16 Mart 2012 Cuma

Tatile Beş Kala

Neredeyse iki ay oldu şöyle bir yerlere gidip iş hayatının sıkıntılarını bir kenara atmayalı. Yani Ingilizcede dedikleri gibi biraz wound-up durumdayım. Bu yüzden bu kısa tatil tam zamanında yetişti yardıma.

Yarın Jelena’nin doğum günü. Köpeği de burada bir yere bırakıp sadece ikimiz dört günlüğüne kaçıyoruz Napoli’ye.

Ben Güney İtalyayı ilk kez göreceğim. Romadan güneyine hiç geçmemiştim. Yazın sonu yada sonbaharın başında da Sicilya gündemde. Bakalım zaman ne gösterecek…

Bildiğiniz üzere Güney İtalya kebap demek. İşlerin yavaş yürüdüğü, siestalı, dolçe vita’li bir bölge. Ha bir de Mafya’lı :) Napoli ise pizza’nin doğum yeri. Yani koşullar fazlasıyla umut verici.

Planlar kısaca Napoli ve çevresini yani Vezüv yanardağını ve hemen yakınlardaki Pompeii kalıntılarını görmek. Bu arada makarna ve zeytinyağı stoklarını yenilemek.

Fotoğraflar için full ekipman gidiyoruz. Kamera çantasının ağırlığı on kiloya yaklaşıyor.

İlk defa tatile yağlı ballı 70-200 f/2.8L IS II objektifi de götürüyorum, bol bol dumanı tüten Vezüv kraterinin detaylarını çekebilmek için. Şimdiye kadar elimin deydiği belki en güzel, en keskin, canlı renkli objektif. Bununla çekilen resimleri seyretmeye doyum olmuyor. Tek kusuru eşşek cesedi gibi ağır olması.Tam 1.5 kilo. Üzerindeki tum ıvır zıvırıyla iki kiloya yaklaşıyor. Çile yani…

Geniş geniş açılı, bir karenin içine herşeyi sığdıran 17-40 f/4L ve Çinlilerin bile günde yüzlerce kez çarparak kırmayi başaramadıkları 24-105 f/4L IS de gidiyor Napoliye. Bir de 50 mil f/1.4, gece ve loş müzeler yada katedraller için.

iPad, flaş, piller, şarj adaptörleri, bezler, blower’lar…

Ha bir de fotoğraf makinesinin kendisi tabii. 5D Mk II, dünyanin en güzel kameralarından biri. Bir arkadaşın dediği gibi insan bu kamerayla “yatmayı” bile duşunebilir :)

10 Kg.!

Yarın sabah baslayacak seyahat, Cenevreye bır tren yolculuğu ile. Arabayı evde bırakıyoruz, Cenevre Otomobıl Fuaru yüzünden. Cenevreden bır EasyJet uçuşu ile Napoliye. Uçak bileti 25 Frank (Dolar deyin kolaylık olsun diye), Lozan Cenevre tren bileti ise 60 Frank civarı, gel de çık içinden, anlayabiliyorsan anla.

Dönünce görüşmek üzere. . .

13 Mart 2012 Salı

Aptal, Salak Yasalarla Türkiye'yi Vurmaya Calışıyoruz

http://www.hurriyet.com.tr/planet/20117382.asp

ABHaber’e göre, Cohn-Bendit, Strazburg’da yaptığı açıklamada Schengen anlaşması ile ilgili en büyük sorunun Yunan sınırından kaynaklandığına dikkat çekerek “Benim Yunan sınırındaki sorun ile ilgili bir önerim var. Türkiye'ye karşı aptal olmayı bir kenara bırakalım. Fransa ve başka Avrupa ülkelerinde Ermeni soykırımı gibi aptal, salak yasalarla Türkiye'yi vurmaya çalışıyoruz. Avrupa haksız yere Türkiye ile müzakereleri bloke ediyor” şeklinde konuştu

...

Liberal Grup lideri Guy Verhofstadt ise “'Fransa'daki göçmenlerin yarısı gitsin' diyor. Helal ete saldırıyor. Schengen konusunda Avrupalı ortaklarına saldırıyor. 'Acaba bunları söyleyen gerçekten Sarkozy mi yoksa aşırı sağcı Marine Le Pen mi?' diye kendi kendime soruyorum” şeklinde konuştu.

Bu haberin Türkiye kısmını bırakın. Bir Mr. Nothing Türkiye’ye ayıp oluyor demiş de…

Asil ilginci Sarkozy’nin dedikleri.

Aslını aradım, henüz bulamadım ama Hürriyette okuduğun doğruysa bu iyice zıvanadan çıkmış demek ki.

Adam, çok göçmen var, yarısı gitsin diyormuş. Sonra Schengen’i kaldıralım (Avrupa’da pasaportsuz dolaşım anlaşması) diyormuş. Sonra helal ete saldirmis (nasıl bilmiyorum).

Sarkozy tüm bunları ve kat kat fazlasını secimi kazanmak için gözünü kırpmadan yapacak tiniyette biri, bunu biliyoruz.Benim anlamadığım, milyonlarca Fransız bunu görmüyor mu?

12 Mart 2012 Pazartesi

Gezi 101

Gecen Trip Advisor’a baktım, esimle birlikte dünyanın yüzde yirmi besini gezmişiz. Eğer bu yazıyı Facebook’tan okuyorsanız sayfamdaki Trip Advisor linkini takip edip bir bakin.

Bir düşününce dünyanın yüzde yirmi beşi yani dörtte biri bayağı büyük geldi gözüme.

Ee, madem bu kadar gezmişiz, herhalde gezi üstüne bir tricks & tips, yani ipuçları, yazısı yazacak kadar tecrübe edinmişiz demektir. O zaman lafı fazla uzatmadan hemen gecelim konumuzun özüne.

İpucu #1: Bu en önemlisi. Kendinize düzgün bir fotoğraf makinesi alin. Fotoğraf makinesiz gezi, dondurmasız külaha benzer. Hem de paraya kıyıp bir DSLR, yani o büyük siyah Canon yada Nikon makinelerden birini alin. Bu DSLR’larla o cebe sığan ufak makinelerin arasındaki fark, bir BMW ile at arabası arasındaki farktan daha büyüktür. Bu arada iPhone 4S acil durumda çok iyi is gören bir kameradır, biline.

İpucu #2: Eğer yanınızda esim Jelena gibi ayaklı bir sözlük yoksa mutlaka dilinizi konuşan bir turla gidin. Birçok şeyi sadece görmek yetmiyor, bilmek ve bunun için de duymak son derece önemli. En kolayı, İngilizce bilmiyorsanız az biraz öğrenmek. Her yerde iyi kotu ise yarıyor.

İpucu #3: Önceden biraz araştırma yapın. Kafanıza uygun gelen yerlere öncelik verin. Louvre müzesini bastan aşağıya hakkıyla gezmek on gün kadar alır. Eğer resimlerle pek aranız yoksa, Louvre ‘un Mona Lisa ve Mısır sergilerini iki-uç saatte görebilirsiniz. Bunu bilmek için de önceden biraz okumak, biraz plan yapmak gerekir.

İpucu #4: Eğer benim çoğunlukla yaptığım gibi tembellik edip önceden araştırma yapmadıysanız size çok basit bir ipucu. İlk hediyelik eşya dükkânına girip kartpostallara bakin. Bir bölgenin en popular, görülmeye değer ne varsa bulacaksınız.

İpucu #5: Konuşurken basit, kısa ve anlaşılabilir şeyler söyleyin. Her nedense sadece biz Türkler “yoruldum” demek yerine “ayaklarımıza kara sular indi”’yi kelime kelime İngilizceye çevirip yoldan çevirdiğimiz birine hafif espriyle anlatmaya çalışırız. Bunun benzeri olayları o kadar çok gördüm ki inanamazsınız. Unutmayın, bazı, bir dile mahsus incelikli deyimler tercüme edilemez. Bir İngiliz size Türkçe, “Gökten kedi kopek yağıyor. Ho. Ho. Ho.” dese, muhtemelen siz de sinirlenir, benle alay mi ediyor diye düşünürsünüz.

İpucu #6: Biraz cesaret. Rio’ya gidip karnavalı görmek, Paris’e gidip Eiffel’i görmekten daha ucuz, kolay ve az eziyetli çünkü oteller ucuz, vize mize gerekmiyor ve uçak bileti sadece marjinal olarak pahalı. Ancak herzedense kafamızda Paris’e gitmek, Brezilyaya gitmekten daha kolay görünür, belki yakın diye. Söyle biraz zorlayın kendinizi, kabuğunuzdan çıkmak, enginlere sığmayarak taşmak için :) Brezilya, Peru, Arjantin, Tayland, Singapur, Japonya hep sizi bekliyor.

İpucu #7: Hem Jelena hem ben bu “hop on, hop off” otobüsleri çok seviyoruz. Bu otobüsler genelde iki katli olurlar ve birbirlerini yirmi dakika ile yarım saat arası aralıklarla takip ederler. Belirli durakları vardır. Bu duraklar şehirlerin görülecek yerlerindedir. Aklınıza yatan gezmek istediğiniz bir durakta otobüsten iner, istediğiniz kadar vakit harcar sonar bir sonraki otobüsle yolunuza devam edersiniz. Hem kullanışlı, hem ucuz bu yöntemi atlamayın.

İpucu #8: Mutlaka geceleri dışarı çıkın, aman çok yoruldum, ayaklarıma kara sular indi, ben otelde oturacağım demeyin. Özellikle şehirler geceleri çok güzel olurlar. Eğer fotoğraf çekmek isterseniz biraz paraya kıyıp geceye uygun bir kamera ve objektif almayı unutmayın.

İpucu #9: Mutlaka otelinizin adresi ve telefon numarasının yazılı olduğu bir kart, broşür yada elle yazılmış bir kâğıt parçasını yanınızda bulundurun. Yine dışarı çıkmadan otele nereye, nasıl gidebileceğini sorun, güvenli olup olmadığını öğrenin. Dışarıda kendinize dikkat edin, vs., vs. Yani tüm geleneksel turist ve güvenlik uyarılarını yapmış olalım. Neyin nereden geleceği hiç belli olmuyor. Jelena’yla Rio’nun gecekondularını, Buenos Aires’in arka sokaklarını ve Amsterdam’ın kırmızı ışık bölgesini gezdik, hiçbirinde kâğıt üzerinde bunların hepsinden medeni olan Beverly Hills’da korktuğumuz kadar korkmadık.

İpucu #10: Özellikle bati Avrupa’da, araba ile bir otele gidiyorsanız, yaklaştığınızda kendinize bir park yeri arayın. Oteller çoğunlukla park yerimiz var diye ilan verseler de gittiğinizde size yer kalmış olma şansı sıfıra çok yakındır. İspanya, Fransa, Almanya, Avusturya bu konuda çok dertli. İtalya’da çok az park yeri problemi yaşadım.

İpucu #11: Bir şehrin havasını hissetmenin en verimli yöntemlerinden biri o şehrin toplu taşıma araçlarını kullanmak. Mutlaka metro, tramway, otobüs, vapur, ne varsa kullanın. Bir küçük nokta, bunların her birine ücret ödemek ayrı bir tecrübe gerektirir. Bazen önce öder, bazen bileti çıkışta kullanırsınız. Çoğunlukla ayni bilet başka araçlarda da geçer. Siz siz olun, biletlerinizi yada kartlarınızı atmayın. Amsterdam’da kartınızı okutup otobüse binersiniz ama inerken kartınızı bir daha okutmazsanız bir sonraki binişte kullanamazsınız :)

11 Mart 2012 Pazar

Yunanistani Kurtarmak

Yunanistan in ekonomik krizini su an itibarıyla bir özetletelim.

Avrupa’nın Yunanistan’ı “kurtarma” maliyeti su an için toplam 240 milyar Euro.

Bunun yaklaşık 100 milyarı borç silme, gerisi para verme. Bu para verme borç seklinde. Yani AB 100 milyar borç silerken 140 milyar borç veriyor.

Avrupa, kendi halkını daha fazla kızdırmamak için geleneksel olarak verdiği bu yardımın veriliş seklini öyle karıştırdı ki, merkez bankalarının birinde on sene üst seviyede çalışmamış kimse ne olduğunu anlayamaz.

Valla ben ucunu kaçırdım, size bilmiyorum. Sorun bana ne oluyor, nasıl oluyor diye, size yukardakinden çok bir şey söyleyemem. Hatta yukardaki bir paragrafta söylediğimin bile altını cesurca imzalayamam.

Ne diyorum isin ucu kaçtı.

Yok efendim asli özel sektör alacaklılarının yüzde sekseni borcunun yüzde yetmişinin silinmesine katılmak için karar verecekmiş, ama, geri kalan yeni verilen borçlara eklenip üç vadede yüzde iki, üç ve dört oranında faize tabi olacakmış, da…

Artık biraz kar etmek isteyen piyasalar bu haberle hemen canlandı (?), iyimserlik kötümserliği yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başladı.

Bu keşmekeşte isin aslıyla ilgilenen de kalmadı.

Nedir isin aslı?

Bir: Yunanistan su an itibarıyla iflas etmiş durumdadır.

İki: Alacaklılar, bu borçları babalarının hayrına silmeyecektir. Bu zarar Yunanistan’dan bağırta bağırta çıkarılacaktır.

Uç: Yunanistan’ı bu güne getiren yapısal sorunların henüz hiçbiri çözülmemiştir. Yapılan tek şey, Yunanistan in nakit sıkıntısını karşılamak olmuştur. Ha, geleceğe yönelik bir dolu “dilek” le birlikte...

Ve Dört – ki bu en belalısı: Yunanistan, arkadan gelen İtalya, İspanya ve Portekiz’in yanında çerez olacak kadar küçük bir durumdadır.

Avrupa’nın sorunu yapısaldır.

Bir araya gelip bir anayasa üzerinde bile anlaşmaktan acizdirler.

Birliğin temeli hangi ülkenin hangisine geçireceği üzerine kurulmuştur. Anayasal düzenlemeler hangi peynirin hangi ülkeye ait olduğunu açıklamak üzerine yoğunlaşmıştır.

Birliğin finansal tutarlılığı yoktur. Ülkeler KDV rejimleriyle bireysel çıkar elde etmek uğruna tarihin belki en kompleks vergi sistemini kurmuşlardır.

Ama en ciddisi, Avrupa üretememektedir. Maliyetleri yüksek, kaliteleri düşüktür.

Bati Avrupa’nın yakın zamana kadar yasadığı Dolce Vita (Tatlı Hayat), yeni Orta Avrupa ülkelerini topluluğa alıp, onların alt yapılarını kurarak ve o ülkeler kendilerini toparlayana kadar bu pazarlarda aslen pahalı ama gümrük rejimleriyle nispeten ucuz görünen malları satarak finanse edilmiştir.

Bu yeni ülkeler bugün gelişmelerini tamamlamış, bati Avrupa’ya rakip duruma donmuştur. Bu yeni ülkelerin işgücü batıya göre ucuz, nitelikli ve çalışmaya daha fazla meyillidir.

Bati Avrupa’nın işgücü ihtiyacı Cin’e kaymadan önce bu yeni Orta Avrupa ülkelerinde beklemektedir.

Bu yapısal sorunları çözmeden Avrupa’nın su anki yasam standartlarını koruması imkânsızdır.

Yani öyle şantajla Airbus satarak, Avrupa dışından gelen her mala fahiş vergiler koyarak, bir ülkeyi kurtarmak mümkün değildir.

Çünkü rekabet topluluğun içine kaymıştır.

Bir Polonyalı bir Fransız’a göre daha az para karşılığı emeğini takas etmeyi kabullenmiştir. Bati Avrupa ise Polonya sınırını yeniden açarak Polonya kökenli işgücünün dolaşımını durdurmak yada Polonya mallarına vergi koymak durumunda değildir.

...şimdilik!

Avrupa’nın bugün yapması gereken, kendisine ileri görüşlü, basiretli yöneticiler seçmek ve biraz zorluk çekmeyi göze almaktır.

Avrupa’nın bu günkü sistemi ne yazık ki bence bunu mümkün kılmıyor.

9 Mart 2012 Cuma

Ya Tutarsa?

Bir gün hocayı gölün kenarında, suya maya çalarken görmüşler. Görenlerden biri demişi:

“Ya hoca, hiç koca göl maya tutar mı?”

Hoca da dönüp demiş ki:

“Ya tutarsa?”

...

Ağustos böceği bütün yaz saz çalmış. Bu arada karınca hiç durmadan yiyecek taşımış yuvasına. Kış geldiğinde karınca depoladığı yiyecekleri yerken ağustos böceği yiyecek bulamamış, açlıktan ölmüş.



Deveye sormuşlar “Neden boynun eğri?” diye. Deve de cevap vermiş.

“Siktir Lan!”



Kıssadan hisse, hayatta her şey olması gerektiği gibi olmuyor. Arada bir beklenmedik, teoride olmaması gereken şeyler de olabiliyor.

Kendilerini daha da akıllı zanneden, yani leb demeden leblebiyi anlayan türde insanlar, ki profesyonel hayatta elinizi sallasanız bunlardan elli birine dokundurursunuz, devenin cevabını dinlemeye tenezzül bile etmeden devam ederler:

“Burada deve nerem doğru demiştir çünkü anatomik olarak devenin çizgileri çoğunlukla eğrilerden oluşur. Bu kısa hikayenin ana fikri devenin bu anatomik özelliğini kullanarak küçük bir bozukluğa odaklanmadan büyük resmi görmek…”



Esimle ben Singapur’da açlıktan bayılma safhasındaydık. Çünkü Asya’da yenilebilir Asya yemeği bulmak bayağı bir iş. Bir taksiye bindik, şoför bizi bir Outback’s Restoran’ının yakınında bıraktı.

Cennet.

Hemen bir Nacho Chips ve biftek söyledim. Sonrasında da garson kıza yalvardım (beni tanıyanlarınız bilir):

“No tomatoes please…”

Yani domates koymayın. Dil probleminin ne demek olduğunu acı tecrübelerle öğrendiğim için “No tomatoes” derken her harfi beş saniye boyunca yavaş yavaş telaffuz ederek kızın anladığına emin oldum.

Sonunda kız dedi ki “No tomatoes sir, I understand.” Yani anladım domates koyulmayacak” ve içinden devam etti “Ne uzatıyorsun?, salak miyiz burada…”

Tamam bacım dedik, kızmayansın sen, susarız. Başladık beklemeye. On beş dakika sonra garson kız elinde koca bir tabak Nachos’la geldi. Ben kor gözümle beş metreden nacholarin üzerindeki domates dağini daha kız tabağı masaya koymadan gördüm.

Sesimi çıkarmadım. Kızımız tabağı koydu ve bana dondu:

“Exactly as you ordered sir, no tomatoes”

Yani “Tam istediğiniz gibi, domatessiz” dedi. Bunu derken de aslında bana da sitem ediyordu “Bak, sen beni geri zekâlı yerine koydun, adama böyle geçirirler.”.

Kızla tabaktaki domates yığını arasında 50 santim ya var ya yok.

Bir ara söyle bir gittim geldim, bana saka mi yapıyor diye, ama kız ciddi.

“Look, what we have got here.”, yani “Bak burada ne var.” dedim.

Ancak o zaman bu dünyanın en zeki varlığı aptalca ettiğim lafı döndürüp dolaştırıp yavaş yavaş bana geri geçirdiğini düşünmeyi bıraktı ve tabağı eline aldığından beri belki ilk defa ona ciddi olarak baktı. Asyalıların soluk ten rengi gitti, yerine domatesten kırmızı bir ten rengi geldi.

Siz siz olun, düşmeyin bu duruma.

Acayip koyar insana, nerede, kimle, nasıl olursa olsun.

7 Mart 2012 Çarşamba

Bilimsel Kader ve Alınyazısı

Üfürmeye başladık ya gerisi gelecek tabii. Bir önceki yazıda ayni anda değişen çok sayıda öge olduğunda öngörü yapmanın güçlüğünden bahsetmiştim, hatta tekillik falan gibi teorik fizik ilkelerine atıfta bulunmuştum.

Hadi laf açılmışken biraz daha fizik yapalım isterseniz. Hatta uçuk yüksek teorik fizik yada filozofik fizik.

Filozofik fizik terimini ilk defa kullandım. Tamamen kıçımdan uydurdum. Ama güzel durdu bana sorarsanız netekim. Niye olmasın, bakarsınız terim tutar, yarından itibaren herkes filozofik fizik tartışmaya baslar.

Neyse, dönelim gelecek öngörülerine.

Bütün dinlerde ve dillerde geleceğin önceden planlandığına ilişkin inançlar vardır. Kader, alın yazısı yani fate, destiny, karma.

İbresi biraz bilimselliğe kayan bir çoğumuz bu kavramlara biraz burun bükerek bakarız. İlkel, batıl buluruz.

Ama bir de gerçekten önceden belli bir gelecek varsa, yazılmışsa bir kenara? Olur muyuz mosmor? Öyle Darwin, Einstein falan diye söylev verirken Tevrat doğru cikarsa mahcup olurmuyuz?

Olur mu, olur.

Gelin biraz klişeden kopup bu çoğunluğu teokratik yani dinsel kökenli kavramlara bilimle yaklaşmaya çalışalım. Yıllar önce Ahmet Kayanın bir şarkısında dediği gibi “beni bilimle yargıla iki gözüm, tarihle sorgula, yorgun demokrat...” :)

Atiğimiz her adım, verdiğimiz her karar, beynimizin vücudumuza verdiği komutlarla gerçekleşir. Beynimiz aslında sinirlerin yada bilimsel adıyla nöronların elektriksel etkileşimiyle tabiri caizse düşünür ve hareket emirlerini verir. Nöronların elektriksel etkileşimleri molekül ve atomların hareketleri sonunda gerçekleşir. Atomların hareketleri sonuçta başka atomların itmelerine ve çekmelerine bağlıdır, yani serbest yada kullanılabilir enerjiye.

Bu enerji de tesadüfi olarak gelip giden bir olgu yada seksi deyimiyle fenomen değildir. Her zaman ölçülebilir. Başka bir deyişle evrende olan her şey enerjinin - ki madde de enerjinin bir şekli olduğuna göre maddelerin ve onları oluşturan parçacıkların, etkileşimiyle gerçekleşir.

Bilgisayarın klavyesindeki tuşlara basarken, beynim icindeki birkac quark ve elektronun yer degistirmesi sonucunda klavyedeki harflere basma sonucunu doguran bir dizi eylemi baslatir.

“Hadi lan biraz quantum-manyak yazı yazayım” fikrini kafamda oluşturan da aslında bu yer değiştiren parçacıklardan başkası değildir..

Bu parçacıklar yani bilimsel adlarıyla quark ve elektronlar aslında çok basit hareketlerde bulunurlar. Bunlar genelde dönme eğilimindedirler ama bazen ileri geri de giderler. Bu yüzden bir quarkin yeri ve hızını biliyorsanız gelecekteki yeri ve hızını çok hassas olarak hesaplayabilirsiniz.

Evrende olan biten her şey, beynimizin düşünme eylemi dahil, quark ve elektronların hareketleri sonucunda gerçekleştiğinden evrendeki her quarkin yeri ve hızını bilirsek gelecekte nerede ve hangi hızda olacaklarını da bilebiliriz.

Alin size fazlasıyla bilimsel kader, alin yazısı.

Bu bir gerçektir sevgili arkadaşlar. Hayatimiz ve doğrusu evrende olan biten her şey su anki bilgi seviyemiz ve anlayışımıza göre bellidir yani önceden planlanmıştır.

Planlanmasına planlanmıştır da biz bunu bilebilir miyiz? Kritik soru bu.

Düşünsenize evrende olan biten her şeyi durdurup quark ve elektronların gelecekteki yerlerini ve hızlarını hesaplamak için su anki yerlerini ve hızlarını bir yere kaydedebileceğimizi düşünelim (bu fazlasıyla saçma bir önergedir çünkü bu kayıt ortamı için en az evrendeki tüm madde kadar maddeye ihtiyaç duyardık ama şimdilik idare edelim). Biz kendimiz de evrenin bir parçası olduğumuza göre bu hesaplama da ayni hesaplamanın bir parçası olurdu ve hesaplamayı sonsuza dek bitiremezdik. Aslında her şeyi durdurduğumuz için hesaplamayı da durdurmuş olmamız gerekirdi falan…

Yumurta mi tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan? To be or not to be. Alin size felsefe yani filozofik fizik :)

Neyse, kıssadan çıkacak hisse, evrenin bir parçası olan hiç bir birey evrenin tümünü oluşturan parçacıkların hızını ve yerini ayni anda bilemez, böylece gelecekte ne olacağını kesin olarak hesaplayamaz.

Yukardaki kural evrenin dışındaki kavramları kapsamadığından, tek tanrılı her dinin öngördüğü her şeyi bilen ve geleceği gören tanrı inancına da aykırı düşmez.

İşte bu yüzden kadere, alın yazısına burun bükerken dikkat.

Bu arada yeri gelmişken dokunduralım. Biraz fizik bilen ama olayın özünü anlamayan birçok kişi evrendeki tüm parçacıkların yeri ve hızının ayni anda bilindiğinde gelecekte ne olacağının kesin öngörüsü kavramına karşı çıkmak için Heisenberg (Hay-zın-börg) isimli bir bilim adamının uncertainity yani belirsizlik ilkesini ileri sürer.

Bu ilkeye göre bir parçacığın hızını ne kadar çok hassas ölçerseniz yerinin olçumu o derece az hassas olacaktır – yada tersi. Bunun sebebi ise olçumu hassas yaparken kullanılan yöntemin kendisinin parçacıkların hızlarının yada yerlerinin değişmesine yol açacağıdır. Bu yüzden uzay yolunun maddeyi bir yerden bir yere taşıyan yani her parçacığın yerini ve hızını hesaplayan ışınlama cihazında Heisenberg Compensator yani belirsizlik problemini gideren hayali bir parça bulunur.

Belirsizlik ilkesi evrendeki tüm parçacıkların yer ve hızları bilindiğinde gelecekteki yer ve hızlarının hesaplanabileceği kısaca geleceğin hassas olarak öngörülebileceği kavramına ters düşmez, sadece olçumun gerçekte yapılamayacağını ileri sürer. Yani lütfen bu yazıyı Heisenberglemeyin.

Başka bir rica, sadece electron ve quarklardan bahsederken can sıkıci bir cok parca adı saymamak için bir basitleştirme yaptım. Lütfen yine “Sadece electron ve quarklar yetmez, muon ve neutrino’ların da yerini ve hızını hesaplamak gerekir.” falan da demeyin. Hatta ölçülen verilerin de yer ve hız değil pozisyon ve momentum olduğu falan da.. Sözün kısası, bir fizik kitabi değil, vakit geçirmek için yazılmış bir yazı okuduğunuzu lütfen unutmayın.

Bu arada, eğer bu konu biraz ilginizi çektiyse Isaac Asimov’un Foundation (yani Vakıf) diye bir dizi romanını okumanızı tavsiye ederim. Asimov, Foundation serisinde Hari Seldon isimli kahramanının psychohistory yani pisiko-tarih isimli bir bilim dalı çerçevesinde evrendeki tüm parçacıkların yer ve hızlarını hesaplamadan matematiksel yöntemlerle gelecekle ilgili yaptığı öngörüleri zevkli detaylarla anlatır.

6 Mart 2012 Salı

Öngörü

İlginç zamanlardan geçiyoruz. Olan biten birbirinden önemli o kadar fazla şey var ki insan hangi birine bakacağını şaşırıyor.

Suriye’de olanlar ortada. Cin askeri harcamaları %11’e çıkarmış. Amerika Iranı bombalarız diyor.

Böyle birçok önemli olay ayni anda olduğu için artık bunların sonuçlarını da tahmin etmek imkânsız hale geldi.

Burada, ayni anda değişen o kadar çok öge, parametre, ortaya çıkar ki insan beyni “bu gerçekleşirse sonucu şu olur” gibi sonuçlara varma yeteneğini kaybeder.

Yunanistan önce battı, sonra da sözüm ona iki nesilim sefaleti pahasına kurtarıldı. Portekiz, İspanya sıra bekliyor. Avrupa topluluğu, bir Hintli, bir Cinli bir de Brezilyalı saldırganın hedefi olan temiz beyaz Avrupalı katinin on bir başka Avrupalı kadın tarafından kurtarıldığı sözüm ona Avrupa birliğinin bütünlüğünü konu alan tanıtım filmleri yapıyor...

Amerika Iranı bombalar, Avrupa da ekonomik krizden çıkmak için Cine saldırırsa ne olur? Yada Rusya’da Putin yüzünden bir iç savaş çıkar mi?

Bilmemekteyim.

Quantum fiziğinde kütlenin sonsuz olduğu tekillikler yada Frenkçesiyle “singularity”’ler vardır, kara deliklerin tam merkezi gibi. Buralarda bilinen fizik yasaları artık islemez hale gelir çünkü kaos başlamıştır. Hız, ağırlık, zaman, kuvvet yani bildiğimiz dünyevi fiziksel ögeler anlamlarını kaybetmiştir.

Fizik dersini birikip biraz daha dünyevi bir örnek verelim. Bir sekiz yüz metre yarışını duşunun, ilk iki yüz metreden sonra bir atlet guruptan kopar, yarışı önde götürmeye baslar. Başka biri düşüp sakatlanır. Geri kalan atletler genelde birbirleriyle denk bir gurup oluşturur, koşmaya devam ederler.

Burada gerçeğe yaklaşan bir öngörü yapmak olasıdır. Düsen atletin yarışı kazanamayacağı öngörüsü neredeyse kesin olarak gerçekleşecektir. Birinci ise güçlü bir olasılıkla guruptan kopup yarışı önde götüren atlet olacaktır.

Bu örnekte olağan bir sekiz yüz metre yarışında farklı olarak gelişen sadece iki olay gerçekleşmiştir.

Bu iki olay insan beyninin ve düşünce gücünün bahsedebileceği kadar büyüktür (yada küçüktür).

Değişen bu iki parametreyi kullanarak gelecekle ilgili bir öngörü yapabiliriz.

Simdi de aksi bir örneğe bakalım. Yukardaki sekiz yüz metre yarışının iki yüz metresinden sonra atletlerden biri yanındaki atletin ağzının ortasına bir yumruk atar, bu anda bir deprem olmaya baslar ve tüm bunlar olurken stadyuma bir uzay gemisi inerse bu yârinsin birincisinin kim olacağı, kimin yarışı sonuncu tamamlayacak, hatta yârisin tamamlanıp tamamlanmayacağını bile öngörmek imkânsız hale gelir.

Bu demek değildir ki insanlar öngörüde bulunmayı bırakacaktır. Özellikle ülkemizde hayatında sürücü koltuğuna bile oturmamış bir baltaya motorum bozuldu anlar misin bu islerden dediğinizde kaputu açıp motoru tamir etmeye soyunan daha da kötüsü bunu başarabileceğine inanan en az altmış milyon insan varken koşullar ne olursa olsun ortalıkta binlerce öngörü bulunacaktır.

Bunların büyük çoğunluğu ise yaramaz da olsa.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...