Hele soğanlı ve karabiberli iki peynir var ki, ne siz sorun, ne ben anlatayım. O kadar leziz.

Bu günlerde nedense Fransa yoğun takılıyorum.

Bisiklet üzerinde okumak için Paris Zaman Kapsülü diye bir kitap aldım, o da Fransada geçiyor. Felaket kötü bir kitap bu arada. Biraz heyecan, biraz gizem falan diye aldım, üçüncü sınıf romantik kız romanı çıktı. Her bölümün başında bir kaç sayfa kim ne renk, ne model ceket giymiş, etek giymiş, onu dinliyoruz. İki yüz sayfa sonra Fransız jön protogonistimiz Amarikan kızı anca öpebildi. Bütün giz de kendisi başlı başına bir kitap olabilecek, sayfalarca uzunlukta sözde bir mektubun ortaya çıkmasıyla çözüldü, daha doğrusu anlatıldı.

Nefret ederim böyle kitaplardan. Hiç bir zeka, sürpriz, heyecan yoktur. Okur durursunuz sonra ya o ana kadar ortada olmayan biri çıkar, ya da böyle salakça bir mektup bulunur, size olanı biteni anlatır. Bu anlatımı kitabın başında yapsalar, o kadar sayfayı okumanıza gerek kalmazdı. Zaten okuduklarınızla bu sonuç "bildirgesinin" de birbirleriyle pek alakası yoktur.

Yazar kızımız muhtemelen Fransaya tatile gelmiş, öğrendiği bir kaç yer ve yemek ismi boşa gitmesin diye oturmuş bu kitabı yazmış sizin anlayacağınız.

Boş verelim kitabı, Amerikan edebiyatının eksikliklerini başka zaman tartışırız.

Memleket meselelerini de bırakalım bir kenara. Zaten izlemiyorum bile. Trump da baydı artık. İlginç olmak için bir nefesini tutmadığı kaldı. Tatil mevsimi de değil ki gezi yazısı yazalım.

Sizle asıl gündemin belki de en önemli meselesini konuşalım istedim.

NASA, dünyaya kırk ışık yılı uzaklıkta dünya benzeri yedi gezegen buldu.

Bundan iyi konu mu olur? Gecenin bilmem kaçı, şarap, müzik, peynir falan da var, tam bu muhabbetin konusu işte, dünya dışı yaşam 😛

Kırk ışık yılı gözlemleyebildiğimiz evrenin boyuna göre kapımızın dibi sayılır. Bildiğimiz en hızlı haberleşme yöntemi olan telsizi açıp "Nasılsınız?" diye sorsanız, mesajınızın bu gezegenlere gitmesi kırk yıl, onların da "İyiyiz bilader, siz nasılsınız?" derse, bu cevabın size gelmesi bir kırk yıl daha, yani basit bir selamlaşma toplamda seksen yıl alır.

Oralara gitmeyi sormayın bile. Dünyada kullanılan tüm enerjiyi bu işe adasak bile bu gezegenlere insan göndermek binlerce yıl alır. Muazzam bir uzaklık sizin anlayacağınız.

Buna rağmen kırk ışık yılı burnumuzun dibi işte. Milyarlarca ışık yılı uzaklıktan dünyamıza ulaşan doğal radyasyon gözlemledik. Evrenin büyüklüğünü siz hayal edin artık.

Bu yeni bulunan gezegenlere geri dönelim.

Bize milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızları teleskoplarla görebiliriz. Çünkü yıldızlar yine dünya üzerinde kullandığımız ölçekteki enerjilere göre kat be kat büyük miktarda enerji kullanarak ışırlar. Bu ışıma o kadar parlaktır ki çok uzak mesafelerden gözlemlenebilir.

Gezegenler ise kendilerinden kaynaklanan bir ışıma yapmazlar. Sadece (eğer varsa) yakınlarındaki yıldızın ışımasını yansıtırlar.

Uzaklardaki bir gezegenin yansıttığı ışık bu nedenle yakındaki yıldızın ışıması tarafından bastırılır ve deyimi uygunsa teleskoplarımız bu gezegeni "göremez".

Aynı sebeple Ay'ı gündüz göremeyiz. Güneşin parlaklığı, Ay'ın yansıttığı ışığı bastırır.

Ancak yakınımızdaki bir yıldız parlaklığı düşük olacak kadar küçük, etrafındaki gezegen de yeteri kadar büyük olursa, gezegen yıldızın çevresinde dönerken yıldızın önünden, yani dünya ile yıldızın arasından geçer ve dünyaya ulaşan ışığın yada parlaklığın miktarı bir süre azalır. Biz de göremediğimiz halde yıldızın etrafında bir gezegen olduğu sonucuna varırız.

Göremediğimiz gezegenlerin farkına varmamızın bir yolu daha vardır.

Dünya ile güneş örneğine bakarsak, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyebiliriz.

Bu teknik olarak yanlış bir önermedir (merak etmeyin, henüz ermedim, hala evrime inanıyorum). Dünya güneşin etrafında değil, güneş ile birlikte ortak ağırlık merkezinin etrafında döner. Dünya ile güneşin ağırlık merkezi kütlelerinin oranı kadar birbirlerine uzaktır. Dünya ile güneşin kütleleri eşit olsaydı bu ağırlık merkezi tam ortada olacak, dünya ve güneş birbirlerinin etrafında döneceklerdi, güneşin kütlesi, dünyanınkinin iki katı olsaydı, ağırlık merkezi güneşle iki kat yakın olacaktı ve iki gök cismi güneşe, güneşle dünya arasındaki uzaklığın üçte biri yakınlığında bulunan bu nokta etrafında dönecekti.

Gerçekte güneşin kütlesi dünyanınkine göre o kadar büyüktür ki, bu ağırlık merkezi güneşin içinde kalacak kadar güneşe yakındır. O yüzden Galileo dünya güneşin etrafında dönüyor dediğinde doğru söylemiştir diyebiliyoruz. İşin aslı, hissedilmeyecek kadar küçük olsa da, güneş dünya yüzünden durduğu yerde hafifçe ileri-geri bir hareket yapar.

Uzaktaki bir yıldız kütle olarak küçük, etrafındaki gezegen de kütle olarak büyükse yıldızın bu ileri-geri hareketi dünyadan gözlenebilecek kadar belirli bir hale gelir.

Aynı şekilde uzaklardan biri güneş sistemine bakıyor olsaydı, dünya yüzünden güneşin bu ileri geri hareketini göremeyecek olsa bile olasılıkla kütlesi dünyadan çok daha fazla olan Jüpiter yüzünden güneşin bu hareketini gözlemleyebilecek, kendisini göremese de Jüpiter boyunda bir gezegen olduğu sonucuna varabilecekti.

Bu iki sebepten dolayı güneş sistemi dışı da bulunan gezegenler güneşle göre küçük yıldızların etraflarında gezinen Jüpiter buyunda dev gezegenlerdir.

Ama teknoloji geliştikçe teleskoplar daha duyarlı hale geliyor ve insanoğlu daha küçük gezegenleri tesbit edebiliyor.

Bu yeni bulunan yedi gezegen güneşle göre kütlesi çok küçük bir yıldızın etrafımda dolanıyor.

Bir yıldız ne kadar kütleli olursa o kadar parlaktır. Bu yeni yıldız güneşten çok daha az kütleli olduğu için güneş gibi beyaz (ya da sarı, eğer Superman seviyorsanız 😛) ışık yerine kırmızımsı, tatsız bir ışık verir. Bunun nedenini bir fotoğraf yazısında anlatmıştım.

Yine bu kırmızı yıldızdan gelen ısı güneşle göre daha azdır.

Dünya boylarında bu gezegenlerin izlerinde sıvı su bulundurabilecek kadar ılık olabilmeleri için yıldıza dünyanın güneşle uzaklığından çok daha yakın olmaları gerekir.

Aslında bir yıldızın etrafında yaşam bulundurabilecek bölge, ki buna ekosfer derler, çok dardır. Bir gezegen yıldıza gereğinden biraz daha çok yakınsa Venüs gibi cayır cayır cehennem gibi yanan, biraz uzaksa Mars gibi suyun donacağı kadar soğuk bir dünya olur.

Isısı güneşe göre çok az olan bu kırmızı yıldızın suyu sıvı halde tutabilecek kadar enerji yaydığı uzaklık çok kısadır. Yani üzerinde sıvı su bulundurabilecek gezegenin bu yıldıza çok yakın bir yörüngede bulunması gerekir.

Ancak bir yıldıza bu kadar yaklaşmanın başka tatsız bir sonucu vardır.

Kütlesi küçük bir cisim, kütlesi büyük bir cismin etrafında dönüyorsa bir süre sonra sadece aynı yüzünü kütlesi büyük cisme bakacak şekilde kendi etrafında dönüşümü yavaşlatır, bu gel-git dediğimiz, cisimlerin her tarafının aynı oranda yerçekimine tabi olmamasının bir sonucudur. Başka bir yazıda detayını anlatırım, şimdilik sadece sonucuna bakalım.

Bu yüzdendir ki Ay'ın hep aynı yüzü dünyaya bakar.

Yeni gezegenlerimize dönersek, yıldız çok küçük olduğu için ekosfer yıldızın çok yakınında yer alır. Ekosferdeki gezegenler de yıldıza yakın oldukları için hep aynı yüzleri yıldıza bakar.

Bu da gezegenin yarısında sonsuz uzunlukta bir gün, diğer yarısında ise sonsuz uzunlukta bir gece yaratır. Gün kısmı devamlı yıldıza baktığımda ısınır, su sıvı halde kalamaz ve buharlaşır. Gece kısmında şse donar ve buz olur. (Isaac Asimov gün ile gecenin kesiştiği alaca karanlık çizgisinde hala bir hayat uluşabileceğini düşünmüştü).

Ancak sıkı durun.

NASA bu yedi gezegenin birinde değil en azından üçünde sıvı su olduğunu düşünüyor.

NASA'nın gel-git yüzünden yörünge kitlenmeseni unutmayacağını düşünürsek şimdiye kadar bilmediğimiz başka bir şeylerin olduğunu söyleyebiliriz.

Ben heyecanla izliyorum.

Not: Yaş kemale erdi, kulaklar demek ki artık iyi duymuyor. "Forti" yi, "Fortiiin" diye duyup uydurmuşum. Yazımızın konusunu değiştirmese de yeni gezegenlerin uzaklıklarını düzelttim 😛

3 Şubat 2017 Cuma

Hayatın Renkleri

Sevgili arkadaşlar, şu sıralar çok teknik işlere daldım, o yüzden biraz kafamı dağıtmak, biraz da sizle sohbet için olayı teknolojiden çıkarıp sanata getirmek istedim.

Sizlere hayatın renklerinden bahsedeyim.

Bu günlerde benim hayatımda sadece iki renk var. Biri sevgili kızım, diğeri de sevgili karım. Hayatımın renklerinin ikisi de altın sarısı. Birinde biraz mavi, diğerinde de biraz yeşil var ama gerisi hep sarı 💛

Haluk Leventin bir şarkısı vardı, ona benzedi bu. Başak sarıda, sarı saçlarında, deniz mavide, mavi gözlerinde... 😀

Ancak hayatın renklerini kızım ve karımla tanımlamanın sadece bana faydası var. Dünyadaki geri kalan dört milyar insana renkleri edebiyatla anlatmak pek akıllı işi değil.

Gerçekten de renk kavramı oldukça kişisel ve değişken bir kavramdır. Başınıza gelmiştir, karınız/kocanız/arkadaşınız "Aaa ne güzel mavi çarşaf!" dediğinde "Yok kız, o mavi değil, yeşil!" demişsinizdir.

Türk bayrağına baktığınızda herkes kırmızı olduğu üzerinde hemfikirdir, ancak hiç bir şeye bakmadan kırmızı dediğinizde herkesin aklına gelen kırmızı farklıdır. Kimimiz koyu, kimimiz açık, kimimiz pembeye, kimimiz sarıya çalan bir kırmızı canlandırırız gözümüzde.

Işık, elektromanyetik radyasyonun, gözle görebildiğimiz aralığına verdiğimiz isimdir. Foton denen bir parçacık aracılığı ile taşınır. Madde içinde elektronlar enerji kaybettiğinde, yani soğuduğunda, bir foton yayarlar. Bu foton gözümüzün görebileceği frekans (ya da tersten dalga boyu - yazının gerisinde tekrarlamayacağım dalga boyu frekansın ters orantılı hali) aralığında ise biz onu ışık olarak görürüz.

Bu aralık içindeki değişik frekansları da renk olarak algılarız.

Gözümüzün görebileceği en düşük frekanslı renk kırmızı, en yüksek frekanslı renk de mordur. Işık kırmızı ve morun ötesinde de vardır ama bu frekanstaki ışıkları tanımı uygunsa göremeyiz.

Bu bir rastlantı değildir.

Tanımı gereği sıcaklığı mutlak sıfırdan farklı her madde ışık yayar - çünkü soğur ve soğurken de foton ışıması yapar. Güneş büyüklüğünde bir yıldız ısısıyla en çok kırmızı-mor aralığında ışıma yapar. Şükürler olsun ki atmosfer de bu aralıktaki ışığı büyük ölçüde geçirir ve dünya yüzeyine ulaşmasını sağlar. Ondandır ki bu ışımayı algılayacak yani görecek gözler geliştirmişizdir. Güneş biraz daha küçük olsaydı geri kalan özelliklerin dünyamız benzeri olduğu bir habitatta gözlerimiz kızıl ötesi, biraz daha büyük olsaydı mor ötesi ışığa duyarlı halde gelişecekti.

Ancak göremesek de kızıl altı ve mor ötesi frekanslardaki ışımayı çok yakından tanıyıp, kullanırız.

Mor ötesine bakarsak, ilk sırada bizi bronzlaştıran ve kanser eden ultra-viole (kelime anlamı zaten mor ötesi) renkleri görürüz. Frekansları daha yüksek olan bir sonraki ışık (ya da renk) ise X ışınlarıdır. Kolumuzu, bacağımızı kırdığımızda röntgen çekmeye yararlar.

En yüksek frekanslı foton ışıması ya da rengi ise gamma ışınlarıdır. Bundan daha yüksek frekanslı bir elektromanyetik ışıma seviyesini henüz gözlemlemedik. Gamma ışıması nükleer reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkar ve bizi kör etmeye ya da kavurup öldürmeye yarar.

Elektro-manyetik ışımanın kırmızı altı aralığı çok daha neşelidir.

Kırmızı rengin hemen altında kızıl ötesi ya da infra-red ışımaları, yani renkleri bulunur. Bu ışınlar uygun teçhizatla gece karanlıkta görmemizi sağlarlar.

Kızıl ötesi renklerin altında ise mikro-dalga ışımalarıyla karşılaşırız. Fırında frozen food ısıtmaya yarasa da asıl kullandığımız alan uydularla haberleşmedir. Atmosfer görülebilir ışıkla birlikte mikro-dalgaları da geçirir, bu yüzden uydularla mikro dalgalarla iletişim kurarız. Kısacası mikro-dalgalar olmasaydı sevgilinize text atamazdınız.

Mikro dalgaların altında ise kısa, orta ve uzun radyo dalgaları bulunur. Radyo, televizyon hep bu aralıkta çalışır. Ve evet, radyo dalgaları her şeyiyle ışıktır, sadece frekansları görülebilir ışıktan daha düşüktür.

Elektro-manyetik ışımanın çok önemli bir özelliği daha vardır ki bu da belki de tüm insanlığın kör talihidir. Işık evrende gözlemlediğimiz en hızlı fenomendir. Işıktan daha hızlı giden bir madde, enerji ya da ışıma bilmiyoruz ve Albert amca sağolsun, herhangi bir şeyin ışıktan daha hızlı gitmesi de mümkün değildir (yeni kuantum teorisi ile en azından ışıktan daha hızlı bir haberleşme yöntemi gerçekleşecek gibi görünüyor).

İşin fiziğine çok daldık, hayatın renklerine geri dönelim.

Gözlerimizle gördüğümüz renkler, temelde beyaz güneş ışığının bir cisme çarpıp, bazı dalga boylarının emilip, geri kalanının yansıyarak gözlerimize ulaşmasıyla algılanır.

Beyaz ışık aslında birden fazla rengin karışımıdır. Klasik prizma deneyini hatırlayın. Beyaz ışık bir taraftan girer, diğer taraftan gökkuşağının renkleri halinde çıkar.

İlk ve son kez yukardaki önermenin anlatımı kolaylaştıran bir benzetme olduğunu söyleyip kafa karıştırmayı bırakayım. Prizma aslında yapıldığı camın kalınlığına, yanı beyaz ışığın cam medyumun içerisinde kat ettiği yolun uzunluğuna göre giren ışığın dalga boyunu değiştirir, yoksa farklı renklerdeki ışıklar beyaz içinde saklanmış değillerdir. Ancak beyaz ışığın - yada tüm diğer renklerdeki ışığın - başka renklerim karışımı olduğunu düşünmek renk teorisini anlamayı kolaylaştırır.

Ressamlar bu renk karıştırma işini çok iyi becerirler. Üç beş boyayı karıştırıp, yüzlerce farklı renk elde ederler. Bunun için de hangi renk sonuçta oluşacak rengi nasıl değiştirir çok iyi bilirler.

Örneğin karışımda maviyi azaltırsanız, portakal tonları, moru azaltırsanız sarının tonları açığa çıkar.

Kısacası her renk başka renklerim karışımı olarak tanımlanabilir. Önemli olan rengi tanımlayan dalga boyunda ışığın gözümüze ulaşmasıdır. Bu cebinde kaç para var sorusunun cevabına benzer. Yüz lira var da diyebilirsiniz, bir elli, iki yirmi, bir de on lira var da.

Bir rengi tanımlamak için kullanılan renklere ana ya da asıl renkler (primary colors) derler.

Bu renkler hangileridir diye sorarsanız, doğru cevap "hangisi isterseniz olur" dur.

Örneğin gökkuşağı renkleri akla yatan asıl renkler olarak tanımlanabilir. Gökkuşağında kırmızıdan mora yedi renk bulunur. Bunları karıştırarak görülebilir bütün renkleri elde edebiliriz.

Ancak yedi rengi hangi miktarda karıştıracağımızı belirlemek biraz meşakkatlidir. Aynı sonucu daha az renk kullanarak da elde edebiliriz.

Örneğin nerdeyse bütün dijital sistemler renkleri kırmızı, yeşil ve mavinin karışımları olarak tanımlar. Bu renk sistemine İngilizcede kırmızı, yeşil ve mavi kelimelerinin ilk harfleri olan RGB (Red-Green-Blue) adı verilir.

En parlak kırmızı, yeşil ve maviyi karıştırdığınızda ortaya beyaz renk çıkar.

Bu karışımdan maviyi çıkardığınızda sarı, yeşili çıkardığınızda macenta dedikleri pembe, kırmızıyı çıkardığınızda da cyan/sayen dedikleri turkuaz camgöbeği maviyi elde edersiniz.

Çünkü mavi azaldıkça renk sarıya, yeşili azaldıkça pembeye ve kırmızı azaldıkça turkuaza çalan bir ton alır. İnkjet yazıcınızın renk kartuşunda sarı-pembe ve turkuaz renkler vardır çünkü renkleri RGB'nin ikiz kardeşi ya da tersi olan CMYK ana renkleriyle tanımlar. CMYK, Cyan, Magenta ve Yellow sözcüklerinin baş harfleridir K ise siyah demektir - siyahı elde etmek için üç mürekkepi karıştırmak yerine siyah mürekkep kullanmak teknik olarak daha kolaydır.

RGB additive yani eklemeli, CMYK subtractive yani çıkarmalı bir renk sistemidir. RGB ışımalı ortamlarda yani bilgisayar ekranında, televizyonlarda, projektörlerde, CMYK ise yansımalı yani baskı ortamında kullanılır. Her iki yöntem de birbirine çok benzer.

RGB tanımının kullanıldığı dijital ortamda bir renk ne kadar kırmızı, yeşil ve mavi karıştırılacağını söyleyerek tanımlanır. Binary yani ikili sistemde sekiz basamak iki üzeri sekiz yanı sıfırdan iki yüz elli beşe kadar iki yüz elli altı farklı değer alır. RGB sistemde genel olarak sekiz basamak yani 8-bit per channel dedikleri bu sistem kullanılır. Bir örnek verirsek R (Red/Kırmızı)=255, G (Green/Yeşil)=0, B (Blue/Mavi)=0 kan kırmızı bir renk verir. 0,255,0 cart yeşil, 0,0,255 masmavi bir renk verir. 255,255,0 kanarya sarısı, 255,0,255 ise çingene pembesi.

İşte bu üç ana rengin 256 farklı oranda karıştırılması 256 x 256 x 256=16.8 milyon farklı renk oluşturabilir. Bu kadar renk günlük kullanım çoğu zaman yeterlidir ama örneğin kameranızda varsa RAW formatında çektiğiniz bir fotoğraf genelde 14 bit per channel veri kullanır ve bu da iki üzeri ondört = 16384 ve 16384 x 16384 x 16384 = 4.4 trilyon farklı renk demektir. Bir günbatımı bu sistemde (tabi bir de bu kadar rengi gösterebilecek bir ekran bulabilirseniz) kusursuz olarak görünür. O yüzden varsa RAW formatta çekin resimlerinizi.

İnsan gözü ve beyni ise renkleri biraz daha farklı algılar. Kırmızı, yeşil ve maviyi karıştırmak yerine bir görüntünün önce parlaklığını, sonra ne kadar sarı yada maviye kaydığını yani sıcaklığını, en sonunda da pembe ya da yeşile kaydığını algılar.

Gözlerimiz önce en parlak, sonra en sarı sonra da en pembe alanları farkeder ve dikkatimizi o alanlara yoğunlaştırır. Özellikle sarı-mavi değeri çok önemlidir. Buna görüntünün sıcaklığı derler. Renkler ne kadar sarıya kayarsa görüntü o kadar sıcak, ne kadar maviye kayarsa görüntü o kadar soğuk olur. En sıcak renkler güneşin doğduğu ya da battığı anlardaki sarı tonlar, en soğuk renkler ise gece ay ışığında gördüğünüz mavinin tonlarıdır.

Dijital ortamda insan algılamasına yakın bu modelin karşılığı olan bir renk sistemi de vardır. Buna Lab derler. Lab renk sisteminde L (luminosity/parlaklık) = 0 siyah yani en az parlak, 100 (diyelim) beyaz, yani en parlak, a (sıcaklık) = -128 en mavi - en soğuk, +127 en sarı - en sıcak ve b = -128 en yeşil, +127 en pembe değerleri alır.

Lab sisteminin en yaygın kullanıldığı alan kameralardaki white balance dedikleri renk denge sistemidir. Ortamı aydınlatan ışığın tonuna göre çekilen fotoğrafdaki renklerim gerçeğe yakınlığını ayarlar.

Bunca şeyi niye anlattım, arzedeyim.

8 bit per channel RGB sisteminde 16 milyon renk olduğunu bilmek eve ekmek getirmenize yaramayacaktır tabi. Hatta toplum içerisinde bu kelimeleri bir cümle içinde kullandığınızda insanların bir bölümü sizden nefret edecek ancak büyük çoğunluğu sizin için üzüntü duyacaktır.

Başınızı ağrıtmamın nedeni, başta söylediğim gibi hayatımın en önemli renklerinin sarının tonları olması. Benim için başka nedenleri de var kabul ama sarının önemi herkes için geçerli.

İnsan gözü sıcak tonlara bayılır.

En sıcak renkler, yanı sarının en güzel tonları güneşin doğduğu ve battığı saatlerdir.

O yüzden kımıldayın biraz, erkenden uyanın, alın karınızı, kocanızı, kızınızı, oğlunuzu, fotoğraf çekmeseniz bile o güzelim gün doğumunun tadını sevdiklerinizle çıkarın. Akşam da yorgunum, maç var, dizi var demeyin, sevdiklerinizle bir de gün batırın.

Aynı kadro, sonbaharın sıcacık kırmızı renklerini dökülen yapraklarda görmek için gidin doğaya.

Hayatın renklerinin tadını çıkarın.

1 Şubat 2017 Çarşamba

Babam

1980'lerin ikinci yarısı, herkesin ağızında aynı şarkı. Nereye gitsek, kimin arabasına binsek, kimin evine bir çay içmeye gitsek hep aynı şarkı.

🎶 Ayrılık, ayrılık, aman ayrılık 🎶

İçim bayılmıştı.

Daha da kötüsü, çav bella aydınların hepsinin ağızımda bu şarkı. Adı entel şarkısına çıkmıştı aramızda.

Aradan bir on beş sene geçti. Sevgili babamı kaybettim.

Bir on beş sene daha geçti, İstanbul'da, Yenikapıda, saat sabahın üçünde, bir otel barında iki şişe şaraptan sonra abim söyledi, çok dinlerdik rahmetliyle bu şarkıyı diye.

Meğer babamın en sevdiği şarkılardan biri değil miymiş...

Bilmiyordum 😒

O gün, bu gün entel şarkısı gibi gelmiyor kulağıma.

Sevgili babamı bu vesileyle anmış olayım . Barış Manço'nun da ölüm yıldönümü bugün. Buralarda hala ayın biri.

Gecenin şarkısı "Ayrılık" olsun.

13 Ocak 2017 Cuma

Disneyland

Fransız mutfağı ne kadar güzel olursa olsun, kahvaltıları bir felakettir. Temeli kahve ve croissant isimli çörek, şanslıysanız bazen tereyağı ve peynir. Gözünü sevdiğimin Brezilyası, sabah bir cafe'ye gidip bir kahve söyleyin, yanımda gelen kahvaltıdan sonra bütün gün birşey yiyecek yeriniz kalmaz. Ama Fransa bu bakımda tam anlamıyla kaputtur. Croissant'ı tanrıların bir hediyesi zannederler ve yanında da bir kahve verdiler mi, tamam artık, onlara göre mutlu olmamanız mümkün değildir.

Bu croissant'ı da sayemizde icad etmişler, onu da bilmezler. Bilseler zaten iki günde gözden düşer, kahvaltılarda paskalya çöreği ve kahve dağıtmaya başlarlar. Paskalyayı da en iyi Karadenizli pasta ustalarının yaptığını keşfettikleri gün, herhalde kahvaltılarında artık sadece kahve kalır.

Bu croissant, İngilizce ile bağlantı kurmak isterseniz cresent yani hilal demektir.

Osmanlı lağımcılar Viyana surlarının altından tünel kazıp kente girdiklerinde erken kalkıp işlerine giden Viyanalı fırıncılar tarafından farkedilmiş ve fırıncıların viyaklaması sonunda Avusturya ordusu uyanıp bizimkileri atmışlar dışarı. Avusturya Kralı ya da Kraliçesi, fırıncılara takdirlerini göstermek için onlara Osmanlı bayrağındaki üç hilalin simgesi olarak bu croissant çöreklerini yapma ayrıcalığını bahşetmiş.

Bu hikayeyi birimiz sayın Devlet Bahçeli'ye anlatırsa, partisinin bayrağındaki üç hilal aşkına püskeviti bırakıp croissant yemeye başlar herhalde :) Prensipte gezi yazılarına politika karıştırmıyorum ama bunun için bir istisna yapmadan geçemedim.

İşte kötü bir croissant ve kahve için içimden hiç de kalkıp otelin kahvaltı salonuna gitmek gelmiyordu. Jelena "Haydi Bugi" falan diye beni stimüle etmeye çalışsa da, nafileydi. Dünkü mahşeri yürüyüşün ardından zaten bacaklarımın dizden altlarını hissetmiyordum bile.

"Haydi Bugi, kahvaltı saati geçiyor" diye bir hamle daha yaptı, ama ben yine direndim, "Geçerse geçsin, ben sana parkta bir croissant ve kahve alırım" diye taarruzu savuşturmaya çalıştım.

Yeniden gözlerimi kapamıştım ki bir şeyin üzerime tırmandığını hissettim. Gözlerimi bir açtım ki, sevgili kızımı gözlerini kocaman açmış, bana bakarken buldum. Benim gözlerimi açtığımı görünce "Daaaaaaa!" diye boynuma sarıldı.

İki dakika sonra ayaktaydım. Jelena belden aşağı vurmuştu, ama Melissa işe yaramıştı. Yirmi sekiz odayı yürüyerek geçip kahvaltı salonuna girdiğimizde nasılsa kahvaltı sadece croissant, bari kahve güzel olsa diye hayıflanıyordum ki büfeyi gördüm. Dünyanın en güzel kahvaltıları Türk otellerendedir bana sorarsanız sevgili arkadaşlar, ama bu oteldeki kahvaltı bizimkilere yaklaşıyordu.

Dört çeşit peynir, bilmem kaç çeşit börek, çörek (ve tabii ki croissant), çeşit çeşit yağ, bal reçel, cereal, yoğurt, yumurta, vesaire, vesaire... Ancak en kayda değeri otelde yaptıkları, dumanı tüten Fransız bagetleri. En çok sevdiğim ekmektir baget, hele bir de sıcak oldumu, bir bütün ekmeği rahat rahat yiyebilirim.

Eurodisney'deyiz
31 Aralık sebebiyle hem Jelena hem ben kalori saymayı bırakmıştık. İkimiz de patlayıncaya kadar yedik. Kahve de fena sayılmazdı. Gece yarısına kadar parkta kalacağımızı düşünerek gerekli kafein depolamasını yaptım.

Bir kaç dakika sonra bizi parka götürecek otobüsün içindeydik. Bir on dakika sonra da parkın girişindeki güvenlik noktasına ulaştık. Planladığımız üzere ilk durağımız Disneyland Park değil Disney Stüdyoları olacaktı.

Kapıda online biletlerimizi değiştirip hemen Stüdyo 1'e yöneldik. Bu devasa binanın içi 1950'lerden kalma bir kasaba şeklinde dekore edilmiş. Eczanesi, benzin istasyonu, gece klübü ve restoranları ile tam bir film seti. Bu dekor binaların içleri ise gerçekte cafe, restoran ve mağaza.

Disney Stüdyoları
Stüdyo 1'in diğer ucundan çıktığınızda ise karşınıza Walt Disney'in bir heykeli çıkıyor. Bunun arkasında ise Disney Stüdyolarının atraksiyonları ucu bucağı görünmeyen bir alana serpiştirilmiş.

Stüdyo Tram isimli, sizi etrafta gezdiren mini tren soğuktan dolayı kapalıydı. Geçen seneden deneyimimizle söylüyorum, yolunuz düşerse kaçırmayın.

Bu gelişimizde ise geçen sene denemeye vaktimizin olmadığı Hollywood Towers isimli turu almayı aklıma koymuştum. Cevabını bile bile Melissa'yı alır mısınız diye sorduk. Beklenen "alamayız" cevabı üzerine Jelena ve Melissa ile tur bittiğinde buluşmak üzere ayrıldık. Onlar arkadaki mağazaya gitti, ben de sıraya girdim.

Hollywood Towers mizansene göre bir otel. İçinde bulunduğu gökdelenin ortadan üç-dört katı yıldırım çarpmış gibi simsiyah. Her beş dakikada bir ciyak diye birilerinin bağırdığını duyuyorsunuz.

Sıra bahçede başladığı için bol bol gökdelenin dışını inceleme şansınız oluyor. Bina metruk bir halde. Dışarıya bakan, olasılıkla servis için kullanılan metal kapıları paslanmış. Boyasının çok kaliteli olduğu belli, ancak bakımsızlıktan yer yer dökülmüş, renk değiştirmiş.

Studio-1
İçeri girdiğinizde ise yavaş yavaş senaryoya ısınıyorsunuz.

Bir kere bu otelde ne olduysa bir anda olmuş. Hala masalarda dağıtılmış oyun kartları, açık içki şişeleri, örümcek ağları kaplamış olsa da tabak, çanak ve biblolar var. Giriş çok elegant döşenmiş ancak halı, mobilyalar ve raflardaki ıvır zıvır hep tozla kaplı.

Buradan otelin kütüphanesine geçiyorsunuz ve eski bir televizyon cızt bızt size mizanseni anlatıyor. Hikayeye göre dördüncü boyuttan gelen bir güç - ki şimşek/yıldırım biçiminde betimlenmiş, oteli vuruyor ve servis asansöründe mahsur kalan siz de bir bilinmeze doğru yol alıyorsunuz.

Masalarda dağıtılmış oyun kartları
Kütüphaneden sonra otelin kazan odasına geçiyorsunuz. Burası devasa hacimde karanlık bir yer. Etrafta borular, vanalar, kazanlar var. Mavi ve pembe ışıklarla birlikte hayal üstü dekore edilmiş. Burada bir aksiyon yok ama seyretmesi dahi çok zevkli.

Kazan odasının sonunda ise servis asansörü var. Turun can damarı bu asansör zaten. İçine girip kemerinizi bağlıyorsunuz ve sonrası, hele böyle şeyleri severseniz akıl dışı. Aşağı ve yukarı değişik hız ve mesafelerle gidiyorsunuz, asansörün kapısı zaman zaman açılıyor, siz de odaları, uzaylıları ve en ilgincş parkın kendisini, hem de taa tepeden görüyorsunuz.

Bu yukarı, aşağı hareketlerde kimi zaman kıçınız koltuktan ayrılıyor, sizi sadece kemer tutuyor. Yani neredeyse sıfır yerçekimi ve ağırlıksız kalıyorsunuz.

Ben çok zevk aldım.

Tur bittiğinde Jelena ve Melissa
beni aşağıda bekliyorlardı
Tur bittiğinde Jelena ve Melissa beni aşağıda bekliyorlardı. Jelena bahane Melissa olsa da Hollywood Towers'ı denemediğine memnundu. Bir kaç kez, konusu geçtiğinde anlatmıştım sizlere, sevgili karım bu tip heyecanları pek sevmez.

Ertesi gün geri dönmek üzere Disney Stüdyolarından ayrılıp, Disneyland Parkına geçtik.

Kar ve sis parkın girişindeki pembe şatoya oldukça gizemli bir görünüm kazandırmıştı, hatta biraz da korku verici diyebilirim. Hani neredeyse sislerin arasından eli süpürgeli bir cadı fırlayacak gibi.

Ancak yaklaştıkça neşeli müzik, rengarenk yeni yıl dekorasyonları ve etrafımızdaki mutlu insanlar havanın kasvetini aldı götürdü.

Parkın merkezi 1800'lü yılların sonlarından kalma bir Amerikan şehri biçimde tasarımlanmış. Hani kara tren ve kovboyların kasabaları gibi. Parkın diğer bölümlerinin kendine özgü temaları var ancak giriş sizi etkilemeye yetiyor.

Vali Konağı
Pembe şatonun altından geçer geçmez bu eski şehrin sözde vali konağının bulunduğu bir meydana geliyorsunuz. Bu meydanın ortasında yeni yıl dekorasyonları ile kaplı, gerçekten dev boyutta bir çam ağacı var. Bu ağacın altında ki beyaz bir pavilyon ise bütün ziyaretçilerin fotoğraf çektiği ortak bir nokta. Hafifçe yağan kar hem ağacı, hem de pavilyonun çatısını çok güzel bir renge bürümüş. Hava soğuk olsa da gerçek bir yeni yıl duygusuna kapılıyor insan.

Bu meydanı geçtiğinizde ise bu eski western şehrinin ana caddesine ulaşıyorsunuz. Ortasından tren yolu geçen bu caddenin her iki tarafı da temsil ettiği zamana büyük bir sadakatle yapılmış, çeşit çeşit renkleriyle insanın bakmaktan gözünü alamadığı binalarla kaplı.

Bu binalardan birimde bulunan bir pastanede bir kahve içtik.

Dışarı çıktığımızda ise artık Jelena'nın da, benim de binlerce kez dinlediğimiz, her kız çocuğu ana babasının da sözlerini olasılıkla ezbere bildiği o güzelim şarkı cadde üzerinde çalmaya başladı. Disney'in ünlü Frozen filminin kahramanı Kraliçe Elsa'nın söylediği Let It Go, binlerce wattlık ses sisteminden çıkıp kulaklarımızın derinliğine girdi.

Muhteşem bir faytonun içinde, Kraliçe Elsa ve Prenses Ana
Sonrasında ise muhteşem bir faytonun içinde, Kraliçe Elsa ve Prenses Ana caddenin bir başında belirdi. Binlerce çocuğun ve ailelerinin sevinç çığlıkları arasında cadde boyunca yavaş yavaş ilerlediler.

Melissa'yı ilk Ana farketti, hemen Elsa'nın koluna dokunup Melissa'yı işaret etti. Her ikisi de canım kızıma öpücükler, gülücükler, el sallayarak selamlar gönderdiler.

Giysileriyle, yüzlerinin hatlarıyla canlandırdıkları çizgi filim karekterlerine inanılmaz benzemişler. Hava buz gibi olsa da hiç acele etmeden, hakkını vererek sürdürdüler şovlarını. Geri planda ise Let It Go, üç ayrı dilde çalmaya devam ediyordu. Elli yaşımda olsam da, bir çocuk gibi zevkle izledim, hatta bir çocuk kadar etkilendim.

Parkdayız
Geçit bittikten sonra parkın içine doğru ilerlemeye devam ettik. Western kasabasını gerimizde bırakıp, Mickey, Minnie ve Donald'ın heykellerinin bulunduğu yine çok büyük bir meydana ulaştık. Bu meydanı geçtiğimizde ise belkide parkın en ikonik, en güzel şatosuna ulaştık.

Bu şatonun ismi Castle of the Sleeping Beauty, yani uyuyan güzelin şatosu. Pembe renkli, sivri kuleleri ile etrafının su ile çevrili olduğu bir kayanın üzerinde duruyor. Boyutları çok büyük. Altında ise ortaçağ evleri ile bezenmiş cadde ve sokaklar var.

Şatonun önündeki büyük meydandan sola döndük ve parkın Adventureland bölümüne yani macera ülkesine geçtik. Burada define adaları, korsan gemileri, tropik ormanlarla birlikte Pirates of the Caribbean, yani Karayip Korsanları turu var.

Karayip Korsanları
Bu tur bize yabancı değil. Sevgili kızım Melissa bile geçen sene almıştı. Bir araç içerisinde suda gidiyor, karanlıkta korsan adalarının etrafında geziyor, korsanların savaşına ve eğlencelerine tanık oluyorsunuz. Korsanlar üzerinize ateş açıyor, karanlıkta sonunu görmediğiniz derinliklere düşüyorsunuz. Bütün tur boyunca etrafınızdaki kurukafalar, define sandıkları, demir parmaklıklar arkasında çürümüş iskeletlerle birlikte harika korsanvari şarkılar size eşlik ediyor.

Bu turun başka bir güzelliği ise bekleme sırasının bir mağara içinde bulunması. Alternatifi eksi bilmem kaç derecede, kar altında dolaşmak olduğunda, insanın içi ısınıyor! :)

Sing Along With Frozen
Bir sonraki atraksiyonumuz Frontierland yani sınır ülkesindeki bir tiyatroda yer alacak Sing Along With Frozen şovuydu. Frozen filminin karekterleri ile müzikalin şarkılarını söylüyorsunuz. İnanın, Melissa daha bir buçuk yaşında değil ama hepsini biliyor, kendi çapında daaa, baaa, dadaaa diye söylüyor bile :)

Dışı tamamen ahşap ve temaya uygun olarak biraz harap bir binanın ev sahipliği yaptığı tiyatro, şov boyunca son teknoloji ile yaptıkları ses, ışık, duman ve dekor efektlerini kullanarak bizleri mest etti. Figürlerin hepsi Frozen filminden tabi. Ben en çok kardan adam Olaf'a güldüm, çok güzel yapmışlardı.

Bir arkadaşımız Melissa'ya çok güzel bir Olaf oyuncağı almış, sağolsun, ancak o kadar vokal, o kadar geveze ki, ben evde kafayı yemek üzereyim. Bir de Fransızca konuşup, şarkı söylüyor. "Jö süiz Olaf, bonjuuur..." diye başladığında içimden kapıyı vurup kaçmak geliyor, ama Melissa için can feda tabi. Laf aramızda, geçenlerde "kaza ile" Olaf'ı duvara fırlattım, ancak gerçekten sağlam yapmışlar :)

Uzun bir yürüyüş bizi Fantasyland'e yani hayal ülkesine getirdi. Buraya gelmemizin biricik sebebi ise Peter Pan's Flight turuydu. Melissa, Peter Pan'ın çizgi filminin delisi oldu. Peter Pan başladığında Tv'nin dibinde, hipnotize olmuş gibi bitene kadar dikiliyor. Bazen bir şey mi oldu diye merak edip yanına gidiyor, onu öpmeye kalkıyorum ama o gözünü ekrandan ayırmadan elinin tersiyle beni itiyor.

Bilirsiniz, Peter Pan uçabilen hayali bir İskoç çocuk kahramanı. Arkadaşlarıyla birlikte korsanlarla, haydutlarla uğraşır. Ben de Melissa sayesinde yeni yeni hatırlıyorum.

Peter Pan's Flight
Disneyland'daki Peter Pan turunda Peter Pan olup uçuyorsunuz, tabi yelkenli bir gemi içinde. Tur sırasında Neverland'e gidiyor, korsanları görüyor, karanlık gökyüzünde yıldızların arasında uçuyorsunuz.

Peter Pan's Flight öyle yazarak anlatılabilecek bir deneyim değil. Görmek ve yaşamak lazım. Aklımdayken, gitmeyi planlıyor ya da görmeye değer mi diye karar vermeye çalışıyorsanız, Disneyland'daki her atraksiyonun Youtube'da bol bol videoları var. Mesela "Peter Pan's Flight Disneyland Paris" diye gugıllarsanız hemen bulursunuz. Dünyanın farklı şehirlerindeki Disneyland parklarında bu atraksiyonlar bazen farklılık gösterebiliyor, o yüzden ararken atraksiyon ismine gideceğiniz şehri de yazın ki gerçekten göreceğiniz atraksiyonun videosuna ulaşabilin. Bu videoların sadece size bir fikir verecek kadar işe yarayacağını da unutmayın. Gerçek deneyim Youtube'dan çok çok farklı, canlı ve heyecanlı!

Disneyland Paris çocuklar için tasarlanmış bir cennet. Hayal güçlerine bol bol yakıt sağlayan, ufuklarını açan, onları mutlu eden bir yer. Sadece TV ekranlarında gördükleri kahramanları üç boyutlu görme şanslarını buldukları, sahte de olsa o doğa üstü olayları ve heyecanları yaşayabilmelerinin bir karşılığı olamaz bence.

Disneyland sadece ileri bir lunapark değil tabi. Bu uçsuz bucaksız parkta kayıp çocukları bulma merkezinden laktoz intolerant çocuklar için özel mama bulabileceğiniz çocuk bakım odalarına, bebek arabası ve tekerlekli sandalye ile her yere gitmenizi sağlayacak rampalar, asansörlerle kadar her şey düşünülmüş.

Ancak geçen seneden beri gözlemlediğim bir fenomen var ki, hala kafamda Disneyland gibi bir yerde nasıl böyle bir şeye tolerans gösterilebilir, aklım almıyor.

Sigaradan bahsediyorum.

Tanıyanlarınız bilir, hayatınızda görebileceğiniz en boklu tiryakilerden biriydim. Seneler boyu günde üç paket sigara içtim, hayatımı sigaradan kazandım. Sigarayı bırakalı yedi sene oldu, buna rağmen bazen sabah uyandığımda elim hala başucumda sigara paketiyle çakmak arar.

O yüzden artık sigara içmiyorum diye size sigara zararlıdır, her yerde yasaklanmalıdır şeklinde hıyarlık yapmayacağım. İsteyen, beni ve ailemi ikinci el sigara dumanına maruz bırakmamak kaydıyla istediği yerde, istediği kadar içsin, umrumda değil.

Ama Disneyland bir çocuk parkı arkadaşlar, buna rağmen herkesin elinde emzik gibi bir sigara.

Karayip Korsanları sırasında, sıraya ilk girdiğimizde hala açık havadaydık. Önümüzdeki çiftten erkek olanı çıkardı bir sigara ve çat diye yaktı. Melissa'yla arasında yarım metre yok.

"Mösyö" dedim, Melissa'yı gösterip, "lanfan!"

"Aaa, kusura bakmayın" dedi, çıktı sıradan, iki metre ilerde içmeye başladı sigarasını.

Peter Pan'e yürüyoruz, bir duman bulutu ensemin arkasından gelip, başımı sardı, ağızımdan girip, burnumdan çıktı. Kafayı çevirip bir baktım, muhtemelen iki metre boyunda bir Rus delikanlı. Ne olduğunu anladı, biraz utanıp, biraz da görmemezlikten geldi, yürüdü gitti.

Restoranların önü yine lise tuvaleti gibi. Sigara, sigara dumanı, sigara izmariti, sigara kokusu...

Peter Pan sırasında sıranın uzun bir kısmı açık hava, ancak başlarına gelmiş ki açık hava olmasına rağmen no smoking levhası koymuşlar. Önümüzde yine bir çift ama yaşlarının toplamı benim yaşımdan küçük. Gözümün içine baka baka tam no smoking levhasının altında yaktı bir sigara. Yine Melissa'nın dibi. Kibarlığı falan bıraktım, "Put that down" diye kolunu dürttüm. Ama yaktım, ne yapayım der gibi ellerini açtı. Kapı çalar gibi no smoking levhasına vurdum, bir daha "Put that away" dedim. Arkadan, sırada bekleyen bir Amerikalı baba - ki en hassası onlardır, bana destek şeklinde "Toss it" diye çocuğa efelendi. Bizimki kız arkadaşını da sigarasını da alıp çıktı sıradan.

2007 yılında Hollywood da Universal Stüdyolarını ziyaret ediyorduk. Bir sigara için ölüyordum ama bütün park, açık alanlar dahil non-smoking'di, sigara içenler için smoking alanlar yapmışlardı. Nerede içebilirim diye sorduğumda King Kong'un arkasında içebilirsin dediler. İki günlük zevcemi bırakıp, bir sigara içmek için iki kilometre yol yürümüştüm.

Disneyland"de de yapmaları gereken bu bence. Bütün parkı non-smoking yapıp, sigara içilebilen yerler oluşturulmalı. Ancak Fransızlar biraz fazlaca liberal bu sigara hususunda.

İnsanlar da çok düşünceli değiller tabi. Sadece sigara hususunda değil, her şeyde.

Jelena Melissa'nın altını değiştirmek için tuvalete gittiğinde, kadınlardan biri Melissa'nın arabasının yanından geçerken geçiş alanı biraz daraldı diye kızıp, "Ben bu çocuk arabalarından bıktım" demiş.

Disneyland'de hemen herkesin çocuk arabası var, hatta atraksiyonların, restoranların önünde çocuk arabaları için park yerleri bile var.

Jelena dönüp buna "Sen nerede olduğunun farkındamısın?" diye sormuş, bir iki hoşnutsuzluğunu gösteren kelime daha kullanarak.

İşte böyle sevgili arkadaşlar, insanlar her yerde aynı. Her yerde başkalarını hayatını zorlaştırmaktan zevk alıyorlar çünkü başkaları da onların hayatlarını zorlaştırıyor.

Neyse, yeter bu kadar felsefe.

Saat ilerliyor, yeni yıl yaklaşıyordu. 2016 bitmeden canım kızıma bir Kraliçe Elsa elbisesi almak istiyordum. Çok güzel bir tane bulmuştum ancak parktaki her mağazada 69.90 yuro fiyat koymuşlardı. Gereksiz derecede pahalıydı, o yüzden her mağazada belki makul bir fiyata bulabiliriz diye fiyatını soruyorduk.

Uyuyan Güzel şatosuna giden köprüyü geçtik ve altındaki mağazalara bakınmaya başladık. Merlin'in Büyüleri diye bir mağaza gördüm, gülümsedim. King Arthur ne zaman karşımıza çıkacak diye bekliyordum.

Bu King Arthur efsanesi Anglo-Saxon kültürünün çok önemli bir parçasıdır. Yere göğe koyamazlar bu hayali kralı. Nerede bir şato, bir zırh, bir kılıç görürseniz, Mutlaka bu efsaneye bir atıf yapılır.

Çok beleş bir efsanedir bu hattızatında. Ne tarihte, ne coğrafyada efsanede geçen kişi ve olayların herhangi bir izi vardır. Yani Ne Arthur diye bir kral, ne Merlin diye bir büyücü, ne Camelot diye bir kale, ne Avalon diye bir şehir, tabi ne de Excalibur diye bir kılıç. O yüzden herkes bir parça uydurup, üstüne koyar. Geçenlerde okudum, feministler King Arthur aslında bir kadınmış diyorlarmış :)

Fransada Burgonya'da bir Avalon şehri var, onlar da biraz sahip çıkıyor King Arthur efsanesine. Bildiğim tek ismi uyuşan coğrafi referans bu. Avalon'a planlanmış bir gezimiz var, gittiğimizde efsaneyi de anlatırım size uzun uzun.

Dibs on 69.90 Euro
Ben bunları düşünürken, Jelenanın rehberliğinde şatonun alt katındaki mağazalardan birine girdik. Jelena "Mezzy'nin elbisesinden burada da var, dur bakayım fiyatına" dedi, ben de "Dibs on 69.90 Euro" dedim. Tezgahtar kız bizim İngilizce konuştuğumuzu duyunca İngilizce cevap verdi. "Doğru, 69.90!", sonra da güldü "Ama bir promosyonumuz var, ilgilenirsen" dedi.

Aksanını tam bir yere yerleştirememiştim. Büyük ihtimalle İrlandalıydı yada İrlandalı bir erkek arkadaşı vardı falan. Neyse, önemli olan elbiseydi.

"Tabi ki ilgileniriz. Nedir promosyon?"

"Çok basit. Yüz yuroluk alışveriş yaparsan, elbise yarı fiyatına."

Jelena uçtu tabi. "Zaten ayakkabı da almamız lazım, elbiseyle yüz yuroya ulaşırız" dedi. Alışverişin sonunda toplam yüz elli yuroyu geçmişti ama elbiseyi de otuz beş yuroya almıştık. Kızım tam takım Kraliçe Elsa olmuştu. Elbisesi, ayakkabıları, bir de asası ile. Sadece kızıma göre taç bulamamıştık, onu da sonra alırız dedik.

Yılbaşına geri sayım devam ediyordu. Girişteki büyük çam ağacında Mickey'nin ışık gösterisi vardı. Mickey ve Noel Baba şarkı söylediler, dans ettiler.

Yılbaşı yemeğimiz
Yılbaşı yemeğimiz çok gösterişli olmayacaktı. Tam doğru haliyle Meksika yiyecektik. Taco, yani fast food. Ancak geçen sene başımıza gelenleri düşünürsek bu yemek bir gourmet restoran gibi gelecekti. Planet Hollywood'daki zibidilerin yüzünden geçen yılbaşı otele dönüp, karton kutuda makarna ve otelin barından bir şişe şarapla girmiştik yeni yıla.

Salatasıyla, gazozuyla tatlısıyla, hem de yumuşak sandalyelerde oturarak yedik yemeğimizi. Geçen seneye göre çok önemli bir ilerlemeydi bu. Ancak işin acıklı noktası, bu çocuk restoranlarında şarap yoktu. Görünüşe göre yeni yıla koka kola içerek girecektim ve ister istemez geçen sene ile karşılaştırmayı yeniden yaptım. Karton kutuda makarna ve şarap o kadar da kötü görünmemeye başladı gözüme.

Yeni yıla yarım saat kala ana caddedeki kovboy mağazalarının içinde gezindik ve on ikiye beş kala Uyuyan Güzel Şatosunun önündeki meydana gitmek üzere dışarı çıktık. Ne var ki oraya ulaşmak imkansızdı. Kimbilir kaç bin kişi aynı anda yürüyordu ve hiçbiri istediği yere gidemiyordu.

Yeni yıla miki restoranın önünde girdik. Havai fişekleri izledik ve çok vakit kaybetmeden büyük gurup hala kutlamalarla meşgulken, parkın çıkışına yöneldik. Onca insanla birlikte aynı anda parktan çıkmak imkansıza yakın olacaktı.

Parkın çıkışımda Jelena bir umut taksilere yöneldi, ancak Arap şoförlerden hiçbiri otel çok yakın diye bizi almak istemedi. Biz de tabana kuvvet koyulduk yola.

Ertesi sabah erkenden kalktık. 1 Ocak sabahı beklediğimiz üzere ne lobi, ne de otobüs kalabalıktı. Melissa'nın arabasını park ettik ve biz de karşısına oturduk.

Yol beş dakika sürmüyordu. Tam parka dönen göbekte otobüsü kullanan şerefsiz virajı öyle bir aldı ki, içerdeki herkesin ayakları yerden kesildi. Sevgili kızımın arabası da herkesle birlikte devrildi. Donmuş kalmıştım. Ne yapacağımı bilemedim. Jelena hemen koştu, Melissa'yı kontrol etti. Üzerindeki kalın kayak elbisesi ve arabasına kemerle bağlı oluşuna şükürler olsun ki sevgili kızım iyi görünüyordu.

Bu arada parka ulaşmıştık. Otobüsün şoförü Afrikalı hemen el frenini çekip kaçtı. Kaçmasa ne olacak, sonradan düşündüğümde gırtlağına sarılacak olsam da o an şaşkınlıktan o hayvanı düşünmüyordum bile.

Parkın girişindeki pavilyon
Melissa gülümsüyordu. Yine de adrenalin sağolsun, kırık, çıkığı varsa hissetmeyebilirdi. Biraz bekleyip, bir cafede elbisesini çıkarttık. Kollarını, bacaklarını rahat rahat kullandığını görünce yüreğim ısındı. Hata biraz da bizdeydi. Arabanın el frenini çekmiş, ileri geri aksindeki hareketi otobüsün demir borularıyla engellemiştik, ama sağa sola devrilebileceğini hesap edememiştim. Hayat öğretiyor insana...

Yine parktayız
Zamanını hesaplamamış da olsak, kendimizi yine Frozen geçidinin içinde bulduk. Elsa ve Ana yine muhteşem arabalarında ana caddeyi geçtiler. Nasılsa Melissayla tanışıyorlar, bir daha selamlaşıp, birbirlerine öpücük gönderdiler.

Melissa parktaki ikinci günümüzde arabasından inmiş yürüyordu. Insanlar yeni yılın yorgunluğuna, henüz uyanıp parka gelememişlerdi, o yüzden park tenha sayılmasa da, en azından önceki gün kadar kalabalık değildi. Sevgili kızım ana caddede yürüdü, annesiyle yakalamaca oynadılar.

Uyuyan Güzel Şatosuna geldiğimizde, geçen seneden de aşina olduğumuz Noel geçidi başladı. Çok güzel düşünülmüş, çok ilginç bir geçit. Yüzlerce film ve masal karekterleri, rengarenk giysileri içerisinde dans ederek bütün parkı geçiyorlar.

Goofy, Melissayı görünce sırasından çıktı
Goofy, Melissayı görünce dansı bırakıp sırasından çıktı ve yanına gelip onu sevdi. Geçidin starı Noel Baba da dev kızağının üstünde olmasına rağmen bakışıp Mezzy'le merhabalaştılar.

Fantasyland'e ulaştığımızda senelerdir görüp, hiç deneyemediğimiz It's A Small World isimli turu aldık. Yine su üzerinde rengarenk bir dünyayı geziyorsunuz. Mısırlılardan Azteklere birçok değişik bölge ve kültür temsil edilmiş. Küçük çocuklar için tasarlanmış bir atraksiyon, o yüzden atlamalar, düşüşler falan yok. Ancak muhteşem bir renk şöleni.

Parkta biraz daha vakit geçirip Stüdyolara geçtik. Burada Disney Junior Live On Stage isimli bir şovu izleyecektik.

Çocukları önce halıyla kaplı, diskoyu andıran koca bir salona aldılar. Şov saatini beklerken çocuklar korsanlarla şarkı söylediler, koştular, oynadılar, dans ettiler ve ismini bilmediğim Disney karekterleriyle konuşup resim çektirdiler.

Sonra daha da büyük bir salona geçtik. Burada bir sahne vardı ama izleyiciler için oturacak yer koymamışlardı. Hepimiz yere, halının üzerine oturduk ve şov başladı.

Sahnede bir tek insan var, geri kalan her karekter kukla. Kahramanlar ise genelde benim çocukluğumun Disney karekterleri. Tema, Minnie'nin yaş günü ve Mickey, Daisy, Donald, Goofy falan hep kutlama için birşeyler yapıyor. Çocuklara nasıl problem çözülür, nasıl gurup içinde bir arada çalışılır, mükemmel eğlenceli bir biçimde anlatıyor.

İstemeye istemeye bir iki atraksiyon daha gördükten sonra parkı arkamızda bırakıp Disney köyüne geçtik.

Billy Bob
Köyde Billy Bob'ın Western salonuna girdik. Burası hem çok neşeli, hem de çok uygun fiyatlı bir bar. Müzikler, yemekler çok iyi. Biz girdiğimizde misafirler country müzik eşliğinde dans egzersizi yapıyordu. Melissa sahnede dans etti, ben de 2017'nin ilk şarabını içtim.

Disneyland bu sene bu kadarmış. Bol bol mutluluk ve biraz da sinirle ayrıldım bu hayal dünyasından. Batı çocuklarının hayal gücünü, düş gücünü artırıp, onları sevgi ile, bilim ile, teknoloji ile büyütürken biz çocuklarımıza idam ipleri verip ölümü, sevgisizliği öğretiyor, onları bebek yaşta tankların altına yatırıyor evlendiriyoruz, dövüyoruz, taciz ediyoruz. Sinirim buna.

Ertesi gün uyanıp, Parise geri dönmek üzere trene bindik. Bir Brezilyalı çift, neredeyse bir elektronik mağazasının yarısını kaldırmış bir halde trende, bizim yanımıza oturdu. Gözlerimizin önünde ganimeti - iki tablet, bir laptop, iki mobil telefon, beş-altı kadın çantası, paylaştılar. Parise geldiğimizde bize bonjurne deyip, Melissa'ya gülümsediler, ve ayrılıp gittiler.

8 Ocak 2017 Pazar

Paris

Yaş kemale mi erdi, sevgili kızım çok mu hareketliydi, ya da çok sayıda şeyi çok kısa zamanda mı yapmaya kalktık bilmiyorum, ancak bizi İsviçreye götürecek uçağımıza bindiğimizde o güne dek hiç olmadığım kadar kadar yorgun ve bitkindim.

Yeni yıl gezimiz dört gün önce başlamıştı. Saat sabahın üçünde uyanmış, dördünde yola koyulmuştuk. Saat beşte Cenevre hava alanında, saat altıda ise uçağımızın içindeydik.

Bu kış İsviçre için bir hayal kırıklığı olmuştu, çünkü Aralığın sonu olmasına rağmen, kar bir türlü yağmamıştı. Ulusal bir sorundur bu arkadaşlar. İsviçrede kar yoksa hafta sonu kayağa gidemezsiniz. İnsanlar depresyona girer mazallah. Karsız bir Noel ise tanımı gereği çok üzücüdür. Kış zamanı ofiste, çarşıda, pazarda herkes kar'ı konuşur. "Kaç metre?", "Villars'da bir metreyi bulmuş!", "Zermatt'da bir buçuk metre!", falan diye.

E, insanın başka derdi olmayınca böyle şeylerle uğraşıyor işte.

Eşim Jelena kelimenin tam anlamıyla bir kayak hastasıdır. Beş yaşında kaymayı öğrenmiş, hiç ara vermeden bu güne kadar devamlı geliştirmiş. Kayak üzerinde, benim spor ayakkabılarımla göl kıyısında yürürken ki halimden daha rahattır. Geri geri kayarken cep telefonuyla mesaj atar falan.

Ben kulunuz ise kayak yapmayı, kayak yapanları seyrederken sıcak şarap içmek şeklinde algıladığımdan, sevgili karım için bu kayma meselesinde tam bir hayal kırıklığıyımdır. İsviçreye ilk geldiğim günlerde biraz heves etmiştim ama lojistiği çok meşakkatli olduğu için çabuk soğudum.

Melissa'nın haberi geldiği andan itibaren "Bir gelsin, ben kızımla kayarım, sen de istersen bir fıçı şarap iç, umdumda değil" dedi, durdu.

Bu sene Melissa ele gelir hale geldiği için daha yaz bitmeden tahta bir kızak ısmarladı. Melissa en azından karla tanışsın istiyordu. Plana göre, bir sonraki sene de kayağa başlayacaklardı.

Herşey iyi gidiyordu. Melissa kayabilecek kadar büyümüş, kızak da gelmişti. İş sadece karın yağmasına kalmıştı.

Ancak kar bir türlü yağmıyordu.

O koca kızak girişte boş boş bekliyor, gelen giden takılıp düşme tehlikesi geçiriyordu.

Melissa'yı Montrö'de iki küsür bin metrede bir Noel Baba köyüne götürecektik. Jelena karın yağmış olacağı garanti olsun diye biletleri Noelden önceki son gün için almıştı.

Ancak nafile, kar mar yağmıyordu. Köyde Alplerin geleneksel kar kalıntıları olsa da, yaz günü misali, pırıl pırıl bir güneşin altında köyü gezdik.

Noel geçti, yılbaşını beklemeye başladık. Yeni yıl için Melissa'yı Paris'e, Disneyland'e götürecektik. Bu koca parkı gezerken ister istemez açık havada yürümek zorunda kalacaktık, o yüzden kar yağmıyor, en azından Disneyland'de rahat ederiz diye seviniyorduk.

Bu dileklerle uçağa binmiştik ki, pilotun anonsu geldi. "Meeedams e meeeessyö, hava muhalefeti yüzünden Parise imişimiz rötarlı olacak..."

Hava bile muhalifti anasını satayım...

Aylardır yağmayan kar, parkta, açık havada iki gün geçireceğimiz zaman yağmıştı.

Melissa yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı. Hemen geleneksel uçak kabini çalışmalarına başladı. Önce ön sıradaki her koltuğun cebindeki dergiler, acil durum kartlarını, menüyü falan çıkardı. Sonra hepsini sırayla bize, arkamızdaki sıraya ve önümüzdeki sıraya atmaya başladı. Daha sonra da dergileri sayfa sayfa yırtıp, yırttığı sayfaları lime lime doğradı ve konfeti şeklinde havaya fırlattı.

Melissa ile uğraşmaktan uçakta uyuyamamıştık, halbuki rötarla birlikte güzel bir iki saatlik uyku, sabahın üçünde yola koyulmuş bizleri biraz da olsa kendimize getirebilirdi. Mukadderat dedik, hayat Melissa ile birlikte değişmişti, biz de çoktadır bunun farkına varmıştık, o yüzden fazla da hayıflanmadık.

Pilot inmeden bir anons daha yaptı ve bütün elektronik cihazların kapatılmasını istedi. Eskiden yaygındı ama bu günlerde çok sık duymadığımız bir anonstu bu. Demek ki ILS denen aletli iniş sistemini kullanacaktı ve risk almak istemiyordu.

Camdan dışarı baktığımda sanki bir Drakula filminin en korkunç sahnesindeymişim gibi oldum. Kar ve buz çizgiler halinde camı çaprazlamasına geçiyordu. Havanın rengi ise koyu griydi. Bir kaç metre ötesini bile görmek imkansızdı. Uçak, suya kaydırmak için attığımız taşlar gibi türbalansların arasında seke seke gidiyordu.

Bir tum sesi ve iniş takımları da açılmıştI. Biraz sonra da flaplar bir gır-gır sesinin ardından en dik açısına kadar açıldı. Uçakta, kanadın arkasında otururken dikkat ettiyseniz bilirsiniz, kanat bu konumda neredeyse yan yatmış bir "L" şeklini alır.

Yere çok yakın olmalıydık ancak hiç bir şey göremiyorduk.

Nasıl pis bir duygudur bu... Tekerleklerin her an piste dokunacağını bilirsiniz ama görmediğiniz için diken üzerinde, ne zaman diye sinirle beklersiniz.

Bir süre daha kapkara sisin içinde uçmaya devam ettik. Tam anlamıyla bir saniyeden az bir süre içinde o kara sis kayboldu ve kar yağmur karışımı bir yağış altında Orly havaalanının pisti altımızda belirdi ve ne olduğunu anlayamadan güm diye piste konduk. Pilot frenlerle birlikte reverse thruster'ları da açıp kapayınca oturduğumuz yerde bir ileri, bir geri gidip koltuklarımıza yapıştık.

Kafamdaki çocuk şarkılarının çaldığı, Mickey'li, Donald'lı yeni yıl tatilimiz biraz fazlaca Top-Gun'vari başlamıştı.

Melissa'nın arabasını banttan alıp, Orly havaalanını Paris'e bağlayan Orlyval isimli fütüristik trene bindik. Fransızlar böyle fantastik trenlere yatırım yapacaklarına Orly havaalanını yenileselermiş daha iyi olurmuş. Asala suikastinden beri bir çivi bile çakmamış gibiler. Orly çok eski, bakımsız ve pis.

Châtelet-Les Halles istasyonunda bir tren değiştirip Gare de Lyon'a aktarma yapacaktık. Net bir yarım saat, bir aşağı, bir yukarı koşuşturduk ve sonuçta platformumuzu bulduk.

Gare de Lyon'da valizleri bırakıp Paris'te bir gün geçirecektik. Yine bir yarım saat paralı dolapları aramakla geçti. Valizleri kitledik ve metroya geri döndük.

Parise gelmeden Jelena evde geçen seneden kalma bir metro bilet karnesi bulmuştu. Çok gururlanmış, her yarım saatte bir "Metroda bilet almaya gerek kalmayacak!" diye başarısını hatırlatıyordu.

Metroya turnikelerden değil, zorunlu olarak sakat kapısından girecektik. Jelena'da bir bebek arabası ve Melissa, bende de iki valiz ve bir kamera çantası vardı. Jelena bilet karnesini çıkardı ve sakat kapısını açmak için intercom düğmesine bastı. Tam bir bebek arabası var açarmışsınız demeye başlamıştı ki, bızzzzt, kapıyı açtılar. Kapıdan geçtik ancak biletlerimiz elimizde kalakaldık. Normalde birisi gelir biletleri turnikede işletirdi ama ortada kimse yoktu. Geri dönüp biletleri makineden geçirmek de imkansızdı. Ne yapalım, demek mösyö Holland ödeyecek dedik, trene gittik.

Arc de Triomphe
Etoile Yani Charles de Gaulle durağında indik. Etoile Yıldız, Charles de Gaull de ikinci dünya savaşının en ünlü Fransız generalinin adı ancak bu istasyonun her iki isminin de bulunduğu yer ile hiç bir ilişkisi yok. Bu istasyon sizi Arc de Triomphe'a yani ünlü Zafer Anıtına getirir. Ancak daha da önemlisi bu istasyonun bulunduğu meydan, en az anıt kadar ünlü Avenue des Champs-Élysées yani Şanzelize caddesinin başladığı noktadır.

Tam bir sene önce sevgili kızımla aynı yerde başlamıştık Paris turumuza. O aralar arabasına hapisti sevgili kızım. İlk uzun gezisiydi Paris. Başını kaldırıp arabasından zümrüt yeşili gözleriyle, şaşkın şaşkın etrafına bakıyor, niye evde olmadığını anlamaya çalışıyordu,

Bu kez arabasından atladı ve elimizden tutup bizle meydanda yürüdü, anıtın önünde aile selfisi çektirdi, diğer turistlere sataştı. İlk gördüğümde dokuz milimetre boyundaydı canım kızım, şimdi insan oldu, bizle beraber yürüyor. N'olur bağışlayın bu heyecanımı, bazen kendimi kaptırıp böyle başınızı ağrıtıyorum. Birçoğunuz çok önceden yaşadınız bunları ama benim başıma daha yeni geliyor, hem de bu yaşımda.

"Burası doğru Champs-Elysées değil"
Anıtın bulunduğu meydandan Champs-Elysées boyunca aşağı yürümeye başladık.

Böyle tanınmış yerlerin hep bir şarkısı vardır kafamda. Champs-Elysées gibi şanlı şöhretli yerlerin ise birden fazla. Smokie'nin bu güzel cadde için yazılmış çok iyi bir şarkısı vardır mesela kayıtlarımda. "Summer evening in Champs-Elysées" diye başlar.

Ancak bu kez Joe Dassin'dan bir şarkı seçti karışık kafam, nedendir bilinmez. Aux Champs-Elysées. Ooooo Şanzelize şeklindedir nakaratı, mutlaka bilirsiniz.

Kafamda Ooo Şanzelize çalarken bir taraftan da Jelena ile geyikliyoruz bu cadde nasıl güzel falan diye. O da, ben de hem önceki hayatlarımızda, hem de birlikte hayatımızda bir çok kez bulunmuştuk bu dünyanın en güzel ve en pahalı caddesinde. Hep güzel anılarımız vardır burada. Melissa bile daha önce bir kez baştan sona gezdi bu caddeyi.

İşte bu duygularla yürürken Jelena dönüp "This isn't the right Champs-Elysées!" dedi. Tam Türkçeye çevirirsem "Burası doğru Champs-Elysées değil" gibi bir anlam çıkıyor. Ama o kadar tatlı söyledi ki sanki satarken bize kötü Champs-Elysées kakalamışlar gibi geldi kulağıma.

Etrafa şöyle bir baktım, biraz da şüphelenmedim değil ama olamaz dedim, yüzlerce kere geldiğimiz bu cadde diye başka bir yere gelmiş olamayız.

"Mümkün değil!" dedim "Champs-Elysées burası!". O bir daha bakındı ve "Yok Bugi, burası Champs-Elysées değil, şimdiye kadar bilmemne mağazasını görmemiz lazımdı." dedi.

Eğer bir kadın bir mağazayı referans alıp yer tarifi yapıyorsa yüzde doksan dokuz haklıdır arkadaşlar.

Alıcı gözle bir daha baktım. Tarihi bınalar, arnavut kaldırımı cadde, caddenin sonundaki zafer anıtı falan hep doğru yerlerindeydi ama bir kere cadde çok dardı ve Champs-Elysées'ye göre olmayacak kadar da tenhaydı.

Sevgili karımın kafasının içindeki GPS devreye girdi ve bir sağ, bir sol, bizi "doğru" Champs-Elysées'ye çıkardı.

Bu ufak yanlışlığı unutmak, hatta kimseye bahsetmemek üzere anlaştıktan sonra (eğer denk gelirse Jelena'ya bunları yazdığımı söylemeden lütfen bir önceki cümleyi hatırlayın) Champs-Elysées üzerinden Concorde yönüne yürümeye devam başladık.

Champs-Elysées 101
Çok da fazla ilerlememize gerek kalmadan Champs-Elysées 101 numaralı binaya ulaştık.

Buradaki mağaza 1913 yılında ilk açıldığında dünyanın en büyük bavul mağazasıydı. O gün, bu gün bavul ve çanta satmaya devam eder. Belki artık dünyanın en büyük bavul mağazası değil ama kesinlikle dünyanın en pahalı bavul mağazası.

Bilen bilir, Louis Vuitton'dan bahsediyorum.

1821 de doğmuş, 1892'de ölmüş Fransız bir kutu imalatçısı. Kendi adı ile markasını 1854'de oluşturmuş. Napolyon'un "kutucubaşısı" olarak da çalışmış. Öldüğümde oğlu George işi devralmış ve geliştirmiş. Louis Vuitton markası bugün en değerli lüks markası ünvanına sahip ve yılda on milyar dolarlık satış yapıyor. Averaj bir kadın çantası bin yuro civarında fiyatlı. Averaj olmayanın İngilizcede dedikleri gibi limiti gökyüzü.

İki sene önce Champs-Elysées'deki bu mağazalarına gitmiştik. Tezgahtarların yarısı Asyalı, Çin, Japon, vesaire. Geri kalan yarının hatrı sayılır bir çoğunluğu da Rus.

Mağazaya girdiğimizde yürüyememiştik. Lozan'daki mağazaları o kadar düzenli, o kadar elegantdır ki, içeri girdiğinizde rahat rahat gezer, modellere bakar, tabi ki cüzdanınızın ağırlığına göre alış veriş yapabilirsiniz. Bir tezgahtar hiç sıkılmadan sessizce sizi izler, size kararınızı verecek süreyi ve alanı bırakır. Müşteri olarak adınız bilgisayardadır. Tezgahtar ağızınızın tadına göre size modellerini gösterir.

Ukalalık olsun diye değil, durumu özetlemek için söylüyorum, İsviçrede yaşlı-genç hemen her kadının kolunda bir Louis Vuitton var. Ülkede gelir seviyesi yüksek bu yüzden bu lüks çantalar peynir ekmek kadar kolay alınmasa da biraz fedakarlıktan sonra bir işi olan herkesin ödeme menziline girebiliyorlar. Örneğin bir tezgahtar bile bir sene tatile gitmeyip ya da mütevazi bir tatili seçip, yerine bir LV çanta alabiliyor.

Ondandır, arada bir Jelena ile Louis Vuitton'un Lozan mağazasına gider, içerde bir dolaşırız.

İki sene öncesine dönersek, Champs-Elysées mağazası sanki bir pazar yeri gibiydi. Herkes alt alta, üst üste, bir kaos, bir karmaşaydı ki, sormayın. Anlı şanlı Champs-Elysées mağazasından alış veriş yaptık diyebilmek için ufak bir cüzdan alıp kendimizi zor dışarı atmıştık.

Bu gidişimizde ise içeri baktığımda makul sayıda müşteri, rahat rahat alış verişlerini yapıyordu. 30 Aralık için hiç de geleneksel bir görüntü değildi bu. Gözlerim mağazadan girişin soluna kaydı ve kendimi tutamayıp gülmeye başladım. Louis Vuitton, kendine has zarifliği ile mağaza içinde normalden çok müşteri sorununu çözmüştü.

Kapının solunda, binanın yanı boyunca oldukça estetik kurdelalarla bir bekleme sırası yapmışlar, mağazadan müşteri çıktıkça sıradan içeri alıyorlardı. Sırada bekleyenler için ise wi-fi bedava idi!

Bu marketing başarısına şapka çıkardım. İnsanlar bir çantaya bin küsür yuro ödeyebilmek için dünyanın bir ucundan gelip, açık havada, sıfırın altında bir sıcaklıkta sırada bekliyorlardı.

Biz de sıraya girdik, ancak bir on dakika sonra Melissa huysuzlanmaya başladı. Jelena kapıdaki görevliye gidip birşeyler söyledi ve görevli bizi sıradan çıkarıp mağazaya davet etti.

Ne söyledin de bize iltimas geçti diye sorduğumda, "Ne alacağımızı biliyoruz, biz İsviçreden müşteriniziz" dedim dedi.

Gerçekten de ne alacağımızı biliyorduk. Jelena İnternetten Louis Vuitton'un çocuklar için hazırladığı minik bir çanta bulmuştu. İlk başta aklıma yatmadı. Bir çocuğun koluna bin dolarlık bir çanta takmak kadar saçma ve hatta tehlikeli bir fikir olamazdı gözümde. Zaten çöpe atacak bin dolarımız olsa, daha işe yarar şekillerde çöpe atabilirdik hattızatında.

Ben bunları söyleyince Jelena yok, o kadar pahalı değil dedi. Gerçekten de fiyat bir normal çantanın onda biri falan kadar ucuzdu. İlk başta akıl erdiremedim. Bu fiyata LV'dan çantanın ambalajını alamazsınız. Ancak sonradan düşününce aklıma yattı. Erken yaşta bir çocuğun ilk LV çantası olduğunda onla tanışmış olacak, onla büyüyecekti. Tabi sonrasında ikincisi de, üçüncüsü de gelecekti. Bir kez daha şapka çıkardım bu marketing dehasına.

İçerde sanki yüz küsür yuroluk değil de beş bin yuroluk alış veriş yapıyormuşuz gibi ağırlandık. Müşteri hizmeti Louis Vuitton'da gerçekten top. Sonunda da sevgili kızımın ilk defa bir LV çantası oldu yeni yıl hediyesi olarak.

Louvre Müzesine doğru
Saat on gibi midemiz kazınmaya başladı. Yedi saattir ayaktaydık. Hızlı bir burgerden sonra koca birer kahve içtik ve enerjimizi toplayıp Concorde meydanına yürüdük.

Fransanın son kralı Louis XVI ve ekmek bulamayanlara pasta öneren first ladysi Marie Antoinette devrimden sonra bu meydanda giyotinlenmişti. İlginçtir, Marie Antoinette'in son sözleri ayağına bastığı cellatına 'Kusura bakmayın beyefendi, istemeden oldu." olmuştur.

Biz bu Giyotin işini hep geçmişin bir parçası falan gibi algılarız ancak giyotinle infaz Fransada yakın diyebileceğimiz bir zamana kadar sürmüştür. Son giyotin 1977 yılında kullanılmış, ben on bir yaşındayken.

Yolunuz düşerse Concorde meydanında Fransız şehirlerini temsil eden heykelleri görebilirsiniz. Giyotin bugün Brest heykelinin bulunduğu yerdeymiş.

Tuileries Bahçeleri
Concorde meydanının en dikkat çeken özelliği ise meydanın ortasındaki koca bir dikilitaş. Luksor tapınağının kapısından, tee Paris'e kadar gelmiş, iki güzelim çeşme arasında kendine bir yer bulmuş.

Paha biçilmez bir Mısır tarihi eserinin Paris'in en büyük meydanında ne işi var der, kesin Fransızlar araklamıştır diye düşünürseniz had safhada yanılmış olursunuz. Bu dikilitaşı Fransızlar yürütmemiş, tam tersine Mısır hükümeti Fransa'ya hediye etmiş, hem de bir değil, iki tanesini birden. İkincisi çok ağır diye getirmemişler, sonra da Mitterand ikinci dikilitaşı Mısır'a geri bağışlamış.

Bir terör saldırısı korkusuna çok vakit harcamadık Paris'in bu ikonik bölgesinde. Halbuki Champs-Elysees'si, Eyfel Kulesi, Napolyon'un mezarının bulunduğu Les Invalides'si, Luvre Müzesi, yine kraliyetin zaman geçirdiği Tuileries Bahçeleri falan hep bu merkezi meydana görme ve yürüme uzaklığında.

Tuileries Bahçesinden geçip Louvre Müzesine de aynı endişelerle geldik. Çok fazla vakit kaybetmeden metroya yöneldik.

Louvre Müzesi
Metroya girdiğimizde yine Jelena sakat kapısı düğmesine bastı, ve yine çocuk arabası var sözlerini tamamlayamadan bızt kapı açıldı, biz de geçip biletlerimizi kullanamadan ortada kaldık. Anlaşılan yine metro ücretini Mösyö Holland ödüyordu.

Kısa bir yürüyüş, bizi Parisin başka bir simge anıtı, Sacré-Cœur kilisesinin eteklerine götürdü. Bembeyaz travertenle kaplı bu güzelim yapı Parisin en yüksek tepesinde, her gün on binlerce ziyaretçisini ağırlamaktaydı.

Melissa son günlerde yeni bir zevk geliştirmiş ve bir atlıkarınca delisine dönüşmüştü. Sacré-Cœur'Ün bulunduğu tepenin eteklerindeki atlıkarıncayı gördüğünde, ister istemez bir on dakika mola vermek zorunda kaldık. Canım kızım atlıkarıncasına bindi ve biz de normalde bu kiliseye çıkmak için kullandığımız mahşeri dik yoldan ayrılıp, bebek arabamız ve bebeğimizle bizi yukarıya biraz daha zahmetsiz çıkaracak fenikülür'e doğru yürüdük. Bu fenikülür kelimesini ne doğru olarak yazabilir, ne de doğru olarak söyleyebilirim, kusuruma bakmayın.

Biletlerimizi aldık ve bunların metro biletleriyle aynı olduğunu farkettik. Jelena keşke almayıp elimizdekileri kullansaydık dedi. Yine sakat kapısına yürüdük, yine karımın sözünü ağızına tıkayıp cart diye kapıyı açtılar ve yine biletleri kullanamadan kabine girdik. Bırakın elimizdeki biletleri kullanamamayı, biletlerin sayısı artmaya başlamıştı.

Sacré-Cœur Etrafında turumuzu tamamlayıp, hemen yanındaki Montmartre meydanına geçtik.

Montmartre
Montmartre, Paris'in en ilginç yerlerinden biridir. Bu meydan Ve çevresindeki sokaklar açık havada çalışan ressamlarla doludur. Hepsi sehpalarının önünde pipolarını, sigaralarını, şaraplarını içer, resimlerini yaparlar ve tabi ki alıcı bulduklarında satarlar. Burada isterseniz bir yağlıboya portrenizi ya da çok daha popüler olan bir kara kalem karikatürünüzü yaptırabilirsiniz - tabi ki ressamınız eserini bitiremeden sızmazsa :)

Tam bir bohem bölgesi sizin anlayacağınız.

Biraz yürüdükten sonra, meydanda bir cafe'ye girdik ve karımla kendimize birer bardak "lokal" kırmızı şarap söyledik. Yerden, ortamdan ya da saatlerdir yorgun, uykusuz taban tepmekten midir bilinmez, o şarap nasıl tatlı geldi, anlatması zor.

Metroya dönüşte, yoldaki bir mağazadan Melissa'ya pembe, tipik bir Fransız beresi aldık. Yine bilet kullanmadan metroya bindik ve Grands Boulevards durağında inip, Hard Rock Cafe'ye, akşam yemeğimizi yemek için girdik.

Hayatımda çok az kere bu kadar çok yorulmuştum. Yoğun bir günün üstüne sadece üç saatlik uykuyla Parise inmiş, Paris'te arada ufak molaları saymazsak devamlı koşuşturmuştuk. Vücudum artık yeter diyordu. İşte bu yüzden mükemmel bir aklam yemeği ve şarap çok iyi gelmiş, bir kaç saatlik daha enerji sağlamıştı.

İçerken bilmiyordum ancak bu şaraplar 2016'nın son şaraplarıymış.

Hard Rock Cafe
Melissa hanım ise biz koşuştururken arabasında uyuduğu için, Hard Rock Cafe'de Uykusunu almış bir biçimde hayli neşeli ve aktifti. Garsonlar ona boyama kitabı verdiler, o da ilk defa kalemle birşeyler yazma ve boyama fırsatı buldu. Büyüdüğünde hala kağıt-kalem kullanılacağını düşünmesem de sevgili kızımı kağıt üzerine abur cubur çizerken görmek içimi ısıtmıştı.

Bu arada uzun süredir gözlemlediğimiz bir fenomen biraz daha kesinlik kazandı. Sevgili kızım solaktı. Bilenler hala değişebilir diyorlar ama kalemi istemsiz olarak sol eline aldı ve sol eliyle yazmaya başladı. Emin olmak için bir kez kalemi sağ eline de verdik, sağ eliyle de yazdı ancak sol elini daha rahat kullanıyordu.

Bir dizi metro seyahati bizi yeniden Gare de Lyon'a getirdi. Tabi ki yine metroda bilet kullanmamıştık. İlk başlarda kendimi kötü hissediyordum ama sonradan bıraktım, hatta zevk almaya başladım bu yarı-kaçak metro seyahatlerimizden.

Disneyland'a metro ile değil, RER denen banliyö trenleriyle gidecektik. Jelena biletleri aldı ama yine kullanamadan istasyona geçtik. Elimizdeki metro biletlerine ek olarak bir de RER biletleri birikmeye başlamıştı.

Otelimiz parkın içinde değil, on dakika yürüyüş mesafesindeydi. Parka girmesek de, trenden indiğimizde güvenlik kontrolünden geçtik. Fransızlar güvenlik işini çok ciddiye almış, gerçekten işe yarar bir sistem kurmuşlardı.

Bir Arap taksici on dakika yürüyüş uzaklığında otelimize on beş yuro alarak bizi ve bavullarımızı otelin kapısında bıraktı.

O kadar yorulmuştum ki, duş bile almadan uyumayı planlıyordum.

Tam o anda Jelena resepsiyondaki kıza sordu. "Kızımız için nereden süt alabiliriz?"

Kız da kelimesi kelimesine şunları söyledi.

"İki yüz metre ilerde, restoranları geçin, bir alış veriş merkezi var. Altındaki süpermarketten alabilirsiniz."

Jelena'ya "Sen check in yap, ben gidip süt alayım, vakit kaybetmeyelim." dedim.

Kızın gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım. Gerçekten de iki yüz metre sonra restoranları gördüm, biraz ilerisinde de alış veriş merkezine benzeyen bir kapıdan girdim.

İçeri girdiğimde gerçekten gördüğüm manzaraya inanamadım. Alış veriş merkezinin sonunu görmek mümkün değildi. Marina Bay Sands gibi, Dubai Mall gibi çok iddalı AVM'ler görmüştüm ama oturup ölçmesem de bu hepsinden büyük duruyordu.

Mahşeri uzun koridorun sonuna geldiğimde kendimi bir meydanda buldum. Bu meydanda başka mahşeri uzun koridorlar birleşiyordu. Bu mahşeri sonsuzluktan aynısı hem bir üst, hem de bir alt katta vardı.

Resepsiyondaki kızın "İki yüz metre uzakta bir alış veriş merkezi var." dediği alış veriş merkezi ünlü Val d'Europe'muş!

Ayaklarım altındaki acıya dayanamadığından artık ayakkabılarımın kenarına basarak yürüyordum.

Meydanda bir bankonun arkasında promotörlük yapan bir Araba süpermarket nerede diye sordum. O da meydanda birleşen mahşeri kanatlardan birini gösterip, şuradan git, alt kata in dedi.

"Şuradan" bir on beş dakika daha yürüdüm. Uzunluğu her halde bir yüz metre olan yürüyen merdivenden inip, kendimi gerçekten de bir süpermarketin içinde buldum.

Bu süpermarketin büyüklüğünü ne kadar abartarak anlatabilirim, bilmiyorum, ama herhalde küçük bir şehiri bir ay besleyebilecek kadar yiyecek vardı içinde.

Yine abartmadan sütleri bulmak için bir yarım saat kadar yürüdüm içeride. Sütleri bulduktan sonra da tam yağlı pastörize inek sütü bulmak bir on beş dakika daha aldı.

Sütleri ararken içeride kaybolmuş, zaten mevcudiyeti tartışma konusu olan yön duygumu tamamen yitirmiştim. Orada çalıştığını düşündüğüm birini durdurup kasa nerede diye sordum. Arapmış. Bir içerledi onu süpermarkette çalışıyor zannettiğime. Başladımı bağırmaya "jö nö travay pa isi" diye, itoğluit... ama nasıl yırtıyor kendini, inanamazsınız. Ben de ona Türkçe küfür ettim, taa maternal köklerine dayanan oturaklı bir küfür. Bu döndü gitti ama arkası dönük, hala bağırıyordu. Ben de onun arkasından annesi ile ilgili kanaatlerimi söylemeye devam ettim.

Biraz daha yürüyüp kasayı buldum. İnsanlar tepeleme dolu market arabalarıyla, ben de elimde iki şişe sütle sıradaydım. Yine sonsuza yakın bir süre sıranın gelmesini bekledikten sonra kasiyer kıza beş yuroluk banknotu uzatıp, üç yuro para üstünü aldım ve dönüş yoluna koyuldum.

Artık ayaklarımı kaldıracak gücüm kalmamıştı, o yüzden onları sürüyerek, yarım saat sonra alış veriş merkezinin dışına çıkabildim. Restoranları geçtim, iki yüz metre kadar süründükten sonta da otelimize geldim.

Jelena hem Melissa, hem de valizleri yukarı çıkaramamış, valizleri bana bırakmıştı.

Oteldeki bellboyların kullandığı, o üzerlerinde demir bir boru olan valiz arabalarından birini aldım. İki valizi ve iki süt şişesini üstüne koyup asansöre doğru yürüdüm. Köşeyi dönüp, resepsiyonun görüş menzilinden çıkınca, ayakkabılarımı da çıkarıp süt şişelerinin yanına koydum ve çoraplarımla asansöre binip katımıza çıktım.

Oda numaramız iki yüz elli altıydı. Asansörden indiğimde ilk oda iki yüz numaraydı. Yani yüz yirmi sekiz oda yürümek zorunda kaldım. Her halde önceki hayatlarımda yaptığım kötülüklerin bedellerini ödüyordum. Odamıza yaklaştığımda artık bellboy arabasına dayanarak sürünme moduma girmiştim.

Jelena ne oldu diye sorduğunda cevap bile vermedim. Kendimi yatağa attım ve uyudum.

31 Aralık 2016 Cumartesi

Yeni Yıl

Sevgili arkadaşlar, yeni yıla çok özel bir yerde giriyoruz. Burada insanlar mutlu, çocuklar mutlu.

Çünkü burada mutlu olmak ayıp değil.

Etrafta neşeli şarkılar çalıyor, herkes gülümsüyor, insanlar tanımadıkları binlerce insana mutlu yıllar diliyor. Ülkesi, dini, rengi ne olursa olsun.

Çocuklar bu dünyada sevgi ile büyüyor.

Bu dünyada çocukların önüne idam ipi atan, ana okulu yaşında onları tankların önüne yatırıp namaza durduran, Noel babaları meydanlarda kovalayıp, sonra kafalarına silah dayayan, şişme Noel babaları sünnet edip bıçaklayan, kadına gülmeyi yasaklayan ruh hastaları yok.

İnsanların ağızından köpük çıkararak ölüm, şiddet kusmadığı, insanların hayatlarını güzelleştirmeye çalıştığı bir dünya var.

Bunu unutmayalım, bunun için çalışalım.

Yeni yıl, mutlu olmak varken bunları düşünüp sinir yaptım, kusuruma bakmayın.

Yeni yılınız kutlu ve mutlu olsun...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...