30 Mart 2013 Cumartesi

Petronun Memleketi II

Rusya gezimizin ilk bölümünü bu akşam Saint Petersburg'da tamamladık. Kırk sekiz saat bu güzel şehir için çok çok az geldi hem Jelena'ya, hem de bana, o yüzden ayrılışımız bir veda değil, daha ziyade bir "Hasta La Vista", yani yeniden görüşmek üzere olacak sanki.

Saint Petersburg genç bir şehir. Rus çarı Büyük Petro yada bizdeki yaygın ismi ile Deli Petro, Rusyayı batıya yakınlaştıracak bir liman şehri istediği için, her santimetre karesi planlanarak kurulmuş ısmarlama bir şehir. Öyle hassas planlanılınca tabi, ortaya dünyanın en güzel şehirlerinden biri çıkmış.

Biz her ne kadar Deli desek de Petro kendi ülkesine çok faydası dokunmuş bir Çar. Ülkesini kalkındıracak yolun batı tarzı düşünce ve eğitim olduğunu görmüş ve Saint Petersburg'u batı ile Rusya arasında bir köprü olarak hayata geçirmiş. İşte bu yüzden şehir batı mimarisi ile inşa edilmiş, Petro'nun önemli destekleri ile birçok müze, kütüphane ve konser salonu, opera yada bale benzeri kültürel merkezler yapılmış.

Hermitage
Bu müzelerin en önemlisi Hermitage (Ermitaj) isimli Rusya'nın ve dünyanın en büyük müzelerinden biri. Petro'nun ayak izlerini takip eden Katerina'nın başlattığı, sonradan bu günkü haline gelmiş, maddi değeri ölçülemeyen bir sanat koleksiyonu. İlgileniyorsanız zaten biliyorsunuzdur ama benim gibi ressamları sadece isimlerinden tanıyanlardaysanız, bu müzede Rubens, Rembrandt, Michelangelo, Goya, Van Gogh, Gauguin, Renoir, Monet gibi sanatçıların eserlerini bulabileceğinizi söylemiş olalım. Birçok kişi bu müzeyi tamamen gezmenin en az on gün alacağını tahmin etmekte, bilginiz olsun.

Hermitage müzesi Çar ailesinin kışlık sarayında ek bir binada kariyerine başlamış, bugün bu sarayın tümünü ve etrafındaki üç beş başka binayı da asimile ederek genişlemiştir.

Aynı saray binasının Bolşevik devrimi sırasında da hatrı sayılır bir tarihi önemi vardır. 7 Kasım 1917 de Lenin önderliğinde bolşevikler bu binayı basarak ünlü Ekim Devrimimi başlatmışlardır.

Saint Petersburg uzun süre Çarlık Rusyasının başkenti olmuş. Bu yüzden de Rus Tarihinin bildik birçok önemli ismi bu şehirde yaşamış. Petro ve Katerinadan zaten bahsetmiştik, Puşkin, Yusupov, Potemkin ve Kutuzov ise diğer ünlü isimlerin sadece birkaçı.

Yine bir imparatorluk başkenti olması sonucu Saint Petersburg'la ilgili bir dolu saray hikayesi var. Bu hikayelerin çoğunluğu ise soyluların cinsel tercihleriyle ilgili. Bu soylular adam/kadın farketmeksizin ya fazlasıyla karşı cinslerden yada kendi cinslerinden hoşlanıyorlarmış tabii eğer bu hikayeler doğruysa.

Mesela Katerina bayağı meşgulmüş diğer erkeklerle. Onyedi tane aşığı olduğu söyleniyor. Baltacı bu sayıya dahil mi bilmiyorum.

Ancak bu soylu cinsel hikayelerin en şehvetleri tabii ki Rasputin'e aittir.

Rasputin'in öldürüldüğü saray
Sanıldığının aksine bir papaz değildi Rasputin. Hiçbir zaman Ortadoks kilisesine bağlı olmamıştı. O daha ziyade bir keşiş, bir din bilgini sayılabilirdi. İnsanları iyileştiririci bir gücü olduğuna inanılırdı, o yüzden de bir prensi iyileştirme görevine getirilmişti. Bugün olsaydı yanlış tedavi yüzünden dava edilebilirdi. O kadar köfteydi yani tedavi teknikleri. Aynı zamanda Çar ailesinin danışmanıydı. Bir de İncili çok iyi bilir, herkesin anlayacağı basit bir dilde anlatabilirdi.

Ancak Rasputin amcamızın bir özel mahareti vardı ki tüm bu öncekileri bastırır, solda sıfır bırakırdı.

Evet, Rasputin amca, dağı, taşı, uçan kuşu affetmez, dişi bir sineği bile iki saniyede götürebilirdi. Bir rahibeye tecavüz ettiği söylenir. Çariçeyi bile götürmüştür sizin anlayacağınız.

Hal böyle olunca birçok düşman edinmişti Rasputin. İşte bir gün düşmanları ona bir tuzak kurdu ve onu sudan bir meseleyi konuşmak için Moika sarayına çağırdılar. Bir bardak şarap ikram ettiler. Bu şarabın içinde beş kişiyi öldürecek kadar siyanür vardı.

Rasputin bu şarabı içti. Dakikalar geçti, herşey normalinde gitmekteydi ve hala Rasputin'e hiç birşey olmamıştı. Bunun üzerine suikastçilerden biri koşup bir tabanca buldu ve Rasputinin kafasının arkasına bir kurşun sıktı. Rasputin bunun üzerine yere yığıldı ve suikastçiler de koşarak sarayın dışına kaçtılar.

Suikastçilerden biri telaşla kendini dışarı atarken ceketini almayı unutmuştu. Saraya geri döndü ve ceketini alırken Rasputin yattığı yerden kalkıp onun gırtlağına sarıldı. Neyse ki diğer suikastçilerden yardıma koştu ve Rasputinin bedenine üç kurşun daha sıkacak kurtardılar arkadaşlarını.

Rasputin yere yıkılmıştı ancak ölmemiş, yeniden ayağa kalkmaya çalışıyordu. Suikastçiler bu kez demir çubuklarla saldırdılar Rasputin'e. Uzun bir süre başına vurarak öldüresiye dövmeyi sürdürdüler.

Rivayete göre Rasputin hareketsiz kalınca suikastçilerden biri onun pipisini kesti. Bu nadir parçanın bugün hala bir koleksiyoncuda bulunduğu söylenir.

Neyse, sonrasında Rasputinin bedenini bir halıya sarıp buzlu nehire attılar. Üç beş gün sonra cansız beden bulunduğunda hemen otopsi yapıldı.

Ölüm nedeni boğulmaydı. Ne beş kişiyi öldürmeye yeter zehir, ne yediği üç kurşun, ne demir çubuklar, ne de bir organının kesilmesi öldürememişti demek onu. Aynı otopsi hem zehirlenmeyi, hem kurşunlanmayı hem de ağır dövülmeyi teyit ediyordu.

Hikaye böyle işte. Boney M'in de aynı isimli şarkısının sonundaki gibi "Oh, these Russians!" diyesi geliyor insanın.

Biz de hem Rasputinin evini, hem de öldürüldüğü Moika sarayını ziyaret edip andık bu hikayeyi.

Neyse, dönelim sözkonusu şehirimize.

Saint Petersburg, kurulduğundan beri üç kere isim değiştirmiş.

Hayatına Saint Petersurgun Almanca karşılığı olan Sankt Petersburg olarak başlamış.

Sonrasında bu Almanca isim Rusça karşılığına Petrograd olarak dönmüş ve Aziz anlamına gelen Saint kısmı bırakılmış. Böylece İsa'nın bir havarisi ve Hristiyan inanışına göre bir Aziz'e adanmış ismi daha ziyade kurucusu Rus Çarını çağrıştırmaya başlamış.

Bolşevikler yönetime geldiğinde ise beklenilen üzere eski Çarlığı çağrıştıran Petrograd bırakılmış, şehrin yeni ismi olmuş size Leningrad. Bu son değişiklik, şehirin Aziz Peter ile arasını ciddi olarak açmış tabii.

Bolşevikler gidince de tekrar en eski ismi olan Saint Petersburg'a dönmüş.

Neva Nehri
Saint Petersburg konum olarak Neva nehrinin üzerinde yer almakta. Neva nehri aslında bildiğimiz anlamda bir nehir değil, Ladoga gölünü Finlandiya körfezine bağlayan bir su yolu. Bu yüzden de baharda yükselme ve taşma, yazda da kuruma huyları yok. Bu da şehrin denizle olan bağlantısını kolaylaştırıyor.

Neva'nın tek problemi kışın donması ancak Kuzey Kutbunun bu kadar yakınında kışın donmayan birşey bulmak mümkün değil zaten.

İşte Neva nehiri ve kollarının üzerinde belki de dünyanın en cazibeli şehir manzaralarını buluyor insan. Her bina ayrı bir sanat eseri. Bir arkadaşın biz daha gitmeden söylediği gibi hepsi birer açık hava müzesi.

Saint Petersburg Kuzey Kutbuna yakınlığı sebebiyle çok uzun yada çok kısa günler fenomenini yaşamakta. En uzun gece olan 21 Aralık'ta neredeyse günün hiçbir saatinde güneşi görmek mümkün değil diyor bilenler. Sadece birkaç saatlik bir aydınlık, hepsi o.

21 Haziran civarlarında ise hiç gece olmuyormuş. Saat 23:00 da bile ışıksız ortamda gazete okunur diyor yine bilenler.

Biz tam 21 Aralık ve 21 Haziran'ın ortalarında bir tarihte gittiğimiz için günler ve geceler neredeyse eşit uzunluktaydı ancak herkesin tavsiyesi Saint Petersburg'u Haziran civarlarında, yani White Nights (Beyaz Geceler) döneminde görmek. Gitmeyi düşünenlere biz de bu tavsiyeyi iletmiş olalım.

Saint Petersburg kiliseleriyle de çok ünlü bir şehir.

Ruslar bildiğiniz üzere Ortadoks Hristiyanlardır. Ben bir uzman sayılmam ancak bana göre inançları Katoliklerden yada Protestanlardan çok farklı değil. Farkları bence ritüelleri, yani dini uygularkenki örf ve adetleri.

Katolik kiliseleri genelde hüzünlüdür. Resimler, heykeller freskler karanlık ve renksizdirler (Vatikan'daki Sistin Şapeli buna en büyük istisnadır). Ortadoks kiliseleri ise tam tersine rengarenktir, neşelidir, hareketlidir. Papazlar şarkı söylerler' yürürler, dönerler, neredeyse bir dansı andıran ritüellerini uygularlar.

Dökülen Kanın Üzerindeki Kurtarıcı Kilisesi
İşte Saint Petersburg böyle bir dolu kilisenn evsahibi. Eşimle gezdiğimiz "Dökülen Kanın Üzerindeki Kurtarıcı" kilisesi benim bu güne kadar gördüğüm tartışmasız en renkli, en canlı kilise. Sanki bir cocuğun suluboya resim defteri gibi. Binanın yapısı itibarıyla da o kıvrımlı kubbeleriyle Rusya deyince akla gelen yine rengarenk capcanlı bir mimari.

İnancınız ne olursa olsun görmeye değer.

Yine otelimizin yanında bulunan ve bu kez boyutları ile insanı etkileyen Aziz İsak katedralini içerisine girmeden görme şansımız oldu. İçine on bin kişiyi alabilecek kadar büyük bir kilise. Dış görünüşüyle bir Yunan tapınağını andırıyor. Devasa bir yapı.

Başka güzel bir kilise de Kazan Katedrali. Bir kiliseden çok bir Roman agorasını andırıyor dışardan. Şimdiye kadar benzeri bir kilise görmedim. İçi de çok güzel dekore edilmiş ancak aydınlık olarak sanki Katolik kiliseleri ayarında bence, yani biraz fazla karanlık.

Saint Petersburg'un söylenmezse olmaz başka bir yeri de Nevski Caddesi yada tam adıyla Nevsky Prospect. Bu cadde Saint Petersburg'un Champs Elyesses'si, Fıfth Avenue'su yada Bağdat Caddesi. Alış veriş, yemek, eğlence, herşey burada. Çok uzun, çok geniş ve de çok renkli bir bölgesi şehirin. Saint Petersburg'un dağlarında çobanlık yapan bir akrabanızı ziyaret etmeye gelmediyseniz nasılsa er yada geç Nevski'de bulacaksınızdır kendinizi. Tadını çıkarın.

İşte bu şehirdeki kırk sekiz saatimizi sevgili Metin ve eşi ile birlikte bir yemekle sonlandırdık. Bu kırk sekiz saat bana sorarsanız şehirin potansiyeline bir numara küçük geldi. En azından bir opera salonlarını gezmek, Hermitage'da biraz vakit geçirebilmek isterdim. Ne yapalım next time.

Kaldığımız sürede hiçbir güvenlik sorunu yaşamadık, Paris daha tehlikeli bana sorarsanız. Ancak yaşayanların ziyaretçilere ilgisi ve tavırları biraz cila ister diyelim.

Ve artık yavaş yavaş Çarlık Rusyasını bırakıp şu bildiğimiz Soğuk Savaşlı sosyalist Rusya'ya yanı Moskova'ya çevirelim yönümüzü.

Stay Tuned! Bizi izlemeye devam edin :)

28 Mart 2013 Perşembe

Petro'nun Memleketi

Akşam saat yedide başladı büyük göç. Önce Cenevre'ye bir saatlik bir araba yolculuğu, sonrasında Moskova'ya üç saatlik bir uçuş, Moskova havaalanında geçmeyen iki saat, sonrasında St Petersburg'a bir saatlik ikinci bir uçak yolculuğu, hava alanından şehirde yarım saatlik bir otobüs yolculuğu, iki metro değiştirip şehrin merkezine ulaşım ve metro istasyonundan otele kaybolmalar dahil yarım saatlik bir yürüyüş.

Bunun üzerine üç saatlik zaman farkını da eklerseniz sabah saat onbirde otele ulaştığımızda ki yarı canlı yada yarı ölü halimizi anlayabilirsiniz sanırım.

Ancak otele gidip uyumadık, onun yerine macerası ruhumuz galip geldi ve St Petersburg'u keşfetmenin cazibesine kaptırdık kendimizi. Ne de olsa ikimiz de hala genciz ve kırk sekiz saat uykusuzluğu kaldırabiliriz.

Ha, bir de odalarımız hazır değildi, biraz da o yüzden tabii :)

Şaka bir kenara, uçağımız indiğinden beri içim kıpır kıpırdı. İlk kez Rusya'ya geliyordum. Son yirmi sene içerisinde hem iş, hem de zevk için o kadar çok Rusya gezisi planlamıştım ki inanamazsınız, ancak her defasında birşey oldu ve iptal etmek zorunda kaldım.

Kısmet bu güneymiş.

Rusya, çocukluğumdan beri beni etkilemiş bir ülkeledir. Yunanlılar, Romalılar, Türkler, Amerikalılar gibi dünyayı etkileyen imparatorluklar kurmuş bir halk, bir süper güçtür.

Cumhuriyetimizin ilk altmış yılını Rusya'dan korkarak geçirdik. Parçası olduğumuz soğuk savaş bloğunun tüm ülkeleriyle birlikte atom bombası yüklü Sovyet uçaklarını bekledik. Temsil ettikleri komünist ideoloji ile savaştık, hem de bazen kelimenin tam anlamıyla. Dünyanın öbür ucunda Kore isimli bir ülkede askerlerimiz şehit oldu.

Gençliğimin ilk yıllarında Rusya yine hayatıma girmişti, ancak bu sefer bir düşman olarak değil, sosyalizm yada komünizm gibi ideolojilerin kaynağı olarak. Hayatımın bu yıllarında etrafımda gencinden yaşlısına ülkenin sol eğilimli bu ideolojilere kendini inandırmış hatta tutkuya bağlanmış birçok insan vardı. Bazıları hem de çok yakın olmak üzere. Ha, bir de sonu "-C" yada "-O" ile biten ve PQX, ZPG, DVK gibi alfabenin tüm harflerinin üçlü kombinasyonlarından oluşan, bol bol devrimli, halklı, kurtuluşlu bir dolu sol görüşlü örgüt ismi...

Bu yıllarda Rusya kafamda düzenin, planlamanın, idealizmin bir simgesiydi. Neredeyse Nirvana yani. Geri kalmış düşünce tarzları ile kapitalistler birbirini yerken elit ve evrimleşmiş ileri bir insan topluluğu Rusya'da uygarlığın kitabını yazmaktaydı.

Sonra şu meşhur Glastnost ve Prestroyka dönemi başladı. Gorbaçov isimli bir Rus lider ilk defa ilkel kapitalistlere Nirvana'nın kapısını açmış, içeri bakmalarına izin vermişti.

Ancak içeri bakıldığında görünen manzara pek Nirvana gibi durmuyordu. Planlama, eşitlik falan diye zevksiz, tek düze, yaratıcılığa kapalı, gelişmeye kapalı bir toplum yaratmıştı sosyalizm.

İşte bu günlerde kafamdaki Rusya, gri zevksiz binalara kaplı şehirlerden oluşan bir beldeydi. Kurumları verimsiz, bireyleri yoz, rüşvetin, hak yemenin olağan sayıldığı bir ülke.

Sonra Yeltsin geldi. Artık Rusya gözümde kanunsuzluğun hakim olduğu, silah kaçakçılarının adres değiştirdiği, fahişelerin birbirinden kuşkulandığı bir ülkeydi (Ahmet Kaya'yı anmış olalım bu vesileyle).

Sonrasında Putin'li Medvedev'li dönemleriyle olayların kontrolünü eline alan, kendini toparlayın yeniden bir süper güç olma yoluna giren bir Rusya.

Velehasılkelam Rusya şu veya bu şekilde herzaman aklımın bir köşesinde, hayatımın bir bölümünde yerini korudu.

Herhalde Rusyayı ilk defa görme heyecanımı paylaşabildim sizinle.

Bu ülkede geçirdiğim yirmi dört saatten sonra Rusya'nın, hayatımın değişik dönemlerinde kafamda canlandırdığım şekliyle her birinden birazının toplamı olduğunu söyleyebilirim.

Hem havadan, hem karadan gördüğüm kadarıyla evet, belki de dünyanın en zevksiz, en iç bayıltan, en silik mimari tarzı ile yapılmış, içleri ahşap koyu kahverengi, dışları boyasız gri binaların hiç de az olmadığı bir yer Rusya.

Aynı zamanda Notre Dame'ın yanında bir gecekondu gibi kaldığı, dünyanın en güzel kiliseleriyle Rönesansın Floransa'sını kıskandıracak dünyanın en güzel şehirlerimden biri olan St Petersburg da Rusya'da bulunmakta.

Komünist anlayışın ürünü, birbirlerine saygısını yitirmiş kaba saba bir çok insan var tabii, ancak aynı zamanda cep telefonunun GPSi ile bizi otelimizin kapısına kadar götüren yardımsever ve nazik gençleri de.

St Petersburg'un metrosuna bindiğinde insan alamıyor kendini bu metro eski dökülüyor diye düşünmekten. Ancak düşünmeye devam edince, bu metronun belki de yarım asırdır orada olduğunu da anlıyorsunuz. Başka bir deyişle Ruslar bu metroyu kullanırken belki ülkemizde toplu taşım hala at arabaları ile yapılıyordu.

İşte Rusyadaki ilk yirmi dört saatin kısa özeti. Rusyayı gezerken öyle sıradan bir batı Avrupa ülkesinde hissetmiyor insan kendini, ki şehrin meydanını, katedralini ve müzesini gezip bitirsin. Büyük bir imparatorlukta bulunduğunuzu hemen anlıyorsunuz.

Size St Petersburg ve Moskova ziyaretlerini detaylıca yazacağım ilerleyen günlerde, ancak şimdilik şu kadarını söyletmeyeyim, Rusyayı mutlaka görün arkadaşlar. Öyle vize mize de gerekmiyor. Atlayın bir uçağa ve bir hafta sonu geçirin St Petersburg da.

Pişman olmayacaksınız.

26 Mart 2013 Salı

Kapitalist Şaka

Kapitalizm, iyimidir, değil midir bilemem ancak şüphesiz en azından günümüzde en yaygın olarak uygulanan ekonomik sistemidir. Bireyin öne çıktığı ve sermayesini işleyerek kar elde ettiği bir ekonomik ortamı tanımlar kapitalizm. Zaten kelimenin kökü kapital yani sermayedir.

Kapitalizmin belki en temel önermesi bireysel tasarrufların yatırıma, yani sermayeye, yani kapitale dönüşebilmesidir. Başka bir deyişle birey çalışır ve kazanır. Ancak bu kazandığı paranın tümünü harcamaz, bir bölümünü tasarruf eder.

Ancak bu tasarruf çoğunlukla kendi başına üretime yönelik yeterli bir sermaye oluşturamayacak kadar küçüktür.

İşte bu noktada kapitalizmin en önemli enstrümanlarından biri olan bankalar devreye girer ve bu küçük tasarrufları bir araya getirir, karşılığında tasarruf sahiplerine bir faiz öder, sonrasında bu birikimleri yatırımcılara kredi olarak verir ve karşılığında tasarruf sahiplerine ödediğinden daha yüksek bir faiz geliri elde ederler.

Dahiyane bir icattır bu bankacılık sistemi. Günümüzdeki birçok multi milyar dolarlık şirket eğer bankalar olmasaydı kurulamazlar, gelişemezlerdi. Bireylerin tasarrufları yastık altında kalır, ekonomi büyüyemez, yerinde sayardı.

Şimdi burası çok önemi arkadaşlar. Burada anahtar işlev bireylerin tasarruflarını bankaya yatırmak istemelidir. Bunun için de bankalara güven esastır. Bankalara güvenmek kapitalizmin ABC'si, 101'i, yani evrensel bir prensibi ve en temel yapı taşlarından biridir.

Mesela Amerika bankalarındaki paraların önemli bir bölümünün Amerika karşıtı Arap parası olduğunu bilse de bu paraları - örnek olsun diye söylüyorum - bloke etmek istemez. Devletler bankadaki tasarruflara el koymak yerine savaşa bile girmeyi seçebilirler.

Bankalardaki paralara göz dikmek, bir Türk'ün anasına küfretmek gibidir. Bu eylemin tek bir sonucu vardır ve bu sonuç her zaman tatsızdır.

Ve tüm yukarda saydığımız mahzurlarından rağmen bildiğiniz üzere Kıbrıs'da ekonomik önlemler çerçevesinde bankalardaki mevduatların bir bölümünün vergi olarak alınmasına karar verilmiştir.

Peki Rumlar akıllarını mı kaybetmiştir de böyle eşyanın tabiatına tamamen aykırı, aptalca bir karar almışlardır?

Hayır. Rumların akıl sağlığı tamamen yerindedir. Bu aptalca karar Rumların şiddetle karşı çıkmalarına rağmen Merkel teyzenin zoruyla alınmıştır.

Peki Merkel mi aklını kaybetmiştir de böyle bir karar için bastırmıştır?

Merkel'in akıl sağlığı ile ilgili sorunun cevabını filozoflara ve tarihçilere bırakalım ancak ekonomik bir bakış acısıyla en azından Merkel'in ne düşünerek böyle bir yolu seçtiğini anlayabiliriz.

İlk adım olarak gelin bu Rum bankalarındaki paranın sahiplerinin kim olduğuna bakalım. Öyle ya bu bankalardaki paraların bir bölümünün üzerine yatılınca, bu paraların sahipleri zarar görecektir.

Tutun nefesinizi, bu paraların çok önemli bir bölümü Ruslara ait.

Yani bu paraların üzerine yatılınca Ruslar para kaybedecek. Bu bankalardaki paraların hacılanma sebebi Rumları kurtarmak olduğuna göre Rumları Ruslar kurtarmış olacak, en azından tek başlarına kurtarmasalarda büyük katkıda bulunacaklar.

Merkel'in orkestra şefliğiyle...

İşte Putin bu yüzden çıldırmış bir durumda. Haklı olarak kıçını yırtıyor:

"Yaw niye ben kurtarayım Rumları?"

Sahi niye Rusya kurtarsın Rumları? Ne oldu bu Avrupa'nın birlikteliğine? Hani Euro bölgesi tek bir ekonomik oluşumdu? En son baktığımda Rusya hala Ruble kullanılıyordu. Kimse hatırlamıyor Rusya'nın Euro topluluğuna katıldığını...

Burada Almanya'nın gerekçesi bence aptallığın, saçmalığın, komikliğin ötesinde kriminal yani suç sayılır.

Merkel teyze diyor ki "Ruslar yıllardır Kıbrısdaki düşük vergiler yüzünden çok iyi para kazandılar, onlar da ödesin!"

Hani bizdeki gibi önce gider zenginden çalar, sonrada "Boşver pezevenk kimbilir kaç para kazanıyor her gün." diye içimizi rahatlatırız ya...

Şimdi durup düşünelim. Yazımızın başında dedik ki bankalara güven kapitalizmin evrensel prensiplerinden biridir. Peki Merkel meden bu evrensel prensibe aykırı davranıyor?

Bu sorunun cevabı biraz felsefi. Doğru bir saptama yapabilmek için biraz Avrupayı anlamak gerekir.

Avrupa, bir toplum olarak tüm evrensel ilkelere saygılıdır. Herkes sadece evrensel kapitalizm ilkelerine değil, insan hakları, eşitlik, ahde vefa, tutarlılık gibi tüm evrensel prensiplere bağlı ve sadıktır.

Sadece bunları evrensel olarak herkese uygulamazlar...

Sadece kendilerine doğru görünen bir topluluğun hakkı olduğunu düşünürler bu evrensel prensiplerin. O yüzden bu prensipler muhattaplarının kim olduğuna göre eğilir, bükülür, ırzlarına geçilir ve bu, tüm Avrupa'ya göre tamamen normal görülür.

Avrupa topluluğuna aday ülkeler vizeniz dolaşım hakkına sahiptir... Türkler hariç :)

Niye diye sorun, başlarlar miyavlamaya, işte siz iltica ediyorsunuz, yerlere tükürüyorsunuz diye. Vizesiz dolaşımın sizin hakkınız olduğunun ve bunun pazarlığa tabii olmadığının hiçbir önemi yoktur gözlerinde.

İşte Ruslar böyle bir talihsizlik yaşamakta,

Almanya için bildiğiniz üzere insanlık sıralarında Türkiye en altlarda yer alır. Hem Müslümandır, hem esmerdir hem de biraz rahat, biraz gevşektir Türkler. Büyük çoğunluğu sevmez bizi.

Ruslar ise tamam Hristiyandır, ve bu yüzden eşitlik gibi evrensel prensiplerin uygulanabilirliğine hak kazanmak içim bizden bir santim öndedirler ama oraya kadar... Gariplerim hem Slav, hem de Ortadoksturlar ki....

Savaş zamanında Hitler savaş esiri konvansiyonlarını Rus esirlere uygulamazdı çünkü Hitlere göre bu konvansiyon sadece insan esirler içindi ve Rus askerleri insan sayılmazdı. Irkçılık yapıyor gibi olmayayım, bugün durum tabii ki bu kadar vahim değil, sadece size Avrupa kimi nasıl tanır'ın kökleri hakkında bir fikir vermek istedim...

Sizin anlayacağınız, ki bu sadece benim şahsi fikrim, karşı taraf Rus olduğu için biraz haksızlıkta fazlaca problem görmedi Merkel teyze.

Görünüşe göre Putin'e kesildi adisyon, ve muhtemelen Putin de ödeyecek bunu. Ancak Merkel'in bu saçmalığı sonucu Avrupa bankalarına karşı oluşan güven kaybının tedavisi çok zor olacak. Ne yazık ki Merkel'in bunları anlayıp hazmetmesi bence çok zor.

Sevgiler...

17 Mart 2013 Pazar

Sicilya

Herkese selamlar. Sicilya gezimizin üçüncü tam günü ardımdan bir ufak güncelleme yapayım dedim ve aldım sazımı elime...

Sicilya bildiğiniz üzere İtalyanın en güneyinde bulunan üçgen biçimli büyükçe bir ada. Coğrafik olarak Avrupa'da bulunsa da, jeolojik olarak Afrika platosundan bir parçası. Afrika'nın Avrasya platosuna çarptığı bir noktada, ve bu yüzden de etrafı aktif volkanlara dolu. Bunların tabii ki en önemlisi ise Avrupa'nın en, dünyanın da ikinci büyük aktif volkanı Etna.

İtalyanın hemen her bölgesi gibi Sicilya da başlı başına bir açık hava müzesi. Birileri Yunanlılardan, Romalılardan, Normanlardan, Araplardan, İtalyanlardan, Hitlerden, Mussolini'den, General Patton'dan, Mareşal Montgomeri'den ve en sonda belirtsemde kesinlikle en az önemlisi olmayan Mafyadan bütün tarihi çalmış ve bu Akdeniz adasına hediye etmiş.

Sicilya, kesinlikle sadece tarih demek değil. Hatta tarihi önemi doğal güzellikleri yanında neredeyse ikinci planda kalabilir, şöyle bir "die hard" doğa sever için.

Güneyde bir ada olmasına rağmen yemyeşil. Heryer portakal, mandalina, limon ağaçları dolu. İtalyanın tüm ürettiği balın yarısına yakını Sicilya'dan gelmekte. Bir de üzüm ve dolayısıyla şarap üretimi var kı sormayın.

Özellikle Etnanın çevresi volkanik faaliyetin yüzeye çıkardığı mineraller yüzünden o kadar verimli ki ne eksen büyüyor. İşte bu yüzden de birçok Sicilyalı en fazla gelir getiren şarap işinde yüzyıllardır.

Haa, bir de Antep Fıstıklarını yere göğe koyamıyorlar. Onlara göre dünyanın en iyisi.

Gerçek Antep Fıstığının ne olduğunu bilen bir Türk olarak bana sorarsanız yok abi, belki Avrupa'nın gerisinin yediği tatsız tuzsuz fıstıklara göre biraz daha iyi olsada bizimkilerin yanında solda sıfır kalır.

İşte Sicilya bir kelimeyle cennet, iki kelimeyle neredeyse cennet bir ada sizin anlayacağınız.

Ancak zamandaşlarım gibi tüm çocukluğunu gangster filimleri, dizileri, vs. seyrederek geçirmiş biri olarak ne yalan söyleyeyim, Sicilya benim için herseyden önce Mafya demek.

The Godfather'dan Şanslı Luçiyanoya, Al Paçinodan Robet de Niroya tüm Mafyanın kökeni Sicilya. Hatta Mafyanın yada orijinal adıyla Cosa Nostra'nın ("o bizim şey" gibi çevirebiliriz Türkçeye) ilk zamanlarımda Sicilyalı olmayan hiçkimse Mafyaya dahil olamıyordu ve sadece kiralık katillik, adam dövme falan gibi ayak işleri yapmakla yetiniyordu.

Mafyanın etkinliği geçmiş yüzyılın Amerikasından başlayıp yakın zamana kadar sürdü. Hatırlarsınız, en son bir savcının Palermo'da suikastine kadar Mafya günümüzde bile sahnedeydi. Sonrasında polis ve adalet kurumlarının yoğun çabalarıyla ortadan kaldırıldı - (mı acaba?).

İşte bu yüzden Sicilya'ya ayak bile basmadan önce Mafyavari bir açıdan görülmesi gerekli yerlerin ve şeylerin bir listesini hazırlamıştım zaten.

Bunlardan ilki bir Mafya şapkası satın almaktı. Bunu da ilk gün Sicilyadaki merkezi üssümüz olan Katanya kentinde başarıyla gerçekleştirdik. Ancak gerçek Cosa Nostra'ya yaklaşmak için adanın batısına, yani Mafyanın doğduğu bölgeye gideceğimiz üçüncü günü beklemek gerekti.

Cosa Nostra Şapka!
Ve bu sabah saat yedide Palermo'ya giden bir otobüse attık kendimizi. Orijinal plan, bir şehir gezmesi olarak çok da fazla yüksek beklentilerimizin olmadığı Palermo'da yarım gün geçirip geri kalan zamanda Corleone başta olmak üzere ünlü gangsterlerin doğduğu kasabaları görmekti.

Ancak bu plan Palermo'da yarım saat geçirdikten sonra çöp tenekesinde layık olduğu yeri buldu çünkü Palermo öyle yarım günde falan görülebilecek vasat bir şehir değil. Hatta bence İtalyada en çok etkilendiğim Floransa'dan bile daha güzel, daha tarih yoğun bir yer. Bırakın yarım günü, bir hafta zor yeter ağız tadıyla gezmeye.

İşte bu yüzden günün büyük bölümünü hop hop otobüslerde geçirdik. Arkadaşlar, kelimeler yetersiz kalır gördüklerimi anlatmaya. Katedraller, kiliseler, neredeyse camiler, tiyatrolar, Fenikeliler, Araplar, İngilizler, her tarafından tarih fışkırıyor. İtalyada bir şehir göreceğim, hangisine gideyim derseniz ilk sıralamaya rahatlıkla girer Palermo bana sorarsanız, hatta Roma'dan, Milano'dan ve Venedik'ten bile önce.

Bu güzellik nedeni ile benim Cosa Nostra turum biraz ikinci planda kaldı tabii, ancak yine de Palermo'da üçbeş önemli Mafyavari yeri görme fırsatımız oldu.

Bunlardan ilki Hotel Des Palmes, yani Palmiyeler Oteli.

Kaç yüzyıl önce inşa edildiyse aynen öyle kalmış. Rivayete göre bu oteldeki barda asılı saatin akrep ve yelkovanı yakın zamana kadar yokmuş çünkü buraya gelen insanların zaman endişesi bulunamazmış. Devletlerin, politikacıların ve diğer birçok önemli insanların kaderleri bu barda çizilmiş. Biz bara gittiğimizde saatin kolları yerli yerinde idi, ben efsanenin yalancısıyım :)

Hotel Des Palmes Barı

İşte Mafyanın en büyük zirvelerinden biri bu otelde, Joey Bananas lakaplı meşhur mu meşhur bir gangsterin çabasıyla toplanmış geçen yüzyılın ortasında. Bu toplantıya hem Amerikalı, hem de Sicilyalı gangsterler iştirak etmiş. Bir İnter-kontinantel yani kıtalararası Mafya toplantısı sizin anlayacağınız :)

Yine benle yaşıt olanlarınızın bir televizyon dizisinden hatırlayacağı Lucky Luciano yani Şanslı Luçiyano, Amerika'dan atıldığında bir süre bu otelde kalmış. Yıl 1946 yanlış hatırlamıyorsam.

İşte böyle bir otelin böyle bir barındaki tek müşteri olduk eşim Jelena ve ben, bugün. Kendi kendimize yarım saat vakit geçirdik. Garsonlar üç defa hemen geliyoruz siparişinizi almaya dedilersede hiçbiri gelmedi. Biz de otelden çıkıp hemen yakındaki bir Cafe'ye oturduk ve susuzluğumuzu giderdik. Yine de Şanslı Luçiyano ile aynı bara gitmişliğimiz oldu. Kim bilir belki aynı masaya oturmuşluğumuz da.

Palermodaki başka bir Mafyavari ziyaret de Garibaldi Bahçelerinde oldu. Yüzlerce yıllık incir ağaçlarının bulunduğu bir bahçe.

1906 yılında, Mafyanın kökenlerini sorgulamaya gelen New York'lu dedektif Joseph Petrosino burada kurşunlanarak öldürülmüş. Rivayete göre zamanın en büyük Mafya babası Don Vito Cascio bu olay esnasında akşam yemeyini yarıda kesip olay yerine gidip dedektifin başına son kurşunu kendi sıkmış.

Garibaldi Bahçeleri
Don Vito Cascio'nun hangi lokalde yemek yediğini bulamadım ancak çevrede sadece iki restoran var. İşte biz de bugünkü akşam yemeğimizi bunlardan birinde yedik. İstermisiniz aynı restoran olsun?

Sicilya gezimizin diğer bir önemli hedefi de Etna volkanını görmekti. Etme bildiğiniz üzere Avrupa'nın en büyük aktif volkanı. Havaideki Volkan'dan sonra da dünyanın ikinci büyüğü.

Bir volkanolog (yada volkanolojist - doğru terimi Türkçe'de bilmiyorum - siz nasıl diyor Türkçe'de durumları) :) değilim ancak üçbeş okudum, oradan biliyorum, Etna devamlı aktif, yani devamlı lav, duman falan fışkırtıyor.

İşte ben kulunuz da belki tepeye çıkar, üçbeş lav, duman fotoğrafı çekerim diye hayal kuruyorum. Üstüne bir de Etna geçen hafta ciddi bir faliyet gösterdi ya, ağızım kulaklarımda.

Ne var ki dağın yanına gittiğimde olayı anlamaya başladım. Benim kafamda bir dağ, bir zirve, bir büyük krater gibi bir resim varken işin adlı Etna dağı aslında kırk kilometre çapında doğalgaz boru hattı gibi bir volkan şebekesi.

Devasa bir dağ!

Etna
Bin yıllardır bir oradan, bir buradan patlamış. Aşağıda kısakollu tişörtlere gezerken tepede yarım metre kar var. Üçbinüçyüz metre yükseklikleri zirveyi bırakın, ikibin metrenin üzerine çıkamıyoruz kar ve rüzgardan. Bu seviyelerdeki ikibin yıllık eski bir krateri gezerken bile ellerim buz kesti neredeyse.

Ama bayağı da öğrendik Etnanın huyunu suyunu.

Etna bir kere sevimli bir volkan. Öyle Vezüv yada Dante's Peak gibi saklanıp saklanıp güm diye patlayarak etrafındakileri sinsice öldürmüyor.

Aksine devamlı olsa da sakn sakin lav kusuyor. Lavların hızı çoğunlukla çok düşük. Saatte üç metre, yani kaplumbağa bile daha hızlı.

Ancak bu meret bir başladığında bir daha durmuyor.

İkibin metrede bir refüj yani sığınma noktası var. Burada da bir iki depo ile bir de küçük Kahveci kılıklı bir dükkan.

İşte 2001 yılında Etna güçlendiğinde lavlar bu noktaya doğru akmaya başlamış. Ama yavaş yavaş...

Etraftaki üç beş depo tamamen termine. Yanmış gitmiş. Kala kala bir bu dükkan kalmış ve lavlar da hala dükkana doğru yollarına devam ediyor. İtfayiye, dükkancı falan hep beraber lavların üzerine su sıkıyor, önüne çukur kazıp, hendek kazıp onların yolunu değiştirmeye çalışıyor ama nafile. Lavlar direkt dükkanın üzerine geliyor.

Gözünüzde canlandırın diye bir daha söyleyeyim. Lav, kankırmızı, akışkan olsada çok koyu ve yapışkan erimiş kaya ve maden. Bu bulamaç da saatte üç metre gibi bir hızla milim milim dükkana yaklaşıyor...

Sonrasında ne oluyorsa oluyor ve lavlar dükkanın sol penceresine on santim kala duruyor. Bugün gittiğinizde binanın yarısı kaya şeklimde donmuş lavların içinde kalmış, içerden de pencerenin dışındaki lavları görüyorsunuz.

Çok az görülebilir böylesi...

Etna maceramız bir lav mağarası ve donmuş bir lav nehrini ziyaretle devam etti. Bir de mağaradayken prof madenciler gibi kasklar ve fenerlerle donandık ki askerden beri böyle gururla fotoğraf çektirmemiştim :)

Lav mağarasının girişi
Neyse diyelim... Gördüklerim beni çok etkiledi. Volkanlar ilginizi çekiyorsa beyeneceğimize eminim. Sicilya'ya giderseniz görmemezlik etmeyin.

Sicilya'nın başka bir sürprizi de Katanyanın kuzeyindeki Taurmina kenti oldu. Ne yalan söyleyeyim, ilk defa adımı Sicilya'ya gittiğimde duydum. Ancak görünce ağızım açık sokak sokak gezdim.

Deniz kıyısında olsa da denize birkaç yüz metre yüksekde, ormanlar içinde, tarih tarih bir kent. Her bina en az beş yüz yaşında. Bahçeler, kiliseler, dekorlar ve süsler birer harika. Kesinlikle bir turizm çeklist kenti. Mutlaka görülmeli.

Taormina
Ve son olarak da Sicilya serüvenimizin başladığı Katanya Kenti'nden sözedeyim size biraz.

Orijinal adı Catania. Türkçe Katanya yazımını ben uydurdum, asıl adı farklı olabilir, pek güvenmeyin benim yazdığıma.

Etna dağının eteklerinde bir şehir. Palermo'dan sonra Sicilya'nın en büyük ikinci şehiri. Palermo kadar olmasa da yine de tarihi yazılarıyla, katedralleriyle ilginç bir yer. Ben çok atılıp bayılmadım, bence görülmese de olur ancak Easyjet Sicilyada bu şehire uçtuğu için

İster istemez görüyorsunuz :)

İşte size biraz Sicilya balı. Görüşmek üzere...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...