26 Eylül 2023 Salı

Alo Viyana!

Bir önceki gelişim yirmi dört yıl kadar önce de olsa, Viyana’yı sanki dün oradaymışım gibi tamamen net olarak hatırlıyordum. 

Viyana, Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biridir sevgili arkadaşlar.

Bana sorarsanız Avrupa’nın tüm başkentleri görmeye değer yerlerdir, ancak bunların arasında istisnai bir kaçı vardır ki, defalarca gitseniz bile, hala görecek yeni bir yer, yapacak yeni bir şey bulabilirsiniz. Paris, Londra, hadi çok fazla favorim olmasa da Roma’yı da ekleyelim, ve elbette Viyana aklıma ilk gelenleri. İstanbul’u da teknik olarak buraya yazmam gerekirdi ama İstanbul’da gezerken zevk alabilmek en azından şimdilik erişilebilir bir hedef gibi görünmüyor.

Bu kentlerin ortak özelliği, emperyal birer başkent olmalarıdır.

Emperyal merkezlerde elbette saraylar, katedraller falan bulunur ancak bunları ayrıcalıklı kılan o akılalmaz zenginlikteki tarihlerini görüp, hissedebileceğiniz ziyaret noktaları, ve beni en çok heyecanlandıran imparatorlukla birlikte buralarda yerleşen hayat tarzı ile bunun yan ürünü olan mekanlardır.

Monmartre
Örneğin Paris, emperyal bir başkent olmasının yanı sıra gerçek bir sanat kentidir. Versailles Sarayı ve Notre-Dame katedrali gibi emperyal mekanların yanında, örneğin Monmartre isimli bir bölgesi vardır. Bohem’lerin mabedi sayılabilecek bu küçük meydanda sokak ressamlarını açık havada tablolarını boyarken izleyebilir, etraftaki bir kafeye oturup, kahve yada şarabınızı içerek, o havayı koklar, bohem hayatını kısa bir süre için bile olsa hissederek yaşayabilirsiniz. Bir Bateau-Mouche ile Seine üzerinde dolaşır, Champs-Élysées’de bir cafede oturup, gazetenizi okuyabilir, Moulin Rouge’da bir revü izleyebilirsiniz.

Regent Street

Londra’da da, aynı Paris’teki gibi emperyal bir saray olan Buckhingam ve Notre-Dame benzeri Westminster Abby bulunur. Bunlarla birlikte bir cin-tonik içebileceğiniz, birbirinden güzel publar, dünyanın en güzel müziklerinden biri olan British Rock dinleyebileceğiniz mekanlar, akşam beş çayı içip, kurabiye yiyebileceğiniz çay evleri vardır. Çok isterseniz, Şekspir’in tiyatrosunda bir piyes izleyebilir, Piccadily Circus’ta, Oxford ve Regent Street’lerde yürüyerek, bu güzelim kenti hissedebilirsiniz.

Ave Caesar morituri te salutant!
Bu kentlerde emperyal tarihin sarılıp, sarmalanıp, korunduğu bir çok ziyaret noktası bulunur. Concorde meydanındaki dikilitaş ve güzelim çeşmenin yanında, ihtilal günlerinde burada kurulmuş giyotini, Temple Church’de Tapınak Şövalyeleri’ni, yada kırılıp döküldükten sonra soğan kabuğu gibi soyulmuş Kolezyum’dan kalanların içinde gladyatörlerin “Ave Caesar morituri te salutant!” diye haykırdıklarını gözünüzde canlandırabilirsiniz.

Kısacası böyle kentlerin kendilerine özgü bir ruhları vardır sevgili arkadaşlar.

Viyana’nın da öyle!

Bratislava dönüşünde bir metro ile tren garından, Stephansplatz meydanına ulaştık. Stephansplatz, Viyana’nın kalbi. Buranın ismini gerçek bir Alman gibi telaffuz etmek istiyorsanız “Şşşteffanzzplatttzzz” demeniz gerekiyor.

Stephansdom
Stephansplatz, dünyanın en cazibeli meydanlarından biri. Buranın en önemli ilgi noktası ise elbetteki Stephansdom, İngilizcesiyle St. Stephen's Cathedral, ki burada da hakkı ile İngilizce telaffuz etmek için “Seint Stiiivınz Katiiidrıl” demeniz gerekiyor.

Bu kadar büyük bir katedrali çok az gördüm sevgili arkadaşlar. Akıl almaz güzellikte bir kilise. Yolunuz düşerse mutlaka hem dışını, hem de içini görün. En önemlisi burada bir klasik müzik konserini dinlemeye çalışın. İçerisi devasa ve yüksek tavanıyla insanın beğeni sınırlarını zorlayan bir akustik sunuyor dinleyenlere. Ben burada hem önceki, hem de bu gelişimizde - ertesi gün, klasik müzik olmasa da Pazar Servisinde birkaç ilahi dinlemiştim. Unutmayalım, klasik müziğin doğum yerleri bu kiliselerdir.

Wiener Dreifaltigkeitssäule
Stephansdom’dan biraz ileride sağlı sollü kafelerin ve mağazaların bulunduğu hayli gösterişli caddeden ilerledik ve karşımıza belki de şimdiye kadar gördüğüm en güzel heykellerden biri çıktı. İsmi Wiener Dreifaltigkeitssäule, yani Trinity Column, yani Kutsal Üçlem Sütunu (baba, oğul ve kutsal ruh). Ancak birçok kişi onu Pestsäule, yani Plague Column, yani salgın sütunu olarak biliyor. Habsburg’lardan imparator Leopold I’in. İsteğiyle, sadece Avusturya’nın değil, tüm Avrupa’nın anasını ağlatan Kara Veba salgınından sonra yapılmış.

Viyana’nın bir sembolü.

Pestsäule’nin ilerisinde ise karşımıza oldukça ilginç bir heykel mi desem, dekor mu desem, acayip bir şey çıktı.

Ne bu?
“Ne bu amk?” diye geçirdim içimden. İfade tarzımı bağışlayın ama anlattığımda daha iyi anlaşılacak, gördüğüm gerçekten beş-altı metre boyunda, pespembe, bir bayanın cinsel organıydı - hadi olayımızı biraz yumuşatmak için medikal bir dil ile ifade edelim, “vajinasıydı”. Daha da fazlası, iç çeperlerinde dişler bulunuyordu. Fanteziyi biraz daha ilerleterek “Ne dişli karıymış” falan şeklinde renklendirebiliriz, ancak daha fazla iğrençleşmemek bakımından burada duralım.

İşin aslı bu gördüğümüz heykel bir ren geyiğinin çenesi imiş. Heykelin ismi Chará. Kris Lemsalu adlı Estonyalı bir heykeltraş 2010 yılında yapmış. Bu heykeli bir vajinaya benzeten sadece ben şahsımın kirli, yozlaşmış hayal gücü değil. Birçok kişi aynı izlenimi aldığından, dişleri de göz önüne alarak ona “vagina dentata” demişler. Onu bir kalbe yada bir portal‘a benzeten ruhları temiz başkaları da var, ancak değil abi. Gidin, görün. Koç gibi “o” işte. Ne kalbi, ne portalı? Olsa olsa Amsterdam’a bir portaldır - off, lütfen arkadaşlıktan atmayın…

Yanımızda 🐝Mezzy🐝 var, Jelena ile bu sanatın çok fazla derinine inemedik. Yürümeye devam ettik.

Caddenin sonunda karşımıza belki de şimdiye kadar gördüğüm en barok Louis Vuitton mağazası çıktı. Bu tür mağazalar Jelena’nın krallığı içerisindedir, ben pek anlamam, ancak bu güzelim binaya karşı bir “salute” icra ettik.

Sevgili arkadaşlar, bilir misiniz, bilmem, Viyana kafeleriyle ünlüdür.

Bu kafeler çok eski, yüzyıllardır müşterilerine hizmet verirler.

Café Central
Birçok müzisyen, yazar, filozof, bilim adamı, siyasetçi Viyana’da yaşarken bu kafelerde uzun süre vakit geçirmiş, bilim ve sanat eserlerini buralarda vücuda getirmiştir.

Bu kafelerden en ünlüsü Café Central’dir sevgili arkadaşlar.

Café Central’in bildik müşterileri arasında Hitler, Friedell, Trotsky, Tito, Freud, Einstein ve Stalin bulunur.

Biz de yolumuzu Café Central’e çevirip, yürümeye başladık. Kafe’nin girişinde uzun bir sıra var. N’apalım, bekledik. Sırada Meksikalı bir grup ve yanlarında Küba orijinli, Amerikalı bir öğretmen vardı. Uzun uzun sohbet ettik. Yukatan’dan girdik, Luisiana’dan çıktık.

Sonunda sıra bize geldi. Café Central’in içi muazzam bir yer. Sanki kafe değil de, Schönbrunn sarayının balo salonu.

Sachertorte ve kahve
Salonun tam ortasında koca bir kuyruklu piyano var. Kafenin müşterileri isterse çalabiliyor. Asyalı bir kız bize Beethoven çaldı. Sonra da kafenin kadrolu piyanisti oturdu piyanonun başına. Strauss’dan girdi, Mozart’tan çıktı. Biz tam piyanonun yanındayız, adam hem çalıyor, hem de bizle muhabbet ediyor. Çok güzel bir ortam.

Viyana kafelerinin vazgeçilmez düosu kahve ve “Sachertorte” isimli, herkesin “Viyana Keki” diye bildiği çikolatalı tatlıdır. Biz de elbette yılların onayladığı bu kombinasyondan istedik. Benim tatlı ile çok aram yoktur, ancak hem 🐝Mezzy🐝, hem de Jelena bu tatlının kalitesini onayladı. Viyana kahvesi ise çok kuvvetli. Türk kahvesi içen sevgili karım, bu kahveyi beğendi. Kahverengi suya alışık kulunuza ise bu kahve biraz sert geldi.

Uzun uzun bu ilginç mekanın havasını kokladım, tadını çıkardım. Freud ve Einstein, Trotsky, Tito… Böyle bir kadronun vaktini geçirdiği mekanda, onların yiyip, içtiklerini yiyiyor ve içiyoruz. Sizleri bilmem arkadaşlar ama beni benden alıp, götürür böyle şeyler.

Akşam bir klasik müzik konserine biletlerimiz var.

Devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...