30 Mayıs 2019 Perşembe

Niş

Niş'ten ayrılmış, bizi güneye götüren otoyolun üzerinde ilerliyorduk. Altı sene sonra ilk kez Niş'e geliyordum.

Sevgili karımla Niş'te tanışıp evlenmiştik. Böylece eski bir osmanlı sancağı olan bu kent, önce benim, yıllar sonra da ailemize katılmış sevgili kızımın ikinci evi olmuştu.

Çok güzel günlerim geçmişti bu şehirde. İşim gereği çok gezmişliğim vardır, ondandır ki sağlıklı bir karşılaştırma yapabileceğimi düşünüyorum. Niş kadar rahat ettiğim, Niş kadar kendimi evimde hissettiğim başka bir yer olmamıştı.

Dalıp, biraz geçmişe gittim...

Yedi seneden fazla yaşadığım İsviçre'nin Saint-Prex isimli, kartpostallardan fırlamış bir köyündeki evimi kapatmış, eşyalarımı bir depoya kaldırmıştım.

Çalıştığım şirketin personel departmanına gidip Lozan ile ilişiğimi keserken, oradaki kızlardan biri "Buradan nereye?" diye sordu. "Niş" dedim. Kız bana acıyan gözlerle baktı, "Keşke bir kaç gün izin alıp, gitmeden önce buralarda biraz gezseydin" dedi. Bana, kurada Doğu Beyazıt'ı çekmiş yedek subay muamelesi yapıyordu.

Sevgili oğlum, köpeğim Yumuk'la Cenevreden uçağa binmiş, Belgrad'a ulaşmıştık. Buradan da araba ile üç saate yakın bir yolculuktan sonra Niş'e ulaşmıştık.

NATO bombardımanının yeni bittiği yıllardı. Bir Tomahawk seyir füzesinin isabet ettiği fabrika binasını yeni onarmışlardı.

Ofisteki ortam daha önce çalıştığım,Sovyet dönemi sonrası komünist bir düzenden liberal bir yönetime geçmeye çalışan diğer ülkelerle hemen hemen aynıydı. Kapalı ofis kapıları, "bilmiyorum" demenin kabul edilemez olduğu, birinin ne kadar hızlı konuşursa, o kadar yetkin sayıldığı tuhaf bir anlayış işte. Çok dert etmemiştim. Bu ortamda yolumu bulabilecek kadar deneyimliydim.

Beni asıl meraklandıran bir Türk olarak nasıl karşılanacağımdı.

Hayatını yurt dışında geçirenleriniz bilir sevgili arkadaşlar. Oralarda Türk olmak zaten zordur. Bunun üstüne, Müslümanların da önemli bir parçası olduğu etnik bir savaştan yeni çıkmış, bir de Türklerin beş yüz yıllık işgali altında anası ağlamış bir ülkede bakalım başıma neler gelecek diye düşünüyordum. Gözümde o günlerin popüler filmlerinde hiç eksik olmayan Sırp keskin nişancıları canlanıyor, beni garanti vururlar falan diyordum. Neyse ki geride Yumuk dışında başka bir bekleyenim yoktu. O da yaşını, başını almıştı zaten, gün sayıyordu. Bu söylediklerim sizlere çok fazla melodramatik gelebilir ancak gerçekten büyük bir parçam böyle hissediyordu.

İnsan yaşayınca anlıyor. Tek kusuru, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlarla ittifaka girmeyip, savaş sonrasında da Batı ile değil de, Rusya ile yakınlaşmak olan Sırp ulusu, bu savaş ve propaganda ile sadece bunların bedelini ödüyordu.

Ez cümle vurulurum herhalde diye gittiğim kenti, evim olarak bırakıp dönmüştüm İsviçre'ye. Sevgili oğlum ise sonsuza dek Niş'te kalacaktı...

Bizden tek farkları dinleri olan ve bundan kaynaklanan yobazlıktan arınmış bu güzel millet ile adetlerimiz, yemeklerimiz hatta küfürlerimiz bile ortaktı.

Sırbistan'dayken kılıma zarar gelmedi.

Avrupa'nın gerisinde defalarca soyuldum, kötü muamele gördüm, ağızımı, burnumu kırdılar. Ama tekrar edeyim, Sırbistan'da kimse ters bile bakmadı.

Üç sene geçirdiğim Niş'te çok güzel anılar, çok güzel arkadaşlıklar bıraktım.

İnsanlar beni evlerinde ağırladılar, doğum günlerine, aile toplantılarına çağırdılar. Kışın ortasında elektrik kesilmiş, ev buz gibiyken insanların evlerinde uyudum.

Niş, yine de Niş işte.

Bir gün Niş'in Bağdat Caddesi sayabileceğimiz Pobidina isimli caddesinde bir cafede oturuyorduk. Gümmm diye bir patlama oldu, ama öyle bir patlama ki, oturduğum sandalyeden havalandım. Ancak ben dahil, kimse havamızı bozmadık. Arkadaşlardan biri ne oldu diye telefonla sordu, sonra "Endişe edecek bir şey yok, diskoyu bombalamışlar" dedi 😛

Yine Jelena ile tanıştığımız ilk günün akşamı gittiğimiz mekanda iki gurup arasında kavga çıkmış, insanlar silahlarını çekip, birbirlerine girmişti.

Başka bir gün, trafik polisi durdurdu. Kırmızıda geçtin dedi. Ben de "Sorry" dedim. Elindeki koçandan bir ceza makbuzu çekti ve "Nema sorry next time" deyip, kağıdı elime tutuşturdu (Sonraki kez üzgünüm demezsin).

Düğünümüzün akşamı eve dönüyorduk. Arabayı Jelena'nın kardeşi Milan kullanıyordu, biz de taze zevcemle arka koltuktaydık. Takdir edersiniz, özellikle ben şahsım, fitil gibi sarhoştuk.

Polis bizi durdurdu.

Milan'ı indirip, alkol testi uyguladılar. Sonuç malum tabi. Jelena, "Uzatmayın kardeşim, görüyorsunuz, daha yeni evlendik, bırakın gidelim" dedi.

Polis umursamayıp, arkasını döndü ve gitti.

Bir beş dakika bekledik, ses yok.

Sonra Jelena gelinliğinin eteklerini toplayıp, arabadan indi, Marie-Antoinete misali, püskülleri yerde sürünmesin diye elbisesini kaldırıp, polislerin yanına koştu. Sonra da bir bağırma, ama ne bağırma!

Polisler Milan'ı bıraktı, sonra da arabaya gelip Milan'ı işaret ederek, "Ceza yazmayacağız ama arabayı bu haliyle kullanamaz" dediler.

Jelena yine bir "Miyavvv, Tısssss" oldu. Polisler de sonunda beni işaret edip, "Arabayı bu kullanırsa gidebilirsiniz" dediler. Ama ben hepsinden fazla sarhoşum!

Ne yapalım, bozuntuya vermedim, tuxedo ve papyonumla geçtim direksiyona, Milan da arka koltuğa, gelinin yanına.

Sorunsuz eve ulaştık...

Daha çok anlatacak şey var da, dağılmayalım şimdilik.

Niş, mimari olarak bir Orta Anadolu şehrini andırır. Estetik olarak belki de yaşadığım en çirkin şehirdir.

İlk geldiğim sene yollardaki delikler o kadar büyüktü ki, deliklerden rahatımız bozulmasın diye değil, içlerinde arabayı bırakmayalım diye kaçardık. Bir kaç kez arabam çamura saplanmış, şirketten gönderdikleri çekici ile çıkarabilmiştik.

Süpermarket sayılabilecek tek bir mağaza vardı. Orada da her şey her zaman bulunmazdı. Mesela (siyah) çay, kahve, içilebilir şarap falan geldiğinde şirketten arkadaşlar birbirimizi telefonla arar, bu maddeleri evde stoklardık.

Yollarda işaret, levha falan yoktu. Şehir içinde bir yerden bir yere nasıl gidilir, "bilmek" zorundaydınız.

Ancak insanlar umutlarını koruyor, yakından tanıdığımız yerin aksine, geri değil, ileri bakıyorlardı. Manasız hayallerin peşine düşmek yerine, hayatlarını daha iyi bir hale getirmenin mücadelesini veriyorlardı.

Bu da elbette ki sonuçlarını vermeye başlamış.

Bu gelişimde, Niş'te on'dan fazla süpermarket gördüm. Alış veriş için girdiklerimizin tümünde, neredeyse İsviçre'de ne varsa vardı. Yollar yapılmış, çukurlar kaybolmuştu. Sırplar vize serbestisi kazanmış, dünyada istedikleri gibi dolaşabiliyorlardı.

Hayat burada hala mükemmel sayılmazdı, ancak insanlar geri değil, ileri bakıyorlardı. Yarın kesinlikle bugünden iyi olacaktı.

Ancak bazı şeyler sanki hiç değişmeyecek gibiydi. Sizlere bir kaç örnek vereyim.

Sırbistan'a ilk geldiğinizde bütün erkeklerin karardığını görürsünüz. Özellikle genç yaştakiler giysilerinde hep siyah rengi tercih ederler. Niye diye sorduğumda bunlardan biri, aynı isimli Chuck Norris filmine atıfta bulunarak "İyiler siyah giyerler" demişti. Uzun bir süre geceleri bu ninjalardan birine çarpacağım diye aklım çıkmıştı.

Başka bir değişiklik ise, çok çam devirmeden nasıl söylerim diye düşünüyorum, hanımların bir anda güzelleşmeleri.

Slav ırkı zaten güzel bir ırktır ama Yugoslav ırkının dişilerinin çok daha özel bir cazibesi vardır. Elbette güzellik şahsa mahsus bir ölçüdür ve tabi sebeplerden ben kulunuz fa bu tartışmada hayli taraflıyımdır, ancak inanın bana, bu bölgenin kızları gerçekten bu ünvanı hakediyor.

Yine görünüşe göre Atatürk'ün yüz yıl önce becerdiği harf devrimi burada hiç gerçekleşmeyecek. Hernedense Sırplar Kril alfabesi için deli oluyorlar.

Ben gevezelik ederken, Niş'i geride bırakıp, Leskovac'a varmıştık. Niş'in hemen dibinde, çok güzel bir yerdir Leskovac. Akşamları bazen ne yapalım diye düşündüğümüzde, basar, Leskovac'a giderdik. Burada ABC isimli bir cafe ve bu cafede de Niş'te bulamadığımız espresso kahve bulunurdu.

Ancak Leskovac'ın en önemli komoditesi, her yıl burada tekrarlanan köfte festivalidir. Hele fazla kilo dersiniz yoksa tam gidilecek yer.

Bir kez Leskovac'ın meydanında gezinirken üzerinde musluğuyla bir fıçı satın almıştım. Jelena'nın babası da onu ev yapımı Rakiya (Meyve Brandy'si) ile doldurmuştu. Bu fıçıyı salonun baş köşesine koymuştuk. Önceleri salonda gezinirken bu fıçıdan bir "shot" rakiya alıp, kafama dikiyordum. Sonraları shot'ları bıraktım, direkt altına girip, ağızımı açarak içiyordum.

Otoyolda ilerlemeye devam ettik. Eskiden tek şeritli olan bu kısmı sınıra kadar tamamen otoyol yapmışlar. Gerçekten hem çok güzel, hem de çok rahat olmuş.

Sıradaki şehir Vranje'ye bir proje çalışması için gelmiştim. Bir depoda kamyonlara sigara yüklemiş, bir van ile dağıtıma çıkmıştım.

Vranje çok, çok küçük bir kent. Ben dolaştığımda meydanında tek bir restoranı vardı, başka da hiç bir şey yoktu. Şimdi nasıldır, bilmiyorum.

Sırbistan'dan çıkıp, Makedonya'ya geçmek üzere sınıra ulaştık. Her iki kontrol noktasında da kimsin, ne iş yaparsın sorularını cevapladık ve Makedonya'ya girdik.

Makedonya'nın en güzel şeyi bana sorarsanız bayrağı. Hele bir de Cimbom'luysanız, siz de seversiniz.

Makedonya, Yunanistan'dan gelen baskı sonucunda ismini Kuzey Makedonya olarak değiştirmiş. Yunanlılar Makedonya'nın bir Yunan simgesi olduğunu savunuyorlar. Çok haksız da sayılmazlar aslında. Tarihteki en ünlü Makedonyalı şahsiyet - ki Makedonlar buna da sahip çıkmaya çalışıyorlar, Büyük İskender'dir. Adam da öz be öz Yunanlı işte. Bu günün Slavik bir dil konuşan Makedon'larıyla bir ilgisi yok elbette.

Husumet sadece Makedonya ismi üzerine. Bildiğim kadarıyla her iki ülkenin de bir toprak talebi yok.

Makedonya ufacık, denize bağlantısı olmayan bir ülke, ancak yemyeşil, nehirleri ve gölleriyle çok güzel bir doğası var. Hatta az önce Vardar nehrini geçtik, Vardar nehrini Vardar Ovası türküsünden hatırlarsınız. Neyse, Vardar nehrini daha sonra Üsküp'te de göreceğiz.

Makedonya'ya yolunuz düşerse Ohrid gölünü görmenizi öneririm. 2007 yılında görmüştüm, çok güzel bir doğası var. Başkent Skopje, yani Üsküp de belki biraz ilginç gelebilir.

Yolumuzun Makedonya bölümü bitmiş, Yunanistan sınırını geçmiştik. Yunanistan içerisindeki kırk beş dakikalık bir araba yolculuğundan sonra ise de, asıl hedefimiz olan Thessaloniki, yani Selanik şehrine ulaşmıştık.

Devam edeceğiz..

23 Mayıs 2019 Perşembe

Bir Eski Zaman Öyküsü

Rüyasında, ak sakallı bir pirin, yanındaki beyaz tenli, sarı saçlı bir kızın elinden tutarak, "Bu kız senin kısmetin" dediğini söylemişti. Bunun üzerine görücüler yola düzülmüş, ona rüyasında gördüğünün benzeri sarışın bir kız aramaya başlamışlardı.

Açık saçları, beyaz teni ve mavi gözleri ile bu güzel kadına talip olduklarında, büyükannesi "Benim evlendirecek kızım yok" diye terslemişti. Ancak o zamanların adeti olarak, bu çıkışma, bir "Hayır" 'dan çok, ödenecek başlık miktarını yükseltmek için taktik bir hamle niteliğini taşıyordu.

Damatla gelinin arasında yirmi yaşlık bir fark vardı. Damat önce basit bir memur, sonra da birkaç kez denediği ticaret atılımlarında aradığını bulamamış, çok sevdiği karısına layık olduğunu düşündüğü yaşamı sağlayamamış olmaktan dolayı hayatı boyunca üzgün, mutsuz kalmıştı.

Gelin ise eski zamanların muhafazakar adeti, kocasını kısmeti saymış, kocası yaşadığı sürece ona sadakatini, bağlılığını koşulsuz göstermişti.

Yirmi yaşını biraz geçmiş, Ahmet Subaşı mahallesindeki evlerinin ikinci katındaki sobalı bir odada çocuğunun doğmasını bekliyordu.

Bu dördüncü çocuğu olacaktı. Yenikapı'da dünyaya getirdiği üç çocuk artık hayatta değildi. O zamanların gerçeği, çocukların önemli bir çoğunluğu gençliklerini göremeden hayatlarını kaybediyorlardı.

Dördüncü olsa da aslında tek çocuğunun kız olmasını istediğini söylüyordu. Zamanın annelerinin kız çocuk istemeleri adettendi. İşin aslı, için, için bir erkek çocuk istiyordu.

Ebe, "Gözün aydın, bir erkek çocuğun oldu" diye müjdeyi verdi.

Dördüncü çocuk güçlü ve inatçıydı. Hiç görmediği üç büyük kardeşinin akibetlerini paylaşmadı, büyüdü, serpildi.

Okulunun başladığı gün annesi tarifsiz bir heyecan içindeydi. Bir kadın olmasına rağmen okuma bilirdi, o yüzden de mahallede ona "Molla" derlerdi.

Çocuk, temiz elbiselerini giymiş, boynuna sırmalı çantasını geçirmiş, annesinin duaları ve gözyaşlarıyla evinin önünde bekliyordu.

Başlarında sarıklarıyla hocalar, ve artlarında iki sıra halinde dizilmiş öğrencilerden oluşmuş kafile evin önünde durdu. Yeni öğrenci sıranın en başına geçti ve kafile okula doğru yola çıkarken başta annesi, bütün mahallenin kadınları ağlıyor, dualar edip, yeni öğrenciye zihin açıklığı diliyorlardı.

Kafile okula ulaştığında yeni öğrenci, önünde açılı rahlesi ile hocasının önünde durmuş, onun gösterip seslendirdiği Arapça heceleri tekrar ederek ilk günün adetini tamamlamıştı.

Böylece de bir annenin hayatı boyunca kurduğu düş gerçekleşmişti.

Okulun ikinci gününde ise babası, sessiz sedasız, çocuğun elinden tutup, başka bir okula götürdü ve kaydını yaptırdı.

Bu ikinci okulun ismi Şemsi Efendi Mektebiydi...

Ali Rıza Efendi'nin bu kararı bir ulusun tarihini ve talihini değiştirecekti.

Eğer mahalle mektebinde kalsaydı küçük Mustafa en iyi olasılıkla bir imam olacakken, zamanın modern eğitimini veren Şemsi Efendi sayesinde hayali olan askerlik mesleği için ilk temellerini atmıştı.

Babamın kütüphanesinde binlerce kitabı bulunurdu, ancak kendimi bildim bileli, en görülebilir yerinde üç koca ciltlik bir seri kitap hep baş köşedeydi.

Şevket Süreyya Aydemir'in Tek Adam'ı.

Bu kitabı yaşlarım hala tek basamaklıyken okumuştum. Size yukarda anlattıklarımın çoğu da buradan zaten.

Sevgiki karımla bir Selanik gezisinin planını yaptığımızda Atatürk'ün evini ziyaret edeceğimiz için bir çocuk gibi heyecanlanmıştım. Aynı Zübeyde Hanım'ın rüyası gibi, benim için de çok önemli bir hedef haline gelmişti, bu önemli mekanı ziyaret etmek.

Selanik, üç sene yaşadığımız Niş kentine dört saat falan uzaklıktadır. Jelena da kaç kez bana, çocukluğu boyunca gittiği Yunanistan'a gitmeyi teklif etmişti, benim yüzümden gidememiştik.

Karımla Çin'e gitmeye beş dakikada karar verebilmişken, sonraları ne zaman hadi Selanik'e gidelim dediysem, hep "Başım ağrıyor, şimdi olmaz, sonra" dedi, durdu. Biraz üstelediğimde ise cevap hep aynı oldu. "Git, Duşan'la Civilization oyna..."

Neyse, on üç sene sonra bu kez o teklif etti, "Hadi Selanik'e gidelim" diye.

Ben de hazır girmişken Atatürk'ün izini takip etmek istedim. Ne yazık ki evi dışında mahalle mektebi, Şemsi Efendi Mektebi, dayısının evi, Selanik Mülkiye Rüştiyesi, Selanik Askeri Rüştiyesi, gibi yerlerin günümüzdeki adresleri hiçbir yerde yok.

Erol Mütercimler'e, Yılmaz Özdil'e falan yazdım, var mı buraların adresleri diye. Havalı çocuklar tabi, cevap bile vermediler. Hıyar herifler...

Sonra Hürriyet’in arşivinde bir habere rast geldim. Şemsi Efendi Mektebi bugün de ayakta falan diye yazmışlar. Adres yok ama Selanik İlköğretim 4. Bölge Müdürlüğü, 51. İlkokul ismiyle halen bir okul olarak işlevini sürdürüyormuş.

Adres için gugılladım, ama 'nada!'

Sonra Yunanlı bir arkadaşımız araya girdi, kızcağız onca işi arasında bu numaralı okulun adresini iki gün uğraşıp, buldu bizim için. Ona gerçekten müteşekkirim.

İşte böyle.

Görünüşe göre en azından Şemsi Efendi Mektebi'ni ziyaret edebileceğiz.

Bir kaç gün sonra Selanik'ten detayları yazarım sizlere.

Geceniz güzel olsun ❤️

5 Mayıs 2019 Pazar

Retrograde

Sevgili arkadaşlar, epeyidir aklımda ama size yazmadan önce konuyu tam olarak anlamak istediğimden bugüne kadar yazmadım, bekledim. Bu arada bol bol okudum, araştırdım ki, bu kadar önemli bir konuda yanlış bir şeyler yazmayayım diye.

Bu önemli komuyu rahat anlayabilmemiz için biraz bilimsel bir geri plan hazırlamamız gerekiyor. Lütfen biraz sabır....

Her şey Antik Yunan'da başladı sevgili arkadaşlar.

Zamanın inanışına göre dünya düzdü, ve yeteri kadar uzağa gidilirse kenarına ulaşıp, aşağı düşmek mümkündü. M.Ö. 6. yüzyılda başta Pisagor, Yunanlı filozof, matematikçi ve astronomlar dünyanın yuvarlak olduğunu neredeyse hatasız kanıtladılar ama bu teorem bölük, pörçük kaldı ve yayılmadı. Sonrasında Magellan dünyanın etrafında bir tur atıp onun yuvarlak olduğunu kanıtladı. En sonunda da uzaydan resimleri falan çekilince, yobaz takımı hariç herkes dünyanın yuvarlak olduğuna kani oldu.

Yine Antik Yunan'da dünyanın evrenin merkezinde olduğuna, etrafında da sırasıyla değişik uzaklıkta küreler olduğuna inanılırdı. Güneş, gezegenler ve yıldızlar bu kürelerin üzerinde gezerlerdi. Aradaki boşluklar da Ether isimli, semavi bir madde ile doluydu - hattızatında Apollo arabasıyla bu madde içerisinde gezer, her gün güneşi doğudan batıya çekerdi falan. Burada bir ismi anmamız gerekirse Yunanlı astronom Tolemi'den bahsedebiliriz.

Dünyanın merkezde olduğu bu evren modeli dönemin insanlarının egolarını okşasa da, çıplak gözle görülebilen güneş ve gezegenler gibi gök cisimlerinin hareketlerini açıklayamıyordu. Zamanın Yunan bilginleri bile dünya yerine güneşin merkezde olduğu Heliosentrik bir modeli daha akla yakın bulmaya başlamışlardı - malum Yunancada Helios güneş demektir.

Ancak Heliosentrik evren teorisinin parsasını Polonyalı gökbilimci Kopernik toplamıştır. Polonyalıları sevdiğimden çok ses çıkarmam, arada iyi bir bilim adamıydı falan derim ama işin aslı pek de bir bok bulmuş sayılmaz Kopernik efendi. Zaten teorisini hem dinsel sebeplerden (unutmayalım, Polonya, Hristiyanlığın Suudi Arabistanıdır), hem de insanlar anlamazlar, benle alay ederler diye sağlığında yayımlamamıştır bile. Ancak Galile'nin ondan feyz alması, ve biraz ileride değineceğimiz bir bilim adamının önemli bulgularına başlangıç olarak Kopernik modelini seçmesi, namını yürütmüştür.

Güneş sistemini anlamamıza ciddi bir katkısı dokunan önemli bir astronom Danimarkalı Tycho Brahe'dir. Bizde ismi pek bilinmez ama yaptığı gözlemlerle ayın dünya, gezegenlerin de güneş etrafında döndüklerini doğru biçimde hesaplamıştır.

Brahe ne yazık ki dünyayı merkeze koyup, güneşin de dünyanın çevresinde döndüğünü düşünerek çok ciddi bir yanlışa imza atmıştır. Ama o aralar herkesin de yanlış yaptığını unutmayalım. Kopernik güneşi merkeze koysa da, gezegenlerin dairesel yörüngeleri olduğu ve güneşin etrafında sabit bir hızla döndüklerini öne sürerek yine ciddi yanlışlara imza atmıştır.

Ben Tycho Brahe'yi çok takdir ederim. Güneş sistemi dışında, çıplak gözle bir süpernova patlamasını gözlemlemiş, astronomiye bunlardan çıkardığı sonuçlarla olmasa da, hassas ve tutarlı biçimde yaptığı gözlemleriyle çok önemli katkılarda bulunmuştur.

Yakın zamanda Tycho Brahe'nin Danimarka kralı ile papaz olduktan sonra sürüldüğü ve Bohemia kralı tarafından kabul edilip, yerleştiği Prag'da, Mala Strana semtindeki evini bir kez daha göreceğim.

Renkli adammış Tycho Brahe. Bir gün kafayı çekip, bir arkadaşıyla hangimiz daha iyi matematikçi diye bir tartışmaya girmiş. İş iyice kızışmış ve sonunda ikisi bir gece vakti düelloya kalkmışlar. Bir kılıç darbesi Brahe'nin burnunun bir parcasını almış, götürmüş. Sonrasında hep takma bir burun ile gezmiş.

Bana sorarsanız Tycho Brahe'nin bilme en önemli katkısı, Prag'da iken yanına kabul ettiği ve ölçümlerini paylaştığı asistanı Johannes Kepler’dir. Eğer astronomide gerçek bir devrim yapmış birisini arıyorsanız, Kopernik'i, Galile'yi falan bırakıp Kepler'e bakın derim.

Kepler, Brahe'nin güneşin dünyanın çevresinde döndüğü modelinin yanlışlığının farkındaydı. O yüzden ustası ölüm döşeğinde, ondan dünyayı merkeze alan Tychonik sistemi kanıtlamasını istemiş olsa da, o çalışmalarına Kopernik'in Heliosentrik modelinden başladı ve bilim dünyasını sarsan, ünlü üç kuralını buldu.

Bunların ilkine göre gezegenlerin yörüngeleri bir elips şeklindeydi ve güneş de bu elipsin merkezlerinden birinde bulunuyordu.

Kepler'in konumuzu oldukça ilgilendiren ikinci kuralı ise güneşle etrafımda dönen gezegen arasına çizilecek hayali bir çizginin eşit zamanlarda eşit büyüklüklerde alanları tarayacağıydı. Bir anda bir dolu şeyi ortaya saçmış olduk. İşin çok yörüngesel mekaniklerine dalmayalım. Bu kural bize, gezegenlerin eliptik yörüngelerinin onları güneşe yaklaştırdığı zamanlarda daha hızlı yol almaya başladıklarını söylüyor.

Kepler'in üçüncü kuralı ise gezegenlerin yörüngesi esnasında güneşe en uzak olduğu nokta ile güneş etrafındaki dönüş süreleri arasındaki ilişkiye dairdir. İşin aslı, bu üçüncü kural, Kepler'in en önemli buluşu olarak kabul edilir ancak doğrudan konumuzla ilişkisi olmadığı ve elipslerin asli akislerinin yarıçaplarının küpleri ile yörüngelerinin tamamlanma sürelerinin kareleri arasında ilişki kurmak gibi insanın beynini acıtan sonuçları olduğu için çok detayına girmeyelim.

İlk bakışta bu buluşlar gözümüze biraz küçük görünebilir sevgili arkadaşlar ama unutmayalım, bunlar olurken kimsenin yerçekiminden, açısal momentumdan falan haberi yoktu.

Gözlemler ise sadece dünyadan yapılabiliyordu. Her şeyin hem kendi, hem de başka bir şeyin etrafında döndüğü bir ortamda ne olduğunu anlamak gerçekten zor. Ama bu konuya daha sonra geleceğiz.

Yine astronomi ile astroloji arasında belirgin bir ayrım da bulunmuyordu. Hattızatında Kepler, hayatının bir dönemimde ailesini yıldız falı bakarak geçindirmişti.

En önemlisi, her şey din etrafımda dönüyordu. Dinle uyuşmayan her öngörü günah sayılıyor, öyle kilise, engizisyon falan olmasa bile, bilim insanının kafasında gerçek olamayacak, hatta düşünülemeyecek bir önerme haline dönüşebiliyordu.

Din, yaşam koşullarını da ciddi biçimde etkiliyordu. Mesela Kepler'in annesi cadılık suçlamasıyla hapsedilmiş, işkence görmüştü. Kepler onu temize çıkarmak için uzun bir süre mücadele etmiş. Protestan olan Kepler bir de kendisini Avrupa'nın Otuz Yıl Savaşları denilen, Katolik-Protestan mücadelesinin içimde bulunca can korkusundan işsiz kalma pahasına, oradan oraya göçmek zorunda kalmış.

Kepler'den sonra başta yine bilimsel birer dahi olan Newton ve Eimstein, bir çok bilim insanı yörüngesel mekanikleri tamamen anlaşılır ve öngörülebilir bir hale getirdiler.

Şimdi bu bilgiler ışığında güneş sistemimizde kim nasıl hareket ediyor bir bakalım. Ancak biraz dikkat. İçgüdüsel olarak bize ilk bakışta doğru gibi görünen bir çok şey aslımda yanlış olabiliyor.

Basit bir örnek.

Güneş doğudan doğar, batıdan batar. Bu basit önermeye bakarak, içgüdüsel olarak dünyanın doğudan batıya doğru döndüğünü düşünebiliriz. İşin aslı dünya batıdan doğuya doğru döner. Gerçekte hareket eden güneş değil dünyadır, ancak gözlemi dünyadan yaptığımız için güneşin doğudan batıya hareket ettiğini düşünürüz.

Yine gece boyu gökyüzündeki yıldızları gözlersek bunların kutup yıldızının etrafında döndükleri sonucunu çıkarırız. İşin aslı yine dünya kendi etrafımda döndüğünden bu algıya kapılırız. Yıldızların gözlemleyebileceğimiz bir hareketi yoktur, yani göreceli olarak sabittirler. Aslı hareket eden dünya ve üzerinde bulunan bizlerizdir. Kutup yıldızının 'dönmemesinin' sebebi ise tam dünyanın kendi etrafında döndüğü eksenin üzerinde olmasıdır. Dönen bir diske baktığımızda tam ortadaki noktanın hareket etmediğini düşünmemiz gibi.

Yıldızları birden fazla gün boyunca her gece gözlersek, bunların devamlı olarak, hep birlikte aynı yöne doğru hareket ettiklerini gözlemleriz. İşin aslı sabit olanın yine yıldızlar, hareketli olanın da güneşin etrafında dönen dünya olmasıdır. Dünyadaki bir gözlemci kendisinin sabit, yıldızların ise hareketli olduğunu düşünür.

Bu gözlemleri elbette Antik Yunan bilim insanları da yapıyorlardı. Ancak sayısı diğerlerine göre çok az olan bir kaç yıldızın diğer yıldızlarla birlikte uzun vadede aynı yöne ilerlemediklerini gözlediler. Bu deyimi uygunsa başıbozuk hareketler yapan yıldızlara voltacı, avare, serseri, gezici anlamına gelen gezegen ismini verdiler.

Gezegenlerin bu farklı hareketlerinin nedeninin, Kopernik, Brahe ve Kepler'in önermeleri gereği yıldızlar gibi göreceli olarak sabit değil, dünya ile birlikte güneşin etrafında döndükleri olduğunu tahmin edebiliyoruz herhalde.

Ancak bu gezegenlerin yaptığı, ta Antik Yunan zamanından beridir gözlenen bir hareket vardır ki, çağlar boyu insanların dikkatlerini çekmiş, kafalarını karıştırmıştır.

Bu gezegenler bir süre yıldızlarla birlikte aynı yöne doğru giderler, giderek yavaşlarlar ve sonunda durup, tamamen ters yöne gitmeye başlarlar.

Çok komik bir harekettir bu. Kitabını okuduysanız ya da filmini izlediyseniz, Tom Clancy, The Hunt For The Red October isimli eserinde, Rus denizaltı kaptanlarının yaptığı, enteresan bir manevradan sözeder. Denizaltı bir yöne giderken aniden durup, izleyen var mı anlamak için tam ters istikamete döner. Amerikalı denizciler bu manevraya Crazy Ivan, yani Çılgın İvan ismini vermişlerdir. Gezegenlerin yaptığı bu geri dönüş hareketi de bana biraz Crazy Ivan'ı hatırlatır.

Bu da bizi yazımızın asli konusuna getirir.

Antik Yunan zamanında henüz Tovarishch Lenin proleteryanın egemenliğini tesis etmediği için bu geri dönüş hareketine Crazy Ivan değil, Retrograde demişler.

Hani şu hep duyduğumuz astrolojik "retro" hikayesi. Yani "Merkür retrosunda yay burcu dikkat etsin" falan lafları...

Bakalım bu "retro", yani gezegenlerin geri gitmesi hareketi nasıl oluyor.

Bir kere gezegenlerin durup, yörüngelerinde geri gitmeye başlamadıklarının altını çizelim.

Retro hareketi tamamen bir göz aldanmasıdır, aynen yıldızların gece boyunca Kutup Yıldızı'nın etrafında dönmeleri gibi.

Retro'yu anlamanın temeli Kepler'ın ikinci kuralında yatıyor. Yani gezegenler güneşe yakınlıklarına göre farklı hızlarda hareket ediyorlar. Böylece de belirli zamanlarda tabiri uygunsa birbirlerini 'geçiyorlar'.

Trafikte bir arabayı sollarken sadece solladığımız arabaya bakarsanız, uzakta, geri plandaki örneğin bir dağa göre, önce onla aynı yöne gittiğinizi, siz gaza bastıkça solladığınız arabanın yavaşladığını, tam geçerken diğer arabanın durduğunu ve solladıktan sonra da diğer arabanın geriye doğru hareket ettiğini hissedersiniz.

Bu retro işi de aynı hesap.

Kısacası kimsenin geri gittiği yok, sadece bir sollama (ya da sağlama) manevrası var.

Tüm gezegenler güneşin çevresinde hep aynı yöne hareket ederler. Güneş sistemini oluşturan gaz ve toz bulutunun döndüğü yöndür bu. Uzayda doğu, batı, sağ, sol gibi yönlerin olmadığını hatırlayarak, eğer dünyanın kuzey kutbu altımızda kalacak şekilde yükselirsek, saat yönünün tersime bir dönme hareketidir bu.

Yıldızlar ise güneşin doğudan batıya hareket ettiği göz yanılmasının benzeri, bu dönme yönünün aksi yönüne, hareket ediyormuş gibi görünür. Bir gezegen güneş etrafındaki yörüngesinde dünyanın ilerisindeyken yıldızlarla aynı yönde hareket ediyormuş gibi görünür. Dünya bu gezegenin ilerisine geçtiğinde ise bu gezegen yıldızlara göre geri gidiyormuş izlenimini verir.

Astronomik olarak retro hareketi işte budur...

Size bu yazıyı yazarken hiçbir şekilde inanmasam da, astrolojik olarak bu retro işi nedir, ne yapar anlatayım istedim. Bu saçmalığın içinde biraz da olsa bir mantık bulabileceğimi, yani retro anında şu burçtan olanlar gergin, bu burçtan olanlar mutlu olur falan gibi bir şeyler söyleyebileceğimi umuyordum. Ancak o kadar okumama rağmen yazabilecek tutarlı bir şey bulamadım.

Her gezegenin retrosu her burca farklı bir şeyler yapıyormuş. Hatta hangi Hintli astrologdan dinlediğinize göre aynı gezegenin retrosu, aynı burca farklı etkilerde bulunuyor.

Eski kaynaklara göre mesela Neptün retrosu kimseye bir şey yapmıyor. Bu da çok doğal, çünkü o günlerde teleskopsuz Neptünü görebilen bir cengaver yok. Kendini eski kaynaklara dayandıran bazı 'kontanporer' astrologlar ise Neptün retrosunun etkilerinden bahsedebiliyor. Bunlara da eski insanların çıplak gözle nasıl Neptün'ü gözlemleyip, astrolojik sonuçlara vardığını sormak gerekiyor tabi.

Aslında bu astroloji işi baştan saçma sevgili arkadaşlar - meraklılarına saygı duyduğumu belirterek söylüyorum.

Birbiriyle tamamen alakasız bir gurup yıldızın insanın doğduğu zamana göre onun karekterini ve geleceğini etkilemesi bilimsel bir kafanın kabul edebileceği bir şey değil.

Takımyıldızlar isimli bu yıldız gurupları da öyle insanın ilk aklına geldiği şekilde, aynı bölgede gruplanmış, birbirlerine yakın yıldızlar falan da değil ha! Aralarında bazen binlerce ışık yılı uzaklık olabiliyor - dünyaya en yakın yıldızın dört buçuk ışık yılı uzaklıkta olduğunu hatırlayalım.

Bu takımyıldızlar hayali birer çizgi ile birleştirilerek bazı hayvan yada eşyalara benzetilip isimlendirilmiş. Ancak bu da tamamen keyfi tabi. Ortaya çıkan şekillerin ne olduğunu söylemeden birisinin önüne koysanız, kimse bunları aslana, yengece, koça falan benzetmez. Aynı anlamda pipimin keyfine göre yıldızları seçerek gökyüzüne 'Bülent' bile yazabilirim.

Yani biraz ortada bu astroloji işleri. Elbette inanan inansın, saygımız sonsuz. Hele ki 'retro' nun ne mene bir şey olduğunu anladıktan sonra...

Yine de bahaneyle biraz bilim tarihine, biraz da astronomiye bakmış olduk. Umarım çok başınızı ağrıtmadım.

Gününüz güzel olsun.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...