18 Mart 2018 Pazar

Hawking

Hawking ölünce hepimiz biraz kozmos, kara delik falan olduk. Ben de fırsat bu fırsat sizle biraz teorik fizik olayım istedim.

Gelin Hawking'in en önemli buluşuna balalım beraber. Bu buluş lafı da biraz sinirime dokunuyor. Hani eskiden bilim deyince atom mühendisliği, roket falan gelirdi akla. Buluş, keşif gibi tanımlamalar da aynı hesap.

Hawking'in bilme en önemli katkısı diyelim.

Bu katkının iki kelimeyle tanımı Hawking Radyasyonu isimli fenomen.

Radyasyon demek enerji yaymak demektir. Öyle atla deve de değildir. Mutlak sıfırın üzerinde sıcaklığı olan her şey, ama her şey radyasyon yayar. Dünyevi sıcaklıklarda bu radyasyon kızıl-altı dediğimiz ışık, güneşvari sıcaklıklarda ise gözle gördüğümüz ışık radyasyonudur. Daha fazla sıcaklıklarda X ve Gamma ışımaları görürüz. Nükleer reaksiyonlar ışığa ek örneğin nötron ve protonlarla yayılan alfa radyasyonları ortaya çıkarır. Bizi çok fazla ırgalamayan nötrino dediğimiz başka bir radyasyon türü de vardır. İçimizden geçer, gider. Farkımda bile olmayız. Sadece bizim içimizden mi? Dünyanın içinden boşluktan geçermiş gibi geçer, gider, hissetmeyiz bile.

Peki her şey radyasyon yayıyorsa bu Hawking Radyasyonu'nun önemi ne?

Cevap bu radyasyonun kaynağının ilginçliğinde.

Hawking radyasyonu - eğer böyle bir şey varsa - kara deliklerden yayılır sevgili arkadaşlar.

Kara deliklere hiç radyasyon yaymadıkları için kara delik derler. İşte bunların radyasyon yayıyor olmaları olayı tatlılaştırıyor.

Size dilimin döndüğünce bu Hawking Radyasyonu nedir anlatayım.

Ancak peşinen söyleyeyim, içim rahat olarak kendimin anladığını bile idda edebilecek durumda değilim. Kafamda cevaplanmamış bir çok soru var ve etrafa bakınmama rağmen çok açık cevaplar bulabilmiş değilim.

O yüzden söylediklerimin hepsini doğru ve geçerli almayın. Hatta zırvaladığım yerleri görürseniz söyleyin, derhal düzelteyim.

Kara delikleri yerçekiminin çok yoğun olduğu bir madde türüdür. Yerçekimi o kadar kuvvetlidir ki, evrende bildiğimiz en hızlı giden fenomen olan ışık bile bunların yerçekiminden kaçamaz.

Şöyle açıklayalım.

Bir taşı havaya attığınızda ne olur?

Muzur bir çocukluk yaşadıysanız ta yirmi metre kadar havaya dikebilirsiniz, ancak gitgide yavaşlar ve sonunda geri yere düşer.

Biraz daha güçle yani hızla attığınızda daha da fazla yükselir ama hep geri gelir.

Süperman'i çağırırsınız. "Ya Süpo, şunu at bir havaya kurban olayım, ne kadar hızlı atarsam atayım geri geliyor." dersiniz. Süpo da gerilip hızla taşı havaya atar. Taş da bir daha geri yere düşmez, uzayda kaybolur gider.

Bunun sebebi, Süpo'nun taşı saatte kırk bin kilometreden fazla bir hızla atmış olmasıdır. Dünyanın yerçekimi bu hızla giden bir maddeyi geri getirebilecek güçte değildir. Haklı olarak roketler uzaya saatte kırk bin kilometre yapmadan nasıl gidiyor diye sorarsanız, cevap devamlı yakıt yakıp, tepki üretmeleri. Süpo taşı bir kere atıp, bir daha bakmaz. Roketler ise yerçekiminden kurtulana kadar benzin yakarlar.

Neyse.

Yerçekiminin gücü en önemlisi iki cisim arasındaki uzaklığa, daha az önemli olarak da iki maddenin kütlelerinin miktarına, yani ± ağırlıklarına bağlıdır. Dünyanın merkezinden ne kadar uzaklaşırsanız, yerçekiminin etkisi o kadar azalır. Yine ne kadar hafiflerseniz, yerçekimi o kadar azalır.

Dünyanın kütlesi aynı kalsın, ama sihirli bir el onu avucunun içine alıp sıkıştırsın. Madde miktarı aynı kalmak koşuluyla yarıçapı yarısına gelecek şekilde "gırç" diye küçültsün.

Bu durumda dünyanın yüzeyi merkezine iki kat yaklaşır ve yüzeydeki yerçekimi dört katına çıkar. Buna bağlı olarak kaçma hızı da aynen dört katına tabi.

Dünyayı sıkıştırmaya devam edersek - ki bunun bildiğimiz bir sınırı yok, önce atomların elektronlarını, sonra çekirdeklerini kıra kıra aynı maddeyi daha küçük bir hacime sığdırabiliriz, yüzey merkeze yaklaşmaya, kaçma hızı da artmaya devam eder.

Kaçma hızı, Işığın hızı olan saniyede üç yüz bin kilometreye ulaştığında ise zurna zırt diyecektir.

Çünkü ışık hızı bir sınırdır. Başka sebeplerden ötürü hiç bir şey ışıktan hızlı gidemez.

Başka bir deyişle hiç bir şey ışıktan hızlı gidemeyeceği için, hiç bir şey bu sıkıştırdığımız dünyanın yer çekiminden kurtulup, dışarı kaçamaz.

Kara deliklerin tümünde kaçma hızın ışık hızının üzerindedir.

Kara denmesinin sebebi, ışığın bile kaçamadığı olgusuna yapılan bir ironi, yoksa, özellikle büyük kütleli kara deliklerin etrafı oldukça neşeli, oldukça "aydınlık" yerlerdir. Maddeler kara delik tarafından yutulurken dönerek bol bol X ışını başta, bir çok türde ışık yayar.

Bir an için evrenin en hızlısı ışığın yerine koyun kendinizi.

Karşınızda da bir kara delik. Eşek gibi de yerçekimi var. Siz de bu yerçekiminin size zarar veremeyeceği bir uzaklıktan işe bak lan diyerek bu kara deliği seyrediyorsunuz.

Merak tabi. Daha iyi görebilmek için bir iki adm yaklaştınız. Yerçekimi de hemen arttı, ama koç gibi evrenin en hızlısı ışıksınız, biraz çekiştirse de, hala geri dönüp, kaçma şansınız var.

Bir adım daha attınız. Yerçekimi biraz daha arttı.

İnsanın başına ne gelirse ya meraktan deyip, biraz daha yaklaştınız.

Yerçekimi artık bayağı çekmeye başladı. "Lan başıma bi iş gelmeden gideyim" derken sendeleyip kazayla biraz daha yaklaştınız.

Öyle bir noktaya geldiniz ki bir adım daha atsanız, lüp, kara deliğe düşeceksiniz, ama yerçekimi sizi içeri alamasa da kaçmanıza izin vermeyecek kadar kuvvetlendi. Evrenin en hızlısı ışık olarak ne içeri düşüyorsunuz, ne de dışarı kaçabiliyorsunuz. Başlarsınız kara deliğin etrafında dönmeye.

İşte ne kaçmanızın mümkün olduğu, ne de sizi tam olarak içeri çekemeyecek bu sınıra "Event Horizon", yani Olay Ufku derler.

Olay ufkunu geçtiğiniz an evrenle, en azından bizim evrenimizle ilişkiniz kesilir. Ne bir mesaj yollayabilir, ne de başka bir şekilde evreni etkileyebilirsiniz.

Olay ufkunun içi, özellikle büyük kütleli kara deliklerde, dışarıdan çok farklı değidir aslında. Ancak kara deliğin merkezinde "Singularity", yani Tekillik adı altında bir yer vardır ki, orada nelerin olacağını Einstein baba bile bilememiş. Bildiğimiz fizik kuralları, yerçekimi, kuantum, muamtum hepsi çöpe. Kimisi başka evrene, kimisi yeni bir big-bang"e gidersin diyor, ama giden, gören yok tabi.

Peşrevimizi tamamlayıp, Hawking'e dönelim.

İşte Steve baba bütün yukarda anlattıklarımıza rağmen kara delikten ışık çıkar diyor.

Nasıl deyince kuantum fiziğinin en acayip özelliklerinden birine başvuruyor.

Kuantum fiziğin kurallarına göre bir şeyin olma olasılığı varsa mutlaka oluyordur.

Alın olay ufkunu. Tam o noktada enerji ve dolayısıyla maddenin sıfır olduğunu düşünün.

Hawking diyor ki herşey sıfır iken tam olay ufkunda, quantum fiziğin öngördüğü olasılıklar çerçevesinde, toplamı sıfır olan bir parçacık ve bir antı-parçacık oluşabilir. Bunların biri kara deliğe düşerken, diğeri olay ufkunun dışına kaçar. Kara deliğe düşen anti-parçacık kara deliğin kütlesini azaltırken, kaçan parçacık da ışıma yani enerji olarak bizim evrenimize döner.

Kısacası kara delik ışıma yaparak madde kaybeder.

Bir amatör olarak sokak diliyle anlayabildiğim bu kadar.

Bu da beni rahatsız ediyor sevgili arkadaşlar, çünkü cevaplanmamış çok soru var, en azından benim amatör ve akılsız kafamda.

İşin aslı sözcüklerle basite indirgenip anlatılamayan her konsepte şüpheyle bakarım.

Uzun yıllardır elime geçen her kaynağa bakarım, Hawking Radyasyonu'nu yukardakilere benzer bir iki insani cümleyle açıklarlar ve iş biraz "neden", biraz "nasıl" 'a geldiğinde hemen başlarlar, onun türevi, bunun integrali...

Bu matematik iyidir, ince hesapların yapılmasına, mesela bu radyasyonun miktarının hesaplanmasında falan çok da işe yarar tabi. Ancak, radyasyonun kendisini matematikle anlatmak biraz ayıp oluyor işte.

Ne var ki Hawking bir teorik fizikçiden çok matematikçi. Anlı şanlı Cambridge üniversitesinde "Lusezyan" Matematik Profesörü (kusuruma bakmayın, geçenlerde bir TV programında, baltanın biri Lukazyan'a Lusezyan dedi, ona nazire yapıyorum). Matematikçi olunca da oturduğu yerde çarpıp, bölüp böyle sonuçlara ulaşıyor işte.

Bir matematikçiye sorun, cebinde yüz lira para var ve hiç arkadaşın yok, bunu arkadaşların arasında eşit paylaştırdığında adam başı kaç lira düşer diye. Adam gözünü kırpmadan sonsuz lira der, sonraki soruya geçer. İşin olabilirliği ile, sonsuzluğun tanınan, anlaşılan bir kavram olup, olmadığı ile çok da ilgilenmez.

Başka bir örnek vereyim.

Bir cismin hızı arttıkça kütlesi artar. Bu yüzden ancak kütlesi sıfır olan (yani kütlesi olmayan) bir cisim ışık hızına çıkabilir.

Şimdi alın bu tanımı ve kütleyi sıfırın altına, eksiye düşürün. Sıfırın altında kütle arttıkça kağıt üzerinde cisim ışık hızından hızlı gitmeye başlar.

Matematiğiniz iyiyse negatif olmayan, yani pozitif kütleleri de ışık hızının üstüne çıkarabilirsiniz. Yeter ki karesi eksi bir olan bir sayı bulun.

Negatif kütle nedir, ne ben, ne başkası biliyor arkadaşlar. Karekökü eksi bir tane elma ver deyince de gökten üçü düşer, birini alırsınız. Yani gerçek hayatta yok böyle şeyler.

Ama bir matematikçi için karesi eksi bir olan bİr sayı var. Hem de ta tahsilinin ilk yıllarımda, Matematik 101 dersinde işlenmiş bir konu bu.

"i" sayısı!

Nedir, ne demektir kimse bilmez ama i x i = -1 işte 😛

Adamlar bunun ilmini yapmış ama, gülmeyin.

Bu eksi kütleli maddeye Takyon demişler. Hızlarını, etkileşimlerini falan bile hesaplamışlar. Ancak bildiğim kadarıyla tek görülüp, kullanıldığı yer Uzay Yolu. Kaptan Picard, Lt. Cmdr. Data'ya seslenir bazen "Data, Klingon gemisine bir Takyon ışını yolla" diye...

Tabi Hawking'i küçümsemek haddim değil, ancak basit aklımla bu ışımanın kara deliğe kütle kaybettirmesinin tek yolunun, kara delik tarafından yutulan parçacığın negatif kütleli, yani negatif enerjili bir parçacık olabileceğini düşünüyorum.

Tesadüfi olarak bu parçacık-anti parçacık çiftlerinden niye seçmece sadece kütle kaybettirecek olanının kara deliğin içine düştüğünü, enerjili olanın da dışına kaçtığını anlamış değilim. Negatif enerjili parçacık kaçıp, pozitif enerjili normal parçacık kara deliğin içine düşseydi kara delik kütle kazanacaktı.

Ez cümle, her şey random olduğuna göre niye Hawking Radyasyonu'nu yaratacak parçacıklar dışarı kaçıyor, diğerleri de içeri düşüyor bilmiyorum.

Eğer bazı yerlerde okuduğum üzere her iki parçacığın da enerjisi varsa (bu kuram kara deliğe düşen enerjinin bizim evrenimizi etkileyemeyeceği için yok sayılması gerektiğini öneriyor), yani enerjileri sıfırdan büyükse, bunlar ortaya çıkmadan önce toplamlarının nasıl sıfır olduğunu da birisinin açıklaması gerekiyor. Üstüne, enerjisi pozitif olan bu parçacık kara deliğin kütlesini bırakın azaltmayı, daha da artıracaktır.

Haklı olduğumu idda etmiyorum ancak biri bana bu soruların cevabını türevsiz integralsiz anlatana kadar şüpheyle bakmaya devam edeceğim.

Ne olursa olsun ne bu radyasyonun, ne kara deliklerin şu an için hayatımıza en ufak bir etkisi yoktur. Şimdiye kadar bırakın Hawking Radyasyonunu, bir kara deliği bile doğrudan görmüş ya da gözlemlemiş değiliz.

Yani nefesinizi şimdilik tutmayın. Hawking radyasyonu ile çalışan arabaların yapılmasına biraz daha zaman var.

Uzaydaki kara deliklerden ziyade, ülkedeki karalığa odaklanalım bence.

Umarım çok gevelemeden bu dehanın bilime önemli katkısını anlatabildim.

Günleriniz aydın olsun.

16 Mart 2018 Cuma

Hawking Öldu

Yıllar önce, ama bayağı bir yirmi beş yıl falan önce, bir yaz tatilinde Black Holes and Baby Universes isimli bir kitabını okumuştum. A Brief History Of Time'dan sonraki kitabıydı yanlış hatırlamıyorsam.

Kitapta beklendiği üzere bayağı fizik vardı tabi, ancak hatrı sayılır bir uzunlukta kendinden ve hastalığımdan bahsetmişti Hawking. Oradan biraz anlamaya başlamıştım ne durumda olduğunu, nasıl bir hayat geçirdiğini, nelere rağmen bilime hizmet ettiğini.

Çok başınızı ağrıtmayayım adama okulunu bitirmeye yetecek kadar ömrün kalmamış demişler, yetmiş altı sene yaşamış. Her yeni gün bir öncesinden daha kötü olsa da direnmiş.bir gün kolu, bir gün bacağı, bir gün başka bir organı durmuş.

Konuşma yeteneğini yitirdiğinde joystick benzeri bir aleti kullanarak, elektronik bir sesle iletişime devam etmiş. Ancak bu sesin Amerikan aksanı ile konuşmasından hiç memnun değilmiş.

En sonunda tek kontrol edebildiği organı, yanağında seğiren minik bir kası kalmış. Bu minicik kası oynatarak bilgisayarını kullanmaya devam ermiş.

Her şeye rağmen evlenmiş, çocukları bile olmuş.

Cambridge üniversitesinde Lukazyan Matematik profesörü. Yani profların profu. Aynı ünvana aynı üniversitede Isaac Newton da sahipti.

Hawking şöyle iyidir, böyle kötüdür diye ahkam kesmeye ne bilgim, ne beynim yeter. Ama sizlere hissettiklerimi anlatabilirim. Her cümlenin önüne yalnız lütfen bir "bence", "bana göre" ya da "in my opinion" koyun.

Tam bir teorisyendi Hawking. Talihsizliği yüzünden medyanın ilgisini çekmişti. Hastalığının sonucu olan tekerlekli sandalyesi ve fiziksel görünümü yüzünden ilgili, ilgisiz herkes adını duydu.

Sanki bir dahi olmak için illa dilinizi çıkarmanız ya da oranızın, buranızın çarpılması gerekliymiş gibi.

The Big Bang Theory'de Penny bile "Isn't he the dude in the wheelchair, who invented time?" demişti. Hawking zaten bu dizide misafir olarak oynamıştı. Uzay Yolu'nun Lt. Cmdr, Data'sı ile de bir bölümde poker oynuyordu.

İnsanlar genelde onu bir Newton yada Einstein ile denk tutma eğilimindedirler.

Her ne kadar bir dahi olsa da Hawking, sizin, benim hayatımızı "henüz" değiştirecek bir buluş, bir keşif yapmış değildir. Bunun aksine, etrafınıza baktığınızda arabanızın amortisörümden telefona, bilgisayarınızdan Uzay Mekiğine bir çok teknoloji Newton ya da Einstein olmasaydı, olmazdı.

Bunun karşısında, ancak elli milyar yıl bekleyip, bir kara deliğin yok olduğuna tanık olursak, Hawking'in dehası pratiğe dönüşebilir. Şimdilik, buluşları sadece fizikçileri heyecanlandırmakla kalıyor.

Zamanın ilerisinde bir dahiydi. Ellerini kullanmadan yüksek matematik yapabildiğini düşünün, sonra lise günlerinize dönüp, sayfa sayfa yazıp, çözemediğiniz denklemleri hatırlayın. Zor iş yani.

Ben onun ismi ile özdeşleşen kara delik odaklı astrofizik yazılarından çok, quantum fiziği ve temel kuvvetleri anlattığı yazılarını severek okudum. Denk gelirse ve okumadıysanız A Brief History Of Time'a bir bakın. On milyon tane satmış!

İşte böyle bir dahi, bir o kadar da talihsiz ama azimli bir insan göçtü. Yattığı yerde rahat uyusun.

Bütün dünya onu hakettiği saygıyla andı. Katoliği, Protestanı, Budisti, Ateisti, her kesimden, her inançtan insan ardından bir kaç kelime söyledi.

Tabi ki biz de bu dahiye son görevimizi yerine getirdik.

Sosyal medyada görüp, okuduğum bir ikisi şöyle.

"Amk ateisti!"

"S.ktir git!"

"Şimdi anlarsın cehennem var mı, yok mu?"

Adam Cambridge'de bir Lukazyan Profösör"e "amk" diyor. Güler misin, ağlar mısın? Ateistmiş. Ateist olmayıp, mesela Katolik olsaymış ne diyecekti? Dereceyi düşürüp, ölmüş adamın arkasından sadece "puşt" demekle mi yetinecekti?

Şimdi anlarsın cehennem varmıymış diyor. Sanki Hawking'i kulağından tutup, kendi elleriyle zebanilere teslim etti de dönüp bize bilgi veriyor.

Daha neler...

Birisi Hawking diye biri aslında yok diyor. Anladığım kadarıyla Hawking ismini İslam'a karşı uydurulmuş bir komplo olduğunu düşünüyor.

Başka birisi sadece Hawking'e bile değil, hızını alamamış, Newton'a da, Einstein'a da hikaye yazarı demiş. Eh Einstein olmasaydı o elindeki cep telefonu da olmazdı diyeceksin, bu sefer sana hikaye anlatıyorsun demeye başlayacak.

İnsan bunları duyunca üzülüyor, ama anlıyor, niye ülkeden Hawking'ler yerine pedofillerin çıktığını.

Hawking ışıklar içinde uyusun.

Sizler de mutlulukla kalın...

14 Şubat 2018 Çarşamba

Sevgililer Günü

Nasıl bayılırız ilgi çekmek için viyaklamaya! Her şeye hayır, herkese hayır demeyi marifet sayarız.

On dört şubat sevgililer günü, kapitalistlerin oyunu, para tuzağı, sevgili günü kutlama, Mehmetcik vakfına para gönder...

Ya adam sana sevgilinin anasına küfret demiyor ki, git onunla güzel bir akşam geçir diyor.

Ne kötülük var bunda?

Çiçek alma da yanağından öp, ya da çiçek al, n'olur?

Kapitalizm yerin dibine, amenna... Ben asker çocuğuyum, düşüncem, yüreğim her gün Mehmetçikle zaten.

Niya abartıyorsunuz?

İnsanın sevgilisini anması kötü bir şey mi?

Kapitalizme hizmet etmeyeceksen at cep telefonunu çöpe. Yiyiyor mu?

Yazın da tatile gitme, Mehmetcik vakfına ver o parayı. Yiyiyor mu?

Ne istiyorsunuz insanca duyguların yoğunlaştığı, güzel şeylerin hissedildiği bu günden?

Yaşasın sevgililer günü lan!

İki sevgilim, mükemmel fondümüz, bir şişe de şarabımız var.

Köküne kadar kutlayacağım!

30 Ocak 2018 Salı

Primitivo


Bu akşam özel bir İtalyan şarabımız var sevgili arkadaşlar. Manduria bölgesinden leziz bir Primitivo şarabı.

Manduria, İtalyanın en güneyinde, çizmenin tam topuğundaki Taranto bölgesinde bir şehir. Epeydir yine bu civarlardan gelme Salice Salentino şarabına abone olmuştum, bölge aynı kaldı ama en azından Negro Amaro üzümünü değiştirip, Primitivo’ya atlamış olduk.

Primitivo çok eski bir üzüm, ta Roma devletine gidiyor kökleri. Bir-iki bin yıl kadarlık uzun sayılabilecek bir süre bu güzelim üzümün şarabının tadını çıkarmış İtalyanlar. Bu üzüm geçen yüzyıl bir yolunu bulup, kendini Amarika’ya bile atmış. Bugün Kaliforniya’da çok sayılabilecek miktarlarda ekiliyor, ancak yeni dünyada Primitivo ismi Zinfandel’e dönüşmüş.

Primitivo tatlı bir üzüm. Tatlı üzüm şeker, şeker de alkol demek, unutmayalım. O minik bakteriler mayalanma sürecinde hep şekeri alkole döndürürler. Bu sebeple Primitivo içerken biraz dikkat, diğer şarapları içerkenki hızınızla içerseniz hafiften çarpabilir.

Şarabımız sıradan bir marka - İsvıçrenin en büyük süpermarketi olan Coop için üretilmiş, çok genç, sadece üç yaşında bir şişe. O yüzden karafta iki saat kadar havalanacak. Ancak QA için bir kadeh tattım ki… Bu akşamım gerçekten güzel olacak, bu kadarını söyleyebilirim.

Şarap yazılarımı izliyorsanız, sık sık tekrarladığım şu yorumumu hatırlayacaksınızdır.

İtalyan şarapları, bang-for-buck hesabı, ödediğiniz paraya göre satın alabileceğiniz en iyi şaraplardır bence sevgili arkadaşlar.

Geçenlerde bir şarap gurusu ile bunun geyiğini yaptık. Bilgisine ama daha da önemlisi, ağızının tadına gerçekten saygımın sınırsız olduğu bu üstat da beni teyid etti. İtalyanlar artık kantite yani bol miktarda şarap yapmaktan çok, şaraplarının kalitesine önem vermeye başladılar.

Bunun sonucunda belki de dünyanın en güzel şaraplarını (yeniden) üretmeye başladılar. Fransız şarapları kadar burunları havada olmadığı için, bu şarapları çok makul fiyatta almak da mümkün.

Fransız şarapları gibi Cabernet Sauvignon, Merlot, Pinot Noir ve Syrah gibi bir kaç baskın üzüm türü ile de sınırlı değil İtalyan şarapları. Güneyin güneşi ve volkanik topraklarından, Toskano’nun tepelerine, Alplerin eteklerinden Cote d’Azur kıyılarına farklılaşan iklim ve topraklarda bir o kadar da farklı üzüm yetişiyor. Bunlardan yapılma şarapların tadına varmak da bir ömüre zor sığıyor.

O yüzden bu akşam İtalyanız sevgili arkadaşlar.

Saluti 🍷

https://scontent-frt3-2.xx.fbcdn.net/v/t31.0-8/27368870_10156599635316030_6138478010461946474_o.jpg?oh=382e4c6fd0af2fa9df22f52f2e74ccd6&oe=5B233A74

https://scontent-frt3-2.xx.fbcdn.net/v/t31.0-8/27368870_10156599635316030_6138478010461946474_o.jpg?oh=382e4c6fd0af2fa9df22f52f2e74ccd6&oe=5B233A74





13 Ocak 2018 Cumartesi

iPhone X - Son Sözler

Sevgili arkadaşlar, günlerdir iPhone X diye başınızı ağrıtıyorum, ama gözünüz aydın, sonuna geldik.

Dilimin döndüğünce, başınızı ağrıtmamaya çalışarak yeni iPhone X'i, sağladığı fotoğraf imkanları bakımından değerlendirmeye çalıştım.

Bir fotoğraf makinesi olarak iPhone X, her türlü point and shoot dedikleri piyasa kameralarının hepsinden fersah fersah ilerde. Zaten bu pazar bölümü cep telefonlarının geldiği bugünkü nokta itibarıyla ortadan kaybolmak üzere.

Fotoğraf çekmeye meraklı arkadaşların kullandığı mirrorless, ya da DSLR tarzı kameralarla karşılaştırdığımızda doğal olarak bu ihtisas kameraları iPhone X'e göre fotoğrafçıların ayılıp, bayılacağı bir çok özellik sunuyor.

Bunların en önemlisi ise bu ihtisas kameraların değişebilen lensleri sayesinde manzara, portre, aksiyon gibi fotoğraf türleri için uygun lensler kullanabilme olanağı. Eğer böyle kameralarınız varsa ve birden fazla lens kullanıyorsanız henüz makinenizi satmayın. iPhone X daha bu düzeyde değil.

Ancak tanıdığım bir çok DSLR sahibi, makineyi aldıklarında üzerinde bulunan kit lensini bir kere bile çıkarmış değildir. Eğer bu guruptaysanız, iPhone X'e geçmek çok fazla bir fark yaratmayacaktır.

Resim kalitesi bakımından, özellikle geniş açı ucunda ben bir DSLR'dan çok az fark gördüm. Telefoto bakımından da portre modunu işin içine kattığınızda iPhone X oldukça güzel sonuçlar veriyor. Elbette full-frame bir kamera ile f/1.2 bir lensle elde ettiğiniz bokeh daireleri ve rüyamsı fluluk iPhone X'de henüz mümkün değil.

Ancak bana sorarsanız, fluluk yani bokeh seviyesini ayarlayabileceğiniz bir portre modu hemen yarın gelebilir. Size yazıda da söylediğim gibi dijital bir görüntüyü flulaştırmak çay demlemekten kolaydır. Apple zor kısmı olan flulaştırılacak alanı ayırma işini zaten becerdiği için Bunu aslında şimdiye kadar niye yapmamış, ben onu anlamaya çalışıyorum.

iPhone X in kısa vadede DSLR'larla rekabet edemeyeceği tek alan düşük ışıkta ya da gece çekilen fotoğraflar.

Başka bir mobil telefondan iPhone X'e geçiyorsanız sadece mutlu olursunuz. Size anlattığım özellikleri bilmenize, kullanmanıza gerek yok. Sadece düğmeye basıp çektiğiniz resimler eski telefonunuza göre gözle görünür derecede kaliteli olacaktır.

Video için şapka çıkarıp, iPhone X diyoruz. Sizin, benim gibi hayatını bu işle kazanmayanlar için iPhone X'den iyisi yok.

iPhone X kendi içinde çok detaylı bir post processing, yani fotoğrafı çektikten sonra editleme uygulaması yapmamış. Ancak bedavadan, bir kaç dolara kadar o kadar çok applikasyon var ki, seçin, beğenin kullanın.

Photoshop Express bana evde değilken parlaklık, gölge, renk balansı, kırpma, kolaj gibi gerekli her şeyi sağlıyor. Tek eksiği bir histogram ama sosyal medya resimleri için çok da gerekli değil bana sorarsanız. Ücretsiz diye kalmış aklımda ama belki de Photoshop aboneliğim altında çalışıyordur, hatırlamıyorum.

iPhone üzerinden clone stamping falan yapmak istiyorsanız Photoshop Mobile'a bakın derim. Ama abartmayalım arkadaşlar...

Raw resimler için de el altında bir Pro Camera uygulaması bulunduruyorum.

C'est tout! Başka hiç bir şey kullanmıyorum. Live video streaming, Facebook, Instagram paylaşımları, yazı koyma, çerçeve koyma, şeytan boynuzu, Noel Baba kukuletası, her türlü hayati filtre ve sululuk zaten built-in.

Ben fotoğrafa meraklı biri olarak DSLR kullanmaya devam edeceğim tabi, ama çoğunlukla sevdiğimden, yoksa iPhone X de çektiğim resimlerin bir çoğunu sorunsuz çekebilir.

Ancak lütfen bu noktada perspektifimizi kaybetmeyelim.

Amacımız iPhone X ile bilmem ne kamerasını yan yana koyup, o iyi, bu kötü demekten çok daha fazlası.

Zaten bunun için de vaktimi harcayıp bu yazıyı yazdım.

iPhone X bir cep telefonu arkadaşlar, unutmayalım.

Bu etkileyici teknoloji point and shoot kameraları GPS cihazlarını, walkman'den USB keylere, tüm portatif müzik çalarları, not defterimizi, ajandamızı, taksi duraklarını, banka şubelerini, video klüplerini ya tarihin tozlu sayfalarına gönderdi, ya da çok yakında gönderecek. İnsanlar check-inlerini, sinema biletlerini, hatta süpermarkette para ödemelerini bile iPhone ile yapıyor. Hayat arkadaşlarını buluyor, hobilerini takip ediyorlar.

iPhone X, iki lensli, f/1.4 hızında bir kameradan çok daha fazlası. O yüzden bu iş kamera rekabetini çoktan aşmış durumda.

Amacım işte bu teknoloji harikasına kendi penceremden bakmaktı. Umarım başınızı ağrıtmadım. Bir kere daha okuyunca silmiştim ama ya size Discrete Cosine Transform anlattığım paragrafları bıraksaydım? 😛

Sevgi ile kalın.

12 Ocak 2018 Cuma

iPhoneX - Yeni Veri Sıkıştırma Yöntemleri

Bilgisayar ekranında, daha doğrusu dijital herhangi bir ortamda bir şeyler göstermenin sadece bir tek yolu vardır. Görüntüyü noktalara bölmek, ve her nokta için bir kırmızı, bir yeşil ve bir de mavi değeri hesaplayıp, bunları görüntü kartına yazmak.

Dijital grafik teknolojilerine yabancı okanlara biraz karışık gelmiş olabilir. Bir örnekle açıklayalım.

Ekranın en üst ve en soldaki noktasını kırmızı yapmak için, bu noktanın değerlerini 255,0,0 şeklinde belirlemek yeterlidir. İlk 255 kırmızı, sonraki 0 yeşil ve en son 0 da mavi değerleri olacaktır.

Bu görüntü sistemine RGB derler. İngilizcede Red, Green ve Blue, yani Kırmızı, Yeşil ve Mavi sözcüklerinin baş harfleri.

Ekranda gördüğünüz bütün renkler bu üç rengi karıştırarak elde edilir. Bu üç rengin değerleri arttıkça, ekrandaki noktanın rengi sırasıyla kırmızı, yeşil ve maviye azaldıkça ise sırasıyla cam göbeği (cyan), çingene pembesi (magenta) ve sarıya (yellow) doğru kayar. Bütün değerler en yukardayken beyaz, en aşağıdayken de siyah bir nokta elde ederiz. Ama konumuz renk teorisi değil.

Ekranda ister bir fotoğraf, ister bir video, isterse de bir bilgisayar oyunu görüntülüyor olalım, birilerinin görüntünün RGB değerlerini ekrana yazması gereklidir.

Hepimizin tanıdığı fizikçi Stephen Hawking'in, belki de en ünlü kitabı A Brief History Of Time'ın önsözünde şöyle yazar.

"Bir arkadaş (aklımda Kip Thorne diye kalmış ama yirmi sene geçti aradan, yanılmış olabilirim) kitabına koyduğun her formül okuyucularını yarı yarıya azaltacaktır dedi, ben de bunun üstüne sadece bir formül koydum: e=mc2"

Bu arada kitap best seller olmuş tabi...

Ben de aynı haltı yiyeceğim şimdi. Sizlere bir iki paragraflık matematik var aşağıda. İsteyen okumayıp, atlayabilir tabi...

RGB değerleri her renk başına 8 bit olan sistemlerde 2 üzeri 8, yani 0 ile 255 arasında 256 farklı değer alabilir. Kısaca 256 x 256 x 256 = 16.8 milyon farklı renk demektir bu. Böylece her nokta için de 3 x 8 bit = 3 bayt saklama alanı gerektirir.

4K videonun her karesi 3840 x 2160 çözünürlüğündedir. Bu da 8294400 nokta eder. Her nokta için üç bayt renk bilgisi dersek, 8294400 x 3 = 23.7 mecabayt/resim karesi saklama alamı gerekir.

iPhone X 4K videoyu 60 fps'de kaydediyor dedik, o zaman her saniye için 23.7 mecabayt/resim karesi x 60 kare/saniye = 1.4 cigabayt/saniye saklama alanı gerekir.

Ortalama bir film 1.5 saat diyelim, 1.5 x 60 x 60 = 5400 saniye, o da 5400 saniye x 1.4 cigabayt/saniye = 7.4 terrabayt kadar bir saklama alanı gerekir.

Kağıt kalem silahşörleri için 8 bit = 1 bayt, 1024 bayt = 1 kilobayt, 1024 kilobayt = 1 mecabayt, 1024 mecabayt = 1 cigabayt, 1024 cigabayt = 1 terrabayt. Metrik sistemin aksine kilo, mega, giga 1000, 1000 değil, 1024, 1024, yani iki üzeri on basamaklarıyla artar.

En büyük iPhone X'in kapasitesi 256 cigabayt olduğuna göre, başka hiç bir şey için kullanmadan, bu belleğe ancak üç dakika kadarlık bir 4K video sığar. Benim garip 64 cigabayt iPhone X'im bir dakikalık bir video bile kaydedemez demektir bu.

O zaman nasıl oluyor da oluyor değil mi?

Rahmetli babam emekli olduğunda almıştı ilk PC'mi bana. İşlemcisi anlı şanlı bir 8086 idi, gerçek 16 bit. Ekran monokrom olsa da, kartı renkliydi, bir CGA. Koç gibi 4 bit/piksel renk derinliği vardı, yani aynı anda en çok 16 renk! Bu gün 16 milyon rengi beğenmiyoruz.

Video, mideo gösteremezdi ama resim gösterebiliyordu. 200 x 200 piksel boyunda bir resim ekranı meredeyse tamamen doldururdu. 200 x 200 x 0.5 = 20 kilobaytı hop diye diske yazabiliyorduk o günlerde.

Bu ekranda gösterildiği hali ile diskte saklanan görüntü dosyalarının ismi ilerde, özellikle Windows 3 ile BMP, yani bit map diye anılır olmuştu.

Okulu bitirdim, evlendim, bir işim bile vardı. Finansal Analist olmuştum. İşte tam o aralar, JPEG diye bir takım görüntü dosyaları türedi.

Ekrandaki çözünürlükleri ile disk üzerindeki alanları bir birini tutmuyordu. Dosyaların boyu BMP denklerine göre sadece beşte biri, ya da altıda biri kadarlardı.

Zamanla anladık ki, JPEG formatı, BMP içeriğini alıp, sıkıştırıyormuş.

Bu sıkıştırma elmalı pasta yapıp, arkadaşınıza götürmek yerine pastanın tarifini götürmeye benziyor. Bir kağıt parçası taşımak, pastanın kendisini taşımaktan daha kolay ve az yer istiyor ama gittiğinizde arkadaşınızın çalışmasına, yani o tarife bakıp, pastayı hazırlamak zorunda kalmasına neden oluyor.

Kısaca BMP dosyaları, diskten alınıp cart diye grafik kartına gönderilebilirken, JPEG dosyalarının önce bir açılma sürecinden geçmeleri gerekiyor. Az yer kaplamanın karşılığında ödediğimiz bir bedel bu işte.

Neyse, ben sonrasında analistlikten şefliğe, şeflikten müdürlüğe terfi ettim. Üç ülke değiştirdim, boşandım, yeniden evlendim. On sene sonra bir çocuğum oldu. O çocuk iki buçuk yaşına geldi. İş değiştirdim, emekli olmama az kaldı.

Ama bu anasını sattığımın JPEG'i hala bizle...

Aynı Melih gibi. Gitmiyor abicim.

25 sene öncesinin zayıf bilgisayarlarını düşünerek hazırlanmış bu sıkıştırma usulü hala son sürat, Internet, Photoshop, kameralar, cep telefonları, vs, her yerde! Şu anki cebimdeki telefon, o zamanın bilgisayarlarından hiç abartmadan söylüyorum, binlerce kat daha hızlı. Ama JPEG hala aynı JPEG!

Videolar boyut ve kalite olarak çok çabuk büyüdüler, o yüzden iş başa düştü ve sıkıştırma teknolojileri JPEG'in aksine hemen gelişti. Çünkü sıkıştırma etkili bir şekilde yapılmazsa bilgisayarların hard diskleri bir film bile saklandığında tamamen doluyordu.

AVI ile başlayan video formatları MPEG2, Divx, H.264 gibi sıkıştırma derecesini her adımda artıran yeni türevleriyle günümüze kadar geldi.

Çok severim bu sıkıştırma işini. Amatör bir merakla bayağı da öğrenmiştim içini dışını, o yüzden bıraksanız sayfalarca anlatırım size. Ama konuyu dağıtmadan ana hatlarıyla bu sıkıştırma işi nasıl yapılıyor bakalım.

Elinize bir resim alıp dikkatlice bakın.

Resmi oluşturan milyonlarca noktanın hepsi birbirinden farklı mı?

Tabi ki hayır. Resimde bir masa varsa bu masanın görüntüsünü oluşturan noktaların bir çoğu aynı yada birbirine çok benzerler. Aynı ya da akın renkler, aynı ya da yakın parlaklıklar.

İşte başta JPEG, bir çok sıkıştırma yöntemi her nokta için ayrı ayrı RGB değerlerini saklamak yerine, arka arkaya birbirinin aynı noktaları gördüğünde ilkini yazıp, sonrasında da bu noktanın aynısından bilmem kaç tane daha var der.

Ciddi bir saklama alanı tasarrufu sağlar bu yöntem. Bir noktanın 100 kez arka arkaya kendini tekrarladığını varsayalım. Hiç de abartılı bir varsayım değildir bu. Bazen bir nokta kendisini binlerce kez tekrar eder, bulutsuz bir gökyüzü gibi örneğin.

Neyse. Kendini 100 kez tekrar eden bir noktayı saklamak için 3 x 100 = 300 bayt kullanmamız gerekir. JPEG ise ilk noktayı yazar, yani 3 bayt ve 100 kere tekrarladığı için 100 sayısını yazar. Bu 100 sayısı normalde bir bayta sığar ama hadi iki bayt diyelim. Bir iki bayt da bu 100'ün aslında tekrar sayısı, yani resim bilgisi olmadığını belirlemek için kullanılmış olsun, al takke ver külah 300 baytlık bilgi, 7 bayta sığmış olur.

Bazı durumlarda insan gözü iki nokta biraz farklı olsa da aradaki farkı görememe ya da ciddiye almama eğilimindedir. JPEG böyle noktaları da aynı sayar ve sıkıştırma daha etkin hale gelir. Ancak sıkıştırıp, açılan dosya artık orijinalinden farklı bir haldedir. Bu da çoğunlukla önemsiz, abartıldığında ise önemli bir kalite kayıbıma yol açar. Bu yüzden JPEG kayıplı (lossy) bir sıkıştırma yöntemi diye anılır.

Aslında arka arkaya çekilmiş sabit görüntülerden oluşan videoları da JPEG gibi sıkıştırabiliriz. Ama bir videoda o kadar çok resim vardır ki - en az saniyede 25 civarı, her fotoyu diğerleri yokmuş gibi baştan başlayıp sıkıştırsak da ortaya çıkan sıkıştırılmış dosya hala çok büyüktür, akla ziyan boyutlardadır.

İşin aslı videoyu böyle sıkıştıran bir codec (yöntem) var. Adı Motion Jpeg. Bir-iki saniyelik videolar için belki kabul edilebilir ama uzun videolar için facia bir codec'tir. İşte Canon'da bir salak - bu kelimeyi hakaret amaçlı değil, gerçek anlamı ile kullanıyorum, bir kaç bin dolarlık en yeni kameralarından biri olan 5D Mark IV da, 4K videoyu bu yöntemle sıkıştırıyor.

Insanlar videoyu karttan diske taşımak için yarım saat falan bekliyorlar. Editlemesi falan imkansıza yakın, saçma derecede yavaş hızlarda ilerliyor. Herkesin laptop'ları dev boyutlardaki videolar yüzünden doldu. Yani bir nefret yayıldı Canon'a karşı, bu aptalca yöntemi kullandıkları için.

Daha etkili bir sıkıştırma yöntemi ayrı ayrı resimleri değil, resimleri birbirleri ile karşılaştırarak sıkıştırmak.

Saniyede en az 25 kare çekilmiş bir videoda iki kare arasında, yani saniyenin 25'te birinde çok az şey değişir. Atıyorum, jönümüz içkisinden bir yudum alıyorsa, iki kare arasında sadece kolu bir iki milim ilerlemiştir. Bütün yudumlama sahnesi iki saniye sürsün, elli kareyi ayrı ayrı sıkıştırmaktansa, bir kareyi tam olarak sıkıştırıp, sonraki kareleri, ilk karenin görüntülerini kullanarak oluşturabiliriz.

Bu tam olarak sakladığımız karelere Key Frame ya da I-Frame derler. I-Frame'leri kullanarak oluşturduğumuz karelere de P-Frame derler. Bazen kullanacağımız I-Frame geçmişte değil, gelecekte de olabilir. Hem önce, hem sonraki I-Frameleri kullanılarak oluşturulabilen bu esnek karelere de B-Frame derler.

Şöyle bir toparlarsak bir video karesi sıkıştırılırken kendi içinde kare biçiminde parçalara ayrılır, bu parçalar başka karelerde aranır ve eğer bulunursa, görüntü değerleri yerine bulundukları diğer karedeki yerine bir referans şeklinde kodlanır.

Tipik bir parça 16x16 piksel boyunda olsun. Bu parça için her piksele üç bayttan 768 bayt saklama alanı gerekir. Eğer bu parçanın aynısı, ya da çok yakını başka bir karede bulunmuşsa yine atıyorum, 768 yerine 8 baytlık bir kodlama yetecektir.

Yazının başındaki sorumuza dönersek, işte bu sıkıştırma yöntemi sayesinde benim kıytırık 64 cigabayt iPhone X'im bir dakikalık 4K video ile dolmuyor.

Yukarda anlattıklarımı n'olur kelimesi kelimesine almayın. Anlaşılır olsun diye o kadar çok sadeleştirme yaptım ki, söylediklerim eksik ile yanlış arasında gidip geliyorlar. Eğer bu sıkıştırma işlerine ilginiz varsa bir şişe şarap alıp, gelin bana. Saatlerce anlatırım hiç sıkılmadan.

Bu yazdıklarımın iPhone X ile ne ilgisi var diye sorarsanız...

iPhone X, ya da daha doğru bir deyişle iOS 11, 25 yıl sonra JPEG'e bir alternatif getirdi, çok şükür!

Bu yeni sistemin ismi HEIF. High Efficiency Image Format kelimelerinin baş harfleri. Bazen Image ile Format kerimelerinin arasına bir de File sokuyorlar.

JPEG den üç kat daha etkin sıkıştırıyor, JPEG'in 24 bitlik renk derinlik sınırını çöpe atıp 30 bit, yani 2 üzeri 30, yani bir milyar renk seçeceği sunuyor. Bu aşamada çüş deyip oturuyoruz hep beraber.

Benzeri biçimde videolar da HEVC, yani High Efficiency Video Coding dedikleri bir sistemle sıkıştırılıyor. Bu sistem bir önceki MPEG-4 ya da H.264'e göre iki kat daha iyi sıkıştırıyor.

Hattızatında hem HEIF, hem de HEVC, H.265 isimli sistemin parçaları.

Yeni bir sistem her zaman yeni sorunları beraberinde getirir. HEIF ile gelen en ciddi sorun da HEIF'in nasıl telaffuz edileceği 😛

Bu sıkıştırma sistemlerini isimlendiren sadist bir merci var bence. Böyle ucubik isimler bulup insanları kavga ettiriyorlar.

JPEG uzun süre bizim memlekette "Jii-peg" diye telaffuz edildi. Tahmin edeceğiniz üzere bunlar hep cigabaytçıların babalarının işi. Doğrusu "ceypeg", vesiyle ile yazmış olalım.

GIF diye başka bir popüler format bulunur. Bizde Avanak Avni gibi "gıf" derler, halbuki İngilizcedeki I harfinin i harfinin büyük yazılışı olduğunu bilselerdi "gif" diyecekler, ve en azından yüzde elli doğrusunu tutturacaklardı.

GIF Graphics Interchange Format'ın baş harfleridir.

İşin acı tarafı, kendisi de çalıntı bir dil olan İngilizce'de G harfinin okunuşu için kesin bir kural bulunmaz.

İçinde G'nin geçtiği sözcük Yunancadan çalınmışsa "g", Latinceden çalınıp, e, i gibi harflerden önce yazılmışsa "c" gibi okunur, ama yüzlerce istisnası ile...

Böylece dünyada GIF'ı görenlerin kimi "gif", kimi "cif" diye okur. Cif biraz daha dilin fonetiğine yakın, ama gif de g'nin kaynağı olan Graphics'n telaffuzuna bakınca daha doğru gibi görünüyor?. Bu arada Graphics Gırafiks diye okunuyor, Cırafiks değil (cigabaytçılar nasıl korkuttuysa gözümü).

Bu HEIF de çıktı çıkalı, “Hayf”, “Heyf”, “Eyf” başta, bir dolu varyasyonunu duydum. Bu codec’i yazan adamlar “Hiif” diye söylüyor. Doğrusu bu dersek yanılmış olmayız herhalde.

Resimlerin üç, video'ların iki kat küçüleceği bu yeni sistemi bayağı merak etmiştim. İlk iş bir iki fotoğraf çekip, bilgisayara aktardım. Boylarına bir baktım, hiç de öyle küçük durmuyorlar. Bir de dosya isimlerine baktım, hepsi JPEG!

Lan ben bir setting'le mi oynadım? Yanlış bir şey mi yaptım! Nerede benim "Hayk" dosyalarım (HEIF formatımdaki dosyalar HEIC dosya tipi ile saklanıyor. Sonundaki C, Container'ın baş harfi)?


İki saat gugıllayıp çözdüm olayı.

Bu HEIF formatı şu sıralar sadece Apple tarafından destekleniyor. Örneğin web sitenize koyduğunuz bir HEIC dosyasını tarayıcılar henüz gösteremiyor, Facebook'a, Instagram'a post edemiyorsunuz, Photoshop ya da Lightroom'la açamıyorsunuz (ancak Photoshop Touch ve Lightroom Mobile - ya da bugün Adobe onları hangi isim ile çağırıyorsa artık, bu dosyalarla çalışabiliyor).

Böylece hep beraber bu yeni format tamamen desteklenene kadar bir geçiş dönemi yaşamamız gerekiyor.

Apple bu işi çok elegant bir biçimde çözmüş. Apple ekosisteminde kaldığınız sürece bu HEIF formatının az yer kaplama, yüksek renk derinliği fakan gibi nimetlerinden faydalanıyorsunuz. Ancak Apple sisteminin dışına çıktığınız an sistem hemen bu dosyaları cart diye JPEG'e çeviriyor.

HEIC dosyalarını görmek istiyorsanız, USB ile bilgisayara bağlanın, Photos aplikasyonu ile fotoları import edin. Last Import modunda bütün resimleri seçip, Export Original File seçeneği ile bir folder'a resimleri bu yeni format ile saklayabilirsiniz.

Tabi burada asıl soru, HEIF ve HEVC gerçekten söylendiği kadar etkin bir sıkıştırma yapabiliyor mu?

Ben sadece resimleri karşılaştırdım. Bire bir JPEG dosyaların üçte biri kadar küçük dosyaları gözümle gördüm.

Peki bu küçük dosyaların JPEG denklerine göre bir kalite kaybı var mı?

Apple yok diyor.

Ben bir iki resmi iki formatta da çekip, piksel peeping yaptım. Çok derine inerseniz iki resim arasında çok az bir görüntü farkı var, ancak hangisi daha kaliteli, en azından ben söyleyemedim.

Web üzerinde üç beş Çinli piksel piksel karşılaştırınca JPEG çok az biraz daha kaliteli diye video koymuşlar. Açıkçası ben aynı sonucu teyit edemiyorum. Apple'ın bizi kandırıp, üç beş uyanık Çinlinin de bunu bulması pek gerçekçi gelmiyor bana.

Kim bilir, biraz zaman geçsin bakalım.

iPhone X'in kamerası 10 bit per channel çekebiliyor. HEIF de JPEG'in aksine 10 bit per channel saklayabiliyor. Apple eğer 10 bit saklayabilecekken 8 bit'e cripple etmemişse HEIF'in JPEG'den daha bile kaliteli olması gerekir.

HEIF'nin yada HEIC'nin başka bir güzelliği bir container olması. Yani içine birden fazla farklı şeyler koyabiliyor olmanız.

Örneğin portre modundaki derinlik haritası da ayrı bir dosyaya gerek kalmadan HEIC içinde saklanıyor, hem de sıkıştırılmış olarak.

HEIC'in Apple'ı mutlu eden başka bir uygulama alanı Live Photo denilen resimlerin de tek bir dosyada toplanabilmesi.

Bu Live Photo özelliği, bende nefret ve şiddet duyguları oluşturan, bir iPhone ya da iPad alır almaz kapadığım bir özellik. Ne hangi an fotoğraf çektiğinizi bilirsiniz, ne şimdiye kadar temiz çıkan bir örneğini gördüm. 🐝Mezzy🐝 'nin gülüşünü yakalarım eğer ve cırt, çekerim resmi. Live açıksa ya kızım kafasını çevirirken çıkar, ya kolunu kaldırırken.

Eyy Apple!

Hareketli bir şey istesem video çekerim. Sabit istediğimde de çektiğim anı görmek. Kaldırın şu saçmalığı kurban olayım. Kapasam da birinin burnu, kolu, parmağı çarpıyor, istemeden yeniden aktif oluyor.

Yazımızı sonlandırmadan bir beyanım daha olacak.

Dikkat ettiyseniz bu yeni sıkıştırma yöntemlerinin telefonunuzun kapasitesinin düşünerek size rahatlatabileceği konusuna hiç değinmedim.

Çünkü daha az yer kaplayan dosyaların telefonda yer sorununu çözeceğini düşünmüyorum.

İki olasılık vardır sevgili arkadaşlar.

Ya düzenli olarak resimlerinizi, videolarınızı bilgisayara aktarıp, telefonunuzun belleğini rahatlatan birisinizdir, ya da her şeyi telefonda bırakıp, bellek dolana kadar hiç bir şeyi silmeyen biri.

İlk guruptakiler zaten sıkıştırma formatı ne olursa olsun bellek sorunu çekmezler. İkinci guruptakiler de sıkıştırma formatı ne olursa olsun her daim bellek sıkıntısı çekerler. HEIF, HEVC ikinci guruptakilere belki bir kaç ay daha rahat etme imkanı sunar, o kadar.

Yeni sıkıştırma formatımız işte böyle.

Bir sonraki yazımızda toparlayıp, otuz iki kısım tekmili birden sagamızı bitireceğiz.

Sevgi ile kalın.

11 Ocak 2018 Perşembe

"Sınop" Adam

Bir kiracımız vardı. İstanbul'da bir sitede. Bir ay kira yatırmadı, ben de hadi sıkıştırmayayım dedim, ses çıkarmadım. Bir sonraki ay da yatırmadı. Buna bir mail attım, cevap yok. Site yönetimi ile falan temasa geçtik, sonra anladık ki adam evi boşaltıp, gitmiş. Haber de vermemiş. Ne yapalım dedim, allahından bulsun. Apar topar kiracı aramaya başladık ve sonunda birilerini bulduk ama daire de üç ay falan boş kaldı.

Olur böyle şeyler. Hayat mükemmel değil.

Aradan bir sene falan geçti, site yönetimi abimi aramış. Sağolsun abim hep bizim kahrımızı çekiyor böyle. Demişler ki, sizin eski kiracının 700 lira aidat borcu çıktı. Abim de biliyor bizim kiracının çıkarken bütün borcunu kapadığını. O yüzden yönetimdeki kıza siz bu adam çıkmadan bütün borcunu ödedi dediğini hatırlatmış. Kız da bizim hatamız, başka bir dairenin yaptığı ödemeyi sizin daireye yazmışız, yeni farkettik ve düzelttik, kiracınız bu düzetmeden sonra borçlu görünüyor demiş.

Olur böyle şeyler. Hayat mükemmel değil.

Durumu anladınız umarım. Başkasının ödemesi bize yapılınca bakiye azalmış, bu da sistemde görünen bakiyeyi ödeyip, vınlamış. 700 lira gibi bir miktarın eksik olduğunu farketmemesi mümkün değil tabi. Ama burası Türkiye işte. Ya tutarsa demiş, bir sene sonra da birisi bulmuş.

Açtım telefonu buna.

"Ahmet bey, ben eski ev sahibiniz Bülent."

"Oooo, Bülent bey, nasılsınız?"

"İyiyiz, siz nasılsınız?"

"İyi diyelim, iyi olalım."

"Abimi aramışlar site yönetiminden."

Adam bir nefes aldı ve başladı.

"Bülent bey, bu adamlar şerefsiz. Ben bunlara borcum ne kadar dedim, onlar da şu kadar dedi. Hepsini ödedim, hala borcun var diyorlar."

"Ahmet bey, bir yanlışlık olmuş anladığım kadarıyla."

"Ne yanlışlığı, çete bunlar!"

"Yanı böyle bir borç yok mu?"

"Bana borcun yok dediler."

"Ben onu sormadım. Adamlar hata yaptık diyorlar."

"Bana ne, hatayı yapandan alsınlar."

"Ahmet bey, sen ayda ne kadar aidat ödeyeceğini biliyor musun?"

"Biliyorum."

"Bunların ne kadarını ödedin?"

"Bana borcun sıfır dediler."

"Ahmet bey, adamlar hata yaptık diyor. Sen ne ödediğini bilmiyor musun?"

"Bana borcun yok dediler."

"Bak site yönetimi gelsin, tahakkuklarla ödemeleri karşılaştıralım demiş. Al kağıtlarını git, ne ödediğini ne kaldığını beraber hesaplayın."

"Gitmem. Orada bir kız var, çok kaba. Bana hakaret ediyor."

Nasıl şaşırdım. Ben olsam tekmeyle atardım dışarı ama kız yine sabırlıymış...

"Peki ne yapalım Ahmet Bey?"

"Senin abin çok güzel bir insan. "

"Güzeldir tabi. Abim o benim."

"Benden büyükmüş, yoksa çok iyi arkadaş olurduk onla."

"Ahmet bey, nasıl çözeceğiz bu işi?"

"Bülent bey, bunlar ahlaksız."

"Niye ahlaksız diyorsun adamlara?"

"Bana borcun var diyorlar."

Doğruyu bulup, parayı gerçek borçludan almaya çalışıyorlar diye ahlaksız diyor adamlara eşşoğlueşek.

"Peki bu borç senin mi?"

"Sen ne iş yaparsın bilmiyorum, ben ticaretle uğraşırım, anlarım para işlerinden. Adam bana borcun yok dedi."

20 sene bir Fortune 100 şirketinde finans yaptım, ama boynumuz kıldan ince. Baba anlıyor para işlerinden böyle.

"Ben adam ne dedi, onu sormuyorum. Bütün aidatlarını ödedin mi?"

"Bülent bey, benim bir oğlum var. Aslında dairede o kalıyordu ama onu mali olarak ben destekliyordum."

"?"

"Onu hala destekliyorum. Her baba oğlunu destekler. Senin çocuğun var mı?"

"Ahmet bey, bu borç senin mi, değil mi?"

"Bak bu parayı benden alamazlarsa sana gelecekler!"

Tehdit ediyor şerefsiz.

"Bana geldikleri zaman öderim. Sonra ben kimin peşine düşerim sence?"

"Bülent bey sen doğru konuşmuyorsun bak."

"Bak kardeşim, sana tavsiyem git öde bu parayı, yoksa icra, avukat, mahkeme, canını acıtırlar."

"Biz öyle öksüz değiliz, bizim de avukatımız var."

"Ne diyosun sen Ahmet bey?"

"Bülent bey, sen abin gibi değilmişsin. Abin çok iyi biri, seni beğenmedim."

Beğenmemiş (!) Demek kızını vermeyecek...

"Ahmet bey git öde borcunu."

"Sen ne 'sınop' adammışın yaaa"

"Siktir git eşşoğlueşek"

Dedim, kapattım telefonu. Ağzımı bozdum, kusuruma bakmayın.

Bu adam gitmiş, önce emlakçınız benim paramın üstüne yattı, ondan alın bu parayı diye rezillik çıkarmış. Bahsettiği emlakçıyı atmışlarmış işten. Gidip adamı bulmuşlar. Bak Ahmet bey benim paramın üstüne yattı diyor, nasıl oldu bu iş diye sormuşlar. Emlakçı da o para hizmet bedeli. Makbuzu da burada diye göstermiş. Yani emlakçının komisyonu. Ahmete sormuşlar, haa öylemiymiş demiş.

Birisi anlatsa yalan söylüyor, olmaz bu kadarı derim...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...