30 Temmuz 2014 Çarşamba

Çıkıntı Öncesi...

Adolf Hitler tam anlamıyla sosyopat biriydi. BBC'de izlediğim bir belgeselde, savaş sırasında Walter C. Langer (Oltır Si Lengır) isimli bir psiko-analistin hazırladığı, Hitlerin psikolojik profili anlatılıyordu.

Çocukluğundan, anne ve babasının ona karşı davranışlarından, sonrasında intihar eden bir akrabasıyla yaşadığı sapık, ensest sayılabilecek bir ilişkiye kadar hayatının detayları araştırılmış, hala yaşayan kişilerin tanıklığına başvurulmuştu. Yahudilere duyduğu nefretin nedenini homoseksüel eğilimlerine, iktidarsızlığına ve Eva Braun ile yaşadığı asexsüel, yani sekssiz ilişkiye kadar bağlayan iddialı bir programdı.

Belgeselde ileri sürülen iddiaların birçoğu akla yakın gelse de işin doğasından, yani konusu geçen birçok kişinin ölmüş ve olayların unutulmuş olmasından ötürü, baştan sona kanıtlanmış değiller. Yine de çok ilginç bir saat geçirtmişti bana.

Bu analizin homoseksüellik ve iktidarsızlık iddiaları kadar magazin olmasa da en önemli sonucu, Hitlerin paranoyak oluşu ve bunun zaman geçtikçe ilerleyecek olmasıydı.

Gerçekten de Hitler'in iktidarı boyunca yavaş yavaş paranoyasının arttığı, etrafındakilerden kuşkulanmaya başladığı, topluluklardan uzaklaştığı ve daha fazla kontrol etmeye kaydığı bir gerçektir.

Alman generallerinin savaşın başındaki harekatlarda yetki alanları çok genişti. İnisiyatif alıyorlar, değişen koşullara göre cephede taktik değiştirip üstünlüklerini koruyabiliyorlardı.

Zaman geçtikçe Hitler çok daha fazla günlük olaylara taraf olmaya başladı. Generallerin işlerine karışıyor, her kararı kendisi vermek istiyordu.

Örneğin, koşulsuz kendisine bağladığı tank birlikleri Normandiya çıkarması esnasında Hitler uyuduğu için savaşa girememişlerdi.

Benzeri bir şekilde bir Alman mühendislik harikası olan ilk operasyonel jet uçağı Messerschimit ME-262'ler hız ve yükseklik bakımından müttefiklerin elindeki her uçaktan kat be kat üstünlerdi. Alman generaller bu yeni uçakları, tüm orduya kan kusturan Amerikan B-17 Uçan Kale bombarduman uçaklarına karşı kullanmak istemişlerse de Hitler, kafayı bozduğu için bu yeni jetlerin burunlarının altına iki ufak bomba takıp yere saldırı amaçlı kullandırmıştı. Eğer bu uçaklar yeter sayıda üretilip Müttefik bombardıman uçaklarını önleme için kullanılabilseydi, savaşın kaderi değişebilirdi.

ME-262'ler Almanların tek askeri üstünlükleri değildi. Almanlar askeri teknolojinin sözkonusu olduğu her alanda müttefiklerden üstünlerdi.

King Tiger (King Taygır) tankları, müttefik kara birliklerin tam anlamıyla korkulu rüyalarıydı. Bu tankların topları müttefiklerin elindeki her tankı iki kilometreden delik deşik edecek kadar güçlü, zırhları ise bir müttefik tankının iki metreden yarım saat boyunca ateş etse de zarar veremeyeceği kadar sağlamdı. Ne var ki öncelik verilmediğinden yeteri sayıda imal edilmemişlerdi.

Almanlar yine savaşın sonuna doğru dahiyane bir silah tasarımlamışlardı. Bu yeni silah öyle uçan nükleer bombalar, yada Indiana Jones'vari biyolojik silahlar değil, bildiğimiz bitli piyade tüfeği idi. Yada doğru ismiyle taarruz tüfeği.

O güne kadar piyadeler iki tür genel maksat silahlarından birini seçmek durumundaydılar. Ya her defasında tek bir mermi atan, yavaş ancak uzun menzilli ve yüksek isabetli piyade tüfeklerini, yani Mauser - bizdeki adlarıyla Mavzer, ya da çok sayıda mermiyi kısa bir süre içerisinde atabilen, ancak kısa menzilli ve isabeti düşük makineli tüfekleri, örneğin MP-40, kullanıyorlardı.

Alman mühendisleri bu iki silahı birleştirip, istendiğinde uzun menzilli, nokta atışı yapabilen, bir anahtarı çevirerek de otomatik hale dönüp ateş kusan Sturmgewehr 44 (Şturmgevier) yada MP-44 isimli bu taarruz tüfeklerini tasarımlamışlardı. Günümüzün modern orduları hala bu konseptteki tüfekleri kullanmaktadırlar.

Gelin görün ki bu her genç piyadenin rüyası tüfeklerden yine yeterli sayıda üretilememişti.

Kaynaklar, Rusyada çatır çatır Alman askerleri ölürken. Churchill'e (Çörçhil) inat Britanyaya gönderilen V1 ve V2 roketlerine, ve başka bir dolu Zihni Sinir projesine harcanmış, savaşın gidişatını değiştirebilecek birçok yenilik ya gözardı edilmiş, ya da yeterli sayıda üretilememişti.

Bu kararları veren de bizim Hitler'den başkası değildi.

1944 yılının Temmuzunda Hitlere yapılan suikast teşebbüsü Hitler'in paranoyasını artık son safhasına getirmişti. Suikastle ilgili olduğu iddia edilen beş bine yakın üst düzey Alman general ve sivil yetkili ortadan kaldırılmıştı. Hitler artık tamamen önceden kestirilemez bir kişilik olmuştu.

Batıda İngiliz ve Amerikalılar, doğuda da Ruslarla savaşan Alman ordusunun iki cephede savaşa devam etmesi olanaklı değildi. Hitler bu cepheden kolayını, yani batı cephesini kapatıp tüm kuvvetlerini Rusları durdurmak için kullanmayı hedefledi. Bunun için de bir karşı saldırı planladı.

Bu plana göre, Hitler Almanya sınırından başlayacak ve Belçika üzerinden batıya doğru yönelecek sürpriz bir saldırıyla Müttefik kuvvetleri ikiye bölecek, 200 kilometre civarı bir uzaklığı katedip, Antwerp limanını ele geçirecekti.

Antwerp, Müttefiklerin tüm gereksinimlerinin varış limanıydı ve Almanlar bu limanı ele geçirirse Müttefik kuvvetler yavaşlayabilir, Alman ordusu da bir üstünlük sağlayabilir ve belki de bir anlaşma ile batı cephesi kapanabilirdi.

Askeri tarihçiler bu planı biraz fazla hırslı şeklinde tanımlarlar. İşin aslı, plan baştan aşağı aptalcadır.

Bir kere Alman ordusunun hiç savaşmadığını düşünsek bile, Antwerp'e gidecek kadar benzini yoktu. Hitler eksik benzinin yolda Amerikalılardan ele geçirilmesini planlamıştı. Bu Ankaradan İstanbula giderken sadece Bolu'ya kadar bilet alıp, gerisini Bolu'da düşünürüz demek gibi birşey.

İkinci olarak, bu hayalin gerçekleşip, Alman ordusunun Antwerp'i ele geçirdiğini düşünsek bile, doğru düzgün bir hava kuvveti olmadan bu limanı elde tutmaları mümkün olmayacaktı. Zaten Müttefikler de Almanya'dan Antwerp'e kadar uzanan bu koridoru seyretmeyecek, hemen saldırıp kapayacaktı.

Bu planın gerçekleşmesinin tek koşulu Almanların tüm Belçika, Hollamda, Lüksemburg ve Fransanın kuzeyini yeniden ele geçirmesiydi ki bu da düşünülmeyecek kadar saçma bir olasılıktı. Almanya eğer bu kadar kuvvetli olsaydı, zaten bu bölgeleri kaybetmezdi.

Ama Hitler de Hitler'di işte. Gel de Hayır de...

Harekatın komutanı olarak atadığı Rusya cephesinden gelme, deneyimli ve başarılı Mareşal Walter Model hedefleri daha mütevazi ancak çok daha gerçekçi olan bir iki alternatif plan önerse de Hitler fikrini değiştirmedi. Harekat Hitler'in istediği şekilde, yavaş yavaş hayata geçiyordu.

Bu harekata Unternehmen Wacht am Rhein (Ünternemen Vaht Rayn), yani Ren nehrini gözetleme ismi verilmişti. Ren nehri, Alman birliklerinin çekilip, Almanya sınırları içerisinde mevzilendiği savunma hattıydı ve harekata verilen bu isim, onu bir savunma inisiyatifi gibi gösteriyordu.

Bu harekatın belki de en önemli unsuru sürpriz faktörüydü.

Bir kere başlangıç noktası Belçika'nın Ardennes (Arden) bölgesinin ormanlık alanları olacaktı. Kimse bu bölgeden böyle bir saldırı beklemiyordu. Bunun da geçerli sebepleri vardı.

Tanklarıyla, toplarıyla bir ordu Ormanlık bir alanda sadece yollar üzerinde hareket edebilir. Bir de dev boyutlardaki King Tiger tanklarını düşünürsek bu yolların dar olanları bile yeterli olmayacaktır.

Bu yollarda ilerlerken de eğer önündeki araç isabet alır yada bozulursa tüm konvoy hareketsiz hale gelir. Bundan sonrası da Müttefiklerin atış eğitimine dönüşür.

Zaten bu yüzden bu bölgede o güne kadar herhangi bir çatışma olmamıştı. Amerikan askerleri bu cepheye The Ghost Front (Dı Goost Front), yani Hayalet Cephe ismini vermişlerdi ve asıl saldırı başladığımda, bölgede ağır çatışma sonrası dinlenmek için gelmiş birlikler vardı.

Sürpriz için kulağa güzel gelen bir yer ilk bakışta, ancak sürprizin gerçekleşmesi iki önemli koşula bağlıydı. Bir, kötü hava, ve iki, herkesin ağızını sıkı tutması.

Kötü hava, Müttefik keşif uçaklarının uçamaması yada uçsalar bile aşağıda ne olduğunu görememesi için gerekliydi. Çünkü çeyrek milyon kişilik ve binlerce araçlık bir askeri topluluğu uçaklardan gizleyemezsiniz.

Hitler bu kötü havada saldırma işini zaten adet haline getirmişti. Atlas okyanusunun üzerinde belirlenen, ve dört gün içerisinde içerilere gelecek kötü havayı kaçırmadı. Müttefik uçakları yoğun bulut tabakası yüzünden hiçbir şey göremiyordu.

Gizliliği sağlamak, kötü havadan biraz daha zordu çünkü hem heryer casus doluydu, hem de insanlar, her çağda, ülkede, dinde ve etnik kökende olduğu gibi, kendilerini önemli hissetmek için fazla konuşmayı seviyorlardı.

Hitler bu işi kısa yoldan halletti. Planlardan haberdar tüm komuta subaylara, birer SS subayının önünde bir kağıt imzaladı. Bu kağıtta, eğer operasyonla ilgili bir sızma olursa sadece kendilerinin değil, ailelerinin de sorumlu tutulacağı yazıyordu. Yani bir laf kaçarsa kendileri vurulacak, aileleri de en iyi ihtimalle bir toplama kampına gidecekti.

Bu taktik işe yaradı ve operasyon gününe kadar sızma, mızma olmadı.

İki yüz bin asker, üç yüz elli tank, üç yüz diğer zırhlı araç, bin altı yüz top ve bin roket bataryası sessizce Ardennes Ormanının içinden batıya doğru hareket etti. Bu birlikler sadece gece hareket ediyor, gündüzleri kamuflaj altında gizleniyordu.

Ardennes ormanı ve batısı, Amerikan General Omar Bradley'in (Omar Bredli) Birinci Ordu'su tarafından elde tutuluyordu. Bradley'in kuzeyinde, İngiliz Mareşal Bernard Law Montgomery'nin (Börnard Lo Montgomri) kuvvetleri ve çok daha uzak güneyde de Patton'ın (Pettın) üçüncü ordusu vardı.

Ardennes'deki Amerikan birlikleri Foxhole (Fakshool) denilen ve içinde bir-iki kişinin bulunduğu, kuyu biçiminde siperlerde mevzilenmişlerdi. Dondurucu soğuk ve kar, bu askerleri fazlasıyla olumsuz etkiliyordu.

Bu hava koşullarında, askerleri, daha önce pek kimsenin önemsemediği yeni bir sorun bekliyordu.

Amerikan askerlerine dağıtılan postallar günümüzdeki postallardan biraz farklı tasarımlanmıştı. Bugün aldığınız bir ayakkabının derisinin parlak tarafı dışta, tüylü, mat tarafı da içte olur. Dışardaki parlak tabaka, üzerine sıçrayan suyun akıp, ayakkabı tarafından emilmesini önler.

O günkü Amerikan postalları ise tam tersine, derinin parlak tarafı içerde, mat, tüylü tarafı dışarda üretiliyordu. Kaygan olmayan bu dış deri yüzey hem karı tutuyor, hem de eriyen suyu emiyordu. Soğuk havayla donan bu ıslak ayakkabılar Trench Foot (Trenç Fuut) yani Siper Ayağı denilen sağlık problemini birlikte getiriyordu.

Askerler çoraplarını çıkardığında ayak parmakları da çıkan çorapla birlikte geliyordu.

Aylardan Aralık, günlerden 15'di. Noel'e netedeyse bir hafta kalmıştı.

29 Temmuz 2014 Salı

Çıkıntıya Doğru...

Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'nı kaybettiği nokta Berlin'in düşmesi, Hitler"in (eğer gerçekse) intahar etmesi yada Almanların kayıtsız şartsız teslim olmaları değil, 1944 yılında müttefiklerin zaferiyle sonuçlanan Bulge (Balc) savaşıdır. Tam İngilizce ismiyle The Battle of the Bulge (Dı Bettıl ov dı Balc).

Bulge, çıkıntı yada şişkinlik anlamına gelir. Aslında bir savaş için pek de alışık olmadığımız, komik bir isim. Gelin size bu savaşa neden çıkıntı dendiğini anlatayım.

Hitler'in Nazi Almanyası bütün Batı Avrupa'yı, haritanın üzerine dökülüp yayılan kırmızı mürekkep gibi baştan aşağı ele geçirmişti. En batıda İngiltere'ye havadan saldırıyor, doğuda da Rusyayla savaşıyordu.

Savaşın ilerlemesiyle Almanlar, Kuzey Afrika'da üstünlüğünü kaybetmişti. Amerikalılar da İngilizlerle birlikte Sicilya adasını ele geçirip, Kara Avrupa'sının kapısına ayaklarını koymak üzereydiler.

Sonrasında Normandiya çıkarması geldi. Amerikalılar Fransa'nın kuzeyinden Avrupa'ya girdiler. Alman ordusu Normandiya'da önemli bir yenilgi aldı ve Kıta Avrupasında da üstünlüğünü kaybetti.

Normandiya çıkarması sonrası, Alman ordusu Batı Avrupa'dan püskürtülmüş ve Almanya sınırına kadar geri çekilmiş, Almanya'nın batı sınırında, kuzey-güney doğrultusunda düz bir çizgi sayılabilecek bir hat oluşturmuştu.

Bu hat Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve Fransa ile komşuydu.

Müttefik askerler bu hattın üzerindeki Belçika, Lüksemburg ve Kuzey-doğu Fransa sınırındaki Ardennes (Arden) bölgesine Hayalet Cephe ismini vermişlerdi, çünkü bu bölge hattın en sessiz bölgesiydi. Herhangi kayda değer bir çatışma gerçekleşmemişti.

Bunun da geçerli bir sebebi vardı. Ardennes bölgesi yoğun bir ormanla kaplıydı.

Ormanlık alanlarda savaşmak çok zordur. Ağaçlar askerlere saklanmak için birçok seçenek sunar. Yine ağaçlık alanda cipler, kamyonlar, tanklar ve diğer tekerlekli araçlar çok zor hareket eder. Ormanın içinde açılmış yollarda ilerleyen askeri konvoyların önündeki aracı vurun, tüm konvoy hareket edemez hale gelir. Sonrası da İngilizcede dedikleri gibi "Sitting Duck" (Sitting Dak/Oturan Ördek, yani gel beni vur diye bekleyen ördek) durumları ortaya çıkar.

İşte buna rağmen, 1944 yılının Aralık ayında, herkesin artık bitti dediği Alman ordusu bu savaşması zor bölgede muazzam bir karşı saldırı başlattı. Alman birlikleri önlerine gelen herşeyi silip süpürdü, Belçikaya girdi ve önemli bir kent olan Bastogne'u (Baston) kuşatıp batıya doğru ilerlemesini sürdürdü.

Bu ilerleyiş, günün haritasında da komik bir görüntü oluşturdu. Göreceli olarak düz olan kuzay-güney doğrultusundaki bu hat, Alman karşı saldırısı sonucunda batıya doğru pipi gibi bir çıkıntı oluşturmuştu. İşte bu yüzden bu savaşın adı Çıkıntı Savaşı kaldı.

Battle of the Bulge, orduların olduğu kadar, bu orduları yöneten liderlerin de kişisel bir savaşı haline dönüşmüştü, hem de ilk akla gelecek şekilde Alman ve Müttefik liderlerin birbirleriyle savaşından ziyade, Alman ve Müttefik liderlerin kendi içlerinde bir savaş.

Bu savaşın en öne çıkan lideri için Amerikalı General George S. Patron Jr. (Corc Es Pettın Cuniyır), kısacası General Patton dersek çok fazla yanılmış olmayız.

Gelin zamanı geri alıp bu ilginç kişiliğin öyküsüne bir bakalım.

Patton, asker bir ailenin çocuğu olarak 1885 yılında doğdu. Amerika'nın en havalı askeri okulu olan West Point Akademisi'ni bitirdi.

Patton bir süvari idi. Süvari'nin İngilizce karşılığı olan Cavalry (Kevlıri) sözcüğü, Fransızca Cheval (Şeval), yani At sözcüğünden gelir ve at üzerinde savaşan asker demektir. Ne var ki Patton'ın ilk savaş deneyimi, ilk defa at yerine motorlu araçların kullanıldığı Pancho Villa (Panço Viya) seferi esnasında, Meksika'da yaşadı.

Bu mekanik atlar Patton'un fazlasıyla ilgisini çekmişti. Kara savaşında geleceğin başta tank, bu motorlu kara taşıtlarında olduğunu görmüştü. Bu yüzden birinci dünya savaşı esnasında yeni kurulmuş olan Amerikan Tank Birlikleri'ne katıldı, sonrasında Fransa'da kurulmuş Amerikan Tank Okulu'na komuta etti.

Savaş bittiğinde Amerikan ordusunun tank doktrininin geliştirilmesinde önemli rol oynadı. Patton, orduya o kadar büyük bir tutkuyla bağlıydı ki, tankçıların ünüformalarını bile kendisi tasarımladı.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ilk olarak Kazablanka'ya bir çıkarma yapıp Fas'ı kurtardı. Fas Sultanı ona "Les Lions Dans Leurs Tanières Tremblent En Le Voyant Approcher" (Le Lion Dan Lör Tanier Tromblö An Lö Vuayan Aproşe), yani "Yaklaştığında, Aslanların İnlerinde Titrediği (adam)" nişanını verdi :)

Bu arada Amerikan birlikleri Alman birlikleriyle savaş sırasında ilk defa Kaserin geçidinde karşı karşıya gelmiş, Almanlar, Amerikalıların tozunu atmıştı. Bu yenilginin ardından Patton, Kuzey Afrika'da Amerikan birliklerinin komutasını aldı. Patton'ın altında, ikinci komutan olarak yine Bulge Savaşının önemli bir karekteri olan Omar Bradley (Omar Bredli) yer alıyordu.

Patton, bu morali bozuk askerleri kendine has önderliğiyle disipline aldı ve sıkı bir eğitime tabi tuttu. Bu eğitim başarılı olmuştu. Amerikan birlikleri El Guettar'da, ünlü Alman Mareşali Erwin Rommel'ın (Ervin Romel) tank birliklerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Patton daha sonra Kuzey Afrika'nın kurtarılması esnasında birçok farklı yerde önemli roller oynadı.

Patton'un savaş esnasındaki ikinci önemli dönüm noktası Sicilya'nın kurtarılması oldu. Bu harekat esnasında Patton Yedinci Ordu'nun komutanlığını yapıyordu.

Patton'un başında olduğu birliklerin görevi, başlarında yine ünlü bir askeri karekter olan Bernard Law Montgomery'nin (Börnard Lo Montgomri) olduğu, işgali gerçekleştirecek İngiliz birliklerini korumaktı.

Geleneksel beceriksizliği ile Momtgomery yine savaşın ortasında bir yerde çakılıp kalmış, ilerleyemiyordu. Bu yüzden Patton'a Palermo kentini alma "izni" verildi. Palermo'yu alan Patton, bu kez izin mizin beklemeden yönünü Messina'ya çevirdi ve bu kenti de Montgomery'den önce ele geçirdi.

Patton, Alman ordusunun üst yönetimi içerisinde neredeyse en fazla önemsenen Amerikan generali haline gelmişti ve artık her an gerçekleşmesi beklenen Avrupa çıkarmasına komuta etmesine kesin gözüyle bakılıyordu.

Hem bu algıdan faydalanmak, hem de çıkarma hatekatına, aklına yatmadığında emirlere uymayan Patton gibi asi biri yerine askeri açıdan Patton kadar yetenekli olmasa da en azından daha fazla güvenebileceği biri olan Omar Bradley'i getirmek için, Muttefik Orduları Komutanı Dwight D. Eisenhoower (Duayt Di Ayzınhauır), Patton'a biraz olağandışı bir görev verdi.

Patton'ın bir sonraki görevi Amerikan Birinci Ordu Grubuna komuta etmekti. Ancak bu ordunun askerleri, tankları, topları yoktu. Birinci ordu tamamen hayali bir orduydu. Müttefikler yüzyılın en büyük kandırma harekatlarından birini gerçekleştirmiş, hergün binlerce hayali radyo mesajı, yazılı döküman ve dedi-kodu Alman ajanlarının önlerine atılmıştı.

Birinci ordunun tek gerçek ferdi aynı zamanda da komutanı olan General Patton'dı.

Patton, gerçek çıkarma Normandiya'dan çıkarma başlayıncaya kadar kuzeydeki Fransa'nın Pas de Calais (Pa dö Kale) kenti karşısında bulunan İngiliz Dover (Dovır) kentinde boy gösterip, Almanlar'a yanlış izlenim vermeyi sürdürdü.

Bu hareket işe de yaradı. Almanlar, Patton gibi bir askeri dehanın çıkarmaya komuta edeceğinden o kadar eminlerdi ki, Normandiya çıkarmasından sonra bile, Patton'ın asıl işgal kuvvetlerinin başında Pas de Calais'ye çıkmasını bekliyorlardı.

Bradley'nin komutasındaki müttefikler 6 Haziran 1944'de Normandiya'ya çıktı. İlk gün on bin civarı kayıp verdilerse de yine de sahil başını tutabildiler.

Ancak aradan yedi hafta geçmesine rağmen Amerikalılar Normandiya'da sadece on mil ilerleyebilmişlerdi. Beklenen kırılma ve hızlı işgal bir türlü gerçekleşmiyordu.

Ucuz etin yahnisi işte bu kadar oluyordu. Patton gibi askeri bir deha dururken, çıkarmanın komutasını sadece laf dinliyor diye Bradley gibi bir bürokrata verince ortaya böyle acayip bir manzara çıktı.

Bu uzun bekleyişin sonunda, Bradley, her başarısız ve vizyonsuz askerin yaptığını tekrarladı. Yani yüz asker yapamıyorsa bin asker gelsin, bin uçak yetmiyorsa üç bin uçak bombalasın mantığıyla Kobra kod adlı büyük bir operasyon başlattı. Binlerce Amerikan uçağı, Alman birliklerinin üzerine milyonlarca kilo bomba yağdırdı.

Bu arada Bradley, eski komutanı, yeni altında çalışan subayı Patton'ın sürekli fikrini alıyor, planlarını revize ediyordu. Ancak bu noktada Patton hala bir komuta pozisyonundan yoksundu.

Sonunda biraz da çaresizlikten beklenen gerçekleşti, Patton, Normandiya'ya uçtu ve zaren birkaç aydır eğitimini üstlendiği, bu kez gerçek bir askeri bir birlik olan, Amerikan Üçüncü Ordusunun komutasını aldı. Bradley hala Patton'ın komutanıydı ve Amerikan Birinci Ordusuna (Gerçek Birinci Ordu) komuta ediyordu.

Patton'la birlikte beklenen kırılma sonunda gerçekleşti. Amerikan ordusu Normandiya'nın içlerine doğru harekete geçti, ve hava desteğinin de sonucunda Alman ordusu doğuya doğru çekilmeye başladı.

Başında olduğu Üçüncü Ordu'ya verilen yeni görev, Normandiya'nın güney batısında kalan Britanya bölgesini kurtarmaktı. Doğuda geri çekilen Alman ordusunun asıl güçlerine saldırmak dururken, dost güçleri bölüp batıda stratejik bir önemi olmayan Britanya'ya saldırmak aptalca bir hareket olsa da Patton, komutasındaki orduyu bir daha kaybetmemek için bu saçma emre uydu ve Britanya bölgesini ele geçirdi.

Britanya sonrası Patton, ordusunun yönünü doğuya çevirip, geri çekilen Almanlara saldıran Bradley'nin Birinci ordusunun güneyinden, doğuya doğru çılgın bir hareket başlattı. Üçüncü ordu, iki hafta içerisinde dünyada hiçbir ordunun ulaşamadığı bir hızla yüz bin askere yakın Alman yedinci ordusunu kovalıyordu.

Tam Alman birliklerini Falais (Fale) ve Argentan (Arjentan) şehirleri arasında kıstırmak üzereyken Patton anlamsız bir şekilde "Dur" emri aldı. Bradley, iki Amerikan ordusunun karşılaştığında, ortaya çıkabilecek dost ateşinden kaynaklanabilecek kayıplardan korkmuş, üçüncü orduyu durdurmuştu.

Patton çaresiz durdu, Alman ordusu da bu zor bulunur kaçma fırsatını kullandı. Yüzbinlerce Alman askerinin kaçmasına rağmen, Patton'ın Üçüncü Ordu'su Almanlara on binden fazla kayıp verdirmiş, yirmi bin civarında da esir almıştı

Tarih kitapları bu koşulsuz yok edilmekten aptalca bir karar yüzünden kurtulan Alman kuvvetlerinin sonrasında kaç Amerikan askeri öldürdüklerini yazmaz. Çünkü zaferler önemlidir ve lekesiz kalmalıdır. Bradley bir Amerikan kahramanı olmak zorundadır çünkü beceriksiz bir Amerikan generali olamaz.

Patton, Fransayı baştan başa geçtiği bu Amerikan tarzı "Bliıtzkreig" (Blitzkriig/Şimşek) harekatında yüzlerce kent, kasaba ve köy kurtardı. Üçüncü Ordu'dan kaçan Alman birliklerinin bölgeyi boşaltması sonucunda Paris'e sadece girmek kalmışken Patton'a Parisi alma izni verilmedi. Eisenhoower, Paris'in kurtarılması başarısını, Özgür Fransız Ordusu'nun göstermesi gerektiğine karar verdi ve böylece Paris'i Fransızlar "kurtardı".

Patton'ın Üçüncü Ordusunun bu delice koşusu Metz kenti yakınlarında, Moselle (Mozel) nehrinin kıyısında, birden bire son buldu. Hem de tam Almanya'ya girecekken.

Çünkü ordunun benzini bitmişti.

Üçüncü Ordu'nun bu hızının sırrı, fazlasıyla mekanize, mobil bir yapısının olmasıydı. Yani, bol bol tank, top, kamyon gibi araçları vardı. Her gün bu araçların depolarının dolması için de yedi yüz elli bin litrelik benzine ihtiyaç duyuyordu. Normal bir arabanın deposunun altmış litre benzinle dolduğunu düşünürseniz, bu miktarın büyüklüğünü gözünüzde canlandırabilirsiniz.

İşte bu derece yoğun talebi olan benzin, Eisenhower'ın ani bir kararı ile Patton'ın üçüncü ordusundan alınıp, İngiliz Mareşal Montgomery'nin Almanya'ya kuzeyden, Belçika üzerinden planladığı bir saldırı için ayrıldı.

Montgomery'nin bu sarsakça planı, hem de Müttefiklerin Almanlara göre fazlasıyla üstün olduğu bir dönemde, Pearl Harbor (Pörl Harbır), Dunkirk (Dankörk) ve Normandiya dahil İkinci Dünya Savaşında aldıkları en önemli yenilgisi olacaktı. Size bir gün Hollanda'nın Arnhem bölgesine yolumuz düştüğünde, bu saldırıyı ve en önemli parçası olan Market Garden (Markıt Gardın) harekatını da anlatırım.

Ama orduda emir demiri keser, bildiğiniz gibi. Üçüncü Ordu durmuş, Almanya ele geçirebilinecekken İngilizlere ayıp olmasın, onların da bir kahramanları olsun diye Momtgomery'ye yeşil ışık yakılmıştı.

Savaş böyle birşey işte arkadaşlar. Generaller birbirleriyle flört etsin diye cephede on binlerce gariban asker Niyazi oluyor sizin anlayacağınız.

Trajikomik bir biçimde, Patton'ın benzinsiz Üçüncü Ordu'su, Almanların Patton'u durdurmak üzere Panzerlerle başlattığı Arracourt (Arakort) Savaşı isimli çok önemli bir karşı saldırıda Almanları yenilgiye uğratarak büyük bir başarı kazanmış, ancak Almanların durduramadığı Patton'ı sonrasında Eisenhower durdurmuştu.

Eylül ayındaki bu bekleme, Almanlar'a toparlanıp savunmalarını güçlendirmek için çok önemli bir fırsat verdi. Çatışmalar yeniden başladığında Metz savaşı her iki tarafın da önemli kayıplar vermesi pahasına aylar sürdü ve ancak Kasım ayında Amerikalıların üstünlüğüyle sonuçlandı.

Patton, gerekli benzini ancak Aralık ayının ortasında Antwerp (Antvörp) limanı işlemeye başladığımda elde edebilecekti.

Patton, Almanların sonsuza dek geri çekilmeyeceğinin farkındaydı. Mutlaka, bir noktada önemli bir karşı saldırı yapacaklarını sezmişti. İsmi, yazımızın konusu olacak Bulge yani Çıkıntı Savaşı olan bu karşı saldırı ile ilgili hiçbir bilgi yada işaret yokken bile kurmaylarıyla Almanları karşılayabilmek üzere plan yapmaya başlamış, Üçüncü Ordu'nun eğitimine hız vermişti.

Patton'ın Bulge Savaşı'na kadarki hikayesi işte böyle. Yukardaki kuru haliyle sadece içgüdüsel ve başarılı bir askerin hikayesi gibi geliyor insanın kulağına. Ancak Patton, kuru bir tarih öyküsünün çok ilerisinde bir kişilik.

Gelin biraz Patton'ın iç dünyasına girelim beraber. Hikayemizin bu kısmı çok daha eğlenceli.

Patton, beni en çok etkileyen askeri liderlerden biridir.

Patton ismini daha ilkokuldayken duymuştum, ancak onunla ilk teşvik-i mesaim, karekterini George C. Scott'ın (Corc Si Skat) canlandırdığı Patton isimli unutulmaz filmiyle olmuştu. Bu film, çekimde kullanılan tankların ikinci dünya savaşında kullanılanlarla ilgisi olmaması ve özellikle aynı zamanda filmin danışmanlığını yapan General Omar Bradley'nin yer aldığı sahnelerin gerçeğe uygun olmaması dışında, Patton'ın kişiliğini aslına çok yakın bir biçimde aktaran, izlemesi çok zevkli bir filmdir.

Gerçekten de Patton, çok özel bir kişilikti. Sonuna "manyak" ekleyebileceğimiz birçok sıfatı vardı, egomanyak, megalomanyak, savaş-manyak yada genel anlamda jenerik-manyak.

Oldukça dindar birisiydi. Reinkarinasyona (yeniden hayata dönmeye) inanır, kendisinin geçmişte önemli askeri kişilikler olarak yaşadığını düşünürdü.

Ağızı feci halde bozuktu. Filmin açılışında da fazlasıyla sansürlendikten sonra gösterilen, üçüncü orduya yaptığı "tarihi" bir konuşma vardır ki, hala çok popülerdir.

Bu konuşma şöyle başlar.

"Hiçbir piç ülkesi için ölerek bir savaşı kazanmamıştır. Savaş, karşıdaki zavallı salak piçleri ülkeleri için öldürerek kazanılır."

Bu konuşma aynı renklilikle devam eder.

"Bu savaş bitip eve gittiğinizde torununuz şöminenin başında size soracak, 'Dede, savaşta ne yaptın?' diye. Siz de utanıp sıkılıp, 'Deden savaş sırasında Luizyana'da bok küredi.' demek zorunda kalmayacaksınız. Hayır aslanım, sen torununun gözünün içine bakıp, 'Çocuğum, deden savaşta, başında Patton isimli tanrının cezası bir orospu çocuğunun olduğu muhteşem üçüncü orduyla ilerliyordu...' diyeceksin."

Ve final...

"Eveet, orospu çocukları, şimdi anladınız beni herhalde. Hepinizi heryerde, her zaman savaşa götürmekten gurur duyacağım. Hepsi bu..."

Ağızı bozuk olduğu kadar eli de ağırdı. Yani askerleri döverdi.

Bir çatışmadan sonra geleneksel olarak yaralı askerleri tek tek ziyaret ederken, gözü kenarda oturan bir askere takıldı.

"Neyin var çocuğum senin?" diye sorduğunda, asker "Bu topçu ateşine artık dayanamıyorum." diye cevap verdi.

Patton, bu askerin derdinin Battle Fatigue (Bettıl Fatiig/Savaş Yorgunluğu) olduğunu anlamıştı. Yani fiziksel bir problemi, yarası, kırığı, çıkığı yoktu, sadece korkudan kafayı yemişti.

Eldivenini çıkarıp "Çaat" diye çaktı tokadı buna.

Küfürün bini bir para tabii. "Atın bunu dışarı, bu korkak piçlerin bu kutsal yerde (sahra hastanesini kastediyor), bu kahramanların arasında (gerçek yaralı askerleri kastediyor) işleri yok." diye doktorlara bağırıyordu. Sonrasında yanındaki komutana bu askeri cepheye geri gönderin diye talimat verdi.

Benzeri bir olay birkaç hafta sonra yeniden gerçekleşti.

Bu tokat olayları, sonrasında basına sızdı ve Patton'ın başına çok iş açtı. Müttefiklerin komutanı ve eski arkadaşı General Eisenhower'ın emriyle, o zaman komutanı olduğu Yedinci Ordunun tümünün karşısında özür dilemek zorunda kaldı.

Askerliğe tutkuyla bağlıydı. Terfi edeceğini duyduğunda, resmi onayı beklemeden kendi kendini terfi ettirmiş, üniformasına ve arabasına kendiliğinden birer yıldız eklemişti.

Patton, ilk subaylık yıllarında .45 kalibrelik bir Colt (Kolt) tabanca taşıyordu. Yani bildiğimiz Tommiks tabancası. Bu silahı da herkes gibi kılıfına koymuyor, kovboylar gibi kemerine takıp geziyordu.

Birgün bu tabanca kazayla patladı. Patton da bu silahı atıp yerine ordu işi, yine 45'lik başka bir Colt aldı. Bu yeni tabancanın kabzası fildişi işlemeliydi ve ileride Patton'un en fazla tanınan ve bilinen simgesi olacaktı.

Bütün savaş boyunca detaylı bir hatıra defteri tutmuştu. Bu defter sayesinde Patton ne zaman ne hissetti, ordu disiplini yüzünden neyi düşünüp söyleyemedi, hepsini biliyoruz.

Lakabı "Blood and Guts" (Blad end Gats) dı, yani "Kan ve Bağırsaklar" (yaralanmış askerin betimlemesi). Bu lakap askerler arasında "Our blood and his guts" (Aur blad end hiz gats), yani bizim kanımız ve onun cesareti (İngilizce'de bağırsak anlamına gelen Gut kelimesi aynı zamanda cesaret de demek) şekline dönüşmüştü.

Kuzey afrikada bir toplantı esnasında Patton, İngiliz Hava Mareşaline, hava desteğinin eksikliğinden dolayı fırça çekiyordu. İngiliz komutan, "Endişeniz olmasın, havada bir tane bile Nazi uçağı görmeyeceksiniz.", dediği anda iki Nazi uçağı toplantının yapıldığı binayı makineli tüfek ateşine tutmuştu. Herkes kendisini masanın altına atıp korunmaya çalıştı. Odadaki herşey kırılıp dökülmüştü.

Patton nasıl sinirlendiyse, masanın altından çıkıp herkes siper almışken, binanın dışındaki açık alanda tabancasını çekti ve ayakta uçakların turlarını tamamlayıp, yeniden saldırıya geçmelerini bekledi. Uçaklar yine aynı hızla ateşe başlayıp, ortalığı toz duman ederken, bu da ayakta, dimdik, ufacık tabancasıyla hem küfür ediyor, hem de uçaklara ateş ediyordu.

Uçaklar gittikten sonra da hem bağırıyor hem de gülüyordu.

"Bu Nazi orospu çocukları eğer benim askerlerim olsaydı onlara madalya takardım!"

Sicilya Harekatı sırasında Patton ve Montgomery Messina'yı kim alacak diye yarıştaydılar. Patton'ın Messina'yı alacağını sezen komutanı, radyoyla ona Mesina'yı almamasını emreder. Patton ise bu mesajın parazitler içinde kaybolduğunu söyleyip, gider ve Messina'yı ele geçirir.

Sonrasında emir suayı, Messina'yı alma diyen generalin çok kızgın olduğunu ve Messina'yı aksi emre rağmen niye aldığını sorduğunu söyler.

Patton'ın cevabı şöyledir.

"Komutana sor, Messina'yı Almanlara geri mi vereyim?"

Bu Messina'nın alınma sahnesi filmde de çok dramatik bir biçimde gösterilir. Montgomery'nin birlikleri Messina'ya girdiğimde Patton"ın tankları meydanda sıraya dizilip, sözde bir karşılama töreni yaparlar.

Bu sahne oldukça eğlenceli olsa da gerçek değildir. Evet, Patton, Messina'yı Montgomery'den önce ele geçirmiştir ama arada ancak dakikalar vardı. Öyle tanklarla geçit töreni falan yapılmamıştı.

İşte Patton böyle ilginç bir kişilikti.

Ancak Bulge Savaşı'nın tek renkli kişiliği değildi.

Bulge savaşı Almanlar için de cephedeki askerlerden çok, komutanların kişiliklerinin bir savaşı olmuştu.

Bir sonraki yazıda Bulge Savaşı nasıl başladı, bir de Almanların tarafından bakacağız.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Teide

Günümüzde artık varolmayan Kanarya Adalarının yerlileri Guanche'ler (Guançe), Teide volkanının, şeytanın yattığı yer olduğuna inanırlardı.

İnançlarına göre şeytan, güneş ve ışık tanrısını kaçırmış, bu dağa hapsetmişti. Sonrasında, araya baş tanrıları girip güneş ve ışık tanrısını kurtarmış, sonrasında ise şeytanı dağın içine kapayıp, Teide'nin krateriyle de çıkış yolunu tıkamıştı. Bu teoriye göre şeytan bugün hala dağın içinde hapis.

Efsane ve batıl inançları bir kenara bırakırsak, Teide volkanı hiç de şeytani bir volkan sayılmaz.

Teide, muazzam büyük bir volkan. Dünyada kapladığı alan bakımından, Hawaii'deki iki volkandan sonra üç numara. Avrupa'nın en büyüğü Etna'dan büyük yani.

Bir de üstüne hala aktif. En son 1909 yılında faaliyete geçmiş. Başka önemli bir faaliyeti de 1706 yılında olmuş ve lavlar Garachico kentinin önemli bir bölümü ile etraftaki birkaç köyü ortadan kaldırmış. Bunlardan başka bilinen çok sayıda faaliyeti var.

Tüm bunlara rağmen, bu volkana şeytani değil dememin nedeni, patlama ve püskürmelerin yavaş ve önceden tahmin edilebilir olması. Bilinen tarih boyunca Teide volkanı kimsenin ölümüne sebep olmamış. Bu haliyle Sicilya'daki Etna volkanına çok benziyor.

Şeytani bir volkan isterseniz, Vezüv'e bakın derim. Ne zaman, hangi şiddette patlayacağını kestirmek imkansız. Bir faaliyete geçti mi, ölümcül miktarda volkanik gaz, kül ve lav kusabilen bir volkan. Pyroclastic (Payroklastik) akım denilen, dokunduğu herşeyi cayır cayır yakan püskürmeler yapabiliyor. M.S. 76 yılında Pompeii ve Herculenium isimli iki Roma şehrini haritadan silmiş.

Teide volkanı, aynı Etna gibi, volkanik bir şebeke, yada günümüzdeki ismiyle network. O yüzden Vezüv gibi tek bir krateri, tek bir faaliyet noktası yok. Volkanın çevresinde, hatta tüm adanın üzerinde, tarihin herhangi bir noktasında faaliyete geçmiş "baca" 'ları var. Bu bacaları görüp kaçırmak mümkün değil. Hepsi birbirinin kopyası, kara, deve hörgücü gibi tepeler. Hatta bunlardan bir tanesi hemen otelimizin dibindeydi.

Teide Volkanı
Bu sistemin en yüksek noktası Pico del Teide (Piko del Teide) isimli zirve. Bu zirve 3718 metre ile İspanya'nın da en yüksek noktası. İkinci önemli bir zirve ve faliyet noktası ise Pico Viejo (Piko Vieho/Eski Zirve), ve 3134 metre yüksekliğiyle Pico del Teide'nin henen batısında yer alıyor. İsmi Eski Zirve olsa da aslen Pico del Teido'dan yeni.

Adanın neredeyse tam ortasındaki Teide volkanının çevresinde Parque Nacional del Teide (Park Nasiyonal del Teide), yani Teide Ulusal Parkı yer almakta.

UNESCO'nun dünya mirası listesinde bulunan bu park, güneşli bir Tenerife gününün ilk hedefiydi.

Bu parkın öyküsü anlatmakla bitecek gibi değil.

Bir kere dünyanın en çok ziyaret edişen ulusal parklarımdan biri.

Kaya oluşumları ve Jelena
Kaya oluşumlarıyla, doğasıyla, bitki örtüsüyle kendine özgü, çok ilginç bir yer. Bu bölgede, birkaç milyon yıl önce, adanın oluşumu esnasında, büyük olanının yüksekliğinin beş bin metreyi aştığı tahmin edilen iki volkan bulunuyormuş. Ağrı dağından yüksek yani. Bu iki volkan arkalarında iki koca krater bırakarak çökmüş, çökerken de ortaya, dünya üzerinde eşi az bulunur kaya şekilleri çıkmış.

Hal böyle olunca da, mekanları tarih öncesi yada dünya dışı olan birçok filim bu bölgede çekilmiş. Bu filmlerin arasında Planet of Apes (Plenit ov Eyps/Maymunlar Gezegeni), One Million Years B.C. (Uan Milliyın Yiırz Bii Sii/Milattan Önce Bir Milyon Yıl), Clash of the Titans (Kleş ov dı Taytıns/Devlerin Çarpışması), Wrath of the Titans (Ret ov dı Taytıns/Devlerin Gazabı), The Fast and the Furious'ın (Dı Fest end Fiyuriyıs/Hızlı ve Öfkeli) altıncı bölümü var.

Yine bu parkta, bulut seviyesinin üzerinde, gökyüzünü izlemeye çok uygun bir noktaya yapılmış Observatorio del Teide at Izaña (Obzervatorio del Teide İzanya) isimli bir gözlemevi bulunmakta.

1971 yılında bir İngiliz bilim adamı, astrofizik dalında doktora tezini hazırlamak üzere bu gözlemevine gelmişti. Çalışmaları esnasında, kendi ev yapımı gitarıyla bir de şarkı besteledi.

Ne yazık ki bu bilim adamı tezini tamamlayıp en azından o yıllarda doktor ünvanını alamadı. İsminin başına Doktor yazabilmek için kırk yıl kadar beklemesi gerekti ve ancak 2010 yılında çalışmalarını bitirme şansı bulabildi.

Bunun yanında, gözlem evindeyken yazdığı şarkı bir müzik klasiği oldu ve o günden bu güne, sayısız kez, dünyanın her yerinde çalındı.

Bu bilim adamı Queen (Kuiin) gurubunun gitaristi Brian May (Brayın Mey) ve yazdığı şarkı da A Day At The Races (E Dey Et Dı Reysiz) albümünün efsanevi müziği Tie Your Mother Down'du (Tay Yoor Madır Daun).

Kader işte...

Parkta yol alırken, içinde bulunduğumuz otobüs, insanların yolun iki kenarındaki ilginç kayaları izlemek için devamlı yer değiştirmeleri yüzünden bir tekne gibi bir sola, bir sağa yatıyordu.

Rehberimiz İngilizceyi korkunç bir aksanla konuşuyordu ve ne dediğini anlamak için yüzde kırk duyduklarımı, yüzde altmış da hayal gücümü kullanıyordum.

Bir ara Siyah Çam yada Siyah Palmiye gibi endemik bir ağaç türünden bahsetti. Çam İngilizce'de "pine" (payn), palmiye ise "palm" demek. Öyle geveliyordu ki hangisinden bahsettiğini anlamamıştım.

Ancak bu az bulunur ağacın her tarafı siyahmış, o kadarını anlamış, hatta oldukça da heyecanlanmıştım, çünkü şimdiye kadar her yeri siyah olan bir ağacı hayatımda görmemiştim. Çam da olsa, palmiye de olsa, heryeri siyah olduğu sürece kabulümdü.

Sonra bu yine başladı gevelemeye. Anlatıyor da anlatıyor. Arada sanki "Yıldırım çarpmış, ağaç ondan kara, Ho! Ho! Ho!" şeklinde birşeyler duyar gibi oldum.

İtoğluit büyük olasılıkla şaka yapıyordu... Hem kekeme, hem geveze yani.

Ama ne dediğini anlamadığım için hala emin değildim. Bu şaka kara ağaçın yerine mi, yoksa kara ağaça rağmen mi yapılıyor, çözmeye çalışıyordum. Otobüsün geri kalanı da benim kadar şaşkındı. Kimse gülmüyor, herkes "Aman, arada kara ağaç'ı kaçırmayayım." diye pür dikkat, sağa sola bakıyordu.

Yolculuk boyunca en azından ben, ne yıldırım çarpmış, ne de doğal ve endemik olan herhangi bir kara ağaç görmedim. Sonrasında İnternet'e de bakındım, ama 'nada'. Böyle bir ağaç yok kayıtlarda.

Ancak içimi hala bir kurt kemiriyor, acaba ben mi kaçırdım diye. O yüzden Teide Ulusal Parkı'na yolunuz düşerse lütfen benim için de etrafınıza bakın ve bu kara ağacı görürseniz n'olur haber verin :)

Otobüsümüz Los Roques de Garcia (Los Rokes de Garsiya/Garsiya'nın Kayaları) isimli bölgede durdu. Burası, yukarda söz ettiğim, çöküp kaybolmuş iki eski volkanın oluşturduğu kraterlerin arasında bir düzlük. Buradan birkaç milyon yaşındaki bu kraterleri görebilir, düzlüğün üzerinde, anlatmaya edebi potansiyelimin yetmeyeceği güzellikteki dev kayaları ziyaret edebilirsiniz.

Tenerife gezimizi altın aydan uzun bir süre öncesinde planlamıştık. volkano-manyak kişiliğim yüzünden, Teide'nin tepesine nasıl çıkılır, ne görülür, en ince detayına kadar araştırmıştım. Ancak ne kadar dikkatli olursanız olun, demek kötü şansa da bir şans tanımak gerekiyormuş.

Park yönetimi, volkanın zirvesine çıkan teleferiği bakıma almış, tüm ziyaretler durdurulmuştu.

Bu dünyada kırk dokuz yıl yaşamış biri olarak bu haber benim hayallerimi yıkmadı tabii ama üzülmedim desem de yalan olur. Eğer bu bakımın olacağını İnternet sayfalarında belirtselerdi, Tenerife'e sadece bir hafta sonra gelerek, volkanın zirvesine çıkabilirdik.

Canımız sağolsun. Tough Luck (Taf Lak/Kötü Şans), Shit Happens (Şit heppınz/Hayatta zaman zaman istenmeyen şeyler yaşanabilir) :)

Çalışmayan teleferiği arkamızda bırakarak adanın kuzeyine doğru yavaş yavaş koca dağ sırasını tırmanmaya başladık. Bu yol boyunca eğer kendi arabamızla gelmiş olsaydık, resim çekmek için her yüz metrede bir durmak zorunda kalırdık.

Bölgenin her noktası ayrı bir ilginç, ayrı bir güzel. Kan kırmızısından, kükürt sarısına kadar etrafta her renkte kaya ve bitki görebiliyorsunuz. Kayalar ise sanki bir heykeltraşın elinden çıkmış gibi, öbek öbek, her biri farklı bir biçime sahip.

Tırmanışı bitirip, dağdan aşağı inmeye başladığımızda ise eşne az bulunur bir fenomenle karşılaştık.

Biz dağın tepesinde, iki bin küsür metre yükseklikteyken güneş gök yüzünde pırıl pırıldı ve üzerimizde bir tek bulut bile yoktu.

Altımız, kalın, yoğun bir bulut tabakasıyla kaplıydı
Ancak altımız, kalın, yoğun bir bulut tabakasıyla kaplıydı.

Sanki aşağı atlasanız, bir pamuk yığınının üzerine düşeceksiniz.

Bu tabakanın üzerinde kalan tepelerin arasındaki bulutlar da bulut değil, sanki deniz gibi duruyor, kart postallarda görmeye alıştığımız türde bir sahil manzarası oluşturuyorlardı.

Adanın kuzeyi, hem Teide volkanının, hem de sahilinden geçen okyanus akıntısının nedeniyle güneydekinden çok farklıydı. Otelimizin de bulunduğu güney sahili, çöl benzeri arazi yapısı ve kuru, güneşli havasıyla Kuzey Afrika'yı, otobüsle ilerlediğimiz kuzey bölgesi ise kapalı, bulutlu havası ve yemyeşil bitki örtüsüyle daha ziyade tropikleri andırıyordu.

Rehberin dayısının işlettiğini tahmin ettiğim bir cafe'de yirmi dakika durduk. Ne bir manzara, ne de gidilebilecek ikinci bir cafe yada restoran vardı. İçecek olarak da sadece fahiş fiyatlara satılan portakal suyu ve Barraquito (Barrakito) isimli yerel bir kahve bulunuyordu.

Rehber daha otobüste bu yerel kahveyi piyazlamaya başlamıştı. İçine rom benzeri yine yerel bir likör, limon kabuğu, tarçın, davul tozu ve yerel minare gölgesi konuyormuş.

Saatlerdir otobüsteyiz. Rehberin dayısı da olsa ne yapalım, içeceğiz birşeyler. Aklımda zaten kahve vardı, bir de bu orijinal kahveyi duyunca daha da bir canım istedi.

İnip sıraya girdik. İlk üç beş kişi kahvesini aldı, sıra bize geldiğinde adam "Kahve yok." dedi.

"Nasıl yok?" diye sorunca, "Yok işte, portakal suyu iç." diye bir de tersledi. Ee, önemli olan vergiyi vermemiz tabii. Karşılığında canınız kahve istemiş, gazoz istemiş, adamın umurunda değil.

"İçmiyorum lan!" diye inat ettim. İçmedim de. İçmem de. :)

Yeniden otobüse bindik ve adanın kuzeyindeki ilk durağımıza ulaştık.

Icod de los Vinos
Icod de los Vinos (İkod de los Vinos) isimli bu köye ilk girdiğimizde, Avrupa'da mı, Afrika'da mı, yoksa Orta Amerika'da mı olduğumuza karar veremedim. Bir Avrupa ülkesi olan İspanya'nın Afrika sahillerindeki toprağı olan Kanarya Adaları'nın, koloni devrinden bu güne hiç değişmemiş bir köyünde bulunduğumuz gerçeği malumunuz biraz karmaşık ve özümlenmesi zor.

Ama işin aslı da böyle. Bir-iki katlı, sarı, kırmızı, mavi, mor yapıları, yemyeşil tropik ağaçların çevrelediği taş yolları, tam ortasındaki parkı ve bembeyaz kilisesi ile bu köy, Orta Amerika'nın kolonileştirildiği dönemin bir dekoru sanki. Benzeri bir köyü Uruguay'da ziyaret etmiştim. Zaten köyün adı da Kolonia idi.

Icod de los Vinos'un merkezinde bulunan bu bir kaç yüz yaşındaki beyaz kilisenin ismi San Marcos (San Markos). Çok güzel, çok cazibeli bir kilise ancak bu kilisenin arka bahçesinde bulunan bir ağaç hem Icod de los Vinos'un simgesi, hem de bu köye gelen ziyaretçilerin ilk durağı.

El Drago Milenario
Bu ağacın ismi El Drago Milenario, anlamı Bin Yıllık Ejder ağacı.

Uzunca bir süre, hem yerliler, hem de ziyaretçiler bu Drago (Ejder) türü ağacın bin yıldan daha yaşlı olduğuna inanmışlar. İşin güzeli, bu tür ağaç, diğer ağaçlar gibi yaşlandıkça gövdesine halkalar eklemediğinden, tam yaşını saptamak olası olmamıştı.

Yeni ölçümler bu ağacın yaşını bin yıllar değil, yüz yıllar seviyesine çekmiş. Bizim rehbere göre ağacın gerçek yaşı yedi yüz imiş, ancak bu adamın söylediklerine inanmadan, yıldırım düşen ağaç hikayesini hatırlamakta fayda var. :)

İnternet deki kaynaklar da bu ağacın yaşını yüz yıllar aralığında koymuş. Rehberin abarttığı gibi yedi yüz olmasa da, ortalama bir rakam olan beş yüz yılı alsak bile, bu çok uzun bir zaman olacaktır.

Bu ağaç çok özel, çok ilginç ve mutlaka görülmesi gerekli bir gezi kalemi arkadaşlar. Zaten UNESCO da ağacı (gülmeyelim lütfen) dünya mirası listesine almış.

Kilise ve ağaçın bulunduğu parkta daha birçok farklı ve Tenerife'e özgü bitki türleri var. Özellikle yine asırlık incir ağaçları çok ilginç.

Her yerde olduğu gibi, bu parkda da bol bol ıvır-zıvır, incik-boncuk satan dükkanlar var (Bu noktada karım Türkçe konuşmadığı için mutluyum).

Ancak Icod de los Vinos'un en önemli özelliğini en sona sakladım.

Köy, volkanik tepelerin ortasındaki bir vadide konumlanmış. Bu vadinin en önemli tarımsal ürünü ise üzüm. Üzüm demek, şarap demek olduğundan, bu köyü adanın şarap merkezi şeklinde tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Ve yanlış olmadı tabii ki.

Yerel şarap, likör ve peynirler
Şarap, hem de olabildiğince kalitelisi. Yine yerel, kuvvetli bir keçi peyniriyle inanılmaz bir tat. Biri muz, diğeri portakal, iki yerel likörü de tatma fırsatı bulduk. Tatları fena değil ama çok da özel sayılmazlar bence.

Yeniden otobüse bindik ve Hit The Road Jack...

Bu kez hedef Garachico köyü.

Bu köyü iki ressam, iki şair, iki de ozan kiralasanız, hepsinin toplam sanatının eşliğinde bile hayal edemezsiniz.

O kadar güzel, o kadar cazibeli bir köy bu, sanki sulu boya resim gibi.

Bütün yapılar tarz olarak yine koloni devrinden, ancak çok daha canlı, çok daha korunmuş, hatta olasılıkla yeniden yapılmış. Çünkü burası1700'lerde bir volkan faaliyeti sonunda lavlara maruz kalıp çok fazla zarar görmüş.

Garachico
Soğuyan lavlar sahilde yine olasılıkla sadece burada görülebilecek banyo küveti biçiminde kaya formasyonları oluşturmuş. Deniz bu volkanik kalıntıları doldurmuş ve adalıların "Doğal Yüzme Havuzları" dediği parça parça minik gölleri oluşturmuş. Simsiyah kayaların içindeki lacivert deniz çok ilginç bir manzara sunuyor görenlere.

Bu kayalıkların hemen içerisinde ise minicik bir kale var. Burçlarıyla, mazgallarıyla aynı bir korsan yada anti-korsan kalesi. İnsanın hafızasına bir kere kazınıp, bir daha çıkmayacak bir güzellik.

Ve hemen arkada, sahil boyunca dizili iki yada üç katlı, çoğu beyaz, aralarında da rengarenk evler.

Bu evlerden herbiri ayrı bir fotoğraf karesi. Yanlarından geçerken, sanki içlerinden birer korsan fırlayacakmış gibi geliyor insana.

Garachico Sahili
Giriş katları ya cafe, ya taverna, ya da mağaza, ancak ne olduklarını anlamak için çoğunlukla içlerine girmeniz yada yanlarına yaklaşmanız gerekiyor. Öyle neonlar, tabelalar, müzik falan yok.

Jelena'yla bu mağazaların birisine girdik (Jelena sonrasında hepsine girdi tabii). Bütün mağaza yeni çağ unsurlarıyla dekore edilmiş. Kıyafetleri 15-16. yüzyıldan olan kadın ve erkek mankenler koymuşlar. Tam ortada, içi deniz kabuğu dahil sattıkları mallarla dolu koca bir sandal var. Tepede bir balık ağı, korsan tabancası, top, kılıç, okısaca dönemden aklınıza ne gelirse yani. Sanki mağaza değil de bir filim seti.

Başka bir mağazadan Jelena kendine yerel bir elbise aldı. Sonrasında o geri kalan mağazaların envanterini yaparken ben de küçük bir botanik bahçesini gezdim.

Bu köy yine adanın yeryüzündeki cennet noktalarından biri.

Jelena Barraquito içiyor
İşimiz bitince sahildeki cafe'lerden birine oturduk ve rehberin dayısının dükkanında içemediğimiz Barraquito isimli yerel kahveyi sipariş ettik.

Bu Tenerife'e özel kahve, kat kat ve birbirine karışmamış, kahve, tatlı bir yerel likör olan Licor Cuarenta y tres (Likor Kuarenta i trez), yani Kırküç Likörü, süt, krema, limon kabuğu ve tarçın dan yapılıyor. "Çok güzel" tanımlamasını tekrar ede ede sulandırdığımın farkındayım ama kusuruma bakmayın, başka şekilde ifade etmem olanaksız. Bu kahvenin tadı "çok güzel".

Otobüs eğer beni almadan gitseydi, ben hayatımın geri kalanını sorunsuz olarak bu köyde geçirebilirdim.

Ne yazık ki otobüs köyden ayrıldığında hem zevcem, hem de ben içindeydik. Rehberimiz, yine felaket aksanıyla bir sonraki hedefimizi "Masca" şeklinde anons etti, ve ekledi, "Masca is a village, in the middle of nowhere (Maska iz e vilic in dı midıl ov noueer)".

"In the middle of nowhere" İngilizce bir deyim, bir yerin uzakta, ıssız, alakasız bir yerde demek.

Masca
Masca toplam nüfusu yetmiş altı kişi olan, minicik, ve gerçekten de in the middle of nowhere bir köy.

Bu köy güzel, şirin falan ama asıl önemi korsanlarla ilgisi.

Masca ne bir sahil köyü, ne de öyle Karayip Korsanları benzeri, define saklamaya uygun, mağaraları, kumsalları olan bir yer. Dağların, tepelerin arasında, otobüsle bile ulaşılması çok zor bir yerleşim merkezi. Hangi akıllı korsan yaşar ki burada diye düşündüm. Olsa olsa Moron John Silver...

Rehberimiz olaya açıklık getirdi.

Amerika ile ticaret rotasının göbeğinde bulunan kanarya adaları gerçekten korsanların cirit attığı bir bölgeymiş. Korsanlar genelde Amerika'dan altın ve değerli diğer taşları getiren gemilere saldırıyorlarmış. Gemileri yağmaladıktan sonra, ganimetlerini saklamak için Tenerife ve diğer adalarda bol bol bulunan volkanik mağaraları kullanıyorlarmış. Bu mağaralar aynı zamanda korunması da kolay yerler olduğundan korsanların popüler inleri olmuşlar.

İşte bu mağaralara gidip bir süre saklanırken, yolda Masca'da durup erzak alıyorlarmış.

Köye girince zaten hemen korsan korsan oluyorsunuz. Eski beyaz evler, önlerindeki şarap fıçıları ve direklerle, çok güzel bir hava yaratmışlar.

Masca'nın bitki örtüsü de çok güzel. İki renkli palmiyeleri, kıpkırmızı çiçekleri, koca incir ağaçlarıyla insana inanılmaz bir haz veriyor.

İki Barraquito daha söyledik. Bu kahve cidden mükemmel bir içecek.

Artık dönüş zamanı gelmişti. Otobüs Masca'dan çıkıp yine dağı tırmanmaya başladı. Burada yol öyle dar ve virajlıydı ki otobüs virajların çoğunu tek hamlede alamıyordu. Yarısına kadar gidip, geri vitese takıp, kıçını topluyor, ancak ikinci hamlede dönüşü tamamlayabiliyordu.

Jelena hem korkudan, hem de araba tutmasından arka koltuğa uzanıp gözlerini kapadı. Bir yarım saat sonra tırmanış ve iniş bitmiş, adanın çöl benzeri güney tarafında ilerliyorduk. Yolda muz bahçeleri ve seraları gördük. Muz Kanarya Adalarında çok popüler bir tarım ürünü. Açık tarımda yılda bir, seralarda ise iki yılda üç kez ürün alabiliyorlarmış.

Kanarya adalarına çok yağmur yağmıyor, ancak dört bin metredeki Teide volkanına bol bol kar düşüyor. Bu karlar ise tüm ada halkının yıllık gereksiniminin bir buçuk katı kadar suyu depolayan yeraltı kaynaklarını besliyor.

Bir milyon nüfuslu ada halkı için yeteri kadar su olsa da, her yıl gelen altı milyon turiste su yetmiyor tabii. Tenerife sakinleri de tatil bölgelerinin su ihtiyacını deniz suyunu arıtarak karşılıyor. Tenerife'de iki su arıtma tesisi var. Biri asıl, diğeri yedek. Yani gelirseniz, susuzluktan korkmanıza gerek yok.

Otele döndüğümüzde mutluyduk. Rehber yalancı olsa da gördüğümüz yerler gerçekten hafızamızdan çıkmayacak kadar etkileyiciydi.

Ertesi gün ise hedefimiz dünyanın gelmiş geçmiş en büyük uçak kazasının yaşandığı, eski adıyla Los Rodeos, yeni adıyla Kuzey Tenerife havaalanı oldu. Benim için çok etkilendiğim, başkası için de haklı gerekçelerle anlamsız olabilecek bu ziyaretin ardından Kanarya Adalarının iki başkentinden Tenerife'de bulunan Santa Cruz de Tenerife kentine geçtik.

Santa Cruz
Santa Cruz, öyle kötü bir yer değil tabii, ancak adanın geri kalanında gördüğümüz güzellik sonrasında açıkçası beni etkilemedi. Hafif modern, temiz, düzenli bir yer ama herhangi bir kimsenin burayı ziyaret etmesi için geçerli bir sebep göremiyorum.

İddialı bir karnavalları varmış, bir de alış veriş için iyi diyorlar. Ben söylemiş olayım da, gider de beğenmezseniz bana kızmayın.

İlerleyen günlerde otelin hemen yanındaki minik bir balıkçı köyü olan Los Abrigos'a gittik. Çok güzel bir iki saat geçirdik. Siyah kumlu bir kumsalı, yine kapkara volkanik kayaların arasında bir limanı ve çok cazibeli yürüyüş yolları var.

Tenerife adası, başta da dediğim gibi, yeryüzünde cennetin güzelliğine yaklaşabileceğiniz sayılı yerlerden biri. Bence her insan yaşamında burayı bir kez görmeli.

Los Abrigos
Ancak beklentilerinizi ayarlamanızda fayda var.

Tenerife volkanik bir ada. Öyle kumlu plajları yok. Suni olarak şurada, burada kum bulabilseniz de plajların fıtratında kum yok, bilesiniz.

İkincisi, okyanusun ortasında olacağınızı hatırlayın. Hava beş dakikada pırıl pırıl bir güneşten fırtınaya, masmavi gökyüzünden kapkara bulutlara dönüşebiliyor. Bir de rüzgar. Kilonuz düşükse, mutlaka çantanıza biraz ağırlık koyun, yoksa uçar gidersiniz. Bu rüzgarlar sörf için çok iyi bu arada.

Lafın kısası, eğer, sıcak güneş, kumlar, sakin deniz ve güzel yemek önceliğinizse Antalya'ya gidin, zaten iklim, deniz ve kum olarak Ege ve Akdeniz'in güzelliğini dünyada geçebilecek başka bir yer yok.

Ancak, aktif bir volkanın gölgesinde, yeni çağın başlangıcına gidebilecek kadar maceracı tarafınız varsa Vamos! Tenerife kaçırılacak bir yer değil.

Herkese sevgiler...

16 Haziran 2014 Pazartesi

Bir Kazanın Acı Hikayesi

Tenerife'de (Tenerif) iki tane havaalanı var, Tenerife North Airport ve Tenerife South Airport.

Uluslararası uçuşlar genelde adanın güneyindeki Tenerife South Airport, yani Güney Tenerife Havaalanından yapılıyor.

Eski adıyla Los Rodeos, yeni adıyla Tenerife North Airport, yani Kuzey Tenerife Havaalanı ise çoğunlukla bölgesel uçuşlar için kullanılıyor. Los Rodeos, tek pisti ile küçük bir havaalanı. Bir karşılaştırma yapmanız açısından, örneğin İstanbul Atatürk Havalimanının üç ayrı pisti var.

Şimdi durduk yerde bu adamın canı mı sıkıldı ki, bize havaalanlarının pistlerini anlatıyor diye soracaksınız.

Başka herhangi bir havaalanı için bu kadar detayın gerçekten gereği olmayacaktı ancak Los Rodeos'a gelince işler biraz değişiyor. Burası gerçekten özel bir havaalanı.

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük uçak kazası bu havaalanının yegane pistinin üzerinde gerçekleşti arkadaşlar.

27 Mart 1977 Pazar günü Pan Am ve KLM'e ait iki Boeing-747 Jumbo Jet, Los Rodeos'un yegane pisti üzerinde çarpıştı.

KLM'in Boeing-747-206B'sindeki 248 yolcu ve mürettebatın tümü, ve Pan Am'in Boeing-747-121'indeki 396 yolcu ve mürettebatın 335'i, yani toplamda 583 kişi çarpışma sonrası meydana gelen patlama ve yangın sonucu hayatlarını kaybetti.

Tam bir facia, sizin anlayacağınız.

Bu kazayı taçlandıran ise oluş biçimi. Ne mekanik bir arıza, ne elektronik bir sorun, ne yanardağ patlaması, ne uçak kaçırma, ne de kafayı yemiş pilotlar. Tamamen insan kusurları, belki biraz da sis, ve çok isterseniz, alakaları olmasa da bir cümle içinde adlarını geçireceğimiz teröristleri de katabiliriz çorbamıza.

1736 uçuş numaralı Pan Am, Los Angeles'dan kalkmış, New York'da depolarını doldurmuş ve rotasını Kanarya Adalarına çevirmişti. 4805 uçuş numaralı KLM ise yolcularını Amsterdam'dan almış ve Kanarya Adalarına ulaşmıştı.

Her iki uçuşun da hedefi Kanarya Adaları'nın üçüncü büyüğü olan Gran Kanarya'nın Las Palmas havaalanı idi.

Her iki uçak da halen havadayken, inmeleri planlanan Las Palmas havaalanında bir bomba patladı. Kanarya Adalarının İspanya'dan ayrılması için mücadele veren Anti-Franko'cu Fuerzas Armadas Guanches Örgütü'nün gerçekleştirdiği bu eylem sonucu sadece bir dükkancı yaralanmıştı.

Patlama sonrası ise havaalanında ikinci bir bombanın bulunduğu şeklinde bir telefon ihbarı alındı.

Riske girmek istemeyen havaalanı yetkilileri, Las Palmas'a inmesi planlanan tüm uçakları, Tenerife'deki Los Rodeos havaalanına yönelttiler. Pan-Am ve KLM uçuşları dahil beş büyük hacimli uçuş da böylece Tenerife'e inmek zorunda kaldı.

Uçaklar uçmak için yapılmışlardır arkadaşlar, yani doğal ortamları gökyüzüdür. Uçarken rahat manevra yapabilir, yükselebilir yada alçalabilirler.

Yerde ise sudan çıkmış balık, yada suya düşmüş insan gibidirler. Hareket becerileri çok düşüktür. Tekerleklerinde onları çeviren bir mekanik güç yoktur. İleri, sadece jet yada pervaneli motorları sayesinde gidebilirler, o yüzden bu hareket çok duyarlı, çok kontrollü değildir. Geri yöne ise bir iki istisna dışında kendi başlarına gidemezler bile.

Parelel park esnasında manevrasını tutturamamış bir bayan sürücü gibi, geri çıkıp, yeniden park etmeyi deneyemezler mesela :)

Uçakların boyutları büyüdükçe, yerdeki manevraları o kadar zorlaşır, manevra için gereksinim duydukları alan da bir o kadar artar.

Bir hava alanında uçakların kalkmaları yada inmeleri için pistler, havaalanındayken yolcu ve kargo indirip bindirdikleri park alanları ve uçakları park pozisyonundan alıp kalkış yapacakları pistin başına getiren, yada indikten sonra park yerlerine götüren taksi yolları vardır.

Los Rodeos havaalanı
Tenerife'deki Los Rodeos havaalanına dönersek, bu küçük tesisin sadece bir iniş kalkış pisti ve bu piste parelel bir taksi yolu vardı.

Bu taksi yolu iniş ve kalkışların yapıldığı asıl piste her iki ucundan, bir de dört ara noktadan bağlanıyordu. Bu minik bağlantı yollarının hepsi pist ve taksi yoluna dik değil, her havaalanında olduğu gibi bir açıyla bağlıydılar. Bunun nedeni ise, pistin her iki ucundan inen yada kalkan uçakların, arabalar gibi keskin, doksan dereceler dönüşler yerine daha dar açılı, yumuşak dönüşler yapabilmelerine olanak sağlamalarıydı.

O gün ise, planlanmadığı üzere beş büyük uçağın indiği bu küçük havaalanının park yerleri dolmuş, kalan uçaklar piste parelel taksi yoluna park etmek zorunda kalmıştı. Taksi yolu park eden uçaklarla dolu olduğu için de uçaklar kalkış için pistin başına taksi yolundan değil, pistin kendisinin üzerinden gidip bir "U" çekerek kalkış pozisyonu alıyorlardı.

Backtrack (Bektrek) denilen bu yöntem, çok ideal olmasa da gerekli halde yapılması normal sayılan bir işlemdir.

Olay gününe dönersek, Las Palmas havaalanı, bomba ihbarından sonra baştan sona aranmış, herhangi bir bomba bulunamamış ve yeniden uçuşlara açılmıştı.

Pan Am, tüm yolculari ile kalkış için hazırdı. Tek sorun, tam önünde yakıt ikmali yapmakta olan KLM uçağıydı. Pan Am, KLM'in etrafından dolaşıp piste çıkmak istedi ancak dört metreden az bir genişlik farkı yüzünden bu manevrayı yapamayıp, KLM'in yakıt almayı bitirmesini beklemek zorunda kaldı.

KLM'in yakıt almakta ısrarının bir sebebi vardı.

Şirket yönetmeliğine göre bir pilot ara vermeden en çok belli bir süre uçuş yapabiliyordu. Uçak eğer Gran Kanarya'da yakıt ikmali için zaman harcarsa, Amsterdam'a geri dönüş, pilotun bu süreyi aşmasına neden olacaktı. Bu yüzden KLM, Tenerife'deki zorunlu bekleyiş esnasında depolarını doldurmaya karar verdi.

KLM uçağının pilotu Jacob Veldhuyzen van Zanten, herhangi bir pilot değil, KLM'in en deneyimlisiydi. Firmanın reklamlarıma çıkıyor, uçuşlardan çok pilotların eğitimi ile ilgileniyordu. Teorik olarak firmada bu pilottan daha güvenlisi yoktu.

Uçağın yakıt alması yarım saat sürmüştü. Bu işlemin ardından yolcular uçağa bindirilmeye başlandı. Dört yolcu eksik kalmıştı. Havaalanı görevlileri ikisi çocuk bu dört kişiyi de bulup uçağa bindirdiler.

KLM uçağında asıl varış noktaları Tenerife olan, ve eğer herşey normal gitseydi Gran Kanarya'ya indikten sonra Tenerife'e gelmek için başka bir uçağa binmeleri planlanmış üç yolcu bulunuyordu.

Bu yolcular hazır Tenerife'e gelmişken biz burada kalalım dediler, ancak KLM yetkilileri bu isteklerini kabul etmedi. Buna rağmen erkek arkadaşını bir an önce görmek isteyen Robina isimli genç kız uçağa geri binmedi ve şans eseri kazaya karışmaktan kurtuldu. Robina ve erkek arkadaşı olayın sonrasında, hayatları boyunca birbirlerinden bir daha hiç ayrılmadılar.

Yolcuları tamamlanan KLM uçağına ana pist üzerinde ilerleyip kalkış pozisyonu alması için izin verildi. Kontrol kulesi uçağa "Hazır olduğunda, kalkış izni için temas kur." talimatını verdi.

Bu esnada, havaalanı üzerine sis çökmüş, görüş uzaklığı ciddi biçimde azalmıştı. Aslında bu gerçek anlamda bir sis sayılmazdı. Havaalanı, deniz seviyesinin altıyüz metre üstünde olduğundan, sahilden bakıldığında yukarıda kalacak bulutlardan biri, deyimi uygunsa havaalanının "içinden" geçmekteydi.

Havaalanının pist planı
By Mtcv - Made by me for Dutch wikipedia.
CC BY-SA 3.0, Link
Pan Am uçağı da KLM'i takip edip piste çıkma talimatı aldı, ancak Pan Am kalkış pozisyonu almak yerine üçüncü ara yoldan çıkıp, pisti KLM'in kalkması için boşaltacaktı.

İngilizcede "üçüncü" anlamına gelen "third" sözcüğünün, ana dili İngilizce olmayanlar için doğru biçimde söylenmesi oldukça zordur. Pan Am ekibi, üçüncü çıkışı doğrulamak için kuleye bir kez daha sordu. Kule, "Üçüncü çıkış efendim, bir, iki, üç, ÜÇÜNCÜ çıkış" diye, bir de sayarak karşılık verdi.

Los Rodeos havaalanının çıkış yollarını gösteren işaretleri yoktu. Pan Am ekibi, havaalanının şemasına bakarak geçtiği çıkış yollarını bir ve iki diye saymaya başladı. Şemada gördükleri üçüncü çıkış yolu ise oldukça sorunlu görünüyordu, çünkü bu çıkışı kullanabilmek için koca uçağın önce yüz kırk sekiz derece sola, sonra da yine yüz kırk sekiz derece sağa dönmesi gerekecekti. Ters bir "Z" dönüşü yani.

Pan Am ekibi, dördüncü çıkış kırk beş derecelik yumuşak bir dönüş sağlayacakken, niye bu olasılıkların sınırındaki yüz kırk sekiz derecelik keskin dönüşü gerektiren üçüncü çıkışı kullan talimatını aldıklarını anlayamayıp aralarında tartışmaya başladılar.

İşin aslı, Pan Am ekibi, görüş uzaklığının yüz metreye düştüğü bu anlarda üçüncü çıkış yolunu görememiş ve çoktan geçmişti bile. Pan Am uçağı tam anlamıyla bulutun içinde kalmış, pist üzerinde yavaş yavaş yoluna devam ediyordu.

KLM'in görüş uzaklığı çok daha iyiydi, çünkü bulut henüz uçağın bulunduğu alanı kaplamamıştı. Uçak yüz seksen derecelik "U" dönüşünü tamamlayıp, pist başında kalkış pozisyonunu aldığında görüş uzaklığı bir kilometre civarındaydı. Ancak bulut, KLM'e saniyede altı metrelik bir hızla yaklaşıyordu.

KLM uçağının kaptan pilotunun beklemeye tahammülü kalmamıştı. Eğer sis havaalanını kaplarsa kalkış iptal edilebilir, o da Amsterdam'a, evine dönmek yerine geceyi Tenerife'de geçirmek zorunda kalabilirdi.

Kaptan pozisyon alır almaz kalkış izni falan beklemeden hemen frenleri boşalttı. İkinci pilot, "Ama kalkış izni verilmedi henüz." diye kem küm etse de, hava yolunun en deneyimli kremdölakrem pilotu karşısında fazlaca itiraz hakkı yoktu.

Kaptan "Biliyorum, haydi sor kuleye madem o zaman." dedi. İkinci pilot kuleyi telsizde buldu ve kalkışa hazır olduklarını söyledi. Kule de kalktıktan sonra izlemeleri gereken rotayı bildirdi. Bu haberleşme esnasında "Kalktıktan sonra" sözcükleri geçse de kule hiçbir şekilde "Kalkabilirsiniz" anlamına gelen "You are cleared for takeoff." talimatını vermemişti.

İkinci pilot prosedür gereği talimatı kuleye tekrarladı ve sonunda "We are at takeoff..." derken kaptan onun sözünü kesip "Gidiyoruz." dedi ve gaza bastı.

İkinci pilotun söylediği "We are at takeoff.." pek manalı bir cümle değildir. Büyük olasılıkla, eğer kaptan sözünü kesmeseydi, "We are at takeoff position." yani "Kalkış pozisyonundayız." diyecekti, ancak kesilmiş haliyle, biraz ite kaka da olsa "Kalkıştayız" gibi bir anlam çıktı.

Kuledeki şabalak kontrolör de "OK", yani "Okey/Tamam" gibi, havacılık kurallarının bütünüyle dışında, aptalca bir karşılık verdi. Kontrolör, hemen arkasından "Kalkış için talimatımızı bekleyin." dese de, "OK" sözcüğünü duyan, ve aklı uçuş saatini doldurup havaalanında mahsur kalmadan eve dönmekte kalmış sorumsuz kaptan gaza sonuna kadar bastı ve kalkışa başladı.

KLM'in ikinci pilotu, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın, kalkış izni almadıklarından emindi, ancak kabindeki kaptan, hava yolunun bir numaralı pilotu, hatta kendi pilot lisansını veren öğretmeniydi. İşte bu yüzden "Ben aynı fikirde değilim." diyemedi.

Aynı anda, bu eşeğin kalkışa geçtiğini bilmeyen Pan Am ekibi "Biz hala pistte ilerliyoruz." diye prosedür gereği durumlarını kuleye bildirmiş, kule de "Anlaşıldı, pisti boşalttığınızda haber verin." karşılığını vermişti. Pan Am ekibi "Tamam, pisti boşalttığımızda haber vereceğiz." diye hem tekrar, hem de teyit vermişti.

Yer kontrol radarı olmayan havaalanında, sis içerisinde kulenin pistte ve taksi yollarında kimin nerede olduğunu görmesi imkansızdı, o yüzden uçakların telsizle bildirdiği yerlere itibar etmekten başka seçeneği yoktu.

Uçaklar ve kule aynı anda konuştuğundan Pan Am'in bu "Pistteyim" mesajı KLM'in radyosunda tam duyulmamıştı. KLM"in kabinindeki uçuş mühendisi "Yaaa, Pan Am pisti boşaltmamış mı?" diye sorduğunda, kaptan "He, he, tamam." gibi çevirebileceğimiz saçma bir cevap vermiş ve kalkışa devam etmişti.

Pan Am uçağının kaptan pilotu sisin içinden fırlayıp üzerlerine gelen koca KLM uçağını gördüğünde "Şuraya bak! Allahın belası orospu çocuğu üzerimize geliyor!" diye bağırıp pistin dışına kaçmaya çalıştı, ancak artık çok geçti.

KLM'in pilotu da Pan Am uçağını görmüştü, ne var ki, bu noktada uçak kalkıştan vaz geçilemeyecek kadar hızlanmıştı.

KLM kaptanı, kontrol kolunu olabildiğince kendine çekerek, pistteki Pan Am uçağına çarpmadan kendi uçağını havalandırmaya çalışıyordu. Uçağın burnu panikten o kadar fazla kalkmıştı ki, uçağın kuyruğu piste sürtünüyor, kıvılcımlar çıkarıyordu.

Ve "BUM!"...

KLM"in burnu Pan Am'e çarpmadan geçebilmişti, ancak uçağın motorları, gövdesinin orta kısmi ve asli iniş takımları, Pan Am'in gövdesinin üzerine çarptı.

KLM bir an havada asılı kaldı ve sonrasında yere çakıldı. Depoları ağızına kadar yakıt dolu uçak, büyük bir patlamayla bir ateş topuna döndü. Bu uçaktan hiç kimse sağ kurtulamadı.

Pan Am'in üst katı sanki uçaktan koparılmış, gövdenin üstü tamamen yırtılmıştı. Buna rağmen 56 yolcu ve 5 mürettebat, yani toplam 61 kişi canlı olarak kurtulabildi.

Yardım ekiplerinin kaza noktasına ulaşması zaman aldı, çünkü sis yüzünden kaza ilk anda farkedilmemişti. Yardım ekipleri ilk olarak KLM'in enkazını bulmuş, ikinci bir uçağın kazaya karıştığını anlayamamışlardı. Sağ kalan Pan Am yolcuları, kurtarılmak için yirmi dakika beklemek zorunda kaldılar.

Uçaklarından birinin kaza geçirdiğini duyan KLM, sanki şaka yaparcasına, soruşturma ekibinin başına, en deneyimli pilotları olan Kaptan Veldhuyzen van Zanten'i görevlendirdi.

Kazanın duyulup, boyutunun anlaşılmasından sonra uluslararası basın ve üç ülkenin araştırma ekipleri Tenerife'e akın ettiler.

Kazanın tartışmasız tek sorumlusu, kalkış için izin almadan kalkan Hollandalı kaptan pilotdu. Ancak Hollandalılar geleneği bozmayıp, kendilerinden beklenen davranışı sergilediler ve kendi pilotlarından başka herkesi suçlamaya başladılar.

Hollandalılara göre kazaya kontrol kulesindeki İspanyol ekibin doğru düzgün İngilizce konuşamamaları sebep olmuştu. Ses kayıtları dinlendiğinde, kulenin İngilizcesinin yeteri kadar anlaşılır olduğu ortaya çıktı.

Hollandalılar bu kez kuledeki kontrolörlerin radyoda bir futbol maçı dinlediklerini, o yüzden uçuşlara konsantre olamadıklarını iddia ettiler. Ancak halen kuledekilerin söylediği yada yaptığı herhangi bir şeyin kaza ile bağlantısı bulunamıyordu.

Hollandalılar artık işi abartıp, bir de Pan Am uçağının pilotlarını suçladılar. Meğer kazanın nedeni Pan Am uçağının taksi yolu yerine pistte bulunmasıymış. Bu arabanızla bir yayayı ezip, "Ne yapalım o da yolda olmasaydı..." demeye benziyor.

Neyse, sonunda "Hata bizde olabilir..." dediler de, geri kalan taraflar en azından suçlanmaktan kurtuldu.

Bu kaza havacılıkta radikal değişiklikler yapılmasına meden oldu.

Örneğin, kule ile uçak arasındaki konuşmalarda "Kalkış için izin verildi." talimatına kadar "Kalkış" sözcüğünün kullanılması yasaklandı ve yerine "Ayrılış', 'Hareket" gibi sözcükler kullanılması zorunluluğu getirildi.

"OK", "Roger", yani "Tamam", "Anlaşıldı" gibi kısa teyitler yerine anlaşılan mesajın anahtar bölümlerinin tekrarı zorunluluğu getirildi.

Kokpitte kıdemli pilotun egemenliği yerine ekip halinde kararlar alınmasını destekleyen adımlar atıldı.

Los Rodeos havaalanına bir yer kontrol radarı yerleştirildi.

Bir kazanın acı hikayesi işte böyle arkadaşlar. Hava yolculuğu, halen en güvenli yolculuk türü. Ancak siz yine de uçağa bindiğinizde oturduğunuz yere en yakın çıkış kapısını belirleyin, bu çıkışın arkanızda olabileceğini de unutmayın. Arada kaç sıra koltuk olduğunu sayın. Kemerinizi iniş ve kalkış dışında bile bağlı tutun.

Koltuğunuza yaslanın ve uçuşun tadını çıkarın.

Las Chafiras köyünde taksiden indik ve bizi Santa Cruz kentine götürecek otobüsü beklemeye başladık. Jelena dayanamadı ve sordu.

"Gerçekten, niçin bu havaalanını görmek istiyorsun?"

Geçerli bir soru tabii ki. İnsan niye bir facia'nın olduğu yeri görmek ister ki?

Düşününce cevabını buldum. Bu kaza ile ilgili çok yazı okumuş, çok belgesel izlemiştim. Son anda bulunup KLM uçağına bindirilen karı, koca ve iki çocuk, son anda fikir değiştirip Tenerife'de kalan Robina, havaalanını kaplayan bulut, bütün detayları ile canlı bir biçimde aklımdaydı.

İşte, bu havaalanında bulunmak bütün bu ayrıntıları birleştiren bir tutkal işlevi gösterecek, olayı tam anlamıyla hissedebilecektim.

Ve öyle de oldu.

Los Rodeos, yada bu günkü adıyla North Tenerife Airport, özünde herhangi bir hava alanından çok farklı değil. Alt katı gelen, üst katı giden yolculara ayrılmış bir terminal binası, check-in gişeleri, ufak bir cafe'si, para çekme makineleri falan olan sıradan bir havalimanı.

Danışmada ki kıza, pisti görüp fotoğraf çekebileceğimiz bir balkon yada gözlem noktası var mı diye sorduğumda kuru bir "No" cevabı aldım.

Pencerelerin arasından pistin görünen ufak bir kısmının resmini çektim. Biraz ortalıkta dolandık ve bizi Santa Cruz'a geri götürecek otobüsü beklemeye başladık. Hava biraz rüzgarlı olduğu için Jelena içeride bekliyordu.

Kamerayı çevirip bir fotoğraf çektim
O anda bir taksi şoförü hava alanı tarafında bir çıkış kapısını açtı. Kapıdan baktığımda kule ve pistin hatrı sayılır bir bölümü görünüyordu, ancak ben gelene kadar kapı kendiliğinden kapanmıştı.

Çıkmak istediğimi gören taksi şoförü geri dönüp geldi ve kapıyı benim için açtı.

Dışarı çıkıp, sağımda görüşümü kapatan ağaç ve binayı arkamda bıraktım.

Pistin krokisi üç aşağı, beş yukarı aklımdaydı. Eski kulenin yerine göre kendimi konumlandırıp Charlie-3, yani C-3 yada Pan Am'in pistten çıkması gereken üçüncü taksi yolu olduğunu tahmin ettiğim noktaya doğru kamerayı çevirip bir fotoğraf çektim.


Otobüse binmek için ön tarafa çıktığımızda, dağların arasından bir bulut havaalanının üzerine geliyordu.

Araf

Dante'nin İlahi Komedyasını okumuşsunuzdur, ya da en azından Dan Brown'ın (Den Braun) Inferno'sunu. Katolik inancı, ölümden sonraki hayatta Cennet ve Cehennem'e ek olarak bir de Araf isimli üçüncü bir mekan öngörür. Dante, bir kitabını, işte bu mekana ayırır.
Arapça bir kelime olan Araf bana çok fazla şey söylemiyor. Bildiğim bir dil olan İngilizce ile size anlamını açayım.

İngilizcesi Purgatory (Pörgıtöri) olan bu sözcüğün kökeni purge (pörc) fiili, yani atmak, kurtulmak anlamında. İşte dünyadaki yaşamları boyunca, Cehennem'e gidecek kadar kötü olmayan, ancak Cennete gidecek kadar da günahlarından arınamamış kimseler, geçici olarak acı çekmek suretiyle Araf'ta temizlenirler ve sonrasında Cennete giderler.

Bir benzetmeyle, biz de, meğerse Tenerife'deki (Tenerif) otelimizde geçirdiğimiz iki gün boyunca Araf'daymışız da, haberimiz yokmuş. İki gün boyunca Cennet'i görmek için günahlarımızdan arınıyormuşuz.

Size bir önceki yazıda otelin çevresindeki üç kuruşluk gördüklerimizi güzel, müzel diye anlatmıştım ya...

Halt etmişim!

Bizim otel sadece adanın gerisini gördüğümüzde, güzelliğinden şoka girmeyelim diye yaptıkları bir oryantasyon, yani alıştırma alanı... Adanın geri kalanı ise yeryüzünde Cennete en çok yaklaşabileceğiniz yerlerden birisi.

Tenerife'in keşfine denizden başlama kararı aldık
Tenerife'in keşfine denizden başlama kararı aldık ve altı ay öncesinden gözümüze kestirdiğimiz balina ve yunus gözleme turuna kaydımızı yaptırdık.

Hedef adanın yerlileri, pilot balinalarıyla yunusları doğal ortamlarında gözlemek, ve tabii ki bol bol fotoğraflarını çekmekti. Pilot balinaları aslen, tamamen yunus sayılacak kadar yunus ailesinin yakını. Sadece boyları büyük. Yunusları zaten Flipper'dan (Flipır) falan sonra hepimiz biliyoruz.

Ancak yunus deyip geçmeyin. Bu sevimli canlılarda doğal dostlukdan çok daha fazlası var.

Bildiğiniz gibi balinalar da, yunuslar da memeliler ailesinin birer parçaları ve her ikisi de sonradan deniz yaşamına uyum sağlamış kara canlıları.

Isaac Asimov, dünya dışı zeki yaşam üzerinde fikir yürütebilmek için, dünya üstündeki yaşamı incelediği bir kitabında, bir canlının zekasının yüksekliğini, beyniyle vücudunun oranına bakarak değerlendirir.

Beyin hiç kuşkusuz zekanın kaynağı olan organdır.

Ancak beyin sadece entellektüel zekadan sorumlu değildir. Görevleri arasında vücudun istemsiz işlevlerini de kontrol etmek bulunur. Örneğin, siz bilinçli olarak midenize "Yarabbi şükür, bu gün de yemeği bitirdik. Hadi artık yediklerimizi hazmetmeye başla." tipinde bir emir vermezsiniz. Bu işi yine beyninizin bir bölümü üstlenir.

Böylece beyin, kapasitesinin sabit bir bölümünü vücudun kontrolü için kullanır, kalanı ile de akıl yada zeka diye isimlendirdiğimiz işlevi yerine getirir. İşte bu yüzden salt beynin boyutuna bakarak zekayı ölçemeyiz.

Yetişkin bir insanın beyni bir buçuk kilo kadardır. Bunun karşısında bir filin beyni altı, bir balinanın beyni ise dokuz kilo"ya kadar çıkabilir. Ne var ki, bundan yola çıkarak fillerin ve balinaların insanlardan daha zeki olduğu sonucunu çıkaramayız.

Çünkü bu büyük beyinler, aynı zamanda balina ve fillerin devasa vücutlarının da kontrolünden sorumludurlar. Kaba bir benzetmeyle, bir filin beyninin her gramı, vücudunun bin gramını, balinanın ise on bin gramını kontrol ederken, insanlarda bir gram beynin kontrol ettiği vücut ağırlığı sadece elli gram kadardır.

Başka bir deyişle, beyin-vücut oranı insanlarda 1:50 iken fillerde 1:1000, balinalarda ise 1:10000 dir.

Bu yüksek oran ise insan beynine entellektüel bir zeka geliştirip, kullanabilmesi için yeteri kadar serbest beyin kapasitesi bırakır.

Bu zekaya olanak sağlayan yüksek beyin-vücut oranına sahip tek canlı insanlar değildir. Örneğin bazı muhabbet kuşlarının beyin-vücut oranı insanlarınkinden daha büyüktür, ancak bu kuşların toplam beyin ağırlıkları o kadar küçüktür ki serbest kalan beyin kapasitesinin entellektüel bir zeka oluşturmaya yetecek kadar gücü kalmaz.

Bu teori insanların niçin bu kadar zeki olduklarını rahatça açıklar ancak zurna iş yunuslara geldiğinde zırt der arkadaşlar.

Çünkü birçok yunusun beyin-vücut oranı insanlardaki 1:50'den yüksek, beyin yapıları da insana oranla çok daha karmaşıktır. Kendi aralarında hayli ileri ve karmaşık bir dil kullanarak haberleşirler. Henüz bu dilin detayları çözülmüş değil.

Asimov, yunusların zeki olmalarına rağmen bir teknoloji geliştirememiş olmalarını, insanların parmakları gibi tutma organları olmamasına ve su içerisinde ateşi kullanmanın imkansızlığına bağlar.

Ancak bir teknoloji geliştirememiş olmaları, yunusların ileri derecede zeki oldukları gerçeğini değiştirmez.

İşte bu zeki ve bir o kadar da sevimli canlıları, bir-iki kez denizde uzaktan geçişleri dışında, şimdiye kadar hep yapay ortamlarda görme şansım olmuştu. Akvaryumlardaki yunusların hemen tümü sanki afyon yutmuş gibi donuk ve yavaştılar. Eğitildikleri üzere hoplayıp zıplasalar da, hareketleri bilinçli değil daha ziyade şartlıydı.


Bu yüzden balina ve yunusları doğal ortamlarında gözlemlememizi sağlıyacak bu geziyi iple çekiyordum.

Geziyi seçerken birkaç alternatif içerisinden Maxicat isimli katamaranı gözümüze kestirmiştik. Diğerlerine göre daha ufak, daha hızlı ve kırmızı-beyaz renkleri ile biraz daha havalıydı. Çok iyi organize olmuş bir firma. Otobüsleri bizi otelimizden aldı ve çok fazla dolaşmadan üçbeş diğer yunus avcısını da otellerinden topladıktan sonra, teknenin demirlediği Puerto Los Cristianos (Puerto Los Kristiyanos) limanına götürdü. Çok kısa bir süre sonra da tekneye binmiş, limandan çıkmaya başlamıştık.

Rehber kız hoşgeldiniz anonsunu önce İspanyolca yaptı. Sonra İngilizce. Sonra Almanca. Sonra Fransızca.

Bu aşamada anonsu başka bir dille yapmadan önce soruyordu:

"İtalyan var mı gurupta?"

"Si!"

İtalyanca...

"Hollandalı var mı gurupta?"

"Ja!"

Hollandaca...

Rusça'ya geldiğinde, ben artık "Pes!" dedim. "Bir de Türkçe yap!"...

Tenerife, Atlas Okyanusunun ortasında bir ada arkadaşlar, yani öyle bir körfez içinde ya da iç deniz üzerinde, göreceli olarak sakin sular üzerinde konumlu bir yer değil.

Biz de volkanik kayalarla çevrili, büyük olasılıkla yapay limandan çıkar çıkmaz kendimizi okyanusun o sert dalgalı sularında bulduk.

İş ciddi arkadaşlar, öyle hafif sallanma değil konumuz. Gelen dalgalar teknenin önce burmunu, sonra da kıçını iki metreye yakın kaldırıyor, biz de luna parklardaki roller-coaster (rollır koostır) misali, hop aşağı, hop yukarı, sallana sallana gidiyorduk. Bir yere tutunmadan ayakta kalmak mümkün değildi sizin anlayacağınız.

Arkamızdaki İngiliz çiftten kadın olanı, önce "Bööğğğğğğ!" diye gitti, sonra da güvertedeki banklardan birine uzandı. Beş saat boyunca da bir daha kalkmadı.

Benim midem kaldırır böyle şeyleri. Size delikanlılık olsun diye söylemiyorum, valla zevk bile alırım. Jelena da sağlam kızdır. Kaç kez tekneye bindik onla, bir vukuatı bile yok.

Neyse... İngiliz kadından sonra üç beş kişinin daha yüzü hafif beyaz renge döndü. Rehber kız da olasılıkla işin sonunu bildiğinden, sıradan herkese merhaba, naber diyerek, çaktırmadan bir mini check-up (çekap/sağlık kontrolü) yapmaya başladı.

Sıra bize geldiğinde karşılıklı Hola'ladık (Olâ/Selam). Nasılsın, iyimisin derken iş nerelisin muhabbetine döküldü.

Jelena soyağacımızı saymaya başladı.

Bu cidden uzun ve çileli bir süreçtir arkadaşlar, "Kocam Türk, ben Sırp ama İsviçrede yaşıyoruz, o İngilizce, ben de İngilizce, ben Fransızca, o Türkçe, ben Sırpça biliriz..." diye başlar ve genellikle bitiremeden vahşice, Casino Royal, İstanbul, Belgrad, Şiş Kebap, Lokum, Çevapçiçi, Pamukkale falan diye de yarıda kesilir.

Kelamımızı tamamlayamadığımızdan, ikimiz de toptan ya Sırp ya da Türk muamelesi görürüz. Çoğunlukla, bunlar o zaman niye aralarında İngilizce konuşuyorlar diyen de olmaz.

Bazen bu çileyi kısa kesebilmek için "İsviçreden geliyoruz." dediğimiz de olur. İsviçreliler pek muhabbetleri ile tanınmadıklarımdan, çoğu zaman "Aaa, öylemi?..." falan deyip uzatmadan konu kapanır.

Herneyse, uzun tekmilin "Türkçe" noktasında rehber kız zart diye atladı.

"Türk müsün?"

"Evet."

Kız, kafadan Türkçe başladı.

"Canım sevgilim, ben seni çok seviyorum. Hayatım. Aşkım. Bir tanem..."

"Bacım dur, ben evliyim!"

"Seni seviyorum."

"Tamam, ben de seni seviyorum..."

Londrada, erkek arkadaşı Türk'müş. Uzun süre beraber kalmışlar. Kız çok iyi, çok da kafa. Bu arada demek bıraksak, hoşgeldin anonsunu Türkçe de yapabilecekmiş.

Ancak tam kakara kikirinin ortasında kız Jelena'ya döndü, "İyi misin?" diye sordu. Ben de dikkatli bakınca gördüm. Jelena hafif beyazlamıştı. "İyiyim." falan dedi ama iki eliyle banklara tutunmuş sabit bir noktaya bakıyordu.

Rehber kız kalkar kalkmaz da, hoop, devrildi bankın üstüne.

Ben rehber kızı yeniden bulup "Karımı deniz tuttu. Ne yapalım?" diye sordum. O da hemen elime yarım bardak Pepsi tutuşturup "Bunu içsin, bir de hemen yatır, kıyıya doğru baksın." dedi.

Jelena'nın yanına geldiğimde başında bir dolu akbaba uçuşuyordu. Bunların hepsi aslında deniz tutan, ancak ortalıkta başka bir kurban olunca, ona delikanlılık yapıp, kendi durumlarını saklamaya çalışan akıllılardı.

Biri eline ilaç tutuşturmuş, diğeri de "Oh poor girl!" (O puur görl/Yazık kıza) diye ağıtlar yakıyordu.

Bizim rehber kız gülerek elinde ıslak bir kağıt havluyla geldi, havluyu Jelena'nın alnına koydu. Bu arada "Türkiye, Türkiye" diye de tezahürat yapıyordu

Jelena'yı kontrol altına alabilmiştik, ancak bu vesileyle teknedekilere de mükemmel bir şov sergilemiş olduk.

"Rezil ettin bizi." dedim, şakayla tabii. "Koni'nin rekorunu elinden aldın."

Yıl 2011. Bordeux'ya (Bordo) gidiyoruz. Bir kahve için Saint-Etienne'de (Sent Etiyen) bir benzin istasyonunda durduk. Büyük bir restoranı vardı. Biz de arabayı parkettik, Jelena, ben, Koni, restorana yürümeye başladık.

Tam kapıya geldiğimizde "Köpek Giremez" işaretini farkettik. Taa arabaya geri yürüyüp Koniyi bırakmaktansa, hemen girişte, kapının dışına bağladık. Jelena tuvaletlere doğru yürürken, ben de kahve sırasına girdim.

Aradan bir iki dakika geçti geçmedi ki bir çığlık duydum.

"Ciyak!"

Kafamı bir çevirdim ki, Koni! Tasmasından kurtulup, burnuyla kapıyı açmış, içeri girmiş, restoranın içinde, mutlu mutlu yürüyor.

Önüne gelen herkesi koklayıp, yalıyor. Koca köpek, bir de başıboş, onu gören herkes haklı olarak korkudan bağrıyor.

"Ayyy!"

"Le Chien" (Lö Şiyan/Köpek)

"Ciyak!"

"Attention!" (Atansiyon/Dikkat)

Sıradan çıkıp Koni'nin arkasından koşmaya başladım. Ama köpek yakalanmamayı kafaya koyduysa, ne yapsanız nafile.

Ben peşinden gittikçe Koni de yakalanmamak için hızlandı doğal olarak. Böylece restorandaki çığlıkların sıklığı da arttı tabii.

Jelena tuvaletten döndüğümde restoran allak bullak olmuştu. Durumu farketti ve hemen yardıma geldi. Sonunda Koni'yi bir köşede kıstırdık, tasmasını takıp arabaya götürdük.

Arada bir geçeriz Saint-Etienne'den, ve geçtikçe de yad ederiz o günü. Tarihe Koni'nin Şovu olarak kaydolmuştu o vaka.

İşte Jelena teknede, Koni'nin bu Saint-Etienne rekorunu eline geçirmiş oldu.

Kayalık kıyılar
Kıyıyı beş-altı kilometre açıktan izleyerek gidiyorduk. Manzarayı size anlatabilmem çok zor. Siyahlı, kırmızılı, sarılı volkanik kayalardan oluşmuş dik yamaçlar. Bir ressam fırçasıyla çizilmiş gibi her ayrı renk. Bu yamaçların dibinde mağaralar ve koyu lacivert Atlas Okyanusu. Denizin kayalarla birleştiği noktada yeşil bir bant ve bembeyaz köpükler.

Kayaların üzerinde bazen tek tük güzelim evler, bazen yemyeşil, ormanlık bir alan ve tam ortasında bir yerleşim merkezi. Binalar birçok yerde sıra sıra, bir merdivenin basamakları gibi dizilmişler.

Yazının başında söz ettiğim yeryüzü cennetinin bir köşesi kısaca...

Tekne bu yamaçların en gösterişlisinin önünde demir attı. Yüzme zamanı!

İş yüzmeye gelince, Jelena iyileşiverdi birden tabii

İspanyol yenge izin vermezse yüzmek yok dedim. Rehber kızı bulduk ve Jelena yüzsün mü diye sorduk. Ben tam yüzmesin, dinlensin diye destek beklerken "Aaaa, yüzsün tabii..." dedi. Jelena da tabii ki cup, denize.

Balina kovalarken kuru kalayım dedim ve yüzmekten vaz geçtim. Kendime bir Sangria ısmarladım ve teknenin rahat bir köşesine yerleştim.

Yüzme ve sonrasında yemek servisi bittiğinde tekrar motorlarımızı çalıştırıp açığa yönelmiştik.

Bu kez hedef balinalardı.

Katamaranın ön kısmında, iki kızağın arasına bir ağ gerilmiş, isteyen bu ağın üzerinde oturabiliyordu. Müthiş bir zevk! Tekne olanca hızıyla giderken tam altınızda denizi hissediyorsunuz.

Ağın önünde ise sadece yatay bir boru var. Bu borunun önü ise deniz.

İşte bu borunun üzerinde üç kişi dizilmiştik. Firmanın kameramanı, Alman bir çocuk ve ben. Bir elimle fotoğraf makinesini tutarken, diğer elimle yelken direğinin çelik halatına sarılmıştım. Göbeğimin altı boşluk, boşluğun da sonu denizdi.

Aynı Moby Dick'in (Mobi Dik) peşindeki balina avcıları gibiydik. Tek farkımız, elimizde zıpkınların yerine fotoğraf makinelerinin olmasıydı.

Teknenin en önünde olduğumuzdan, dalgaların yukarı ve aşağı sallandıran hareketini fazlasıyla hissediyorduk. Teknenin önü yükselip, dalgaların üzerine düştüğünde sıçrayan su ile ıslanıyor, kuvvetli rüzgarı yüzümüzde hissediyorduk.

Neredeyse dilimle adrenalin'in tadını hissedebilecektim.

Vay anasını, ne melodramatik anlattım be!

Şimdi ben bile yeniden yaşadım o anı. Demek hala gençmişiz, anasını satayım.

Rüzgarın sesinden başka hiçbirşeyi duyamaz haldeydik, ancak her nasılsa bir anda Jelena'yı duyabildim.

"Bugiiii!...."

Jelena duyulmak istediğinde sesini herkese duyurabilir.

"Bugiii, tişörtünü vereyim mi, orası rüzgarlı sanki!"

O anda bu sorunun hiç gereği yoktu işte. Kadınlar ne yazık ki böyle. Kahramanlığa limon sıkmak için birebirler. Nereden çıktı şimdi tişört? Hiç gördünüz mü Kaptan Nemo'nun karısının tişört giy, üşüyeceksin diye peşinden koştuğunu?

"Sağol, böyle iyiyim ben."

"Çay ister misin? Getireyim mi?"

Artık karizma falan kalmamıştı. Ben teknenin en tehlikeli noktasında duruyorum, hayatım tek elimin içindeki ipin ucunda, sen çay diyorsun Jelena'cım. Hem de az önce deniz tutması yüzünden ayakta zor duruyordun.

"Sağol. Birazdan içeriz beraber..."

Katamaranın burnu yine havaya doğru kalktı ve sanki deniz altından çekilmişcesine hızlıca aşağı düşüp gürültüyle suya vurdu. Tam bu anda gelen bir dalga, teknenin en ucunda bulunan biz üç avanağı sırıl sıklam ıslattı. Sol elimle tuttuğum halatı kolumun arasına alıp fotoğraf makinesinin objektifine sıçramış suları şortumla silmeye çalışırken kameraman yırttı kendisini.

"Whale!" (Ueil/Balina)

Afallamıştım bir anda. Kameraman yine bağırdı.

"As big as the boat!" (Ez big ez dı boot/Tekne kadar büyük)

Balina malina görmesemde, fotoğraf makinesini kaldırıp deklanşöre bastım.

"Bızt", "Bızt", "Bızt", "Bızt"...

Biri eğer balina var diyorsa, ben görmesem de fotoğrafda çıkardı nasılsa

İşte tam bu anda teknenin on-onbeş metre ilerisinde, denizin içinde koca bir leke belirdi. Sanki suya mürekkep dökülmüş, sonrasında yavaş yavaş dağılıyor gibi. Sonrasında, devasa balina, simsiyah gövdesiyle "Foşşşşş!" diye tepesinden su fışkırtarak, yuvarlanırcasına yüzeye çıkıp tekrar dibe daldı. Gövdesinin o büyüklüğüne rağmen, o kadar yumuşak hareket etmişti ki, neredeyse hiç su sıçratmadı.

Beni asıl etkileyen ise balinanın nefes alırken çıkardığı seslerdi. Üç paket sigara içip yatağa girdiğinizde, çiğerleriniz "Höğğğğğğğ!" şeklinde inler, soluk borunuz dolduğu için de kesik kesik nefes alırsınız ya... Aynı o ses işte. Bir de onun açık denizde yankılanacak kadar yüksek olduğunu düşünün, azametini kafanızda canlandıracaksınızdır.

Bütün bu anlattıklarım, birkaç saniye içinde olup bitmişti. Fotoğraf, motoğraf hak getire tabii... Ağızım açık seyrettim bu doğa harikası şovu.

Bütün tekne bizim bulunduğumuz bölüme hücum etmişti. Herkes balinanın ikinci kez yüzeye çıkmasını bekliyordu. Arada bir, birisi "çat" diye balina zannedip bir fotoğraf çekiyor, hemen arkasından herkes, balinayı görmese de "çat", "pat", "cızt", "bızt" asılıyorlardı fotoğraf makinelerine.

Ancak beklentiler boş çıktı. Balina bir daha görünmedi.

Bir balinalojist kadar bilgili kameraman'a "Bir daha gelir mi?" diye sorduğumda, "Zannetmiyorum." dedi.

"Bu balina adanın yerlisi değil. Amerika tarafından gelmiş gibi. Bu etraftayken diğerleri de görünmeyebilir."

Olayın şoku geçtiğinde, ilk işim fotoğraflara bakmak oldu, ancak sadece boş deniz ve bulutlar görünüyordu. Eve dönünce son bir umut, belki kıyılarında, köşelerinde bir balina kuyruğu var mıdır diye büyük ekranda yeniden balacağım tabii.

Ancak çok kızmıştım kendime. İnsanın yaşamında, belki de sadece bir kere karşılaşabileceği nadir bir anı, hem de elimde kaliteli bir fotoğraf makinesi varken, aptal gibi kaçırmıştım.

O sinirle yine en öndeki demirin üstüne çıktım ve fotoğraf makinesini dürbün gibi kullanıp önümüzdeki alanı taramaya başladım. Artık neyi arayacağımı, bulduktan sonra sahnenin nasıl gelişeceğini iyi kötü anlamıştım.

O yüzden de suyun üzerinde ilk siyah lekeyi görünce hemen görüntüyü odaklayıp beklemeye başladım. Leke dağılır gibi olmaya başladığı anda da deklanşöre bastım.

Kameraman "Dolphins!" (Dolfins/Yunuslar) diya bağırdığında ben çoktan fotoğraf çekmeye başlamıştım. Elimdeki kamera bu hateketli fotoğrafların tam erbabı olmasa da, işe yarayacak kadar hızlıydı. Yunus, sudan fırlayıp, havada göbeğinin etrafında da dönerek, yarım daire şeklinde saltosunu attığında, onbeş kadar kare çekmişti bile. Bunlardan ikisi mükemmele yakın pozlardı.

Teknenin etrafı bir anda yunuslarla dolmuştu. Onlarca yunus etrafımızda, bizle yarışıyor, kah zıplıyor, kah dalıp çıkıyordu. O kadar yakınlardı ki, öne gerili ağın arasından, neredeyse onlara dokunabilirdim.

Birkaç tanesi katamaranın kızaklarının arasına girmiş, sırtlarını kaşıyor, döne döne yüzerek bize gülümsüyorlardı.

Yunuslar
Arkadaşlar, hayatımda çok az sahneden bu kadar etkilendim.

Bu zeki hayvanların krallıklarında bir ziyaretçi gibi hissettim kendimi. Bize bütün misafirperverliklerini gösterdiler, eğlendirdiler ve sonrasında hepsi bir anda kaybolup gittiler.

Fotoğraf makinem bu esnada hiç durmamıştı. Bu doyulmaz sahneyi ileride hatırlamaya yetecek kadar fotoğraf çektim.

Gezinin bundan sonrası olaysız geçti. Tipik bir Avrupa fenomeni olan, utangaç ve sessiz gençlerin, üç biradan sonra aslan kesilip seslerini yükseltmeleri ve "asi" bir biçimde yüksek perdeden gülmeleri dışında kayda değer bir gelişme olmadı

Yeryüzündeki cennetin bu köşesinde, unutulmaz bir gün geçirmiştik. Ertesi gün için de sırada yine umut vadeden planlarımız vardı. O yüzden şimdilik:

¡Hasta mañana!

Asta manyana, yani yarın görüşmek üzere..

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...