19 Haziran 2012 Salı

Avrupa'yı Kurtarmak

Bir tartışma, eğer içeriği karmaşıksa ve hele bir de çekiştire çekiştire uzatılmışsa, bu tartışmayı izleyenler ister istemez konunun özünü bırakır, sadece güncel ve popüler bölümüne odaklanırlar.

Avrupa’da yaşanan tarihin en büyük krizlerinden biri Yunanistan Euro’da kalsın mı, çıksın mı ya indirgendi.

Sanki Yunanistan tamam Euro’da kalıyorum dese sorun çözümlenecek, aksi halde Avrupa batacak.

Herkes rahat bir nefes almış, Yunanistan seçimlerinde Euro yanlısı parti marjinal bir farkla kazandı diye. Yani Avrupa da Yunanistan da kurtuldu.

Merkel teyze engin deneyimleri ve dünyaca kabul görmüş derin ileri görüşlülüğü ile olaya hemen açıklık getirdi zaten.

“Almanya’nın gücü sınırsız değildir!”

Ve G20 zirvesinde Obama, Avrupa ülkelerinin temsilcileriyle konuşmasın diye aynı saate basın toplantısı koyarak olayı bitirdi.

Evet, artık Avrupa kurtuldu diyebiliriz, bu sadece bir zaman meselesi...

Şaka gibi geliyor insana ama halk yiyiyor, ne yapalım.

Avrupa’nın ileri görüşlü akil adamları diyor ki bu krizden çıkış yolu mali politikalarda birliktelik.

Bu adamlar insanın gözünün içine bakarak bunu çözümmüş gibi yutturuyorlar.

Aslında tespit doğru ancak mali birliktelik çözümün yöntemi, çözümün kendisi değil. Çözüm, mali birlikteliğin getireceği sonuç, yani kazanmayan ülkelere “harcama lan” diyebilmek.

Ancak bu da fazlasıyla Avrupai, hastalığın semptomlarını gidermeye yönelik bir hareket.

Kimse Avrupa bu duruma nasıl geldi diye sorup Avrupa’yı bu güne getiren yapısal sorunları çözmeye yanaşmıyor.

Nedir bu yapısal sorun?

Avrupa üretmiyor.

Haa, yanlış anlaşılmasın, Avrupa’nın ölüsü bile Türkiye’ye göre kat kat fazla üretiyor olacaktır. Burada Avrupa üretmiyor derken kast ettiğim Avrupa’nın bu günkü hayat standardını koruyacak kadar üretmediği.

Bunun nedeni de, sık sık yinelediğim gibi ekonominin küreselleşmesi ve Avrupa’nın yüksek işgücü maliyeti yüzünden rekabet edememesi.

Ancak hiçbir politikacının kıçı da halkın gelirini azaltmayı yemiyor.

Ondan dolayı çeviriyorlar kazı ki yanmasın.

Amerika acı çeke çeke soğuk savaş sonrası dünya düzenine uyum sağlamaya başladı. Rusya neredeyse sıfırdan toparladı. Asya gümbür gümbür geliyor. Türkiye bile adapte oldu bu yeni düzene.

Merkel ise Obama Avrupa temsilcileriyle görüşmesin diye aynı saatte basın toplantısı yapıyor.

Almanya’nın tuzu biraz kuru diğerlerine göre. Bekleyelim bakalım gerçek bir orduya sahip olup elini cebine atmaya başlayıncaya kadar.

Bu dünyada hala işler güçlü bir orduyla yürüyor. Yarın bir gün Çin “Dışarı lan, Libya’nın petrolü sadece Çin’e gidecek!” derse ya Amerika’ya dönüp yardım et diye bakarlar yada Çine dönüp “Tamam abi, zaten biz kaza ile Libya’ya gelmiştik.” derler.

Soğuk savaşın bittiğini göz önüne alırsak, Amerika’nın eskisi gibi abilik yapmasını beklemek saflık olacaktır. Bir adım ileri gidersek, soğuk savaşın ardından Amerika ve Avrupa artık birbirlerine rakip oldu demek yanlış olmayacaktır – Merkel de bir gün bunun farkına varabilir, göçmenlerle uğraşmayı bırakıp etrafına bakmaya başlarsa tabii.

İşte yazımızın başına dönersek olup biten bunca şey korkutucu bir biçimde tek bir sorunun cevabına indirgendi.

“Yunanistan Euro’da kalacak mı, çıkacak mı?”

On puanlık uzman sorusu. Doğru cevabı bilen Avrupa’yı kurtaracak...

11 Haziran 2012 Pazartesi

Oradan, Buradan...

Başımda üç beş iş var, son zamanlarda yazamıyorum. Buna inat, birçok kayda değer olay olup geçiyor. İngilizce tabiriyle biraz catch-up yani yetişmece yapalım.

En komiği ile başlayalım.

İspanya hükûmeti içlenmiş çünkü İspanya kurtarma planının kabulüne rağmen hala yüksek maliyetle borçlanıyormuş.

İşini kaybetmiş adama aksam yemeği için üç kuruş para ver, sonra bu adam hala niye kendini toparlayamadı diye şaş bak.

Avrupa’da politikacı olmak çok kolay, çünkü halk gerçekten naif. Ne söylesen yiyiyorlar.

“İspanya’yı kurtardık!”

Nah kurtardın. Sadece batmasını bir süre erteledin.

Yapısal bozukluklarını düzeltmeden dünya niye İspanya’ya güvenmeye başlasın? Merkel, kurtarmak istediği parasının hayrına üç kuruş verdi diye mi?

İspanya halkı çalışmazsa para da kazanamaz.

Ha, ben siestamdan vazgeçmem de diyebilir, o zaman da bugünkü hayat standardını unutması gerekir.

Daha geçenlerde İspanya’daydık. Kimsenin çalıştığı, sıkıntıya girmek istediği falan yok. Alış-veriş için bir mağazaya girdiğinizde, çalışanlar yüzünüze bakmıyor.

En önemli gelir kaynakları turistlere davranışlarını görseniz...

Lokal işletmelerin en azından göz önünde olanları zaten İspanya dışından gelen Avrupa Topluluğu ülkeleri göçmenleri tarafından çalıştırılıyor. Yüzümüze gülerek bakan tek restoranın sahibi İskoçyalıydı.

İspanyadan Yunanistan’a geçelim....

Ayan beyan bir TV programında, acık oturum sözcüsü bir partili tartışma alevlenince ayağa kalkıyor ve önce bir bardak suyu diğer bir kadın sözcünün üzerine fırlatıyor.

Sonra, hiç telaşlanıp istifini bozmadan ikinci kadın sözcünün üzerine geliyor, önce bir sağ Osmanlı çakıyor:

“Çaaat”

Sonrasında, yine ritmini bozmadan ve hiç telaşlanmadan dönüyor, bu kez bir sol çakıyor:

“Çaaat”

Walla bale gibi.

Yarım bir pürvetin ardından finalde son bir kez sağ çakıyor:

“Çaaat”

Sonra da ıslatıp dövdüğü kadınları dava ediyor.

Ne diyorum, Yunanlı olmak varmış, ne de olsa medeniyetin beşiği.

Sunun onda birini biz yapsaydık, barbarlığımızdan girer, Atila’dan çıkarlardı. Hatta Avrupa Üyeliğimizi bile askıya almışlardı.

Alın, bakın. Garibim Tayyip bir Van Minüt dedi diye başına neler geldi, senelerce güldüler....

Hadi Yunanistan’a kadar gelmişken bir de Türkiye’mize gecelim.

Size genelde Türkiye yazmıyorum, malum uzaksayış ama bu seferlik davulun sesi nasıl geliyor, şöyle bir dokunduralım.

Bildiğiniz üzere biz yetmişli yılların çocukları, seksenli yılların gençleri bir nesilden gelmekteyiz.

Yeni körüklü MAN otobüsleri alınması bile öyle önemli olaydı ki bizim için, eski otobüslere binmez, körüklü otobüsün gelmesini beklerdik.

Annem ve babam bir araba alabilmek için altı ay sırada beklemişlerdi.

Yurt dışından futbol takımları maça geldiğinde, bir gece öncesinden toprak saha sulanır, çamurlu hale getirilirdi ki yedi sekiz atmasınlar diye bize.

Ve aklımda yanlış kalmadıysa başkent Ankara’da sadece bir kapalı yüzme havuzu vardı.

Simdi ise Avrupa batarken biz buyuyor, otomobil yapıp ihraç ediyor, denizin altından tren geçiriyor, Dünya Ekonomik Forum’unu İstanbul’da topluyor, Olimpiyatları mı Avrupa Futbol Şampiyonasını mı alalım diye seçiyoruz.

Allah biliyor ya, bizim neslimizin kavrukluğu hala içimde. Bunlara inansam da sevinemiyorum, nasılsa bir yerde çuvallarız diye.

Umalım ki böyle devam etsin.

Görüşmek üzere...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yunanistan Güme Gitti

Yunanistan güme gitti, hem de göz göre göre, hatta belki de bile bile. İşin acayip tarafı, herkes sanki bütün bu ekonomik facianın düğüm noktası buymuş gibi işi gücü bırakmış tartışıyor.

Yunanistan Euro bölgesinde kalsın mı, çıksın mı?

Kalırsa daha iyi olurmuş yada çıkarsa daha iyi olurmuş. Sanki herkes Yunan halkının iyiliğini düşünüyor.

Hadi, kibarlık olsun, İngilizcesini söyleyelim.

Bullshit.

Yukardaki argümanın tam açılımı, Yunanistan Euro’da kalırsa mı, yoksa çıkarsa mı, borçlarını ödeyebilir.

Gelin olayı daha iyi anlamak için soru cevap oynayalım.

S: Yunanistan niye battı?
C: Borçlarını ödeyemediği için.

S: Bu borçlar kime?
C: Diğer Avrupa bankalarına.

S: Bu bankalar salak miydi da Yunanistan’a borç verdi?
C: Bankalar bu borçları Yunanistan’a değil Avrupa’ya verdi.

S: Nasıl yani?
C: Bir ülke, bir halk, bir para diye Euro’yu pazarladıkları için. Yani Yunanistan’a değil, tüm Avrupa ekonomisine güvenip verdiler bu borçları.

S: Avrupa ne dedi Yunanistan borçlarını ödeyemeyince?
C: “Babayı alırsınız. Niye ben çalışıp Yunanlının borçlarını ödeyeyim.”

S: Peki, bu normal değil mi?
C: Eğer bunlar bir ülke, bir amaç, bir din ayakları atıyorsa değil. İstanbul, ben niye çalışıp Trabzon’un borcunu ödeyeyim diyebilir mi?


S: Yunanistan Euro’dan çıkarsa borçları azalacak mı?

C: Tabi ki hayır. Avrupa, borçlarını Euro olarak geri istiyor.


S: O zaman Drahmiye dönmenin manası ne?

C: Yapmayın, sormayın bunu. 1970 den 2000’e kadar aynisini bizim devlet yapmadı mı? Parayı devalüe et, maaşları aynı hızla artırma. Halkın cebindeki parayı al, borç öde.

S: Yaw, bunlar din kardeşi değil mi? Parası neyse versinler, kurtarsınlar Yunanistan’ı karşılığını beklemeden.
C: Walla, yapacaklar da is Yunanistan’la bitmiyor. İspanya, Portekiz, İtalya sırada.

S: Parası neyse onlara da versinler, kurtarsınlar. Olmuyor mu?
C: Dünyada bu ülkeleri kurtaracak kadar para yok.

S: Yunanistan’a dönersek, Yunanlılar ne yaptılar bu aldıkları borçları?
C: Yediler. Çalışmadıkları ve üretmedikleri halde, mesela bir Almanın hayat standardını tutturdular.

S: Peki kimse Yunanistan in bu borçları ödeyemeyeceğini görmedi mi de para vermeye devam etti?
C: Hah, işte tam burada zurna zırt diyor.

Birçok kişi yukardaki soruya Sarkozy ile Merkel’in basiretsizliği, yani ileriyi görememesi diyor ama ben her gecen gün Yunanistan in bilerek bu duruma getirildiğine inanıyorum.

Tarih gösterecek sonucunu ama ben size kendi teorimi söyleyelim.

Batı Avrupa, bir ulus, bir ülke gibi zırvalarla orta ve doğu Avrupa ülkelerini birliğe dahil etti.

On yıllarca Batı Avrupa malları gümrüksüz Orta ve Doğu Avrupa’ya aktı. Batı Avrupa firmaları Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin alt yapisini sifirdan insaa etti.

Bu arada, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin isçilerinin Batı Avrupa’ya gelip çalışabilmeleri bin bir bahaneyle geciktirildi.

Buyurun Avrupa Topluluğuna dedikleri gün mesela bir Polonyalı sadece İngiltere’de çalışabiliyordu. Batı Avrupa malları ise neredeyse on senedir Polonya’da serbestçe satılıyordu.

Neyse uzatmayalım, bugün Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri neredeyse tamamen Batı Avrupalıların haklarını kazanmış durumda. Hem de altı hafta tatil ve birinci sınıf şarap içme gibi takıntıları da yok. Ayni zamanda hem çalışıyorlar hem de tahsilliler, Batı Avrupa’ya göre.

Bu tamamen benim bakkal hesabım ama bir Polonyalı bir Fransız’ın maaşının yarısına, iki Fransız kadar çalışıyor.

Hal öyle olunca, kimse Fransa’da is açmıyor.

Fransa da batıyor.

Eeee, koskoca Fransa, göz göre göre batmayacak tabii. O yüzden bu ise bir şekilde dur demesi gerekiyor.

İşte tam bu anda Yunanistan’ı batırıp, oyunu bozup eve gitmek bence en kolayı.

Yani bana sorarsanız, Yunanistan’ı bile bile batırdılar ki, bahane olsun, bu Orta ve Doğu Avrupa’yı kovalayalım diye.

Bekleyip görelim...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Son İdiot

Son idiot Merkel teyzemin de yavaş yavaş suyu ısınıyor. Bir ara secimde sosyal demokratların karşısında hezimete uğramış, genel secimi kazanması çok zor olacakmış.

Bak şu Allah’ın işine...

Bu Alman halkı nankör abi.

Sen gül gibi Avrupa’yı batıran, ülkeleri iflas ettiren, buram buram ırkçılık, faşistlik yapan ulusal kahramanına oy verme, git sosyal demokratlara oy ver.

Alman halkı uyandı ama biraz geç oldu.

Merkozy travmasından sonra Avrupa kurtarılabilir mi? Zannetmem...

Artık insanlar açık açık Yunanistan’ı Euro’dan atmayı konuşuyorlar. İşin komiği Yunanistan da Euro’dan çıkmayı...

Ama Avrupa bu. Ayağına gelen fırsatı kaçırır mı?

Yunanistan bahanesiyle sahne hazırlandı.

Konu Yunanistan’ı Euro’dan atmayı bir santim geçti, simdi “Euro bölgesini daraltmayı” tartışıyorlar.

Bunun tercümesi, Bati Avrupa dışındaki tüm ülkeleri Euro’dan atmak yada almamak.

Bunun daha da tercümesi, Avrupa Birliğini genişlemeden önceki sınırlarına çekmek, hatta Yunanistan’ı, İspanyayı ve Portekiz’i atarak biraz daha ufaltmak.

En daha tercümesi, Avrupa topluluğunun dağılması.

İngiltere’nin de zaten fiilen topluluğun dışında olduğunu düşünürsek, Avrupa Topluluğu Almanya, Fransa ve Benelux ülkeleri haline dönüşecek büyük ihtimalle.

Eee, Orta ve Doğu Avrupa’yı inşa edip bitirdiler, on-on beş sene boyunca mallarını bu yeni Avrupalılara sattılar, simdi artık bu ülkelerin vatandaşları ucuz işgücü haline dönüşüp kendi vatandaşlarına rakip çıkınca artık dağılmanın zamanı geldi demektir.

Muhtemelen iş buraya gelecek, bence sadece zaman meselesi.

Ancak is buraya geldiğinde ellerinize patlamış mısırları alin, ışıkları kapayın ve seyretmeye başlayın.

Yandı gülüm keten helva!

O Fransa, ülkesine giren Romenlerden soy ağacı belgesi isteyecek, çingene mi değil mi diye.

Artık Polonyalıların ayak bileklerine kelepçe takarlar, otuz günden fazla kalmasınlar diye ülkede.

Belki yeniden vize de koyarlar. Walla belli olmaz.

Beklemeye devam edelim. “Stay tuned!”

13 Mayıs 2012 Pazar

Manyaklar

Galatasaray şampiyon oldu. Olsun, tebrikler. Ben bir Galatasaraylı olmama rağmen çok fazla heyecanlandım desem yalan olur. Tanıyanlarınız bilir, pek takılmam futbola.

Bugün takılmamın nedeni futbol değil, taraftar, ama tırnak içinde kendini taraftar diye adlandıran manyaklar.

Burada manyak kelimesini sinirden değil, sözlük anlamıyla kullanıyorum. Çünkü, bir benzin istasyonuna meşale atıp yakmaya kalkan kişilik medikal olarak bir manyaktır, sosyo-manyak, psiko-manyak, payro-manyak, artık bilenleriniz doğru alt-manyak gurubunu koysun başına.

Bu sefillerin yaptıklarını savaş halinde bile yapamazsınız. Savaş suçlusu diye yargılarlar.

Eğer o benzin istasyonu alev alıp patlasaydı, etrafındaki insanları, içindeki polisleri öldürseydi ne olurdu, düşünün. Yazık olmaz mıydı o hayatını kazanmak için gecenin o saatinde manyaklarla uğraşmayı göze alan polislere ve ailelerine?

Bu manyak gurubunu manyak yapan takımlarına karşı sevgilerinin çokluğu değildir. Bir şeyi çok sevebilen insan, tanımı üzerinde, sevgi duyabilme yetisine sahiptir.

Tanımadığı kişilerin üzerine, kadın, çocuk demeden sandalye fırlatan, arabaları ters çevirip yakmaya çalışan kişilerin tuttuğu takımlar da dahil hiçbir şeyi sevmeleri mümkün değildir.

Bu hasta gurup için bilmem ne takımı taraftarlığı sadece bir mazerettir.

Bu takım olmasaydı, vatanim, milletim, akrabam, kız kardeşim, törem, torpağım gibi başka bir bahaneyle yine kuduz kopekler gibi saldıracak, öldürmek için vuracak, insanları canlı canlı yakmaya çalışacaklardı.

Bu arada lafım, Fenerbahçe’ye, vatana, millete, töreye değil. Bunları bahane edip diğer insanların hayatına, malına, mülküne, sağlığına kasteden manyaklara.

Su fotoğraflara bir bakin.

Adamın sakalı bıyığı birbirine karışmış, elleri havada, ağzından tükürükler saçıyor.

“Federasyon istifa, Galatasaray burada kupa alamaz!”

Duyan da iflas etmiş, karısı bırakmış kaçmış, hayatı sönmüş zannedecek.

Git önce aç karnını doyur, bir gün olsun karını çocuğunu dövmek yerine otur onlarla bir çay iç, iki kelam et, sonra çıkar yırtarsın kıçını federasyon istifa diye.

Bu sefiller hiç bir yere ait olamadıkları için kendilerini bilmem ne takımının taraftarlığı gurubuna ait saymışlardır.

Bu guruba ait olmanın herhangi bir ön şartı yoktur, sadece kendinizi taraftar diye deklere etmeniz yeterlidir.

Bu manyaklar ayni zamanda tembel de oldukları için bu zahmetsiz üyelik bunlar için fazlasıyla uygundur.

Mesela, eğer taraftarlık için İngilizce bilmek yada bilmem ne ormanına ağaç dikmek zorunlu olsaydı, bu sefiller taraftar maraftar olmazlardı.

Bu manyaklar, hayatlarında pesinden koşacakları başka hiçbir manalı şey olmadığından kendilerini bir takımın başarısına adamışlardır.

Kendilerince edindikleri bu görevin karşılığında bir para yada başka bir mali çıkar beklemezler.

Karıları, çocukları evde aç beklerken, “taraftar” gurupları ile “deplasmana” gider, maç seyrederler.

Yokluk ve çaresizlikten edindikleri bu tuttukları takımın basarisi diyebileceğimiz amaç ve hedef sosyal olarak sahip oldukları, kendilerini ait hissettikleri tek şeydir.

Sosyal olarak bir grubun parçası olmayı yada bir olguya sahiplenmeyi bilmedikleri için, maç gibi sosyal ortamlarda bildikleri tek şeyi yaparlar.

Döner bıçağıyla diğer taraftarlara saldırır, yangın çıkarmaya çalışır, çevreye zarar verirler.

Bence bu insanlar tedaviye muhtaç hastalardır. Bir an önce akil ve ruh hastalıkları birimlerinde profesyonel yârdim aramalılardır.

6 Mayıs 2012 Pazar

Sarkozy, Son Bir Kez

Holland kazandı, Sarkozy gitti. Tarihin hatırlayacağı Berlusconi, Merkel ve Sarkozy idiot triosunun ikinci bacağı da düştü.

Ama neyin pahasına.

Sarkozy, herhalde Fransa’nın kendisinden sonra en çok Türkiye’ye zarar verdi.

Tüm başkanlığı boyunca Türkiye basta olmak üzere klasik Avrupalı tanımına uymayan bazi Avrupa Topluluğu ülkeleri de dahil her ülkeyle uğraştı. Alavere yaptı, dalavere yaptı, yalan söyledi, vatandaşlarını korkuttu.

Göçmenler basta olmak üzere tüm yabancılara karşı kin, nefret aşıladı, alevlendirdi ve destekledi. Kendi kökleri de göçmen olmasına rağmen hemde.

Çingene diye Romenlere para verip bir daha Fransa’ya gelmemelerine iknaya çalıştı.

Schengen’i yıkıp tekrar Avrupa içinde pasaportla seyahati geri getirmeye çalıştı ki Avrupa ülkeleri dahil, Fransa’ya kim geliyor, kim gidiyor bilsin ve ilerde engellesin diye.

Üç beş oy alabilmek için karisini hamile bıraktı, Ermenilere Türklere karşı kin nefret aşıladı.

Rakiplerini, aleyhlerinde seks skandalları senaryolarıyla kenara itti (Bu bence böyle oldu, tabii ki ispatlanmış değildir. Rüşvetin belgesi olmaz biliyorsunuz).

Tüm bunların üstüne, faşistlik yapmaktan Fransa’yı yöneten biri olarak yapması gerekenleri yapmadığı için ülkesini ekonomik olarak batırdı.

Haa, diyelim ki onu seçen kendi ülkesinin vatandaşları, bunu hak ettiler. Ancak, bu faşistin ekonomik zararı ülkesinin sınırlarının dışına da çıktı.

Sarkozy, Avrupa’nın batmasından Merkel ile birlikte birinci dereceden sorumludur. Yunan, Portekiz, İspanya ve İtalya halkının baslarına gelenler hep bu idiot’ların marifetidir.

Libya savaşı sırasında, bezelye büyüklüğündeki beyni ile bir iki uçak satarım diye koalisyona feyk atıp gitti Kaddafi’yi bombaladı. Sonra anlaşıldı ki Kaddafi’yle meğer ayni yatağa giriyormuş.

Peki bize ne yaptı?

Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Fransa’nın tarihinde ilk defa bir ülkenin birliğe kabulünü halkın oyuna bağladı. Bu Türkiye için üye olamaması anlamına geliyor.

Türkiye üye olmamalı, imtiyazlı ortak olsun deyip aynı kaba kaka yaptığı Merkel’le bir oldu, bunu neredeyse Avrupa’nın politikası haline getirdi.

Türkiye ile acılan müzakereleri, her alanda, elinden geldiğince baltaladı.

Türklere vize muafiyetine karşı çıktı, engelledi.

Simdi bu soytarı gitti diye mutlu mu olalım?

Bence hayır.

Bu faşistin ülkesine ve Avrupa’ya verdiği zarar öylesine büyük ki, Holland ancak hasar kontrolü yapıp acıyı azaltabilir.

Bir delinin kuyuya attığı taşı yüz akıllı çıkaramaz misali, daha yıllar boyu temizleriz bu idiotun arkasını.

Politikaya atılmayacağını söylemiş beyefendi.

Artık bir savaş çıkarsa, sizi Auschwitz’in başına komutan olarak bekleriz.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Sıralamada Elli Numara

Gitar en çok sevdiğim müzik aletidir. İstisnasız kırk senedir gitarla yapılmış müzikleri hiç usanmadan dinledim, bir kırk sene daha ayni sevkle dinlerim.

Çok sevdiğim için gitarı çalmayı da çok istemişimdir.

Beşinci doğum günümde dayım bana bir gitar almıştı. O gitar beni yirmi yaşıma kadar orada burada takip etti ama gayri-resmi birkaç çaba dışında çalmayı öğrenmeye fırsatım olmadı.

2000 yılında geçirdiğim kazadan sonra bacağım kırılmış, yatakta pineklerken kendime bir Fender Stratocaster aldım, hazır boş zaman varken öğrenirim diye. Ancak bu hevesim, iyi kotu gitar çalan bir arkadaşımın:

“Lan sen bu parmaklarla gitar mitar çalamazsın.”

...seklindeki ulvi desteği karşısında kursağımda kaldı, bir daha da gündeme gelmedi.

Sözün kısası, dünyanın en sadık gitar dinleyicilerinden biri de olsam, bir-iki basit akor dışında gitar çalmaktan anlamam.

Simdi size bunları niye anlatıyorum?

Çünkü, aşağıda biraz gitar ile ilgili kelam edeceğim, söylediklerimin ne kadar güvenilir olduğunu tartın diye.

Bugün Rolling Stone dergisinin tüm zamanların en iyi 100 gitaristi listesine denk geldim.

Fazlasıyla hayal kırıklığı yaşadım.

Çünkü benim “Guitar Hero” ’larımın birçoğu ya yok, ya da sıralamanın altlarında kalmış.

Mesela, bence dünyanın en iyi gitarı olan Ritchie Blackmore (Deep Purple/Rainbow) sıralamada elli numara.

Bir numara ise Jimi Hendrix.

Hadi lan!

Simdi oturup size Jimi Hendrix kotu gitarcı demeyeceğim tabii ama kırk beş yıllık hayatimin hemen her döneminde ne zaman hadi su Hendrix’i bir dinleyeyim dediysem bir şarkının bile sonunu getirememişimdir.

Zorla değil ya, hiç sevemedim.

Daha da fazlası, hiçbir şarkısı aklımda bile kalamamıştır. Ne mırıldanabilirim, ne duysam tanırım. O kadar uyuşmuyor benle yani.

Olur mu, olur.

Gitar beğenmek şarap beğenmek gibidir. Herkesin farklı bir zevki vardır.

Olayın olabilirliğini açıkladık. Sonuçta Jimi Hendrix’i sevmeyebilirmişim.

Peki Blackmore’u niye seviyorum... muşum?

Blackmore, gitara çok hakim. Çok hızlı, çok doğru çalabiliyor. Bu yüzden mi seviyormuşum onun gitarını?

Hayır.

Aksi halde, Blackmore Deep Purple’dan ayrıldıktan sonra yerine alınan Steve Morse’u da Blackmore kadar sevmem gerekirdi.

Morse, Blackmor’u aynen taklit edebiliyor, hatta zaman zaman daha bile iyi Blackmore çalabiliyor.

Ayni gerekçeyle gitarı Blackmore’dan çok daha hızlı ve karmaşık çalabilen Yngwie Malmstein yada Joe Satriani gibi virtüözleri de Blackmore kadar sevmem gerekebilirdi.

Ancak ayni Hendrix gibi yukardaki iki gitaristin de bir şarkisi bile aklımda kalmayı başaramamıştır.

Her ikisi de gitarı çok hızlı, çok ustaca çalar ama öyle bir melodi falan yoktur müziklerinde, şarkı bittikten sonra uçar gider belleğimizden. Bazen bir şarkının bitip diğerinin başladığını bile anlayamaz insan.

Tamam o zaman. Demek olay melodiymiş.

Olabilir.

Kim Smoke on the Water’ın melodisini bilmez? Allah çarpar valla. Bilmiyorum diyen de aslında biliyordur da bildiğinin farkında değildir.

Bu dünyaca ünlü “riff”, öyle sanatsal yada müziksel olarak sofistike yada karmaşık değildir. Üç beş notayı yan yana getirmiş Ritchie ve bu bir dinleyenin bir daha unutamayacağı melodiyi bulmuş.

Hayatınızda elinize gitar almamış olsanız bile, bilen biri yârim saatte size öğretebilir çalmasını.

Ancak olay doğru melodiyi bulmaksa bunun için illa da gitar çalmaya gerek yoktur. Beethoven’in beşi, dokuzu, Mozart’ın Türk Marşı ve Seda Sayan’ın “Şok” cingılı da melodik olarak en az Smoke on the Water kadar başarılı bence.

Burada gitarla çalınan melodiler öne çıktığına göre demek ki gitarın o kendine özel sesi de melodi kadar önemli.

Yine kendi zevkimi analiz ettiğimi unutmadan öyle her gitarın da ayni derecede hoş olmadığını vurgulayalım.

Birçok kişiye göre dünyanın en güzel gitar turu olsa da klasik yada akustik gitar öyle fazlaca çekmiyor beni.

Benim sevdiğim gitar, o mekanik sesli, “punchy” elektrik gitar.

Blackmore benim sevdiğim parçalarında neredeyse tamamen popüler bir elektrik gitar olan Fender Stratocaster çalar (arada Fender Telecaster çaldığı rivayet edilir).

Demek gitarın türü de önemli. Bunu da koyalım cebimize.

Elektrik gitarı genelde sevsem de öyle oynanmış, bozulmuş elektrik gitar seslerinden çok haz etmem.

Melodilerini çok başarılı bulup fazlasıyla sevsem de neredeyse keman yada org sesi zannedebileceğiniz kadar oynanmış gitarlarıyla Judas Priest yada debriyaj balatası bitmiş şanzıman kadar canhıraş sesler çıkaran gitarlarıyla Metallica listemin başlarına ulaşamazlar.

Ve belki de bu analizin en önemli noktasını en sona bıraktık ama müziğin turu de çok önemli.

Doğru gitarla, çok fazla değiştirilmemiş sesi ile ve güzel melodisi ile çalınan mesela bir country şarkı dinlemesi hoş da olsa öyle beni “lan bu çok güzelmiş” derecesine getirmez.

Burada niyesini, nasılını tartışmadan söyleyeyim.

Ben rock severim arkadaş.

Hard, soft, heavy, punk, senfonik hiç fark etmez.

Purple ve Ritchie de tam benim ayarım rock çalarlar.

Biraz uzadı ama sonunda geldik bu geyiğin açılış noktasına.

Sen gel bu adamı elli numaraya koy, sonra, siyahi olmasana rağmen rock yapıyor, dişleriyle gitar çalıyor ve konserin sonunda gitarı sağa sola vurup kırıyor diye ilgi çekmiş Jimmy Boy’u birinci yap.

Ondan içlendim biraz.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...