27 Aralık 2018 Perşembe

Masonlar - Bilinenler

Her devrin kendine özgü popüler bir iş kolu vardır. Örneğin annem benim bir "mühendis" olmamı istemişti, çünkü onun zamanında deyimi uygunsa dünyayı döndüren üretim olgusuydu. Para üretip, satarak kazanılıyordu. Gençliğimde popülarite işletme, ekonomi gibi finansal alanlara kaymıştı, yani para, parayı yöneterek kazanılıyordu. Şimdilerde ise popülarite çoğunlukla bilgi ve internet üzerinde iş kollarında. Yine yukarıdakilerin benzeri bir parelelde, para bilgiyi yöneterek kazanılıyor.

Ortaçağda ise en popüler iş kolu inşaattı. Avrupa'nın her önemli kentinde baktığımızda heybetleri ve mimarileri ile hala bizi etkileyen katedraller, şatolar ve saraylar bulunur. Bu göz kamaştıran yapılar, zamanın egemenlerinin halklarını ve dost ya da düşman, diğer egemenleri etkilemek için kullandıkları bir yöntemdi.

Bir katedralin inşaası yüz yılları alıyordu. Bu nedenle, özellikle o devrin ortalama yaşam süresinin kısalığı da dikkate alındığında, yapıma başlayıp, bitiren kişiler de genellikle farklı oluyordu. Yine yapıların mimarları çok detaylı olmayan genel bir yapı planı hazırlıyor, gerçek detaylı planlama ise ustalar tarafından yapım esnasında tasarımlanıp, uygulanıyordu. Yani o devrin ustaları sadece birer çalışan değil, aynı zamanda tam anlamıyla birer sanatçıydılar.

Bu eserlerin yapıldıkları günlerde vinçlerin ve diğer inşaat makinelerinin, standard yapı malzemelerinin ve binaları ayakta tutan modern hesaplama yöntemlerinin bulunmadığını düşünürsek, mimarları ve ustaları biraz daha fazla takdir ederiz.

Katedral, şato ve sarayların elbette ki ahşap işleri ve heykel gibi dekorasyonlarıyla ilgilenen meslek gurupları vardı, ancak bu yapıların can damarları olan duvarlarının yapıldığı taş işçiliğini "stone mason" ismi verilen taş ustaları yapıyordu. Bu ustaların taş işleme ve inşa etme yöntemleri birer meslek sırrı olarak saklanıyor, böylece bu kişiler dişe dokunur bir yapı inşa etmek isteyen her asil için çok aranan birer değer olmalarını sağlıyordu. Bu ustalar Avrupa'da, ülkeler arasında serbestçe dolaşabiliyorlardı.

Bugün işinin ehli bir uzman arandığında diploma, eski işvereninden referans gibi yazılı belgeler istenir, ancak takdir edersiniz ki o zamanlar ne resmi taş ustası enstitüleri, ne de bunların verdiği diplomalar vardı. Taş ustaları İngilizce'de 'Guild' denilen, Türkçesi ise 'Lonca' olan, bir tür esnaf derneklerinde toplandılar. Böylece yerel olarak bildiklerini diğer taş ustalarına öğretme ve bu bilgileri dış dünyadan gizleme olamamağı buldular.

Yerel olmayan bir inşaat projesinde çalışmak isteyen bir taş ustasını sahtesinden ayırmak için de yine sadece taş ustalarının bildiği el sıkma ve kendilerini tanıtma yöntemi geliştirdiler.

Taş ustalarının birden fazla alt grupları vardı. Bunlardan en önemlisi ise kireçtaşı gibi yumuşak ve işlenebilir taşlarla çalışan taş ustalarıydı. Bu tür taşlara 'Free Stone' yani 'Uygun Taş', bu taşlarla çalışan ustalara da 'Free Stone Mason' deniyordu.

Özellikle Birleşik Krallık sınırları içinde örgütlenen bu taş ustaları ilk kez 1717 de, İngiltere'de, ismi Mason Locası olarak kurulan bir topluluğa evrildiler. Bu topluluk Birleşik Krallık, bu devletler topluluğunun zamanımda bir üyesi olan Amerika ve başta Fransa, tüm dünyaya yayıldı.

Bu topluluk kendini, kökleri olan Free Stone Mason'dan alıntı, Freemasons şeklinde adlandırdı (Freemasons isminin eski taş ustalarının Avrupa'da serbestçe dolaşabildiklerinden dolayı da verildiği söylenir). Sonraları topluluğa taş ustası olmayan kişiler de kabul edildi. Bu yeni üyelere Accepted Mason ismi verildi. Hepsine de kısaca Mason dediler. Bugün zaten Masonlar içerisinde neredeyse hiç taş ustası kalmadığını düşünürsek, bu üç isim de aynı anlamda, her biri diğerinin yerine değişimli biçimde kullanılıyor.

Masonluk kurulduğu günlerde sadece erkekleri üye kabul ediyordu. Zaten kadın taş ustası yoktu ve bu insanlar çalıştıkları yerler yüzünden zamanlarının çoğunu evlerinden uzakta, inşaatlarda 'loca' ismi verilen barınaklarda geçiriyorlardı. Masonların bugün 'loca' ismi verilen asli organizasyon biriminin ismi buradan gelir. Neyse, bu hayat tarzı zamanın kadınının evde oturup, çocuk bakma gibi görevlerine uymadığından kadınlar taş ustası olmuyordu.

Bugünün Mason localarının bir bölümü hala sadece erkek üye kabul ediyor. Ancak sadece kadın, ya da hem erkek, hem kadın üye kabul eden bir çok loca var. İşin aslı sadece erkek üye kabul eden localar, bunu daha ziyade ritüelistik nedenlerle yapıyorlar. Bu localar çoğunlukla sadece kadın, ya da karışık üye kabul eden diğer locaları doğrudan destekleyerek bu açıklarını kapıyorlar.

Benzeri bir ayrımcılık ABD'de, bu kez de siyahi üyeleri için yapılmış. İlk kurulan Mason locaları siyahi üyeleri kabul etmemişler. Irkçılığın zirvesi olan günlerde kurulan Prince Hall isimli bir loca sadece siyahi Amerikalıları Mason olarak kabul etmeye başlamış. Sonrasında ise siyahiler diğer localara da üye olarak kabul edilmiş.

Bu kadınlara ve siyahilere yapılan ayrımcılık yüzünden Masonları ırkçı, ayrımcı bir topluluk olarak düşünebilirsiniz. Bana sorarsanız Masonlar bu günkü güçlerini ırkçılık ve ayrımcılık yapmamalarına borçludur.

Nasıl mı?

Din bakımından.

İlk günden beri Masonlar dini, tanrı ile insanın arasındaki bir inanç tercihi olarak görmüş, Mason olabilmek için herhangi özel bir dine inanma zorunluluğunu kaldırmışlardır. Mason olabilmek için üstün bir yaratıcının olduğuna inanmak yeterlidir. Mason felsefesi dinin, kişinin kimliğini tanımlayan önemli bir parametre olduğunu kabul eder ama dinin uygulamasını kişiye bırakır. Mason toplantılarımda din (ve siyaset) tartışılması yasaktır.

Bu da Masonları dünyada yaşayan yetenekli, güçlü 'her' kişiyi üye kabul etmesine olanak sağlar. Yahudisi, Katoliği, Protestanı, Müslümanı, hepsi aynı çatı altında birleşebilir.

Her Mason bir Mason locasına bağlıdır. Bu localar üye kabülü, gelir temini ve yeni üye kaydı bakımımdan otonomdurlar. Ancak bütün bu localar bölgesel ya da ülkesel düzeyde kurulu Büyük Loca isimli bir üst locaya bağlıdır. Bu büyük locada politika belirlemesi, kayıt tutulması gibi daha üst düzeyde fonksiyonları yerine getirir. Locaların yöneticisine Worshipful Master, bölgesel locaların başındakilere de Grand Master derler. Bu ünvanları doğrudan çevirirsek ortaya "Tapılası Efendi", "Büyük Efendi" gibi ünvanları çıkar, ancak unutmayalım, bunların hepsi Ortaçağ'dan kalma ünvanlardır. Başkan ve Genel Başkan gibi anlasak daha doğru olur.

İşim şaşırtıcı tarafı, dünya üzerinde bu bölgesel locaların bağlı olduğu bir en üst loca ya da bir Masonlar Konfederasyonu yok. Yazıldığına göre bölgesel localar tamamen bağımsız ve otonomdur.

İşte ben de bu noktada yok artık diyorum. Böyle köklü bir topluluğun bölgesel ya da ülkesel bir seviyeye kadar örgütlenip, orada duracaklarına inanmak gerçekten zor. Belki de dünyanın bir köşesinde, gerçekten Bond filmlerindeki gibi herkesin aynı kırmızı üniformayı giydiği, yer altında, sadece üyelerin parmak izleriyle açılan kapıların ardında Masonik bir genel merkez bulunmakta. Neyse... Varsa da biz bilmiyoruz.

Peki nasıl Mason olunur?

Mason olmanın şartları başvuruda bulunduğunuz locaya göre bazı farklılıklar göstermekte. Özellikle kadınsanız bazı localar sizi kabul etmeyebilir. Ancak bunun dışında, din, dil, ırk ayırmadan herkes eşit bir biçimde Mason olmak için başvurabilir, yeter ki bir büyük gücün yaratıcılığına inanın. Masonluk hiç bir şekilde üye toplamaya yönelik bir faaliyette bulunmaz. Üye olmak isteyenlerin kendilerinin gidip baş vurmaları gerekir.

Bundan sonra bir başvuru formu doldurup, katılmak istediğiniz locaya veriyorsunuz. Başka bir Mason'un size referans vermesi anladığım kadarıyla çok önemli. Sonra bir mülakata çağrılıyorsunuz. Mülakat ve araştırmaların sonucu eğer üye olma maksadınız ve kişiliğiniz uygun bulunursa kabul ediliyorsunuz.

Üzerinde çok spekülasyon yapılan, ancak kesin bir teyidi olmayan önemli bir kabul seromonisinden geçiyor ve 'Çırak' ünvanı ile Masonluk kariyerinize başlıyorsunuz. Bu rütbeler çok karmaşık değil. Çıraklıktan sonra sadece iki rütbe daha var. Ustalık ve Efendilik. Rütbe yükseldikçe de birbirlerini tanımak başta, farklı amaçlar için kullanılan, yine başta el sıkma şekilleri, diğer şifreleri öğreniyorsunuz. Unutmadan, kabul seromonisinin önemli bir parçası inandığınız kutsal kitap üzerine ettiğiniz bir yemin. George Bush'un ve George Washington un el bastığı İncil aynı İncil.

Yine kabul seromonisi esnasında uygulanan bir ritüel, kuru sıkı bir silahın kafanıza dayanıp, tetiğin çekilmesi. Yakın zaman önce avanak bir Mason silaha kuru sıkı mermi yerine gerçek mermi koyup, yeni üyeyi dan diye kafasından vurmuş ve öldürmüş. Tabi dünya ayağa kalkmış, "Biz demedik mi, bu adamlar şeytan diye" şeklinde.

Mason olduktan sonra Mason olduğunuzu dış dünyaya açıklama kararı tamamen size kalmış. Loca size bu konuda hiç bir telkinde bulunmuyor. Ancak toplantıların gizli bölümlerinde konuşulanları açıklamak yasak.

Mason localarında ve üyelerin kendilerinin Mason olduklarını göstermek amacıyla kullandıkları en önemli sembol, bazen ortasında bir "G" harfi de bulunan bir pergel ve köşe cetveli. Başka semboller de var tabi, ilgileniyorsanız bir Google araması yetiyor.

Masonların gençlik kolları da var. Bunlardan en önemlilerinden biri DeMolay Topluluğu. Daha önceki yazıları okuduysanız bu ismi hatırlayacaksınız. Jacques de Molay, Tapınak Şövalyeleri'nin diri diri yakılan son lideri. Size daha önce de yazdığım gibi Tapınak Şövalyeleri'nin Mason'ların kurucuları olma olasılığı bence çok yüksek.

Sadece Masonlar değil, bir araya gelip, bir topluluk oluşturan her gurup insanın bir amacı vardır. Masonların resmi amaçları yardımlaşma ve eğitim ya da felaketler sonrası yardım gibi hayır işleri. İşte ben burada da biraz skeptik kalmayı tercih ediyorum. Bunca insan yüzlerce yıl boyunca sadece okul bursu dağıtmak için bir araya gelmez gibi geliyor bana.

Umarım Masonlar hakkımda basit de olsa bir bilgi sahibi olmanıza katkıda bulundum.

Herkes gibi ben de gizli olan şeylere şüphe ile balarım. Masonlar da bu şüpheyi hak edecek kadar gizliliğe sahipler. Hal böyle olunca benim de şüpheci gözlerim üzerlerinde kalıyor, ancak bunca yüz yıldır yaptıkları ispatlanan zararlı bir şey yok. Bir köprüye asılı bulunmuş, Mason, ancak Mafya falan gibi örgütlere biraz yakın İtalyan bir bankacı ile size yukarda anlattığım, adamın kafasına boş diye dolu tabancayı dayayıp, tetiği çeken avanak dışında doğrudan Masonlara bağlanabilmiş bir yasadışı olaya rastlamadım. Komplo teorilerine göre Fransız İhtilalinden Bolşevik harekete kadar her şey Masonların işi tabi, ama bir kanıt yok ne yazık ki.

Mason olduğunu dolaylı yollardan bildiğim bir iki kişiyi tanıyorum ancak sıkıştırıp ağızından laf alabilecek kadar yakından tanıdığım bir Mason yok - varsa da ben bilmiyorum. O yüzden size 'insider information' da sağlayamıyorum.

En iyisi burda durmak.

Sevgi ile kalın.

21 Aralık 2018 Cuma

Masonlar - Ne Değiller

Bir önceki bölümde sizle paylaştığım ünlü Masonların öyküleri sadece size ilginç gelebileceğini düşündüğüm sınırlı sayıda örneklerdi. İşin aslı on dört ABD başkanı Mason'du. Ünlü Masonların listesinde İsveç Kralları, Sırp Prensleri, Rumen şairler, İngiliz, Amerikan senatörler, devlet adamları, sanatçıları, filozofları var. Bugün itibarıyla dünya üzerinde beş milyon Mason bulunmakta.

Bizde Mason deyince bilir bilmez - aslında bizde herhangi bir şeyi bilmeyen yoktur, herkes her şeyi bilir o yüzdem 'bilmez de bilir' şeklinde düzelteyim, herkesin aklına sinsi, dünyayı ele geçirmeye çalışan, James Bond filmlerindeki Hugo Drax tarzı yasa dışı bir örgüt akla gelir.

Mesela "Demirel" dersiniz, "Bırak ya, o Masondu" derler. Masondu da ne yaptı diye sorarsınız, Amerikan uşağı falan gibi klişe, başı sonu olmayan saçma bir cevap verirler.

Masonluğu, ritüellerinde insanların kurban edildikleri gizli bir din zannedenler bile vardır.

Benzeri bir anlayış, yani Masonların yararlı bir topluluk olmadığı, Türkiye'deki gibi saçma boyutlarda olmasa da batıda da görülür.

Peki kimdir bu Masonlar? Amaçları iyi midir, yoksa kötü mü? Yasa dışı, sinsi, karanlık, zararlı bir topluluk mudurlar yoksa yasal bir toplum örgütü müdürler? Nasıl seçilirler? Bir Mason olabilmek için neler gereklidir? Masonluk bırakılabilir mi?

Bu soruların tümü için bir cevabım yok. Ben Mason değilim, o yüzden bu konu hakkındaki bilgim araştırdıklarımla sınırlı. Neyse ki bu topluluğu biraz tanıyabilecek kadar bilgi erişilebilir bir durumda. Bu bilginin kaynağı da Masonların ta kendileri.

Masonların hiç bir şekilde saklamadıkları, hatta biraz da gururla hiç çekinmeden bütün ayrıntılarını umuma açtıkları en önemli bilgi, bu topluluğun üyelerinin kim olduklarıdır.

Mason olmak topluluk üyelerinin korumalarının beklendiği bir sır değildir. Bir çok Mason yakasında bir Mason rozeti taşır. Yani Mason sembollerinin ne olduklarını biliyorsanız, bu kişilerin Mason olduklarını hemen anlarsınız.

Masonların toplanma yerleri de gizli değildir. Bazı ülkelerde biraz da güvenlik için kapılarına neon işaretlerle "Mason Locası" falan yazmasalar da, dünyanın uygar kesiminde bu bilgi de halka açıktır.

Ancak bu mekanların kapıları toplantıları için kapandığında içerde ne konuşuluyor, ne yapılıyor, bunları bilmiyoruz. Topluluk, bunların detaylarını umumla paylaşmıyor.

Gizli olan her şey ilgi çeker ve yoruma açıktır. Zaten Masonlarla ilgili komplo teorilerin çoğu bu gizlilik yüzünden ortaya atılmıştır.

Bir uçak yolculuğu esnasında yanımdaki yolcunun yakasındaki, üzerinde Mason işareti bulunan rozetine gözüm takıldı. Adam da bunu farkedip gülümsedi. Ben de biraz utandım.

"Her halde ne olduğunu biliyorsun" dedi. Ben de "Kusura bakmayın, böyle 'stare ettiğim' - yani fazlaca dikkatlice baktığım için" dedim. Kendini tanıtıp elini uzattı. Ben de cevap verip, elini sıktım. Bu el sıkışması esnasında Masonların özel bir şekilde birbirlerini tanıtabildiklerini bir yerlerde okumuştum ama bu el sıkışması gerçekten benim Mason olup olmadığımı anlamak için miydi, yoksa sadece nezaketten miydi, bilmiyorum.

Neyse. Konu tabi ki Masonlara geldi, ben de niye toplantılarını gizli tuttuklarını sordum. Bana "Şimdi ben senin çalıştığın şirketin kapısına gelip, falanca tarihteki executive toplantıda ne konuşulduğunu sorsam bana söylerler mi?" diye sordu. Haklı mı, haklı... Söylemezler tabi.

Toplantıları, ritüelleri, detaylı amaçları gizli tutulam bir topluluk Masonlar.

Madem amaçlarını, ritüellerini, toplantılarında ne konuştuklarını bilmiyoruz, o zaman onları tanıyabilmek için bildiklerimizden başlayalım.

Masonlar hakkında bildiklerimizin en detaylıları kimlerin Mason oldukları.

Zaten bir önceki yazıda da bu yüzden size ünlü Masonların kısa öykülerini detaylıca anlattım. Bu insanların profillerine bakarak Masonların tam olarak ne olduklarını olmasa da, ne olmadıklarını anlayabiliriz.

Her şeyden önce Masonlar dini bir topluluk değiller. Listeye balarsanız Katolik, Ortodoks, Protestan, Yahudi, Müslüman, Ateist bir çok Mason göreceksiniz. Zaten daha sonra da değineceğimiz üzere Mason olmanın koşullarından biri, ismi, tanımı ne olursa olsun 'sadece' üstün bir varlığa, bir yaratana inanmak.

Masonlar dini bir topluluk olmadıklarına göre Masonluk da bir din değil.

Masonluk coğrafik, ırkçı, ulusçu bir topluluk da değil. Nat King Cole'dan, Eyfel’e, Talat Paşa'dan Garibaldi'ye, siyahı, beyazı, Avrupalısı, Asyalısı, Amerikalısı, Türkü, Sırpı, İtalyanı, Almanı, Rumeni, dünyanın her köşesinden, aklınıza gelen her ırk ve ulustan üyeleri var ve olmuş.

Masonluk, bir meslek, bilim, sanat ya da başka bir ilgi alanının üyelerine hitab eden bir oluşum da değil. İçlerinde politikacılar, bilim adamları, kaşifler, sanatçılar, mucitler, iş adamları, filozoflar, askerler, yaşamın aklınıza gelen her alanından insanlar var.

Özellikle günümüzde bazı sosyal topluluklar, üyelerine maddi ya da kariyerlerinde yükselme benzeri avantajlar sağlarlar. Masonlar ne kadar bu işin içindeler bilmek zor. Topluluğun üyelerinin bir birlerine yardım ettiklerini düşünmek her halde yanlış olmaz. Ancak bir araya geliş nedenlerinin sadece bu olduğuna ben pek emin değilim.

Bir kere Mozart gibi neredeyse açlıktan ölen, Garibaldi gibi köyüne dönüp, çiftçilik yapan ünlü Masonlar var. Eğer Masonluk finansal bir yardımlaşma kuruluşu olsaydı, bunlar maddi sıkıntıya düşmezlerdi.

Kariyerlerinde yükselme konusunda biraz daha grinin tonlarında kalıyoruz. McArthur ve Roosevelt"in ikisi de Masondular. Roosevelt'in McArthur'a yükselmesinde yardımcı olduğunu düşünebiliriz. Ancak Buffalo Bill'den Henry Ford'a, Samuel Colt'a, Benjamin Franklin'e, Amudsen'e bir çok ünlü Mason, Mason amcalarından ziyade, kendi bilgi ve yeteneklerinden dolayı yükselmiş görünüyorlar. Yine de bilinmez tabi.

Masonların kimlikleri ile ilgili en önemli soru olan şeytan mı melek mi oldukları ise bence yine ünlü Masonların öykülerine bakarak öngörülebilir.

Modern demokrasinin temelini oluşturan Jean-Jacques Rousso, Goethe gibi filozofların, herkese eşitliği öngören ABD anayasası gibi ilerici bir anayasayı yazıp, uygulayan devlet adamlarının, Mozart, Beethoven gibi sanatçıların, endüstri devrimini gerçekleştiren Ford, Colt gibi girişimcilerin horoz kanı içip, Şeytana taptıklarını düşünmek zor. Bir Mason olan Gerald Ford'un elinde nükleer silahlar vardı. Masonlar dünyayı yok etmeye kararlı şeytani bir örgüt olsalardı, her halde bu silahları kullanırlardı.

Kısacası ben Masonların şeytani bir örgüt olduklarını düşünmüyorum, ancak bu birer melek oldukları anlamına da gelmeyebilir tabi.

Masonların ne olmadıklarına baktık. Gelin şimdi de ne olduklarını anlamaya çalışalım.

Devam edeceğiz...

13 Aralık 2018 Perşembe

Prelude

“When you have eliminated the impossible, whatever remains, however improbable, must be the truth - Olanaksızı ayırdıktan sonra geriye kalan, her ne kadar düşük olasılıklı görünse de, gerçek olmalıdır"

Bu sözler Sherlock Holmes'e aittir. Holmes, Londra'da, 221B Baker Street'de ikamet eden hayali bir roman kahramanıdır. Buradan başlayan öykülerinde, yaveri Dr. Watson ile birlikte kriminal olayları başarıyla çözer, suçluları bulur.

Biz romanlarda, Holmes'un öykülerini Dr. Watson'un ağızından dinlesek de, bunların asıl yazarı Sir Arthur Conan Doyle'dı.

—-

Japonlar Pearl Harbor limanına demirli Amerikan donanmasına savaş ilan etmeden saldırmış, Amerikalılar da bu saldırıdan sonra o güne kadar dışında durmayı tercih ettiği İkinci Dünya Savaşına fiilen katılmışlardı.

Ancak Amerikan ordusu ve halkının Pearl Harbor'da verdikleri kayıplar sonrası moralleri bozulmuştu. Başkan Roosevelt hem moralleri düzeltmek, hem de Japonlara bir mesaj göndermek için o güne kadar benzeri görülmemiş bir askeri harekat emrini verdi.

Japon adaları o günkü bombardıman uçaklarının menzili dışında kaldığı için Japonlar kendilerini güvencede hissediyorlardı. Amerikalılar bir uçak gemisine, normalde sadece karadadaki üslerden kullanılabilen orta menzilli bombardıman uçaklarını doldurdu. Uçak gemileri Japon adalarına yaklaştılar ve bu uçaklar kalkıp, Japonya'nın başkenti Tokyo'yu bombaladılar.

Menzilleri, bu çakların geri gemilere dönmelerine yetmiyordu. Zaten dönseler de uçak gemilerine inebilecek donanımları yoktu. Hareket planları çerçevesinde Çin'e yöneldiler ve zorunlu iniş yaptılar.

Bu dahiyane planın sahibi Yarbay James Harold Doolittle'dı.

—-

Edward Kennedy Ellington cazı bir sanat haline dönüştüren kişi olarak bilinir.

Gerçek bir müzik efsanesidir, yedi yaşında piyano çalmaya başlamış, elli yıl boyunca müzik yapmıştır.

Bir keresinde caz müziği için şunları söylemiştir.:

"Caz müziği, hemen her zaman, kızınızın birlikte olmasını istemediğiniz bir adama benzer."

Cenazesine on iki bin kişi katılmıştı. Son sözleri "Müzik benim yaşam tarzım, yaşam nedenim ve insanların beni nasıl hatırlayacaklarıdır." olmuştu.

Bu efsanenin sahne adı Duke Ellington'dı.

—-

Göreceli olarak kısa sayılabilecek Amerikan tarihinin en çok bilinen olaylarından biri, bir gurup Amerikalı göçmenin, Teksas'da bulunan Alamo kalesini Meksika ordusuna karşı savunmasıdır. General Santa Anna komutasındaki Meksika ordusu bu savunmayı kırmış, sonunda kaleyi ele geçirerek sağ kalan Amerikalıları kılıçtan geçirmiştir.

Bu savaşın en ikonik figürü ise, Meksikalılar kaleye girdiklerinde, kurşunu bitmesine rağmen tüfeğinin namlusundan tutup, kabzasını bir topuz gibi sallayarak mücadeleye devam eden, ancak daha sonra öldürülen David “Davy” Crockett'ti.

—-

İşleri o güne kadar çok iyi gitmemiş olsa da, Amerika-Meksika savaşı esnasında Teksas Ranger'ları 1000 adet tabanca siparişi verdiler. Bu tabancaların yapımcısı değiştirilebilir parçaları etkin bir biçimde kullanarak bir imalat hattı kurdu ve burada üreteceği silahların patentini aldı.

Amerikan iç savaşı esnasında hem güneyliler, hem de kuzeyliler müşterisiydiler.

Gerçek bir iş adamıydı, ürettiği silahların bir bölümünü hediye olarak dağıtıyor, ünlülerin bu silahlarla görünerek etkili bir biçimde reklamını yapıyordu.

Her kovboya lazım, Western’lerin vaz geçilmez aksesuarı başta .45 kalibrelik Colt tabancalarının imalatçısı Samuel Colt'du.

—-

Endüstri devriminin kalbi üretim hattı olmuştu. Üretim hattı, değişebilir parçalar ve üretim sürecini hatta çalışan bir kişinin mekanik olarak tamamlayabileceği parçalara bölerek karmaşık ürünler hızlı bir biçimde üretilebiliyordu.

Samuel Colt'un ateşli silahlarda yaptığının benzeri şekilde bir arabayı montaj hattında üretip, orta sınıfın satın alabileceği kadar düşük bir fiyatta satmayı başarmıştı.

Henry Ford, Ford Motor Company’i kurdu ve tarihe otomobilcilerin kralı olarak geçti.

—-

Manhattan’ın en güzel gökdeleni ne Empire States, ne de eski ikiz kulelerdir. Bana sorarsanız bu ünvan tartışmasız Chrysler binasına aittir.

Bu binanın ilk sahibi hem bir demiryolu mühendisi, hem de tren makinistiydi.

İlk arabasını otuz beş yaşında almıştı. Arabasına ilgisi o kadar büyüktü ki, daha bir kez bile kullanmadan, nasıl çalıştığını anlamak için her parçasını söküp, yeniden bir araya getirmişti.

İki yıl sonra Buick'de çalışmaya başlamış, 1917 yılında da Buick'in genel müdürü ve CEO'su olmuştu.

Henry Ford'un izinden gidip, kendi otomobil fabrikasını kurdu.

Kahramanımızı her halde tanıdınız. Chrysler imparatorluğunun kurucusu Walter Chrysler.

—-

Amerikan otomobil üreticilerin üç büyükleri diye adlandırılanlardan ikisi, Ford ve Chrysler'dan söz ettik. Sıradaki Amerikalı girişimci, bunların üçüncüsü olan General Motors'un daha General Motors olmadan ilk seri üretim otomobilini imal eden kişi.

İlk buharlı arabasını 1894'te, ilk benzinli arabasını da 1894'te imal etmişti. Bir tane de elektrikli araba yapıp satmıştı.

Olds Motor Vehicle Company İsimli bir şirket kurdu. Bu şirket daha sonra bir demirci tarafımdan satın alındı bile ancak o genel müdür olarak eski şirketinde çalışmaya devam etti.

Henry Ford, bir otomobili üretim hattında seri üretim teknikleri kullanarak en başarılı şekilde üreten kişi olsa da, bunu ilk olarak başaran kişi Oldsmobile markasının adına çıkarıldığı Ransom Eli Olds olmuştu.

1904 yılında çalıştığı şirketten ayrılıp, isminin baş harflerinden oluşan REO Motor Company'i kurdu. Bu marka da dünyaca üne kavuştu. Müzik gurubu REO Speedwagon'ın ismi REO'nun ürettiği Speed Wagon isimli kamyonetten gelir.

Oldsmobile daha sonra General Motors'a katıldı ve 96 yıl üretildikten sonra 2000'li yılların başında üretimi durduruldu.

—-

Annesi Polonya, Babası Hollandalı Yahudilerdi. 1800’lü yılların sonlarında Varşova’dan Paris'e taşınmışlardı.

Eyfel Kulesi’nin yapımına tanık olmuş, bu olaydan sonra da mühendis olmaya karar vermişti. Manav olan dedesinin soyadı Limoenman’i yine limoncu anlamına gelen Citroën’e çevirdi.

Bu ünlü kişi, tahmin edeceğiniz üzere Citroën marka arabaların tasarımcısı ve yapımcısı André-Gustave Citroën’di.

—-

Sahneye ilk kez dört yaşında çıkmıştı. Daha çocukken evden kaçar, kulüplerde Louis Armstrong, Earl Hines ve Jimmie Noone gibi ünlüleri dinlerdi.

Hem filmlerde, hem televizyon şovlarında, hem de Broadway müzikallerinde oynadı. Tarihte bir televizyon şovunu sunan ilk siyahi sunucu olarak geçti, ancak dünya onu unutulmaz piyanosu ve sesiyle tanıdı.

Siyah bir sanatçı olmasının sıkıntısını yaşadı. Çok sık ırkçılığa maruz kaldı. Televizyona çıktığımda çok siyah görünmesin diye beyaz pudrayla teninin rengini açarlarmış. Birmingham'da sahnedeyken bir saldırıya uğramış, sonrasında da bir daha siyah düşmanlığının çok yüksek olduğu ABD'nin güneyine gitmeyeceğini söylemişti. Gerçekten de bir daha güneye gitmedi.

Alabama’lı bu sanatçı Nathaniel Adams Cole, ya da bilinen ismiyle Nat King Cole'du.

—-

Annesi Amerikalıydı. Dersleri o kadar kötüydü ki, neredeyse hayali olan askeri akademiye almayacaklardı.

Güney Afrikaya gitmiş, orada hem savaş muhabirliği, hem de subaylık yapıyordu. İngilizlerle savaşan bir gurup onu yakalamış, bir esir kampına kapatmıştı. Bu kamptan kaçmayı başardı ve ülkesinde bir kahraman olarak tanındı.

Birinci dünya savaşında Ingiltere ve müttefiklerine en büyük yenilgiyi, planlayıp yönettiği Çanakkale savaşlarıyla yaşattı.

İkinci Dünya Savaşı'nın tartışmasız en bilinen politikacılarından biriydi.

Ne Adolf Hitler'in tehditlerinden korktu, ne de barış ve ittifak için verdiği rüşvetlerini kabul etti. Bütün Avrupa elden gitmişken inadına adasını korudu. Unutulmaz konuşmasında söylediği gibi hem sahillerde, hem tepelerde mücadele etti ve savaştan galip çıktı.

Kim olduğunu elbette tahmin ettiniz. Zamanın İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill.

—-

William Frederick Cody babasını 11 yaşında kaybettiğinde çalışmaya başlamıştı. On dört yaşına geldiğinde de vahşi batının posta servisi olan Pony Express'de at koşturuyordu. Sonrasında, orduda sivil kılavuz olarak çalışmış, Kızılderili Savaşlarındaki başarılarıyla şeref madalyasına hak kazanmıştı.

Amerikan İç Savaşı sonrası Kansan Pasifik Demiryolları, işçilerinin yemek ihtiyacını karşılamak için Cody ile et tedariki kapsamımda bir anlaşma yapmıştı. Cody de bu anlaşma çerçevesinde tek başına on sekiz ayda 4,282 tane bizon avlayıp getirmişti. William Frederick Cody bu performansımdan sonra da herkesin bildiği Buffalo Bill ismini aldı.

—-

Kazananların başarısız sayılamayacağı bir savaşta ister istemez bir kahraman olmuştu.

Elbette ki Amerikan askeri tarihinin namlı tüm generalleri gibi West Point akademisi mezunuydu. İkinci Dünya Savaşı esnasında General Patton'ın altında görev yapmış, sonra da Normandiya Çıkarması'nı idare etmişti. Avrupa'daki Nazilere karşı ilerleme esnasında ise eski komutanı Patton'a komutanlık yapmıştı.

Bu ünlü askeri figürün ismi Omar Bradley'di.

—-

Korsika'da doğmuştu. Ana dili İtalyancaydı ve Fransızcayı bir aksanla konuşuyordu, bu yüzden de çocukluğunda herkes onla alay etmişti. Ailesine ekonomik olarak yardımcı olmak için askeri akademiden erken mezun olmuştu. Fransız ordusunda muvazzaf bir subay olduğunda daha henüz ın altı yaşındaydı.

Karısının ilk kocası Fransız İhtilali sırasında giyotine gönderilmiş, karısı canını kıl payı kurtarmıştı.

Karısına tam anlamıyla aşıktı. Sefere çıktığında her gün karısına yazardı. Karısı ise bu esnada başka erkeklerle işi pişirmişti. Bu evliliğinden hiç çocuğu olmadı.

Herkes onu boyu çok kısa olarak hatırlar ancak çağına göre normal bir boyu vardı. 1.68 metre!

1800'lü yıllarda imparatorken İspanya'dan Mısır'a kadar bir çok ülke doğrudan ya da dolaylı olarak Fransız Egemenliğine girdi. Katolisizmi yeniden Fransa'nın resmi dini yaptı, ancak özellikle İslam, diğer dinlere hep yakın durdu, sempatik davrandı. İlk karısını boşadı, 18 yaşındaki Avusturya prensesi ile evlendi. Bu evlilikten bir oğlu oldu.

Sonra Rusya'ya saldırdı, yenildi. Elba adasına sürüldü. Oradan kaçıp, yüz günlüğüne de olsa, yeniden Fransa İmparatoru oldu. Waterloo'da yenildi. Bu kes Saint Helena adasına sürüldü ve burada öldü.

Yakın tarihin en ünlü İmparatorlarından biri olan bu kişiyi tanıdınız herhalde. Napoléon Bonaparte.



İtalyanın en önlü medya baronlarından biridir. A. C. Milan spor kulübünün 31 yıl boyunca sahipliğini yapmıştı.

Dört ayrı hükümette başbakan olmuş, bu süre içinde birden çok rüşvet, yolsuzluk gibi suçlardan hüküm giymişti.

Milano'da bir saldırı sonucunda burnu ve birkaç dişi kırılmıştı.

Vergi yolsuzluğundan suçlu bulunmuş, cezasını bir yıl boyunca bir huzur evinde yaşlılara hizmet ederek çekmişti.

18 yaşından küçük bir kızla seks yapmaktan yedi yıl hapse mahkum olmuş, ancak temyiz mahkemesi bu hükmü bozmuştu.

Ülkemize de başbakanlığı esnasında sık sık gelip giden bu liderin ismi Silvio Berlusconi'ydi.

—-

1600'lü yılların sonunda Bonn'da doğmuş, yirmili yaşlarında da Viyana'ya yerleşmişti. Otuzuna yaklaştığında ise duyma yeteneğini tamamen kaybetmişti.

Hayatının son on beş yılını tamamen sağır bir halde geçiren bu sanatçı, bu dönemde yazdığı klasik müzik eserleriyle dünyanın belki de en iyi, en çok bilinen bestecisi olmuştu.

İsmini bilmeyeniniz yoktur herhalde. Ludwig van Beethoven.

—-

Hamburgda doğmuştu. Müzisyen bir ailenin çocuğuydu. Daha çocukken dans salonlarında, mali olarak çok zor durumda olan ailesine yardım için piyano çalıyordu.

İlk bestelerini on bir yaşında yapmaya başlamıştı, ancak yaşı ilerlediğinde bunları beğenmeyip, bir çoğunu ortadan kaldırmıştı.

Weimar Dükünün süzenlediği oldukça ışıltılı bir ortamda başka bir sanatçı, onun C Minör Sonatını çalıyordu. Bizzat kendinin bestelediği bu eser çalarken o, yol yorgunluğunu bahane edip uyuya kalmıştı.

1850 yıllarında Macar göçmeni bir çingene kemancı ile tanışmıştı. Kemancı ona Çigan müziğinin bir çok inceliğini tanıttı. Bundan sonraki bestelerinde çingene ezgileri hep belirgin olmuştur.

İlk senfonisini 1854 yılında yazmıştı ancak 1876 yılına kadar hiç bir yerde çalınmasına izin vermedi. Yirmi iki sene boyunca orasını, burasını düzeltti ve sonra iyi olduğuna karar verip, premierini yaptırdı.

Onun reklamını yapan ve üne kavuşmasını sağlayan Schumann öldüğünde dul karısını teselli etmek için Düsseldorf'a gitti, burada da uzun sayılabilecek bir süre kaldı. Schumann'In karısı ile arasında ne geçti bilinmez ama birbirlerine yazdıkları mektupların çoğunu yaktıkları düşünülürse insanın aklı başka yerlere gidiyor tabi.

Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi müzisyenlerinden biri olan bu sanatçının ismi Johannes Brahms'dı.

—-

Bir insan düşünelim. İdeolojisi Fransız Devriminin bütün süreçlerini etkilemiş, fikirleri hem milliyetçilik hem de sosyalizmin temel taşlarından biri olmuş.

Avrupa'da aydınlanma hareketi, herkesin ismini çok iyi bildiği, ama çoğunlukla İsviçreli olduğunu gözden kaçırdığı, Cenevre doğumlu bir filozofa borçludur.

İnsan doğası, politika, cumhuriyet, eğitim gibi modern dünyanın temel kavramlarının bu günkü hallerine gelmesinde bir kaç satıra sığamayacak kadar önemli katkıları olmuştu.

Düşününce hak verirsiniz, bu filozof insanın doğduğumda masum ve iyi olduğuna inanır. Hayat ve toplumsal ilişkilerden edinen deneyimler üzüntü ve bozulmayı getirir. Hatta bir adım ileri giderek der ki, eğer toplum olmasaydı, kötülük de olmazdı.

Bu değerli filozofun ismi Jean-Jacques Rousseau idi.

—-

İngilizlerle yapılan bağımsızlık savaşında orduların başkomutanıydı. Zafer kazanıldıktan sonra cumhuriyetin kurulabilmesi için gönüllü olarak bu görevini bıraktı.

Bu günkü Amerika Birleşik Devletlerinin kurucularından biri ve seçilmiş ilk başkanıydı.

İsmi George Washington.

—-

Normalde uzay yürüyüşlerinde kapsülden dışarı ilk olarak genç ve tecrübesiz astronotlar çıkar, çünkü bir sorun yaşanırsa, kapsülde kalan tecrübeli astronotun durumu düzeltmesi daha garantili olur.

Apollo 11 Ay'a ilk kez insanları götürürken de Ay modülündeki iki astronottan daha genç olanının Ay'a ilk ayak basan insan olması gerekiyordu. Ancak kader bile sayılmaz, basit bir ayrıntı, bu genç astronotun Ay'a ilk ayak basan insan unvanını almasını önledi.

Ay modülünün dışarı açılan kapağı yaşlı astronotun yanındaydı ve Nasa görev komutanları genç astronotun sırtımdaki yaşam destek cihazı ve koca astronot elbisesiyle yaşlı astronotun üzerinden atlayarak dışarı çıkmasının güvenli olmayacağına karar vermişti. Genç astronot da Ay'a ayak basan ikinci insan unvanı ile yetinmek zorunda kaldı.

Bütün dünyanın tanıdığı bu fazlasıyla renkli kişiliğin ismi Edwin Eugene Aldrin Jr., ya da bilinen hali ile "Buzz" Aldrin'di.

—-

Yaş olarak belki benim bir önceki neslime hitab etse de, çocuk aklımızla çok western filmini izlemiştik.

Ayakta dururken hafif bacaklarını açar, bir eli hemen beline asılı silahının yakınında dururdu.

Fazlasıyla "Amerikan" bir Amerikalıydı, ne var ki filmlerinin önemli bir bölümünde bir savaş kahramanı olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşına isteyerek katılmamıştı.

İspanyolcayı çok iyi konuşurdu, evlendiği kadınların üçü de Latin kökenliydi.

Stalin, bir aktör olarak sevmesine rağmen anti kominist söylemlerinden ötürü onun öldürülmesini emretmiş, iki KGB ajanını bu iş için görevlendirmişti. Olayı farkeden FBI bu ajanları durdurmuş, suikasti önlemişti. Stalin öldüğünde yerine geçen Khrushchev ile karşılaştıklarında, Khrushchev olanlar için özür dilemiş, bunların Stalin'in aklını yitirdiği günlerde verdiği bir emirden kaynaklandığını ve kendisinin bu emiri yürütmeden kaldırdığını söylemiştir.

İsmi Marion Mitchell Morrison'dı, ama çoğu kimse onu lakabı The Duke, ya da sahne ismi John Wayne olarak tanır.

—-

Norveç'te doğmuştu. Annesinin isteği üzerine tıp eğitimine başlamış, annesini kaybedince de okulu bırakıp, kaşif olmaya karar vermişti.

1880'lerde Kuzey kutbuna yapılan seferlere katılmıştı. Bunlardan birinde, tarihte ilk kez olmak üzere kış mevsimi kutupda geçirilmişti.

Burada tanıştığı Eskimolar ona zorlu kutup koşullarında hayatta kalmayı sağlayan, örneğin kalın kürkler yerine hayvan derisi giymek, ya da köpeklerin çektikleri kızaklarla yolculuk yapmak gibi çok önemli becerileri öğretmişlerdi.

O güne kadar Kuzey kutbuna kendisi de dahil bir çok kişi, bir çok kez ulaşabilmiş olsa da Güney kutbuna hala gidilememişti.

Güney kutbunun keşfi Norveçli ve İngiliz iki ekibin rekabetine sahne oldu. Soğuğa uygun giysileri, kayakları ve köpeklerin çektiği hafif kızakları ile kutba ilk ulaşan ekip Norveçliler olmuştu,

İngiliz gurup kutba bir ay sonra ulaşabilmiş, ancak dönüş yolunda donarak ölmüşlerdi.

Güney kutbunu ilk keşfeden Norveçli kaşifin ismi Roald Amundsen'di.

—-

On dokuzuncu yüzyılın sonumda Rusya, Polonyanın Krasnosielc kentinin de içinde bulunduğu bölgeyi topraklarına katmış, Yahudi bir aile olan Wonskolaser'lar Harry, Albert, Sam, ve Jack isimli çocuklarıyla birlikte Kanada'ya göç etmişlerdi.

Sam ve Albert kardeşler eski bir projektör satın almış, Pennsylvania ve Ohio'daki madencilere film oynatıyorlardı. 150 dolar vermiş, Life of an American Fireman ve The Great Train Robbery isimli filmlerin gösterim hakkını almışlardı. 1903 yılında ilk sinema salonları The Cascade'i, New Castle, Pennsylvania'da açtılar.

Wonskolaser kardeşler 1904 yılımda Duquesne Amusement & Supply şirketini kurdular. Birinci Dünya Savaşı günlerinde artık kendi filmlerini yapıyorlardı. 1918 yılımda ise Hollywood'da, Sunset Bulvarının üstğnde ilk Warner Bros stüdyolarını açmışlardı.

Birinci Dünya Savaşı esnasında Amerikalı bir askerin Fransa'dan getirdiği bir köpek olan Rin Tin Tin sayesinde üne kavuştular. Bu köpek ilk olarak Where the North Begins filminde oynadı. Sonradan haftada 1000 dolar maaşla yirmi yedi filmde daha de rol aldı.

Warner Bros için bundan sonrası yavaş yavaş bir büyüme şeklinde gerçekleşti.

Warner biraderlerden Jack Warner fazlasıyla renkli bir kişilikti, Bir gün Albert Einstein’la karşılaştıklarında ona "Benim de bir rölativite teorim var." demişti, "Asla onları işe alma!" Rölativite'nin kökü 'relative' aynı zamanda akraba demektir.

Jack Warner kardeşlerini ikna ederek sahip oldukları Warner Bros'un bütün hisselerinin bir yatırımcı konsorsiyumuna sattırmıştı. Sonrasında bu hisseleri tek başına geri aldı. Diğer kardeşler o günden sonra Jack ile bir daha konuşmadılar.

Warner Bros günümüzden en geniş film koleksiyonuna sahip stüdyodur. Tam 6800 film! Bu filmleri ve aktörlerini yazmak sayfalar alır. Kadrosunda Superman ve Batman olan DC Comics de Warner Bros'un bir alt şirketidir.

—-

Samuel Langhorne Clemens 1835 yılında, yedi aylıkken dünyaya gelmişti. Kimse onun hayatta kalacağını düşünmüyordu ama o yedi kardeşin arasında ergenliğe ulaşabilen üçünden biri oldu.

Çocukluğunu babasının işi dolayısıyla yerleştikleri Missouri'nin Hannibal kentinde geçirmiş, hayatının bir bölümünde Mississippi nehrinin üzerinde çalışan gemilerde kaptanlık yapmıştı.

Pennsylvania İsimli bir gemide çalışırken, küçük kardeşini de aynı gemide işe almıştı. Ancak Pennsylvania'nın kazanı patladı ve kardeşi bu kazada hayatını kaybetti.

Kaptanlık ehliyetini almış, Mississippi üzerindeki gemi trafiği iç savaş yüzünden durana kadar bu işte çalışmaya devam etmişti.

İşini kaybedince de yazmaya başladı. Kitaplarında gemilerin güvenli bir biçimde hareket edebileceği iki fatoma (12 feet ya da 4 metre) derinlik anlamına gelen Mark Twain ismini kullanmıştı.

Mark Twain, Amerikan edebiyatının en bilinen yazarlarından biridir. Yine çocuk aklımla Tom Sawyer, Huckleberry Finn gibi kitaplarını defalarca okumuştum. Bu kitaplardaki öykülerin çoğu zaten Missouri'de geçer ve Twain bunları Hannibal günlerine dayanarak yazmıştır.

—-

Paris'e gittiğinizde kuşkusuz görülecek yerler listesinde ön sıralarda bir yerde Eyfel Kulesi bulunur. Kuleye de ismini veren mimar Gustave Eiffel'di.

Ancak Eyfel kulesinin tasarımını aslen Gustave değil, yanında çalışan Maurice Koechlin isimli bir mühendis yapmıştı. Hatta Gustave tasarımın ilk halini beğenmemiş, Maurice'den biraz daha göz dolduran bir yapı planlamasını istemiştir. Projenin son halini beğenip, onaylamış, sonra da bunu hayata geçirmek için temaslara başlamıştır.

Gustave, kuleyi aslen İspanya'da, Barselona kentinde yapmayı istemiştir, ancak Barselonalılar bu boyutta bir demir yığınının gözlerini rahatsız edeceğini söyleyip, reddetmişlerdi.

Neyse ki Fransız Devriminin yüzüncü yılı kutlamaları için fuar alanına girişte archway dedikleri bir çemberli kapı düşünmüşlerdi, Gustave'ın projesi seçildi de Eyfel kulesi Paris'e yapıldı.

Eyfel kulesi, Gustave'ın ilk eseri değildi. Ne York'daki özgürlük heykelinin içini tasarımlayan sanatçı ölünce yerine Gustave'ı almışlardı. Bu heykelin hatrı sayılır bir bölümü Gustave'ın eseridir.

Kule daha yapılmadan birçok Parisli şikayet etmeye başlamış, bittiğinde ise bu şikayetler tavan yapmıştı. Birçok kişi bu kuleyi amaçsız, işe yaramayan, estetiği olmayan bir demir yığını olarak tanımlamıştı. Guy de Maupassant, her gün Eyfel Kulesinin dibimdeki bir restoranda yemek yiyiyordu. Bunun sebebi olarak da kulenin altındaki bu restoranın, Paris'te Eyfel'i görmeden oturabileceği tek yer olmasını gösteriyordu.

Tamamlandığında 300 metrelik boyu ile dünyanın en yüksek binası olma rekoruna sahip oldu. Bu onuru 1930 yılında 319 metre yüksekliği ile New York'daki Chrysler binasının yapımına kadar 41 yıl korudu. 1957 yılında tepesine takılan 20 metrelik bir anten ile Chrysler binasının boyunu 2 metre ile geçmişti ama o günlerde yine New York'daki Empire State binası hem Eyfel'e hem de Chrysler'a çoktan fark atıp, rekoru eline geçirmişti.

Eyfel Kulesi, güneşli bir günde yapıldığı metalin ısınarak genişlemesiyle 15 santim uzar, bir kaç santim de güneşin aksi yönüne doğru eğilir.

Normalde fuar alanı için geçici bir yapı olarak düşünülen bu kule planlandığı üzere 20 yıl sonra yıkılacaktı. Ama Parisliler savaşta gözlem ve radyo kulesi olarak kullanılsın diye dokunmadılar.

İkinci dünya savaşı esnasında Almanlar Paris'e girdiklerinde Fransız direnişi asansörleri sabote etmişti. Böylece eğer Naziler kuleye bir Nazi Svastika'sı asmak isteselerdi binlerce basamak merdiven çıkmak zorunda kalacaklardı.

Naziler her şeye rağmen bir Svastikalı bayrağı Eyfel'in tepesine astılar, ancak rüzgar o kadar kuvvetliydi ki, bayrak uçup, gitti.

Savaşı. Sonlarında müttefikler Paris'i geri almak üzereyken Hitler, General Dietrich von Choltitz'e kuleyi yıkma emrini verdi. Ancak General Dietrich von Choltitz Paris'e karşı bir yakınlık geliştirdiğinden ve biraz da Hitler'in delirdiğine inandığından bu emri yerine getirmedi.

Eyfel kulesi, Parisli bir Sülün Osman - olasılıkla Piyer dö Sülün, tarafından iki kez 'satıldı'. Ancak kuleyi satan açıkgöze hiç bir şey olmadı. Parayı veren akıllı yaptığından o kadar utanmıştı ki, şikayetçi olmadı.

Erika Labrie İsimli Amerikalı bir kadın, Eyfel kulesi ile 'evlendiğini' ilan etti ve ismini Erika Eiffel olarak değiştirdi. İnsanlar bunu duyduğunda onla alay edip, küçük düşürmeye başlayınca kule ile ilişkisini bitirip, bu kez Berlin Duvarı'yla evlilik dışı bir aşk yaşamaya başladı.

Bu anıtsal yapının Fransız mimarı sadece Eyfel Kulesiyle anılsa da başka önemli eserlere de imza atmıştır. Örneğin Porto kentindeki Douro nehri üzerindeki Maria Pia köprüsü. Muhteşem bir köprüdür.

—-

Üç yaşında piyano çalmaya, beş yaşında müzik bestelemeye başlamıştı. Bu yaşımda harp ve kemanı bir profesyonel kadar iyi çalıyordu. Neste yapmaya yani müzik notaları yazmaya başladığımda henüz harflerle okuma ve yazma bilmiyordu.

Altı yaşımda kraliyet ailesi için çalmaya başladı.

İlk senfonisini sekiz yaşında yazdı.

Senfonilerinin yarısını sekiz ila on dokuz yaşları arasında yazmıştı.

On beş yaşlarında, Sistin Şapelinde Vatikan’ın notalarını kimseye vermediği Allegri’nin Miserere'sini dinleyip, eve gittiğinde bütün notalarını kafasından eksiksiz ve yanlışsız yazmıştı.

Yine hala çocukken Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa için çalıyordu. Bu esnada İmparatoriçenin kızlarından birini çok beğenmiş, ona kendisiyle evlenmek isteyip, istemediğini sormuştu. Bu küçük kız büyüdüğünde Fransa Kraliçesi olup, ekmek yoksa pasta yesinler diyecek ve kafasını giyotinde kaybedecek olan Marie Antoinette'ti.

Hayatının geri kalanında vücuda getirdiği eserleriyle ismi dünyanın gelmiş geçmiş en iyi müzisyenleri arasına yazıldı.

Biraz eksantrik bir kişiliği vardı. Salzburg Arcbişopu Kont Hieronymus von Colloredo, için çalıyordu, ancak Kont onun habersiz ortadan kaybolmalarından, gecikmelerinden şikayetçiydi. Klasik müzik tarihçileri için bir klasik haline gelen şu cümleyle işine son verdi “Soll er doch gehen, ich brauche ihn nicht! - Söyleyin gitsin, artık ona ihtiyacım yok!".

İnanması zor ama bu müzik dahisinin kulaklarında duyma bozukluğu vardı,

Çocukken bir yıldız, gençken ise döneminin en iyi müzisyeni sayılan bu deha, yaşamının büyük bir bölümünü parasız, iş arayarak geçirdi.

Otuz altı yalında öldüğünde beş parası yoktu. Bugün mezarı nerede kimse bilmiyor. Öldüğünde bir tören falan yapılmamış, hatta bir mezar taşı bile konmamıştı.

Herkesin bildiği bu bestecinin adı Wolfgang Amadeus Mozart'dı.

Eddie Van Halen, çocuğunun ismini Mozart'a ithafen Wolfgang (Van Halen) koymuştu. Eddie Hollandalıdır ve bilenleriniz bilir, bu iki Jermen halk birbirlerini 'çok' da fazla sevmezler.

—-

Büyük büyükbabası Etiyopya,da doğmuş, sekiz yaşında kaçırılıp İstanbula getirilmişti. Padişah onu haremde bir odaya kitlemişti. İstanbul'daki Rus konsolosu onu her nasılsa bulup, kurtarmış, Çar Büyük (Deli) Petro'ya hediye olarak Rusya'ta göndermişti.

Çar Petro bu çocuğa çok bağlanmış, onu vaftiz edip dini babası olmuştu.

İki nesil sonra bile büyük büyük babasının Afrikalı görüntüsünün izlerini taşıyordu.

Yazdığı şiirlerden birinde Çar'ı zalim, kaba bir adam olarak betimlemiş, Çar da ceza olarak onu güneye, onun gibi bir asil için ceza sayılabilecek memurluk yapmaya sürmüştü.

Hayatı boyunca 29 kez düello yapmıştı. Ölümü de karısını baştan çıkarmakla suçladığı bacanağı ile yaptığı bir düellonun sonrasında oldu.

Bir çok kişi tarafından modern Rus edebiyatının kurucusu ve Rusya'nın en büyük ozanı olarak kabul edilir. Tüm dünyaca bilinen Boris Godunov, Yüzbaşının Kızı gibi eserleri vardır.

Bu ünlü Rus şair ve yazarının ismi Alexander Sergeyevich Pushkin'di.

—-

Birinci Dünya Savaşı dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğunu yöneten üç paşadan biriydi.

Jöntürkler devrimine liderlerinden biri olarak bilfiili katılmıştı.

Devlet yönetiminde önce Dahiliye Nazırı, yani İçişleri Bakanı, sonra da Vezir-i Azam, yani Başbakan olmuştu.

Dünya onu çıkardığı tehcir kanunu sonrası Ermeni olaylarının müsebbibi olarak tanır.

İsmi Mehmet Talat Paşa.

—-

Babası da kendisi gibi yetenekli bir askerdi. Baba oğul şeref madalyasına sahip olan ilk aileydiler.

West Point Akademisini toplam 2470 puan üzerinden 2424 puan alarak bitirmişti. 100 üzerinden 98 anlamına gelen bu skor akademinin tarihinde sadece iki kez daha tekrarlanabilmiş ya da geçilebilmişti.

Başkan Roosevelt ordu harcamalarında önemli bir kısıtlamaya gitmeyi düşünüyordu. Onu Beyaz Saraya çağırdı ve bu fikrini açıkladı. Amerikan ordusunun bir generali olarak elbette başkanla aynı fikirde değildi. Tartışma alevlendi ve bir noktada başkana şunları söyledi.

"Bir gün Amerika bir savaşı kaybettiğinde, karnında düşman süngüsü, boğazında düşman askerinin bastırdığı botu ile çamurda yatar askerin ölmeden önceki son küfrü bana değil sana olsun."

Biraz sakinleşince, Başkana karşı bu şekilde konuştuğu için özür diledi ve hemen istifasını verdi. Roosevelt istifayı kabul etmedi, o da Beyaz Saray'dan ayrıldı.

Ana kapıdan çıkıp, merdivenlerden inerken de tartışmanın sinirinden basamaklara kustu!

İkinci Dünya Savaşı esnasında, Pasifik,deki Amerikan kuvvetlerinin komutanıydı. Japonlar Pearl Harbor'a saldırdıktan sonra Filipinlere yönelmişler, o da karısı ve çocuğu ile küçük bir tekneye binip, canını zor kurtarmıştı.

Sonrasında bir kaç sene boyunca hiç durmadan ada ada savaşarak Filipinleri Japonlardan geri aldı. Bir sonraki görevi Japonya'nın işgaliydi ama Amerikan yönetimi bu işi kısa yoldan iki nükleer bombayla halletti.

Kore savaşı sırasında yine müttefik kuvvetlerin komutanıydı. Çinliler Kuzey Kore'nin yanında savaşa girdiğinde o doğrudan Çinlilere saldırmak istedi, ancak Başkan Truman daha temkinli bir strateji izleme taraftarıydı. Bu anlaşmazlık yüzünden Truman onun görevine son verdi, yani uygun deyimiyle onu kovdu.

Ülkeye döndüğünde görevinden azledilmiş bir asker değil, muzaffer bir komutan gibi karşılandı. Halk onu Başkan Truman'dan daha çok seviyordu.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Avrupa cephesi George Patton, Omar Bradley, Bernard Montgomery gibi bir çok general gördü, ancak o, Pasifik’teki tek isimdi. Douglas MacArthur.

—-

Sessiz sinema günlerini yaşayacak kadar yaşlı olmasak da, bu dönemin unutulmaz iki karekterini hatırlayacak kadar yaşlı sayılırız. Kendisi oldukça şişman olmasına rağmen, incecik partneri Stan Laurel ile unutulmaz komedi filmlerine imza atan bu aktörün adı Oliver Hardy'ydi.

—-

Frankfurt'da doğmuştu. Yedi kardeştiler ama hayatta ancak sadece kendisiyle birlikte bir kardeşi daha hayatta kalabilmişti.

Ailesi çok varlıklıydı. Özel hocalar sayesinde çocuk yaşta Latince, Yunanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce, İbranice, İtalyanca ve İspanyolca konuşabiliyordu. Bunlara ek, dans, eskrim, atçılık, piyano ve çello öğrenmişti.

Bir Alman şair ve filozofu olmasına rağmen ilk şiirlerinden birini Ingilizce yazmıştı.

Bir kaç kez nişanlanmış, arada da çok çam devşirmişti ancak evlendiğinde yaşı elli yediydi. Evlendiklerinde zaten on yedi yaşında bir çocukları vardı.

1776 yılında adına adaleti temsilen bir "von" eklenmiş ve maliye bakanı olmuştu, ama aklı hala yazarlıktaydı. 1786 yılında ise ünlü İtalya gezisini yaptı. Görevinden istifa etmemiş, dönüş tarihini açık bırakmıştı, böylece maaşını hala alabiliyordu. Bu gezisinde bol bol bilimsel çalışma yapmış, insanlar en karmaşık organizmadır tezini burada vücuda getirmişti.

Bilinen on binden fazla bilimsel yada edebi makale, mektup ve çizimleri vardır.

Almanya'da başlayan Sturm und Drang, yani Fırtına ve Baskı hareketinin öncülerindendi. Bu hareket, işin çok felsefesine girmeden, mantığa rağmen duyguların serbestçe ifade edilmesini savunmaktaydı.

İsmi doğru olarak telaffuz edildiğinde hepimizin yüzünden bir gülümseme geçer. Bu dünyaca ünlü Alman yazar, filozof ve devlet adamının ismi Johann Wolfgang von Goethe'dir.

—-

Bu programa katılmadan önce bile Amerika'da çok tanınan bir kişiydi. İkinci Dünya Savaşında ve Kore'de savaştıktan sonra ilk kıtalar arası süpersonik uçuşu gerçekleştirmiş, bundan ötürü de NASA'nın dikkatini çekmiş, bu çok ışıltılı uzay programına çağrılmıştı.

Bir Atlas roketi Mercury kapsülünü uzaya çıkaracaktı. Astronotların barındığı bu kapsüllere takma birer isim koymak adettendi. Ailesine sordu ve onlardan gelen istek üzerine kapsülün ismini Friendship-7, yani Arkadaşlık-7 koydu.

Her şey hazırlanıp, roket ateşlenecekken aksilikler başladı. Yakıt sızıntıları, mekanik sorunlar, kötü hava koşulları gibi farklı nedenlerle görev aylarca ertelendi.

Roket ateşlendiği anda kontrolle görevli personelden bir dua ile karışık bir temennide bulundu. Görevin yedek astronotu ise herkesin bu görevle hatırladığı o ünlü dileğini yüksek sesle söyledi. "Godspeed!" Ya da tanrı yolunu açık etsin. Ancak tarihe geçen bu dileği bir tek o duyamamıştı. Yedek astronot ve kendisinin telsizi farklı frekanslardaydı.

Görev dört saat kadar sürmüştü, ancak bir esnada yerdeki görev kontrol birimine kapsülün etrafında ateş böcekleri gördüğünü bildirdi. Yerdekilerin bir bölümü astronotun akıl sağlığını kaybettiğini, diğer bölümü de ciddi bir mekanik problem yaşandığını düşündüler. İşin sırrı başka bir Mercury görevinde çözüldü. Bu kez de astronot ateş böcekleri değil, kar taneleri gördüğünü söylemişti. Sonradan anlaşıldı ki ısı farklılıklarından dolayı, kapsülün yüzeyinde donmadan dolayı yoğuşarak oluşan parçacıklar bu fenomene neden oluyormuş.

Görevini tamamladı ve dünya çevresinde yörüngede dolanan ilk Amerikalı astronot ünvanını kazandı. Görevi süresince dünya etrafında üç kez dönmüştü. Bu cesur havacının ismi John Glenn'di.

Glenn 77 yaşında, uzay mekiği Discovery ile bir kez daha dünya yörüngesine çıkmıştı.

—-

Fransa'da bulunan Nice kentinde doğmuştu, ancak o günlerde bu kent birinin kendisinin olduğu iki İtalyan aileye bağlanmıştı.

Ulusal birlikçi ve cumhuriyetçi bir harekete karışmış, gıyabında ölüm cezası verilince de önce Tunus'a, oradan da Brezilya'ya kaçmıştı. Brezilya,da yine yönetime karşı bir gurupta yerel bir savaşa karıştı.

Sonra Uruguay'a gidip, evlendi ve bu kez de bir İtalyan lejyonu kurup, Uruguay iç savaşına karıştı.

Palermo'da başlayan bir devrimci harekatı öğrendiğinde, lejyonunun bir kısmını alarak yurduna, İtalya'ya döndü.

O günlerde İtalya, Çoğunluğu Avusturya'nın etkisinde, küçük sayılabilecek, İtalyanın güneyi ve Sicilya adasında Sicilya Krallığı, Orta İtalya'da Papa'ya bağlı şehirler, kuzeyde Lombardiya-Venedik Krallığı, Parma, Toskana ve Modena düklükleri ve içine Sardunya Adası, Piemonte'nin anakaradaki bölgeleri, Cenova ile Nice'i alan Sardunya Krallığı gibi şehir devletlerinden oluşmuştu.

Bu monarşilere karşı ilk kıpırdanma Roma'da gerçekleşmiş, yeni seçilen ve göreceli olarak daha lilerici bir yaşam görüşüne sahip bir Papa, bu şehirde yaşayanlara bazı özgürlükçü ve liberal haklar tanımıştı.

Bunun hemen ardından Sicilya'da bağımsız bir hükümet kurmak için ciddi boyutta bir devrim başladı. Bunu Salerno ve Napoli izledi. Avusturya Kralı Ferdinand'ın güçleri Güney İtalya'dan püskürtülmüştü.

Birinci İtalyan Bağımsızlık Savaşı,na yol açan bu olaylar esnasında Milano,da, Roma'da bağımsızlıkçıların saflarında mücadele etti, ancak bu ilk deneme başarısız olmuş, Avusturya ve Fransa İmparatorluklarının orduları kontrolu sağlamışlardı.

Roma Fransız ordusu tarafından kuşatılmış, galipler Roma'da direnen cumhuriyetçilere üç seçenek sunmuşlardı. Teslim olun, ya da caddelerde savaşmaya devam edin ya da Roma,dan çıkın. Duvarları hala kanlı konsey salonuna girdiğimde şu tarihi sözünü söylemişti "Ovunque noi saremo, sarà Roma - Biz nereye gidersek gidelim, Roma orada olacaktır."

Roma,dan çekilmiş, İtalya içerisinde hala direnen guruplara yardım etmeye çalışmış, ancak sonunda etrafında kalan 250 askeriyle İtalya'dan ayrılıp, Amerika'ya, New York'a gitmek zorunda kalmıştı. Oradan Nikaragua,ya, oradan da Peru'ya geçti. İnanması zor, oradan da Çine...

Hayat onu bir kaptan olarak geri Avrupa'ya, bu kez İngiltere'te getirdi. Sonrasında kardeşi ölmüş, ondan kalan mirasla Sardunya'nın kuzeyinde bir adanın yarısını almış, çiftçiliğe dönmüştü.

Bu esnada İkinci Italyan Bağımsızlık Savaşı patladı. Sardunyalılar ona general rütbesi verdi ve o da yeniden Avusturyalılarla savaşa başladı.

Bu esnada on sekiz yaşında bir kadınla evlenmişti. Nikah günü kız ona başka birisinin çocuğunu taşıdığını söyledi. O da aynı gün kızı bıraktı.

Messina ve Palermo'da ayaklanmalar olduğu haberini alır almaz 4000 askerle bu bölgeye geldi.

İlk önce Sicilya adasını, sonrasında da Napoli'yi ele geçirdi. Sonrasında ise Vittorio Emanuell ile Teano'da modern İtalyan tarihinin en önemli toplantısını yaptı.

26 Ekim 1860,da Vittorio Emmanuel'i birleşik İtalya'nın kralı olarak karşıladı.

Amerikan İç Savaşında Abraham Lincoln'ın tarafında kaldı ve ona desteğini sundu. Bu çağrısı karşılık buldu ve Amerikan ordusunda tümgeneral rütbesi ile görev aldı.

Sonrasında ise İtalya'nın tam bağımsızlığı için yeniden harekete geçti. Bu kez hedef Papa'nın kontrolündeki şehirlerdi. Roma'ya saldırdı, yaralandı ve esir alındı. Arkasındaki uluslar arası desteğin sayesinde serbest bırakıldı. Bu kez Londra'ya sürüldü.

Üçüncü İtalyan Bağımsızlık Savaşı başlamıştı. İtalyanlar Prusyalılarla birlik olup, Avusturyalılara saldırmışlardı. Hedef Venedik’i kurtarmaktı. Neyse ki Venedik’i kurtardılar ama o sonrasında yine esir düştü, sonra bir kez daha serbest bırakıldı.

Sonra Fransa iç savaşı çıktı. O Fransa'ya gidip, yine Monarşiye karşı savaştı.

Kahramanımızın hayli uzun be karışık öyküsü böyle. Ancak bugünki İtalya bağımsızlığının önemli bir bölümünü ona borçludur.

George Washington Amerikalılar için, ya da İnönü Türkler için neyse Giuseppe Garibaldi de İtalyanlar için hemen hemen odur.

Bir not. İtalya'nın bağımsızlık öyküsü şimdiye kadar duyduğum en uzun, en karmaşık ve en ilginçlerinden biridir. Fırsatınız olursa okumanızı öneririm.

—-

Zamanının en yetkin bilim adamı olmasına rağmen sadece iki yıl okula gidebilmişti. Eğitiminindeki eksikliği tek başına, çalışarak kazandığı küçük miktarda parayla aldığı kitapları okuyarak tamamlamıştı.

Kardeşinin çıkardığı gazetede bir kadın ismiyle kadın hakları gibi konularda yazılar yazıyordu. Bu yazıları o kadar tutulmuştu ki Boston'ın bekar erkeklerinden evlenme teklifleri almaya başlamıştı. Kimliğini açıkladığında özellikle erkekler ciddi bir hayal kırıklığına uğramış, kıskanç kardeji de bu duruma çok sinirlenmişti.

Kardeşinin yanında çalışırken devamlı yediği dayağa ve maruz kaldığı aşağılanmaya dayanamamış, Boston'u bırakıp, hayatının gerisini geçireceği Philadelphia'ya taşınmıştı.

Beş parasız geldiği Philadelphia'da bir matbaa açmış, maddi durumunu ciddi biçimde düzeltmişti.

Kırk iki yaşına geldiğinde ise matbaada çalışmayı tamamen bırakıp, bilimsel araştırmalarına yönelmişti. Yağmurlu bir günde uçurduğu uçurtmasıyla bulutlardaki elektriklenmeyi ve paratoneri bulmuştu. Yine bu günlerde çift odaklı gözlüğü ve yakıtını zamanın örneklerine göre çok daha verimli yakabilen sonayı icat etmişti.

Islak parmakla çalınan, camdan bir harmonika icat etmişti. Bu müzikal enstrümandan binlercesi imal edilmiş, Mozart, Beethoven ve Strauss bu ilginç enstrüman için özel besteler yazmıştı.

Amerika'nın İngiltereden tamamen ayrılıp bağımsızlığını elde etmesine o kadar sıcak bakmıyordu. İngiltere ile daha bir uzlaşmacı, orta yolcu bir politika izlemek istiyordu. Ğnlü Boston Çay Partisinden sonra denize dökülen çayların bedellerinin ödenmesi ve şirketin kayıplarının karşılanmasını önermişti.

Etrafındakiler onun bir İngiliz casusu olmasından şüphe etmeye başlamışlardı.

Ancak ne olursa olsun, Amerika'nın bağımsızlığında çok önemli bir rol oynamıştı. İngilizlere karşı uluslararası desteği neredeyse tek başına oluşturmuştu.

Amerika'nın kuruluşunda aslan payı, askeri başarılarından dolayı George Washington'a verilse de onun payı en az Washington'ınki kadar büyük ve önemlidir.

Bugün her yüz dolarlık banknota baktığımızda onun portresini görürüz.

İsmini her halde tahmin ettiniz! Benjamin Franklin.

—-

Macaristan'da doğmuş, ailesiyle birlikte Amerika'ya göç etmişti.

Çok ilginç ve az rastlanır bir kariyeri vardı.

Kaçmak!

İhtisası kapalı hücrelerden, sandıklardan, zincirlerden, kelepçelersen kurtulup, kaçabilmekti.

Bunun için genellikle vücudunun bir yerinde sakladığı maymuncuğu kullanıyordu. Eğer bu mümkün değilse onu hücreye uğurlayan yardımcısı elini sıkarken gizlice ona bir maymuncuk veriyor, gideceği hücreyi önceden biliyorsa, orada bir maymuncuk saklıyordu.

Ama sonunda hep kaçıyordu...

Dünyanın en iyi illüzyonisti, ya da eski tabiriyle sihirbazı herhalde Harry Houdini'ydi.

—-

Doğduğunda, nüfus kağıdına cinsiyeti kız olarak yazılmıştı. Daha bir yaşına bile gelmeden annesini kaybetmişti.

Otuzlu yaşlarının başında ağızında bir tek doğal dişi kalmamıştı. Diş etlerindeki bie enfeksiyon yüzünden bütün dişlerini kaybetmiş, takma diş kullanıyordu.

Bir temizlik delisiydi. Günde bir kaç kez duş alır, hiç bir zaman banyo yapmazdı. Kirli suyun içinde oturuyor olmak fikri aklını başından alırdı.

Bir film yapımı esnasında kadın karekterle bir ilişkiye girmişti. Kadın bir süre ortadan kaybolmuş, sonra da bir bebekle geri dönmüştü. Kadın herkese bebeği evlat edindiğini söylese de bebek biraz büyüdüğünde kimsenin babasının kim olduğu hakkında bir şüphesi kalmamıştı. Büyük kulakları dahil tartışmasız babasının bir kopyasıydı.

Ona Hollywood'un kralı derlerdi. Red Dust, Manhattan Melodrama, San Francisco, Saratoga, Test Pilot, Boom Town, The Hucksters, Homecoming, ve The Misfits gibi unutulmaz filmlerde oynadı.

Bu unutulmaz aktörün ismi Clark Gable'dı.

—-

Suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluştuğunu ilk o önermişti. Suyu 100 derecede kaynarken, sıcaklığı yükseltmeden sıvıdan buhara çeviren gizli ısı kuramı da ona aittir. İlk fotokopi makinasını da o icat etmiştir.

İskoçya'da doğmuş, bir süre Londra’ya gidip, geri Glasgow üniversitesine dönmüştü.

Endüstri devrimini buhar motoru başlatmıştı. O zamana kadar konsept bir kaç buhar motoru yapılmış olsa da gerçek anlamda işe yarar ilk buhar motorunu tasarımlayıp, yapmıştı. Bugünkü modern hayatımızın önemli bir bölümünü başlamasına önayak olduğu endüstri devrimine borçlu olduğumuzu düşünürsek, bu bilim adamının önemini daha iyi anlarız.

İşe yarar ilk buhar motorunu da İskoçyalı bir bilim adamı olan James Watt tasarlamıştı. Tahmin edeceğiniz üzere bir güç birimi olan Watt da James Watt'a ithafen isimlendirilmiştir.

—-

Türkiye Cumhuriyetinin dokuzuncu Cumhurbaşkanlığını ve yedi kez de Başbakanlığını yapmıştı. Türk siyasi tarihinin en çok bilinen, en önemli ve en çok sevilen figürlerinden biri olan bu politikacının ismi Sami Süleyman Gündoğdu Demirel'di.

—-

Yukardaki tarihi şahsiyetlerin tümünün ortak bir özelliği vardı.

Hepsi birer Mason'du.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...