Abi artık bööğğğğk geldi. Her Türk gezgini vizesiz ve uçak bileti ucuz diye Belgrad'a, Tiflis'e, Üsküp'e gidiyor. İçim dışım Belgrad oldu.
Uzun süre yaşadığım Sırbistan hakkında söylediklerinin çoğu kulaktan dolma, Türklüğün gayreti ile doğuştan her şeyi bilirim, bilmesem de şeytani zekamla kıvırırım kaynaklı yalan yanlıs, zırva bilgiler.
Birisi öyle bir uydurmuş ki, meğer Belgrad'da "kırmızı" belediye otobüslerine "orta" kapıdan binersen bedava oluyormuş. Aman dikkat. Böyle yapar da yakalanırsa, şahıs annesinin cinsel organını görür, hem de tam orta kapıdan.
Birisi Zemun semtini Macarlardan kalma tarihi bir yer olarak anlatıyor. Zemun, çocukluğumun Çın Çın bağları gibi bir yerdir, yalnız gir, zor çıkarsın.
Başka birisi Sırpça öğretiyor. Jelena ile oturup, dakikalarca güldük. Meğer "merhaba", "zdrova" demekmiş, hayır da "nı". İlgilenirseniz doğruları "zdravo" ve "ne".
Belgrad'a sanki bir Avrupa kenti diyor, Belgrad Avrupa'da değilmiş gibi. Belgrad, malumunuz, Avrupa'nın göbeğindedir.
Bir de nasıl abuk bir Türkçe. Adam "Caddeleri çok güzel 'mimariler' sarmış" diyor, "tam karşıdaki 'mimarinin' fotoğrafını çektim" diye devam ediyor. Çok aciz, çok zavallı bir Türkçe bu. Adam 'mimari' kelimesini 'bina' zannediyor.
Bunlar kamp 'atıyor', yemek 'gömüyorlar'.
Henüz Gürcistan'ı görmedim ama görseydim, eminim bir bu kadar da onun için yazardım.
Eğitimin hali malum, ama bu kadarı çok geldi bana...
25 Kasım 2024 Pazartesi
Kafası Kopmuş Tavuk
Sevgili arkadaşlar, malum konumuz nükleer ve Türkiye de yavaş yavaş uyanmaya başladı, ufak bir hatırlatma yapayım.
Herkesin ağzında bir "hipersonik" füze.
Sorunca cahilleri hepsi "Efendim hipersonik füze ses hızının 4-5 katında yada daha fazla hızla uçan füzedir" diyorlar.
Bu sözde akıl küpleri 1950'lerde yapılan en basit balistik füzelerin bile hedeflerine doğru dalışlarında hipersonik olduklarının farkında değiller.
Ancak bu füzeler adı üzerlerinde balistik füzelerdir. Yani öncesinde hesaplanmış bir balistik eğri ile hedeflerini bulurlar. Çok azı son anda rotalarında çok küçük değişiklikler yapabilirler.
O yüzden bu füzeler atıldıklarından bir kaç saniye sonrasında bütün rotalarını açık ederler ve bunları durduracak hava savunma sistemleri harekete geçer.
Bugünkü anlamında hipersonik füzeler ise balistik bir rota izlemezler. Hipersonik hızlarda bir seyir füzesi gibi manevra yapabilirler.
Rusların Dinipro'ya attıkları Oreşnik füzesi balistik füze olarak isimlendirilse de atmosfere girdikten sonra savaş başlığı sesin 10 katı hızında (Mach 10) kafası kopmuş bir tavuk gibi manevra yapabilmekte.
Yani savaş başlığı önceden hesaplanabilir balistik bir rota izlemiyor.
Bu nedenle Oreşnik, aslen hibrid balistik-seyir füzesi şeklinde sınıflandırılabilir.
Patriot'dı, S-400 dü, THAAD'dı, bütün anlı şanlı hava savunma sistemleri bu füzeyi göremez bile.
Anladık mı şimdi Avrupa niye panikte?
Herkesin ağzında bir "hipersonik" füze.
Sorunca cahilleri hepsi "Efendim hipersonik füze ses hızının 4-5 katında yada daha fazla hızla uçan füzedir" diyorlar.
Bu sözde akıl küpleri 1950'lerde yapılan en basit balistik füzelerin bile hedeflerine doğru dalışlarında hipersonik olduklarının farkında değiller.
Ancak bu füzeler adı üzerlerinde balistik füzelerdir. Yani öncesinde hesaplanmış bir balistik eğri ile hedeflerini bulurlar. Çok azı son anda rotalarında çok küçük değişiklikler yapabilirler.
O yüzden bu füzeler atıldıklarından bir kaç saniye sonrasında bütün rotalarını açık ederler ve bunları durduracak hava savunma sistemleri harekete geçer.
Bugünkü anlamında hipersonik füzeler ise balistik bir rota izlemezler. Hipersonik hızlarda bir seyir füzesi gibi manevra yapabilirler.
Rusların Dinipro'ya attıkları Oreşnik füzesi balistik füze olarak isimlendirilse de atmosfere girdikten sonra savaş başlığı sesin 10 katı hızında (Mach 10) kafası kopmuş bir tavuk gibi manevra yapabilmekte.
Yani savaş başlığı önceden hesaplanabilir balistik bir rota izlemiyor.
Bu nedenle Oreşnik, aslen hibrid balistik-seyir füzesi şeklinde sınıflandırılabilir.
Patriot'dı, S-400 dü, THAAD'dı, bütün anlı şanlı hava savunma sistemleri bu füzeyi göremez bile.
Anladık mı şimdi Avrupa niye panikte?
13 Kasım 2024 Çarşamba
Nükleer Senaryolar
Sevgili arkadaşlar, ben bir soğuk savaş çocuğuyum. Gençliğimin önemli bir bölümü her iki bloğun olası bir nükleer saldırısının tehdidi altında geçti.
O yüzden yapay zeka ile birlikte olası bir nükleer savaşı başlatabilecek senaryolara bakarken, çoğu için bir film yapıldığını farkettim.
Önceki yazılarda nükleer bir savaşın nasıl yapılacağını ve sonuçlarının neler olabileceğini gözden geçirmiştik. Çok fazla vakit kaybetmeden bir nükleer savaş nasıl başlayabilir, ona bakalım.
Nükleer savaş ihtimali, insanlık tarihinin en büyük tehditlerinden biri olarak kabul edilir sevgili arkadaşlar. Bu tehdit, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte azalmış gibi görünse de, günümüzde hala varlığını sürdürmektedir. Devletler arasındaki silahlanma yarışları, jeopolitik gerginlikler ve teknolojik gelişmelerle birlikte nükleer savaş riski belirli senaryolarda hâlâ gerçek bir tehlike oluşturmaktadır.
Bakalım bu senaryolar hangileridir.
1. Yanlış Alarm veya Sistem Hatası
İnanması ilk bakışta biraz güç gelebilir ama tarih boyunca, nükleer alarm sistemlerinde yaşanan yanlış alarmlar birçok kez nükleer bir savaşın eşiğine gelinmesine neden olmuştur.
Özellikle Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyetler Birliği’nin erken uyarı sistemlerinde yaşanan teknik aksaklıklar, her iki tarafın da yanlışlıkla karşılıklı olarak nükleer füze saldırısında bulunma korkusuna kapılmasına yol açmıştır.
Örneğin, 1983 yılında Sovyetler Birliği’nde bir erken uyarı sistemi, verileri yanlış yorumlamış ve ABD tarafından başlatılan bir saldırı yapıldığını düşünmüştü.
Eğer bu tür bir yanlış alarm günümüzde yaşanırsa, sistem hatası nedeniyle iki tarafın da ani ve karşılıklı saldırılara başvurması mümkündür.
2. Kasıtlı Saldırı ve Stratejik Hamleler
Nükleer savaşın başlaması ihtimali, bir devletin başka bir devlete karşı kasıtlı olarak nükleer saldırı gerçekleştirmesi durumunda oldukça yüksek bir senaryodur.
Kasıtlı bir saldırı, genellikle düşman ülkenin askeri veya stratejik bir tehdidine karşılık olarak yapılabilir. Özellikle bazı ülkeler, nükleer silahların caydırıcı gücünü kullanarak stratejik avantaj sağlamak isteyebilir.
Örneğin, bir ülke başka bir ülkenin nükleer gücünden endişe duyarak, popüler tanımıyla “preemptive strike” yani “önleyici saldırı” adı verilen bir stratejiyle hareket edebilir.
Bu durumda, saldırıyı gerçekleştiren ülke, düşmanının nükleer kapasitesini yok ederek kendini koruyabileceğini düşünebilir.
Bugün İsrail’in, İran’ın nükleer silah geliştirme olasılığına karşı yürüttüğü en temel strateji budur.
3. Bölgesel Çatışmaların Küresel Nükleer Savaşa Dönüşmesi
Bölgesel çatışmalar, bazen küresel güçler arasında bir nükleer savaşın kıvılcımını çakabilir. Özellikle Güney Asya, Orta Doğu ve Doğu Avrupa gibi bölgelerde meydana gelen çatışmalar, büyük güçlerin araya girmesiyle daha geniş çaplı bir savaşa dönüşebilir. Örneğin, Hindistan ile Pakistan arasında yaşanacak büyük bir kriz, bölgesel bir nükleer savaşın çıkmasına ve ardından diğer büyük güçlerin de bu savaşa müdahil olmasına yol açabilir. Böylesi bir senaryoda, nükleer silahların kullanımı bölgesel sınırları aşarak küresel çapta yıkıcı bir savaş haline dönüşebilir.
Ancak bu senaryonun gerçekleşmesine en yakın olasılık, Rusya ve Ukrayna arasındaki askeri çatışmadır.
4. Terör Örgütlerinin Nükleer Silah Elde Etmesi
Nükleer savaşın başlayabileceği diğer bir senaryo, terör örgütlerinin veya radikal grupların nükleer silah ele geçirmesi ve bu silahları kullanmasıdır.
Nicole Kidman ve George Clooney’in The Peacemaker filmini izlediniz mi?
Nükleer silahların veya nükleer malzemelerin yasadışı yollarla temin edilmesi, bu grupların eline geçmesi ihtimalini gün be gün artırmaktadır.
Terör örgütleri, siyasi amaçlarına ulaşmak veya korku yaymak amacıyla nükleer silahları kullanabilir. Bu tür bir saldırı, yalnızca bir şehri yok etmekle kalmaz, aynı zamanda dünya genelinde siyasi ve askeri dengeleri sarsarak nükleer silah sahibi ülkelerin birbirlerine karşı tetikte olmalarına neden olabilir.
Bu noktada nükleer silahların, terör örgütlerinin eline yasadışı yöntemlerle geçmesi de gerekmiyor. Nükleer silahlara sahip A ülkesi, gıcık olduğu B ülkesine zarar vermek için el altından, B ülkesine karşı mücadele eden terör örgütlerinden birine bir atom bombası verebilir.
5. Yükselen Teknolojik Tehditler ve Siber Saldırılar
Bu senaryoya biraz dikkatli bakalım sevgili arkadaşlar.
Günümüzde siber güvenlik, nükleer güvenlik kadar önem kazanmaktadır. Nükleer sistemlerin güvenliği, olası bir siber saldırı karşısında tehlikeye girebilir. Eğer bir düşman devlet veya bir siber suç örgütü, bir ülkenin nükleer füze sistemlerini ele geçirip onları ateşleyebilir ya da yanlış alarmlar vererek ülkeler arasında yanlış anlaşılmalara yol açabilir. Bu tür bir siber saldırı, yanlış bilgiyle beslenen bir ülkenin kendini savunmak için nükleer saldırıya başvurmasına yol açabilir. Böyle bir senaryo, nükleer savaş riskini artıran modern tehditler arasında sayılmaktadır.
Buradaki kritik nokta, nükleer bir savaşı başlatmak için James Bond tarzı casusluğa, yada Rusya-Ukrayna savaşı gibi on binlerce askerin, uçağın, tankın katıldığı askeri harekatlara gerek olmamasıdır.
Bir laptop bilgisayar ve orta ayarda bir İnternet bağlantısı teknik olarak bir nükleer savaşı başlatabilir.
6. Yoğun Silahlanma Yarışı ve Yanlış Algılamalar
Silahlanma yarışları, ülkelerin kendilerini güvende hissetmemelerine yol açabilir. Eğer bir ülke, komşu veya rakip ülkelerin nükleer silahlarını artırdığını görürse, bunu tehdit olarak algılayabilir ve önlem almak adına nükleer silah geliştirmeye veya var olan kapasitesini artırmaya yönelebilir. Bu tür bir rekabet, ülkeler arasında yanlış anlaşılmalara ve gerginliğe neden olabilir. Eğer bir ülke, rakip ülkenin nükleer kapasitesini kendisine yönelik bir saldırı hazırlığı olarak algılarsa, bu algılama nükleer bir karşı-saldırıyla sonuçlanabilir.
Gördüğümüz gibi kendimizi yok edecek bolca nükleer senaryo var.
Nükleer savaşın patlak verebileceği bu senaryolar, modern dünyanın karşı karşıya olduğu büyük riskleri gözler önüne sermektedir.
Bu tehlikelerin önüne geçmek için devletler arası diplomasi, silahların kontrolü ve nükleer silahsızlanma çalışmaları büyük önem taşır.
Barışçıl çözümlere ve karşılıklı anlayışa dayalı bir dünya düzeni, nükleer savaş riskini azaltmanın en etkili yoludur.
Bunu elde etmenin ise tek bir yöntemi var.
Kime oy verdiğinize dikkat edin.
Çok içinizi karattım ama ne yapalım. Gerçek böyle bir şey.
O yüzden yapay zeka ile birlikte olası bir nükleer savaşı başlatabilecek senaryolara bakarken, çoğu için bir film yapıldığını farkettim.
Önceki yazılarda nükleer bir savaşın nasıl yapılacağını ve sonuçlarının neler olabileceğini gözden geçirmiştik. Çok fazla vakit kaybetmeden bir nükleer savaş nasıl başlayabilir, ona bakalım.
Nükleer savaş ihtimali, insanlık tarihinin en büyük tehditlerinden biri olarak kabul edilir sevgili arkadaşlar. Bu tehdit, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte azalmış gibi görünse de, günümüzde hala varlığını sürdürmektedir. Devletler arasındaki silahlanma yarışları, jeopolitik gerginlikler ve teknolojik gelişmelerle birlikte nükleer savaş riski belirli senaryolarda hâlâ gerçek bir tehlike oluşturmaktadır.
Bakalım bu senaryolar hangileridir.
1. Yanlış Alarm veya Sistem Hatası
İnanması ilk bakışta biraz güç gelebilir ama tarih boyunca, nükleer alarm sistemlerinde yaşanan yanlış alarmlar birçok kez nükleer bir savaşın eşiğine gelinmesine neden olmuştur.
Özellikle Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyetler Birliği’nin erken uyarı sistemlerinde yaşanan teknik aksaklıklar, her iki tarafın da yanlışlıkla karşılıklı olarak nükleer füze saldırısında bulunma korkusuna kapılmasına yol açmıştır.
Örneğin, 1983 yılında Sovyetler Birliği’nde bir erken uyarı sistemi, verileri yanlış yorumlamış ve ABD tarafından başlatılan bir saldırı yapıldığını düşünmüştü.
Eğer bu tür bir yanlış alarm günümüzde yaşanırsa, sistem hatası nedeniyle iki tarafın da ani ve karşılıklı saldırılara başvurması mümkündür.
2. Kasıtlı Saldırı ve Stratejik Hamleler
Nükleer savaşın başlaması ihtimali, bir devletin başka bir devlete karşı kasıtlı olarak nükleer saldırı gerçekleştirmesi durumunda oldukça yüksek bir senaryodur.
Kasıtlı bir saldırı, genellikle düşman ülkenin askeri veya stratejik bir tehdidine karşılık olarak yapılabilir. Özellikle bazı ülkeler, nükleer silahların caydırıcı gücünü kullanarak stratejik avantaj sağlamak isteyebilir.
Örneğin, bir ülke başka bir ülkenin nükleer gücünden endişe duyarak, popüler tanımıyla “preemptive strike” yani “önleyici saldırı” adı verilen bir stratejiyle hareket edebilir.
Bu durumda, saldırıyı gerçekleştiren ülke, düşmanının nükleer kapasitesini yok ederek kendini koruyabileceğini düşünebilir.
Bugün İsrail’in, İran’ın nükleer silah geliştirme olasılığına karşı yürüttüğü en temel strateji budur.
3. Bölgesel Çatışmaların Küresel Nükleer Savaşa Dönüşmesi
Bölgesel çatışmalar, bazen küresel güçler arasında bir nükleer savaşın kıvılcımını çakabilir. Özellikle Güney Asya, Orta Doğu ve Doğu Avrupa gibi bölgelerde meydana gelen çatışmalar, büyük güçlerin araya girmesiyle daha geniş çaplı bir savaşa dönüşebilir. Örneğin, Hindistan ile Pakistan arasında yaşanacak büyük bir kriz, bölgesel bir nükleer savaşın çıkmasına ve ardından diğer büyük güçlerin de bu savaşa müdahil olmasına yol açabilir. Böylesi bir senaryoda, nükleer silahların kullanımı bölgesel sınırları aşarak küresel çapta yıkıcı bir savaş haline dönüşebilir.
Ancak bu senaryonun gerçekleşmesine en yakın olasılık, Rusya ve Ukrayna arasındaki askeri çatışmadır.
4. Terör Örgütlerinin Nükleer Silah Elde Etmesi
Nükleer savaşın başlayabileceği diğer bir senaryo, terör örgütlerinin veya radikal grupların nükleer silah ele geçirmesi ve bu silahları kullanmasıdır.
Nicole Kidman ve George Clooney’in The Peacemaker filmini izlediniz mi?
Nükleer silahların veya nükleer malzemelerin yasadışı yollarla temin edilmesi, bu grupların eline geçmesi ihtimalini gün be gün artırmaktadır.
Terör örgütleri, siyasi amaçlarına ulaşmak veya korku yaymak amacıyla nükleer silahları kullanabilir. Bu tür bir saldırı, yalnızca bir şehri yok etmekle kalmaz, aynı zamanda dünya genelinde siyasi ve askeri dengeleri sarsarak nükleer silah sahibi ülkelerin birbirlerine karşı tetikte olmalarına neden olabilir.
Bu noktada nükleer silahların, terör örgütlerinin eline yasadışı yöntemlerle geçmesi de gerekmiyor. Nükleer silahlara sahip A ülkesi, gıcık olduğu B ülkesine zarar vermek için el altından, B ülkesine karşı mücadele eden terör örgütlerinden birine bir atom bombası verebilir.
5. Yükselen Teknolojik Tehditler ve Siber Saldırılar
Bu senaryoya biraz dikkatli bakalım sevgili arkadaşlar.
Günümüzde siber güvenlik, nükleer güvenlik kadar önem kazanmaktadır. Nükleer sistemlerin güvenliği, olası bir siber saldırı karşısında tehlikeye girebilir. Eğer bir düşman devlet veya bir siber suç örgütü, bir ülkenin nükleer füze sistemlerini ele geçirip onları ateşleyebilir ya da yanlış alarmlar vererek ülkeler arasında yanlış anlaşılmalara yol açabilir. Bu tür bir siber saldırı, yanlış bilgiyle beslenen bir ülkenin kendini savunmak için nükleer saldırıya başvurmasına yol açabilir. Böyle bir senaryo, nükleer savaş riskini artıran modern tehditler arasında sayılmaktadır.
Buradaki kritik nokta, nükleer bir savaşı başlatmak için James Bond tarzı casusluğa, yada Rusya-Ukrayna savaşı gibi on binlerce askerin, uçağın, tankın katıldığı askeri harekatlara gerek olmamasıdır.
Bir laptop bilgisayar ve orta ayarda bir İnternet bağlantısı teknik olarak bir nükleer savaşı başlatabilir.
6. Yoğun Silahlanma Yarışı ve Yanlış Algılamalar
Silahlanma yarışları, ülkelerin kendilerini güvende hissetmemelerine yol açabilir. Eğer bir ülke, komşu veya rakip ülkelerin nükleer silahlarını artırdığını görürse, bunu tehdit olarak algılayabilir ve önlem almak adına nükleer silah geliştirmeye veya var olan kapasitesini artırmaya yönelebilir. Bu tür bir rekabet, ülkeler arasında yanlış anlaşılmalara ve gerginliğe neden olabilir. Eğer bir ülke, rakip ülkenin nükleer kapasitesini kendisine yönelik bir saldırı hazırlığı olarak algılarsa, bu algılama nükleer bir karşı-saldırıyla sonuçlanabilir.
7. Nükleer Silahların Yayılması (Proliferasyon)
Nükleer silahların yayılması, bu silahların daha fazla ülkenin eline geçmesine neden olur ve risk faktörünü artırır. Nükleer silaha sahip ülkelerin sayısındaki artış, dünya genelinde istikrarsızlık yaratabilir ve nükleer bir savaş riskini tetikleyebilir. Bu durumda, her bir ülke, diğer ülkelerin nükleer gücünden endişe duyarak kendini koruma amacıyla saldırıya geçebilir. Özellikle yönetim yapısı istikrarsız olan veya siyasi kriz yaşayan ülkelerin nükleer silahlara erişimi, bu ülkelerin nükleer silahları sorumsuzca kullanma ihtimalini artırır.
8. Büyük Güçler Arasında Jeopolitik Çatışmalar
Dünya genelinde yaşanan jeopolitik gerginlikler, büyük güçler arasında nükleer bir savaşın başlamasına yol açabilir. Örneğin, ABD ve Çin arasındaki Pasifik bölgesindeki stratejik çekişmeler veya NATO ile Rusya arasındaki Doğu Avrupa’daki gerilimler nükleer bir çatışmaya dönüşebilir. Bu tür jeopolitik çatışmalar, her iki tarafın da nükleer gücünü bir tehdit unsuru olarak kullanmasına yol açabilir ve yanlış bir hamleyle nükleer savaş tetiklenebilir.
Rusya-Ukrayna, Çin-Taiwan…
9. Yanlış Politik Liderlik veya Abartılı Kararlar
Nükleer silah kullanma yetkisine sahip liderlerin kararları, nükleer savaşın patlak vermesinde kritik bir role sahiptir. Eğer bir lider, diplomatik kanalları ve barışçıl çözümleri göz ardı ederek saldırgan bir politika izlerse, nükleer silahların kullanılması ihtimali ortaya çıkabilir. Özellikle kriz durumlarında yanlış bir değerlendirme veya ani bir öfke patlaması, nükleer düğmeye basılmasına neden olabilir. Bu durumda, diplomasi yerine askeri gücün ön planda tutulması, nükleer savaşın başlamasını hızlandırabilir.
Neyse ki bundan endişelenmemize gerek yok. Biden, akli melekeleri yerinde, tutarlı bir lider. Onu izleyen Trump ise başka bir sükunet, aklı-selim ve tutarlılık abidesi. Fransa başkanı Macron, ileri görüşlülüğün ve devlet adamlığının yeryüzündeki temsili. Eminim ismini bilmediğim İngiltere Başbakanı da en az bunlar kadar güvenilir biridir. Aralarındaki en sağlam isim ise Netanyahu. O oldukça korkmayın. Bir de Kuzey Kore lideri Roket-Adam var, ona da ne diyelim, bilemedim. Xi ile Putin’in yorumunu da sizlere bırakıyorum.
10. Kitle İmha Silahlarının Kombine Kullanımı
Nükleer savaşın başlamasına yol açabilecek bir diğer senaryo, kitle imha silahlarının bir arada kullanılmasıdır. Nükleer, biyolojik veya kimyasal silahların bir arada kullanılması, devletleri kendilerini korumak için nükleer silahlara başvurmaya zorlayabilir. Örneğin, biyolojik bir saldırıya maruz kalan bir ülke, bu saldırıya karşılık olarak nükleer silah kullanma kararı alabilir. Bu tür bir durum, bölgesel bir çatışmanın nükleer savaşa dönüşmesine neden olabilir.
Gelelim sonuca.
Nükleer silahların yayılması, bu silahların daha fazla ülkenin eline geçmesine neden olur ve risk faktörünü artırır. Nükleer silaha sahip ülkelerin sayısındaki artış, dünya genelinde istikrarsızlık yaratabilir ve nükleer bir savaş riskini tetikleyebilir. Bu durumda, her bir ülke, diğer ülkelerin nükleer gücünden endişe duyarak kendini koruma amacıyla saldırıya geçebilir. Özellikle yönetim yapısı istikrarsız olan veya siyasi kriz yaşayan ülkelerin nükleer silahlara erişimi, bu ülkelerin nükleer silahları sorumsuzca kullanma ihtimalini artırır.
8. Büyük Güçler Arasında Jeopolitik Çatışmalar
Dünya genelinde yaşanan jeopolitik gerginlikler, büyük güçler arasında nükleer bir savaşın başlamasına yol açabilir. Örneğin, ABD ve Çin arasındaki Pasifik bölgesindeki stratejik çekişmeler veya NATO ile Rusya arasındaki Doğu Avrupa’daki gerilimler nükleer bir çatışmaya dönüşebilir. Bu tür jeopolitik çatışmalar, her iki tarafın da nükleer gücünü bir tehdit unsuru olarak kullanmasına yol açabilir ve yanlış bir hamleyle nükleer savaş tetiklenebilir.
Rusya-Ukrayna, Çin-Taiwan…
9. Yanlış Politik Liderlik veya Abartılı Kararlar
Nükleer silah kullanma yetkisine sahip liderlerin kararları, nükleer savaşın patlak vermesinde kritik bir role sahiptir. Eğer bir lider, diplomatik kanalları ve barışçıl çözümleri göz ardı ederek saldırgan bir politika izlerse, nükleer silahların kullanılması ihtimali ortaya çıkabilir. Özellikle kriz durumlarında yanlış bir değerlendirme veya ani bir öfke patlaması, nükleer düğmeye basılmasına neden olabilir. Bu durumda, diplomasi yerine askeri gücün ön planda tutulması, nükleer savaşın başlamasını hızlandırabilir.
Neyse ki bundan endişelenmemize gerek yok. Biden, akli melekeleri yerinde, tutarlı bir lider. Onu izleyen Trump ise başka bir sükunet, aklı-selim ve tutarlılık abidesi. Fransa başkanı Macron, ileri görüşlülüğün ve devlet adamlığının yeryüzündeki temsili. Eminim ismini bilmediğim İngiltere Başbakanı da en az bunlar kadar güvenilir biridir. Aralarındaki en sağlam isim ise Netanyahu. O oldukça korkmayın. Bir de Kuzey Kore lideri Roket-Adam var, ona da ne diyelim, bilemedim. Xi ile Putin’in yorumunu da sizlere bırakıyorum.
10. Kitle İmha Silahlarının Kombine Kullanımı
Nükleer savaşın başlamasına yol açabilecek bir diğer senaryo, kitle imha silahlarının bir arada kullanılmasıdır. Nükleer, biyolojik veya kimyasal silahların bir arada kullanılması, devletleri kendilerini korumak için nükleer silahlara başvurmaya zorlayabilir. Örneğin, biyolojik bir saldırıya maruz kalan bir ülke, bu saldırıya karşılık olarak nükleer silah kullanma kararı alabilir. Bu tür bir durum, bölgesel bir çatışmanın nükleer savaşa dönüşmesine neden olabilir.
Gelelim sonuca.
Gördüğümüz gibi kendimizi yok edecek bolca nükleer senaryo var.
Nükleer savaşın patlak verebileceği bu senaryolar, modern dünyanın karşı karşıya olduğu büyük riskleri gözler önüne sermektedir.
Bu tehlikelerin önüne geçmek için devletler arası diplomasi, silahların kontrolü ve nükleer silahsızlanma çalışmaları büyük önem taşır.
Barışçıl çözümlere ve karşılıklı anlayışa dayalı bir dünya düzeni, nükleer savaş riskini azaltmanın en etkili yoludur.
Bunu elde etmenin ise tek bir yöntemi var.
Kime oy verdiğinize dikkat edin.
Çok içinizi karattım ama ne yapalım. Gerçek böyle bir şey.
27 Ekim 2024 Pazar
Nükleer Strateji
Dünyada dört tür insan vardır sevgili arkadaşlar.
Bunların ilki, etrafında olan biten hiç bir şeye kulak asmaz. Dünya yansa umurunda değildir.
Bunun tam aksi ikinci tür de aklına gelen her şeyi kafasına takar. Huzur nedir bilmez. Onlar için her şey bir felakettir.
Üçüncü tur ise ukaladır. Etrafında olan bitenin farkında bile değildir, ancak her şeyi bildiğine inanır. Bu insanlar çok konuşur, çok yanılır. Evrenin en can sıkıcı, en sinir bozucu canlılarıdır.
Dördüncü tür ise soğukkanlıdır. Etrafında olan biten iyi ve kötü şeylerin farkındadır, ancak panik yapmaz. Çok şey bilse de, aslında ne kadar az bildiğinin farkındadır. Bilmeden konuşmaz, konuşmadan önce düşünür ve öğrenir.
Şimdi sizlere bu türlerin hangisinden olduğunuzu sormayacağım. Hepimiz zaman zaman bu dört anlayışın arasında gider, geliriz. En sık hangisinin yakınında kalıyorsak, kendimizi o türden sayabiliriz.
Kendimi dördüncü gruba yakın hissederim. Ama bu yazıyı sanki daha ziyade ikinci grup damarımdan yazıyorum. Bu yazıyı yazarken kesinlikle üçüncü grubu hedeflemiyorum. Bu tür ukalalığın tedavisi bence olanaklı değil. Bu sebeple Türkiye’nin dörtte üçü bu yazıyı okumasa da olur. Hedefim ikinci grup da değil. Onlar zaten panikteler.
Hedefim tedavi edilebilir durumdaki umursamaz kitle, yani birinci grup. Onların biraz dikkatini çekebilirsek, bu konuya ilgi ve önem gösterecek gibiler.
Konumuz, gitgide yaklaştığımız nükleer kıyamet elbette.
ABD, nükleer silahları İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Sovyetler ise bundan çok kısa bir süre sonra elde etmişti.Termonükleer silahların da ortaya çıkmasıyla, her iki blok da, bırakın sadece rakip bloğu, tüm dünyayı yok edecek güçte bombaları imal ettiler.
İlk başlarda nükleer silahlar bomba biçiminde, uçaklar tarafından hedef kentin üstüne getirilip, bırakılıyordu. Haliyle zahmetli bir yöntemdi bu. Bir kere uçaklar çok büyük oldukları için sadece uzun pistlerden havalanabiliyorlardı. Uçağa nükleer silahların ve yakıtı yüklenmesi, uçağın hedefine ulaşması falan uzun zaman alıyordu. Çoğunlukla yavaş olan, özellikle ilk nesil bombardıman uçakları interceptor, yani önleme uçakları için kolay birer hedef oluyordu. Bu yüzden bir ara, 7 gün 24 saat, nükleer bomba taşıyan uçaklar, kuzey kutbunun üzerinde dönüyorlardı - ki bir nükleer saldırı esnasında tam Amerikadan kalkıp, Rusya’ya ulaşmak için gerekli zaman kısalsın diye.
Daha sonra nükleer silahları kıtalar arası balistik füzelere taktılar. Bu füzeler atmosferin dışına çıkıp, önceden hesaplı balistik bir rotayı izleyerek, hedeflerine ulaşıyorlardı. Özellikle atmosferin ötesine çıkan türleriyle bu roketler çok çok yüksek hızlara ulaşabiliyorlardı. Orta menzilli, kıtalararası sayılmayacak bir Jüpiter füzesi bile hedefine çarptığında saatte 20 bin kilometre hızındaydı. Bu hızlardaki bir füzeyi, o günkü teknoloji ile durdurmak mümkün değildi.
İlk nesil kıtalararası balistik füzelerin sorunu bunların atışa hazırlanması için gerekli zaman ve tesisatı.
Bu füzeler sıvı yakıt kullanıyorlardı. Yanıcı olarak bir tür hidrojen, bunu da yakmak için sıvı oksijenin atıştan önce füzeye yüklenmesi gerekiyordu. Bu yakıtların her ikisi de önceden füzelere yüklenip, bırakılmayacak kadar dengesizdi. Oksijeni ise sıvı halde tutmak için çok düşük derecelere kadar soğutmak gerekiyordu. Eğer füzeler bu iki yakıt ile doldurulup, beklenirse, zamanın ilerlemesiyle yakıt dengesizleşip, patlamaya meyili oluyor, oksijen ise devamlı buharlaştığı için yenilenmesi gerekiyordu.
O yüzden haydi deyince, örneğin yine bir Jüpiter füzesini yakıtla doldurup, atışa hazırlamak yaklaşık otuz, geniş anlamda sıfırdan ateşlemeye kadar da yaklaşık altmış dakika alıyordu.
Sıvı yakıtlı füzelerin başka bir sorunu da bunların depolanıp, servislenmesi ve atışı için gereken büyük silolardı. Soğuk savaş sırasında her iki blok da diğerinin silolarının yerlerini bildiklerinden bu alanlar ilk saldıran taraf için kolayca ortadan kaldırılabilecek birinci sınıf hedef durumunda kalıyorlardı.
Her ne olursa olsun bu ilk nesil füzeler insanlı uzay programlarının da temeli oldular. Rus R7 füzesi ve bunun türevleri olan Vostok füzeleri ilk yapay uydu olan Sputniki, uzaya gönderilen ilk insan olan Yuri Gagarini ve bugün bile Amerikalı astronotları uzaya, Uluslararası Uzay İstasyonu’na, taşıyor.
Özetlersek, nükleer silah taşıyan uçaklardan sonra sıvı yakıtlı balistik füzeler ikinci bir taşıma yöntemi oluşturmuşlardı.
Nükleer silahların hedeflerine taşınması ile ilgili gerçek devrim, sıvı yerine katı yakıtlı roketlerin geliştirilmesiyle oluştu.
Katı yakıtlı roketler öyle kendi başlarına bırakıldıklarında, yada sarsıldıklarında, taşındıklarında falan kendi kendilerine patlamıyorlardı. Uzun süre sorunsuz saklanabiliyor, uzun sayılabilecek ateşleme süreçlerine gerek duymuyorlardı.
Şeytanca bir akıl bu katı yakıtlı füzeleri denizaltılara yerleştirdi.
Bu denizaltılar öyle lanet savaş araçlarıdır ki, özellikle nükleer güçle çalışanları kontağı kapatıp, aylarca okyanusun dibinde kalabilirler. Bu durumda tespit edilebilmeleri neredeyse imkansızdır. Bu nedenle her iki blok da katı yakıtlı balistik nükleer başlıklı füze taşıtan denizaltılarını birbirlerinin kıyılarına yaklaştırıp, park ettiler. Mesafe kısaldıkça cevap verme süresi kısaldığından, bu denizaltılar çok kudretli bir ilk saldırı silahı haline geldiler.
Özellikle Sovyetler katı yakıtlı kıtalararası balistik füzeleri silolar yerine trenlere ve hatta kamyonlara yükleyip, dünyanın en büyük ülkesi olan Rusya'nın içlerine dağıttılar. Artık Amerikalılar'ın hedef alabileceği sabit füze siloları kalmamıştı.
Bunların ilki, etrafında olan biten hiç bir şeye kulak asmaz. Dünya yansa umurunda değildir.
Bunun tam aksi ikinci tür de aklına gelen her şeyi kafasına takar. Huzur nedir bilmez. Onlar için her şey bir felakettir.
Üçüncü tur ise ukaladır. Etrafında olan bitenin farkında bile değildir, ancak her şeyi bildiğine inanır. Bu insanlar çok konuşur, çok yanılır. Evrenin en can sıkıcı, en sinir bozucu canlılarıdır.
Dördüncü tür ise soğukkanlıdır. Etrafında olan biten iyi ve kötü şeylerin farkındadır, ancak panik yapmaz. Çok şey bilse de, aslında ne kadar az bildiğinin farkındadır. Bilmeden konuşmaz, konuşmadan önce düşünür ve öğrenir.
Şimdi sizlere bu türlerin hangisinden olduğunuzu sormayacağım. Hepimiz zaman zaman bu dört anlayışın arasında gider, geliriz. En sık hangisinin yakınında kalıyorsak, kendimizi o türden sayabiliriz.
Kendimi dördüncü gruba yakın hissederim. Ama bu yazıyı sanki daha ziyade ikinci grup damarımdan yazıyorum. Bu yazıyı yazarken kesinlikle üçüncü grubu hedeflemiyorum. Bu tür ukalalığın tedavisi bence olanaklı değil. Bu sebeple Türkiye’nin dörtte üçü bu yazıyı okumasa da olur. Hedefim ikinci grup da değil. Onlar zaten panikteler.
Hedefim tedavi edilebilir durumdaki umursamaz kitle, yani birinci grup. Onların biraz dikkatini çekebilirsek, bu konuya ilgi ve önem gösterecek gibiler.
Konumuz, gitgide yaklaştığımız nükleer kıyamet elbette.
ABD, nükleer silahları İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Sovyetler ise bundan çok kısa bir süre sonra elde etmişti.Termonükleer silahların da ortaya çıkmasıyla, her iki blok da, bırakın sadece rakip bloğu, tüm dünyayı yok edecek güçte bombaları imal ettiler.
İlk başlarda nükleer silahlar bomba biçiminde, uçaklar tarafından hedef kentin üstüne getirilip, bırakılıyordu. Haliyle zahmetli bir yöntemdi bu. Bir kere uçaklar çok büyük oldukları için sadece uzun pistlerden havalanabiliyorlardı. Uçağa nükleer silahların ve yakıtı yüklenmesi, uçağın hedefine ulaşması falan uzun zaman alıyordu. Çoğunlukla yavaş olan, özellikle ilk nesil bombardıman uçakları interceptor, yani önleme uçakları için kolay birer hedef oluyordu. Bu yüzden bir ara, 7 gün 24 saat, nükleer bomba taşıyan uçaklar, kuzey kutbunun üzerinde dönüyorlardı - ki bir nükleer saldırı esnasında tam Amerikadan kalkıp, Rusya’ya ulaşmak için gerekli zaman kısalsın diye.
Daha sonra nükleer silahları kıtalar arası balistik füzelere taktılar. Bu füzeler atmosferin dışına çıkıp, önceden hesaplı balistik bir rotayı izleyerek, hedeflerine ulaşıyorlardı. Özellikle atmosferin ötesine çıkan türleriyle bu roketler çok çok yüksek hızlara ulaşabiliyorlardı. Orta menzilli, kıtalararası sayılmayacak bir Jüpiter füzesi bile hedefine çarptığında saatte 20 bin kilometre hızındaydı. Bu hızlardaki bir füzeyi, o günkü teknoloji ile durdurmak mümkün değildi.
İlk nesil kıtalararası balistik füzelerin sorunu bunların atışa hazırlanması için gerekli zaman ve tesisatı.
Bu füzeler sıvı yakıt kullanıyorlardı. Yanıcı olarak bir tür hidrojen, bunu da yakmak için sıvı oksijenin atıştan önce füzeye yüklenmesi gerekiyordu. Bu yakıtların her ikisi de önceden füzelere yüklenip, bırakılmayacak kadar dengesizdi. Oksijeni ise sıvı halde tutmak için çok düşük derecelere kadar soğutmak gerekiyordu. Eğer füzeler bu iki yakıt ile doldurulup, beklenirse, zamanın ilerlemesiyle yakıt dengesizleşip, patlamaya meyili oluyor, oksijen ise devamlı buharlaştığı için yenilenmesi gerekiyordu.
O yüzden haydi deyince, örneğin yine bir Jüpiter füzesini yakıtla doldurup, atışa hazırlamak yaklaşık otuz, geniş anlamda sıfırdan ateşlemeye kadar da yaklaşık altmış dakika alıyordu.
Sıvı yakıtlı füzelerin başka bir sorunu da bunların depolanıp, servislenmesi ve atışı için gereken büyük silolardı. Soğuk savaş sırasında her iki blok da diğerinin silolarının yerlerini bildiklerinden bu alanlar ilk saldıran taraf için kolayca ortadan kaldırılabilecek birinci sınıf hedef durumunda kalıyorlardı.
Her ne olursa olsun bu ilk nesil füzeler insanlı uzay programlarının da temeli oldular. Rus R7 füzesi ve bunun türevleri olan Vostok füzeleri ilk yapay uydu olan Sputniki, uzaya gönderilen ilk insan olan Yuri Gagarini ve bugün bile Amerikalı astronotları uzaya, Uluslararası Uzay İstasyonu’na, taşıyor.
Özetlersek, nükleer silah taşıyan uçaklardan sonra sıvı yakıtlı balistik füzeler ikinci bir taşıma yöntemi oluşturmuşlardı.
Nükleer silahların hedeflerine taşınması ile ilgili gerçek devrim, sıvı yerine katı yakıtlı roketlerin geliştirilmesiyle oluştu.
Katı yakıtlı roketler öyle kendi başlarına bırakıldıklarında, yada sarsıldıklarında, taşındıklarında falan kendi kendilerine patlamıyorlardı. Uzun süre sorunsuz saklanabiliyor, uzun sayılabilecek ateşleme süreçlerine gerek duymuyorlardı.
Şeytanca bir akıl bu katı yakıtlı füzeleri denizaltılara yerleştirdi.
Bu denizaltılar öyle lanet savaş araçlarıdır ki, özellikle nükleer güçle çalışanları kontağı kapatıp, aylarca okyanusun dibinde kalabilirler. Bu durumda tespit edilebilmeleri neredeyse imkansızdır. Bu nedenle her iki blok da katı yakıtlı balistik nükleer başlıklı füze taşıtan denizaltılarını birbirlerinin kıyılarına yaklaştırıp, park ettiler. Mesafe kısaldıkça cevap verme süresi kısaldığından, bu denizaltılar çok kudretli bir ilk saldırı silahı haline geldiler.
Özellikle Sovyetler katı yakıtlı kıtalararası balistik füzeleri silolar yerine trenlere ve hatta kamyonlara yükleyip, dünyanın en büyük ülkesi olan Rusya'nın içlerine dağıttılar. Artık Amerikalılar'ın hedef alabileceği sabit füze siloları kalmamıştı.
Bombardıman uçaklarının menzilleri uzadı. Stealth yani düşük görünebilirlik özelliği de eklenince yeni nesil bombardıman uçakları özellikle NATO için denizaltılar kadar tehlikeli hale dönüştü.
Bu noktaya kadarki tüm nükleer silahlar şehirleri yönetmek, insanları öldürmek için tasarımlanmıştı, bu yüzden de çok hassas olmaları gerekmiyordu. Örneğin Hiroşima’ya atılan atom bombasının bir kilometre sağa yada sola düşmesinin belirli bir sonucu yoktu. Her olasılıkta yine şehir yok olacak, yine, hemen hemen aynı sayıda insan patlama ve radyasyon sonucunda ölecekti.
Teknolojinin gelişmesiyle bomba ve roketlerin hassasiyetleri bir kaç metreye kadar düştü. Özellikle askeri hedeflere bu hassasiyetle yapılacak bir kaç kiloton gücünde, düşük sayılabilecek bir etkinlikteki nükleer silah bütün askeri birliği yok edebilecek, bu arada sivilleri ve şehrin alt yapısını yok etmeden bir askeri üstünlük sağlayabilecekti.
Bu tür hassas ama güçleri göreceli olarak düşük silahlara Taktik Nükleer Silah dediler. Bunlar bir top mermisine bile koyulup atılabiliyordu. Taktik ve taktik olmayan, yani eksik tanımıyla stratejik nükleer silahlar da bugünün teknolojisiyle F-16 gibi basit ve küçük uçaklardan atılabilmekte.
Yani günümüzün canavarlarının elinde dünyayı yok edecek kadar güçlü ve bunları sorunsuz olarak istedikleri hedeflere gönderebilecek kadar çeşitli yöntemler bulunmakta.
Ancak bu silahlar hangi koşullarda, neye göre ve kime karşı kullanılabilecek? Yazımızın konusu aslında bu.
Öyle ya, mesela Küba krizi esnasında Kruşçev, Kennedy’nin anasına küfretseydi, Kennedy bu silahları Ruslar’a karşı kullanabilecek miydi?
İkinci Dünya Savaşı esnasında nükleer silahları kullanmanın şartları yada yöntemleri gibi kavramlar yoktu. Zaten üç tane atom bombası yapılmıştı, bunlardan ilkini New Mexico’da deneme amaçlı patlattılar, geri kalan ikisini de başkanın oluruyla Hiroşima ve Nagasaki’ye attılar.
Nükleer silahların sayısı ve bunların hedeflerine gönderilme sistemleri geliştikçe, hen NATO, hem de Sovyet Bloğu bu silahların ne zaman, hangi koşullarda kullanılabileceğini bir kurallar dizinine bağladılar.
Kavramlarda kaybolmayalım. Basitçe anlatırsak, ana hatlarıyla nükleer silahların hangi amaçlı yapılacağına yada kullanılacağına Nükleer Strateji, bu stratejinin detaylandırılmış haline de Nükleer Doktrin derler.
Soğuk savaş boyunca her iki blok da neredeyse aynı nükleer stratejiyi izlediler. Buna kısaca Mutually Assured Destruction dediler, yani Karşılıklı Garantilenmiş Yok Olma. Mutually Assured Destruction sözcüklerinin ilk harfleri olan MAD da ironik bir biçimde “deli -lik” anlamına gelir.
Bu strateji çok basit olarak taraflardan herhangi birinin nükleer silah kullanması halinde diğerinin karşılık vermesiyle her iki tarafın (ve dünyanın geri kalanının) yok olması demekti. Yani gerçek anlamda bir delilik.
MAD, nükleer silahların bir caydırıcılık yani deterrence aracı olmasını öngörüyordu. Yani nükleer silahlar kullanılmak için değil, karşı tarafın kullanmasını önlemek için yapılmıştı.
Soğuk savaş esnasında NATO’nun nükleer doktrini ise ilk vuruş esasına dayanıyordu. konvansiyonel yada nükleer bir Sovyet tehditi yada saldırısı esnasında tüm nükleer kapasitesini Sovyetlere karşı kullanacaktı.
Sovyetlerin nükleer doktrini ise NATO’yu yok etmeye yönelik bir karşı saldırı etrafında şekillenmişti. Yani eğer NATO nükleer silah kullanırsa biz de kullanırız diyorlardı.
İşte Rusya’nın bu doktrini Eylül 2024’de ciddi bir değişime uğradı.
İlkin Belarus, Rusya’nın nükleer korumasına girdi. Artık Belarus’a yönelik nükleer bir tehdit karşısında Rusya nükleer silahlarını kullanabilecek.
Ancak en önemli değişiklik Rusya’nın kendisine karşı nasıl bir saldırı halinde nükleer silahlarını kullanabileceği konusunda.
Nükleer silahlar eskiden sadece Rusya devletinin tehlikede olması halinde kullanılabilecekken, şimdi kullanım şartı Rusya’nın egemenliğine “kritik bir tehdit” oluştuğunda kullanılabilir haline dönüştürüldü. “Egemenliğe yönelik kritik bir tehdit” çok belirsiz/muğlak bir tanımdır. Hemen her türlü tehdit algısı “kritik” sayılabilir.
Yine eskiden balistik füze ve stratejik bombardıman uçaklarının saldırısı karşısında kullanılabilecek nükleer silahlar bugün her türlü uzay, uçak ve IHA/SIHA saldırısı sonucunda kullanılabilecektir. Bu cümleyi lütfen bir kez daha okuyun. Bu değişikliğin sonucunda Rusya’ya yapılacak saldırının nükleer olması gerekmiyor. Her türlü konvansiyonel bir saldırının kritik bir tehdit sayılması halinde Rusya’nın nükleer silahlarla cevap vereceğini öngörüyor.
Ve yine çok önemli bir değişiklik, eskiden nükleer silahların sadece nükleer silah sahibi ülkelere karşı kullanılacağı öngörülmüşken artık nükleer silaha sahip olma şartı ortadan kalkıyor. Nükleer silahı olsun olmasın, Rusya’ya yapılam bir saldırıya ortak yada destek olmak nükleer silahların kullanılabilmesine kapı açıyor. Bundan ağzı yanacak ülkeler başta Almanya, Polonya, Romanya gibi ABD yalakası wannabe NATO ülkeleri ile çok isterseniz Türkiye. Unutmayalım, Rusya’ya yapılan saldırılarda Türk yapımı IHA’lar kullanılmakta. Ukrayna ordusunda Türk yapımı zırhlı araçlar, donanmasında ise Türk yapımı MILGEM sınıfı askeri gemiler var.
İşte Türkiye’nin yarısı Özgür Özel’in ceketiyle ilgilenirken bunlar oldu.
Devam edeceğiz…
Bu noktaya kadarki tüm nükleer silahlar şehirleri yönetmek, insanları öldürmek için tasarımlanmıştı, bu yüzden de çok hassas olmaları gerekmiyordu. Örneğin Hiroşima’ya atılan atom bombasının bir kilometre sağa yada sola düşmesinin belirli bir sonucu yoktu. Her olasılıkta yine şehir yok olacak, yine, hemen hemen aynı sayıda insan patlama ve radyasyon sonucunda ölecekti.
Teknolojinin gelişmesiyle bomba ve roketlerin hassasiyetleri bir kaç metreye kadar düştü. Özellikle askeri hedeflere bu hassasiyetle yapılacak bir kaç kiloton gücünde, düşük sayılabilecek bir etkinlikteki nükleer silah bütün askeri birliği yok edebilecek, bu arada sivilleri ve şehrin alt yapısını yok etmeden bir askeri üstünlük sağlayabilecekti.
Bu tür hassas ama güçleri göreceli olarak düşük silahlara Taktik Nükleer Silah dediler. Bunlar bir top mermisine bile koyulup atılabiliyordu. Taktik ve taktik olmayan, yani eksik tanımıyla stratejik nükleer silahlar da bugünün teknolojisiyle F-16 gibi basit ve küçük uçaklardan atılabilmekte.
Yani günümüzün canavarlarının elinde dünyayı yok edecek kadar güçlü ve bunları sorunsuz olarak istedikleri hedeflere gönderebilecek kadar çeşitli yöntemler bulunmakta.
Ancak bu silahlar hangi koşullarda, neye göre ve kime karşı kullanılabilecek? Yazımızın konusu aslında bu.
Öyle ya, mesela Küba krizi esnasında Kruşçev, Kennedy’nin anasına küfretseydi, Kennedy bu silahları Ruslar’a karşı kullanabilecek miydi?
İkinci Dünya Savaşı esnasında nükleer silahları kullanmanın şartları yada yöntemleri gibi kavramlar yoktu. Zaten üç tane atom bombası yapılmıştı, bunlardan ilkini New Mexico’da deneme amaçlı patlattılar, geri kalan ikisini de başkanın oluruyla Hiroşima ve Nagasaki’ye attılar.
Nükleer silahların sayısı ve bunların hedeflerine gönderilme sistemleri geliştikçe, hen NATO, hem de Sovyet Bloğu bu silahların ne zaman, hangi koşullarda kullanılabileceğini bir kurallar dizinine bağladılar.
Kavramlarda kaybolmayalım. Basitçe anlatırsak, ana hatlarıyla nükleer silahların hangi amaçlı yapılacağına yada kullanılacağına Nükleer Strateji, bu stratejinin detaylandırılmış haline de Nükleer Doktrin derler.
Soğuk savaş boyunca her iki blok da neredeyse aynı nükleer stratejiyi izlediler. Buna kısaca Mutually Assured Destruction dediler, yani Karşılıklı Garantilenmiş Yok Olma. Mutually Assured Destruction sözcüklerinin ilk harfleri olan MAD da ironik bir biçimde “deli -lik” anlamına gelir.
Bu strateji çok basit olarak taraflardan herhangi birinin nükleer silah kullanması halinde diğerinin karşılık vermesiyle her iki tarafın (ve dünyanın geri kalanının) yok olması demekti. Yani gerçek anlamda bir delilik.
MAD, nükleer silahların bir caydırıcılık yani deterrence aracı olmasını öngörüyordu. Yani nükleer silahlar kullanılmak için değil, karşı tarafın kullanmasını önlemek için yapılmıştı.
Soğuk savaş esnasında NATO’nun nükleer doktrini ise ilk vuruş esasına dayanıyordu. konvansiyonel yada nükleer bir Sovyet tehditi yada saldırısı esnasında tüm nükleer kapasitesini Sovyetlere karşı kullanacaktı.
Sovyetlerin nükleer doktrini ise NATO’yu yok etmeye yönelik bir karşı saldırı etrafında şekillenmişti. Yani eğer NATO nükleer silah kullanırsa biz de kullanırız diyorlardı.
İşte Rusya’nın bu doktrini Eylül 2024’de ciddi bir değişime uğradı.
İlkin Belarus, Rusya’nın nükleer korumasına girdi. Artık Belarus’a yönelik nükleer bir tehdit karşısında Rusya nükleer silahlarını kullanabilecek.
Ancak en önemli değişiklik Rusya’nın kendisine karşı nasıl bir saldırı halinde nükleer silahlarını kullanabileceği konusunda.
Nükleer silahlar eskiden sadece Rusya devletinin tehlikede olması halinde kullanılabilecekken, şimdi kullanım şartı Rusya’nın egemenliğine “kritik bir tehdit” oluştuğunda kullanılabilir haline dönüştürüldü. “Egemenliğe yönelik kritik bir tehdit” çok belirsiz/muğlak bir tanımdır. Hemen her türlü tehdit algısı “kritik” sayılabilir.
Yine eskiden balistik füze ve stratejik bombardıman uçaklarının saldırısı karşısında kullanılabilecek nükleer silahlar bugün her türlü uzay, uçak ve IHA/SIHA saldırısı sonucunda kullanılabilecektir. Bu cümleyi lütfen bir kez daha okuyun. Bu değişikliğin sonucunda Rusya’ya yapılacak saldırının nükleer olması gerekmiyor. Her türlü konvansiyonel bir saldırının kritik bir tehdit sayılması halinde Rusya’nın nükleer silahlarla cevap vereceğini öngörüyor.
Ve yine çok önemli bir değişiklik, eskiden nükleer silahların sadece nükleer silah sahibi ülkelere karşı kullanılacağı öngörülmüşken artık nükleer silaha sahip olma şartı ortadan kalkıyor. Nükleer silahı olsun olmasın, Rusya’ya yapılam bir saldırıya ortak yada destek olmak nükleer silahların kullanılabilmesine kapı açıyor. Bundan ağzı yanacak ülkeler başta Almanya, Polonya, Romanya gibi ABD yalakası wannabe NATO ülkeleri ile çok isterseniz Türkiye. Unutmayalım, Rusya’ya yapılan saldırılarda Türk yapımı IHA’lar kullanılmakta. Ukrayna ordusunda Türk yapımı zırhlı araçlar, donanmasında ise Türk yapımı MILGEM sınıfı askeri gemiler var.
İşte Türkiye’nin yarısı Özgür Özel’in ceketiyle ilgilenirken bunlar oldu.
Devam edeceğiz…
19 Ekim 2024 Cumartesi
Salak...
Sevgili arkadaşlar, biliyorsunuz neredeyse otuz yıldır İsviçrede yaşıyoruz. İsviçre dünyanın en güzel, en müreffeh ülkelerinden birincisi değilse bile biri.
Ancak Türkiye’deki popüler anlayışının aksine, İsviçre salakların yaşadığı bir ülke değil.
İzah edeyim.
Türkiye’de ne zaman bir işim olsa, İsviçre kodlu bir telefon numarasından aradığımda karşımdaki adam “Bu İsviçre’de yaşıyor, hem parası vardır, hem, de salaktır” deyip, aklın, insafın dışında isteklerde bulunuyor.
Örnek mi? Buyrun…
Postaneden ayda bir kez bir paket alıp, bana göndermek için ne istersin dedim, bir arkadaşın arkadaşına. Adam bin Euro dedi!
Bin Euro!
38,000 TL!
Ayda bir kez postaneye gitmek için!
Salak herif farkında değil ne dediğinin. Sadece ben değil, tüm bir İsviçre halkı bin Euro kazanmak için günlerce ter döküyor. Ama bu cengaver “cin”. Salla gitsin amk, nasılsa İsviçreli, vardır parası bunun.
Adıma yanlış fatura düzenlenmiş. Habire her ay email ile şunu öde, bunu öde diye mesaj geliyor. Bak kardeşim, son beş senedir Türkiyeye bile gelmiyorum, niye bunları bana gönderiyorsunuz diye soruyorum, karı bana "Beyefendi zaten İsviçre’de yaşıyorsunuz, sizin için üç kuruş para, ödeyin, biz sonraki ayları düzeltiriz" diyor.
Buralarda bir iki uyuşturucu müptelası tanıyorum, hiçbiri bunlar kadar uçmamış.
Bir maliyet hesaplaması istedim geçenlerde. Yüz dolar! İsviçre dünyanın en pahalı ülkesi, yemin ediyorum bu kadar ödemezsiniz. Ödedim tabii. Ama bir daha mı? Sktrsinler…
Taksiye biniyorsunuz, adam geçiriyor. Bir çay takımı alayım diyorsunuz, adam geçiriyor.
Sadece bizim memleket değil. Jelena’yla tanışana kadar Sırbistan’da elektrik ve su parasını bile duble ödüyordum.
Başınızı ağrıtmayayım.
Kimse yurt dışında yaşıyor diye salak değil.
Etmesin bu cahiller. Kendi işlerini öldürüyorlar.
Ancak Türkiye’deki popüler anlayışının aksine, İsviçre salakların yaşadığı bir ülke değil.
İzah edeyim.
Türkiye’de ne zaman bir işim olsa, İsviçre kodlu bir telefon numarasından aradığımda karşımdaki adam “Bu İsviçre’de yaşıyor, hem parası vardır, hem, de salaktır” deyip, aklın, insafın dışında isteklerde bulunuyor.
Örnek mi? Buyrun…
Postaneden ayda bir kez bir paket alıp, bana göndermek için ne istersin dedim, bir arkadaşın arkadaşına. Adam bin Euro dedi!
Bin Euro!
38,000 TL!
Ayda bir kez postaneye gitmek için!
Salak herif farkında değil ne dediğinin. Sadece ben değil, tüm bir İsviçre halkı bin Euro kazanmak için günlerce ter döküyor. Ama bu cengaver “cin”. Salla gitsin amk, nasılsa İsviçreli, vardır parası bunun.
Adıma yanlış fatura düzenlenmiş. Habire her ay email ile şunu öde, bunu öde diye mesaj geliyor. Bak kardeşim, son beş senedir Türkiyeye bile gelmiyorum, niye bunları bana gönderiyorsunuz diye soruyorum, karı bana "Beyefendi zaten İsviçre’de yaşıyorsunuz, sizin için üç kuruş para, ödeyin, biz sonraki ayları düzeltiriz" diyor.
Buralarda bir iki uyuşturucu müptelası tanıyorum, hiçbiri bunlar kadar uçmamış.
Bir maliyet hesaplaması istedim geçenlerde. Yüz dolar! İsviçre dünyanın en pahalı ülkesi, yemin ediyorum bu kadar ödemezsiniz. Ödedim tabii. Ama bir daha mı? Sktrsinler…
Taksiye biniyorsunuz, adam geçiriyor. Bir çay takımı alayım diyorsunuz, adam geçiriyor.
Sadece bizim memleket değil. Jelena’yla tanışana kadar Sırbistan’da elektrik ve su parasını bile duble ödüyordum.
Başınızı ağrıtmayayım.
Kimse yurt dışında yaşıyor diye salak değil.
Etmesin bu cahiller. Kendi işlerini öldürüyorlar.
5 Ekim 2024 Cumartesi
Sadece bir "Hayır" sözcüğü
1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasında sosyalist bir yönetim kurmuştu.
Bu ABD’nin anasına küfretmek gibi bir şeydi.
Amerikalılara göre orta ve güney Amerika onların oyun bahçesidir. Kendilerini buraların sahibi zannederler, bu bölgenin insanlarıyla dalga geçerler, kısaca kafalarında kurdukları üstünlüğü bu bölge ve insanlarına projekte ederler. Bir de Küba gibi taş atımı, burunlarının dibindeki bir ülkede sosyalist bir yönetim kurmak, Ruslarla flörte başlamak falan, ayy…
Fidel, üstüne ülkedeki Amerikan şirketlerine el koyup, sahiplerini kovalayınca CIA hemen bu yönetimi devirmek için harekete geçti.
Devrimden sonra Kübadan kaçmış 1400 Kübalı sürgünü Nikaragua ve Guatemala’da eğittiler.
17 Nisan 1961'de sürgün ordusu, CIA'nın desteğiyle Küba’nın güneyindeki Bay of Pigs, yani Domuzlar Körfezi'ne çıkarma yaptı. Ancak operasyon başından beri çeşitli sorunlarla karşılaştı. Castro hükümeti, çıkarma yapılacağını önceden öğrenmişti ve bu nedenle bizzat Fidel’in yönettiği Küba kuvvetleri çok hızlı bir şekilde karşılık verdi. ABD, operasyonun başarılı olabilmesi için hava desteği sağlayacağını söylemişti, ancak bu destek yeterince etkili olamadı. Hava kuvvetlerinin başarısız olması ve sürgün ordusunun yeterli donanıma sahip olmaması nedeniyle operasyon üçüncü günün sonunda başarısızlıkla sonuçlandı. Sürgünler ordusunun 100’ü öldü, 1200’ü esir düştü.
ABD’nin yaptığı bu saçmalık Küba’yı Sovyetler Birliği’ne çok daha fazla yaklaştırdı.
Sovyet lider Nikita Kruşçev, ABD'nin Küba’yı yeniden işgal etmeyi deneyebileceği endişesiyle Küba'ya nükleer füze yerleştirme kararı aldı. Bu adım, takdir edersiniz ki, Sovyetler Birliği'nin Batı Yarımküre'deki etkisini artırmak ve ABD'nin yakınındaki Küba'da nükleer bir caydırıcılık oluşturarak Amerika'daki nükleer dengeyi değiştirme amacı taşıyordu.
Ha, bir de ufak bir ayrıntı, ABD İtalya ve Türkiye’ye Jüpiter orta menzilli nükleer füzelerini yerleştirmişti. Moskova falan hep bu füzelerin menzili içinde kalıyordu. Sovyetler elbette böyle bir tehdite karşı kayıtsız kalmayacaklardı.
14 Ekim 1962’de, bir U-2 casus uçağı Küba üzerinden uçarak, yapım halindeki nükleer füze rampalarının fotoğraflarını çekti.
Amerika’nın bu denli yakınında konuşlu nükleer füzeler gerçekten kabul edilebilir gibi değildi. Malumunuz, Amerika kendi yaptığında bir şey olmaz ama başkası aynı şeyi kendisine yaptığında şarlar.
ABD’nin her şehri bu füzelerin menzili içerisinde kalmaktaydı. Eğer füzeler kullanılsaydı, Amerikalıların bırakın karşılık vermeyi, bu füzelerin ateşlendiklerini farkedecek kadar bile zamanları olmayacaktı.
ABD Başkanı John F. Kennedy, 22 Ekim 1962'de televizyondan bir ulusa sesleniş konuşması yaparak, Sovyetler Birliği'nin Küba'ya nükleer füze yerleştirdiğini açıkladı. Kennedy, bir ultimatomla Sovyet füzelerinin Küba'dan kaldırılmasını talep etti ve daha fazla Sovyet askeri malzeme gönderilmesini engellemek amacıyla Küba'ya yönelik bir deniz ablukası ilan etti.
Bu arada bir Sovyet filosu Küba’ya doğru ilerlemekteydi. Kennedy “Bak gelmeyin yoksa…” diye hırladı. Kruşçev da “Sana ne lan!” diye karşılık verdi. Sinirler gerildi, söylemler sertleşti.
22 Ekimde ABD ordusu DEFCON 3 konumuna geçti. Tom Clancy, Jack Ryan filan okuyorsanız bilirsiniz. DEFCON, Defence Readiness Condition’ın kısaltılmasıdır ve savaşa hazırlık düzeyini belirler. DEFCON 3 seviyesinde özellikle hava kuvvetlerinin nükleer bombardıman uçakları harekata hazır hale getirilir.
24 Ekim 1962'de ABD Hava Kuvvetleri, tarihindeki ilk ve tek olmak üzere DEFCON 2'ye geçti. Bu, nükleer savaşın hemen eşiğinde olunduğu anlamına gelir. Stratejik Hava Komutanlığı'ndaki (SAC) bombardıman uçaklarına nükleer silahlar yüklenir ve 15 dakikada kalkışa hazır durumda tutulur.
Bir kez daha söylemiş olalım. DEFCON 2’nin tarihte ilk ve tek örneği var. O da Küba Füze Krizi zamanları. Bir sonraki aşama olan DEFCON 1 zaten savaş fiilen başladı demek.
Şimdi sıkı durun. DEFCON 2’ye geçilmesinden üç gün sonra, yani 27 Ekimde öyle bir şey oldu ki, dünya nerelerden döndü, hepimiz çok iyi anlayacağız.
B-59 kod numaralı bir Sovyet denizaltısı ablukayı kontrol eden Amerikan gemilerinin yakınlarında devriye geziyordu. Denizaltı o kadar derinlerdeydi ki, Sovyet filosu ile herhangi bir haberleşme imkanı yoktu.
Ve bu denizaltının nükleer bir torpidosu vardı.
Nükleer torpidolar, uçlarına gerçek anlamda bir atom bombası takılmış, özellikle uçak gemilerine karşı kullanılan silahlardır. Eğer gerçek bir uçak gemisini yakından gördüyseniz, bunu sadece nükleer bir silahın batırabileceğini çok daha iyi anlarsınız. B-59’un taşıdığı nükleer torpido, tüm bir uçak gemisi görev gurubunu toptan batıracak kadar güçlüydü.
ABD donanması B-59’u tespit etmişti. Amerikan savaş gemileri, Sovyet denizaltısının nükleer bir silah taşıdığının farkında olmadan, onu yüzeye çıkarmak için sadece gürültü çıkaran sualtı bombaları atmaya başladılar.
B-59 uzun süredir dünya ile ilişkisi kopmuş bir durumda, su altındaydı. Oksijen stokları bitmeye yakınlaşmış, kliması bozulduğundan ısı tahammül edilemeyecek düzeylere yükselmiş, personeli ise fazlasıyla yorgun ve gergin bir hale gelmişti.
Bütün bunların üzerine sağlarında sollarında patlayan su bombaları da eklenince, personel yüzeyde savaşın başladığına kanaat getirdi. Karşılık verip, vermemeyi tartışmaya başladılar.
Donanma yönetmeliği, olağanüstü durumlarda nükleer bir silahın kullanımını gemide bulunan üç subayın oy birliği ile alacağı bir karara dayandırmıştı.
Kaptan Valentin Savitsky sıkalım dedi. Polit Subay Ivan Semonoviç Maslennikov da sıkalım anasını satayım dedi.
Sevgili arkadaşlar aşağıdaki isme dikkatle bakın.
Bu ABD’nin anasına küfretmek gibi bir şeydi.
Amerikalılara göre orta ve güney Amerika onların oyun bahçesidir. Kendilerini buraların sahibi zannederler, bu bölgenin insanlarıyla dalga geçerler, kısaca kafalarında kurdukları üstünlüğü bu bölge ve insanlarına projekte ederler. Bir de Küba gibi taş atımı, burunlarının dibindeki bir ülkede sosyalist bir yönetim kurmak, Ruslarla flörte başlamak falan, ayy…
Fidel, üstüne ülkedeki Amerikan şirketlerine el koyup, sahiplerini kovalayınca CIA hemen bu yönetimi devirmek için harekete geçti.
Devrimden sonra Kübadan kaçmış 1400 Kübalı sürgünü Nikaragua ve Guatemala’da eğittiler.
17 Nisan 1961'de sürgün ordusu, CIA'nın desteğiyle Küba’nın güneyindeki Bay of Pigs, yani Domuzlar Körfezi'ne çıkarma yaptı. Ancak operasyon başından beri çeşitli sorunlarla karşılaştı. Castro hükümeti, çıkarma yapılacağını önceden öğrenmişti ve bu nedenle bizzat Fidel’in yönettiği Küba kuvvetleri çok hızlı bir şekilde karşılık verdi. ABD, operasyonun başarılı olabilmesi için hava desteği sağlayacağını söylemişti, ancak bu destek yeterince etkili olamadı. Hava kuvvetlerinin başarısız olması ve sürgün ordusunun yeterli donanıma sahip olmaması nedeniyle operasyon üçüncü günün sonunda başarısızlıkla sonuçlandı. Sürgünler ordusunun 100’ü öldü, 1200’ü esir düştü.
ABD’nin yaptığı bu saçmalık Küba’yı Sovyetler Birliği’ne çok daha fazla yaklaştırdı.
Sovyet lider Nikita Kruşçev, ABD'nin Küba’yı yeniden işgal etmeyi deneyebileceği endişesiyle Küba'ya nükleer füze yerleştirme kararı aldı. Bu adım, takdir edersiniz ki, Sovyetler Birliği'nin Batı Yarımküre'deki etkisini artırmak ve ABD'nin yakınındaki Küba'da nükleer bir caydırıcılık oluşturarak Amerika'daki nükleer dengeyi değiştirme amacı taşıyordu.
Ha, bir de ufak bir ayrıntı, ABD İtalya ve Türkiye’ye Jüpiter orta menzilli nükleer füzelerini yerleştirmişti. Moskova falan hep bu füzelerin menzili içinde kalıyordu. Sovyetler elbette böyle bir tehdite karşı kayıtsız kalmayacaklardı.
14 Ekim 1962’de, bir U-2 casus uçağı Küba üzerinden uçarak, yapım halindeki nükleer füze rampalarının fotoğraflarını çekti.
Amerika’nın bu denli yakınında konuşlu nükleer füzeler gerçekten kabul edilebilir gibi değildi. Malumunuz, Amerika kendi yaptığında bir şey olmaz ama başkası aynı şeyi kendisine yaptığında şarlar.
ABD’nin her şehri bu füzelerin menzili içerisinde kalmaktaydı. Eğer füzeler kullanılsaydı, Amerikalıların bırakın karşılık vermeyi, bu füzelerin ateşlendiklerini farkedecek kadar bile zamanları olmayacaktı.
ABD Başkanı John F. Kennedy, 22 Ekim 1962'de televizyondan bir ulusa sesleniş konuşması yaparak, Sovyetler Birliği'nin Küba'ya nükleer füze yerleştirdiğini açıkladı. Kennedy, bir ultimatomla Sovyet füzelerinin Küba'dan kaldırılmasını talep etti ve daha fazla Sovyet askeri malzeme gönderilmesini engellemek amacıyla Küba'ya yönelik bir deniz ablukası ilan etti.
Bu arada bir Sovyet filosu Küba’ya doğru ilerlemekteydi. Kennedy “Bak gelmeyin yoksa…” diye hırladı. Kruşçev da “Sana ne lan!” diye karşılık verdi. Sinirler gerildi, söylemler sertleşti.
22 Ekimde ABD ordusu DEFCON 3 konumuna geçti. Tom Clancy, Jack Ryan filan okuyorsanız bilirsiniz. DEFCON, Defence Readiness Condition’ın kısaltılmasıdır ve savaşa hazırlık düzeyini belirler. DEFCON 3 seviyesinde özellikle hava kuvvetlerinin nükleer bombardıman uçakları harekata hazır hale getirilir.
24 Ekim 1962'de ABD Hava Kuvvetleri, tarihindeki ilk ve tek olmak üzere DEFCON 2'ye geçti. Bu, nükleer savaşın hemen eşiğinde olunduğu anlamına gelir. Stratejik Hava Komutanlığı'ndaki (SAC) bombardıman uçaklarına nükleer silahlar yüklenir ve 15 dakikada kalkışa hazır durumda tutulur.
Bir kez daha söylemiş olalım. DEFCON 2’nin tarihte ilk ve tek örneği var. O da Küba Füze Krizi zamanları. Bir sonraki aşama olan DEFCON 1 zaten savaş fiilen başladı demek.
Şimdi sıkı durun. DEFCON 2’ye geçilmesinden üç gün sonra, yani 27 Ekimde öyle bir şey oldu ki, dünya nerelerden döndü, hepimiz çok iyi anlayacağız.
B-59 kod numaralı bir Sovyet denizaltısı ablukayı kontrol eden Amerikan gemilerinin yakınlarında devriye geziyordu. Denizaltı o kadar derinlerdeydi ki, Sovyet filosu ile herhangi bir haberleşme imkanı yoktu.
Ve bu denizaltının nükleer bir torpidosu vardı.
Nükleer torpidolar, uçlarına gerçek anlamda bir atom bombası takılmış, özellikle uçak gemilerine karşı kullanılan silahlardır. Eğer gerçek bir uçak gemisini yakından gördüyseniz, bunu sadece nükleer bir silahın batırabileceğini çok daha iyi anlarsınız. B-59’un taşıdığı nükleer torpido, tüm bir uçak gemisi görev gurubunu toptan batıracak kadar güçlüydü.
ABD donanması B-59’u tespit etmişti. Amerikan savaş gemileri, Sovyet denizaltısının nükleer bir silah taşıdığının farkında olmadan, onu yüzeye çıkarmak için sadece gürültü çıkaran sualtı bombaları atmaya başladılar.
B-59 uzun süredir dünya ile ilişkisi kopmuş bir durumda, su altındaydı. Oksijen stokları bitmeye yakınlaşmış, kliması bozulduğundan ısı tahammül edilemeyecek düzeylere yükselmiş, personeli ise fazlasıyla yorgun ve gergin bir hale gelmişti.
Bütün bunların üzerine sağlarında sollarında patlayan su bombaları da eklenince, personel yüzeyde savaşın başladığına kanaat getirdi. Karşılık verip, vermemeyi tartışmaya başladılar.
Donanma yönetmeliği, olağanüstü durumlarda nükleer bir silahın kullanımını gemide bulunan üç subayın oy birliği ile alacağı bir karara dayandırmıştı.
Kaptan Valentin Savitsky sıkalım dedi. Polit Subay Ivan Semonoviç Maslennikov da sıkalım anasını satayım dedi.
Sevgili arkadaşlar aşağıdaki isme dikkatle bakın.
Vasily Arkhipov
Filo komutanıydı.
Eğer bugün ben bu yazıyı yazabiliyor, sizler de okuyabiliyorsanız, bunu Vasily Arkhipov’a borçluyuz. Arkhipov, Bütün riskleri göze alarak nükleer torpidonun kullanımına hayır dedi. Dünya da yok olmaktan kurtuldu.
Sovyetler eğer nükleer silah kullansalardı çok büyük olasılıkla Amerikalılar buna karşılık verecek, Ruslar da bunu haliyle eskale edecek, sonunda da topyekün bir nükleer savaş çıkacaktı.
B-59 yüzeye çıkacağını bildirdi, ABD donanması da müdahale etmedi ve denizaltı geri, Rusyaya doğru yola koyuldu.
Şimdi size söyleyeceklerime lütfen dikkat edin.
O zamanki Sovyet Nükleer Doktrini, sahadaki hiç bir komutana nükleer bir silahı kullanma yetkisi vermiyordu. Bu kararı sadece Moskova’daki siyasiler verebiliyordu. B-59 olayında üç subayın yetkisine bırakılan nükleer silah kullanımı sadece topyekün bir savaş başladığında ve Moskova ile haberleşmenin kesildiği - başka bir deyişle Moskova’nın yeryüzünden silindiği durumlarda mümkün olabiliyordu.
Ve yorgun, bitkin, sıcaktan bunalmış bir grup denizci bu koşulların gerçekleştiğine inanabilmişti.
Filo komutanıydı.
Eğer bugün ben bu yazıyı yazabiliyor, sizler de okuyabiliyorsanız, bunu Vasily Arkhipov’a borçluyuz. Arkhipov, Bütün riskleri göze alarak nükleer torpidonun kullanımına hayır dedi. Dünya da yok olmaktan kurtuldu.
Sovyetler eğer nükleer silah kullansalardı çok büyük olasılıkla Amerikalılar buna karşılık verecek, Ruslar da bunu haliyle eskale edecek, sonunda da topyekün bir nükleer savaş çıkacaktı.
B-59 yüzeye çıkacağını bildirdi, ABD donanması da müdahale etmedi ve denizaltı geri, Rusyaya doğru yola koyuldu.
Şimdi size söyleyeceklerime lütfen dikkat edin.
O zamanki Sovyet Nükleer Doktrini, sahadaki hiç bir komutana nükleer bir silahı kullanma yetkisi vermiyordu. Bu kararı sadece Moskova’daki siyasiler verebiliyordu. B-59 olayında üç subayın yetkisine bırakılan nükleer silah kullanımı sadece topyekün bir savaş başladığında ve Moskova ile haberleşmenin kesildiği - başka bir deyişle Moskova’nın yeryüzünden silindiği durumlarda mümkün olabiliyordu.
Ve yorgun, bitkin, sıcaktan bunalmış bir grup denizci bu koşulların gerçekleştiğine inanabilmişti.
Herneyse...
Küba Füze Krizi sonunda Sovyetlerin Küba’daki, Amerikalıların da Türkiye’deki nükleer füzelerini kaldırmayı kabul etmeleriyle sonuçlandı. Amerikalılar da Küba'yı rahat bırakacaklarının garantisini verdiler.
1960’lardan Sovyetlerin dağılmasına kadar nükleer silahların sınırlandırılması çerçevesinde yapılan tüm girişimlerin en önemli tetikleyici unsurlarından biri Küba Füze Krizi olmuştu.
Bu olaydan sonra diplomasinin ve iki blok arasında haberleşmenin önemi anlaşılmış, her iki taraf da geçmişe göre çok daha dikkatli davranmaya başlamıştı.
Ta ki Sovyetlerin dağılıp, Amerikalıların kendilerini dünyanın sahipleri zannetmeye başladıkları döneme kadar.
Küba Füze Krizi esnasındaki iki önemli lider, Kennedy ve Kruşçev, akılları yerinde iki siyasetçiydi.
Şimdilerde nükleer silah sahibi ülkelere bakalım. Haftanın hangi günü olduğunu bilmeyen, havayla tokalaşan, dementia hastası Biden’lı ABD, anası yaşında öğretmeniyle evli, boks eldivenleriyle poz veren Macron’lu Fransa, iki yılda bir başbakan değiştiren İngiltere, Netanyahu gibi soykırımcı bir ruh hastasının yönetimindeki İsrail, Roket Adam Kim’li Kuzey Kore, Pakistan, Hindistan, bir de Putin’li Rusya ile Jinping’li Çin elbette. Sadece kendi fikrimi söylüyorum, bu son iki lider bana hepsinden çok aklı selime sahip izlenimini veriyor.
Bu listeye bir de İran ekleniyor ki…
Neyse, bu konuya sonra daha detaylı geleceğiz.
Şimdilik şunu hatırlayalım.
Küba Füze Krizi’nin sürdüğü on üç gun içerisinde dünya yok olmaya çok ama çok yaklaştı. Belki bunu sadece bir ağızdan çıkan bir “Hayır” sözcüğü durdurdu. Dünyanın yok olması öyle ölçülüp, biçilip, üzerinde uzun uzun düşünülüp verilen bir kararla gerçekleşmiyor işte. Neredeyse bir denizaltıdaki bozuk bir klima ve yeteri kadar votka içememiş yorgun bir grup Rus askeri bile kıyameti başlatabiliyor.
Devam edeceğiz.
Küba Füze Krizi sonunda Sovyetlerin Küba’daki, Amerikalıların da Türkiye’deki nükleer füzelerini kaldırmayı kabul etmeleriyle sonuçlandı. Amerikalılar da Küba'yı rahat bırakacaklarının garantisini verdiler.
1960’lardan Sovyetlerin dağılmasına kadar nükleer silahların sınırlandırılması çerçevesinde yapılan tüm girişimlerin en önemli tetikleyici unsurlarından biri Küba Füze Krizi olmuştu.
Bu olaydan sonra diplomasinin ve iki blok arasında haberleşmenin önemi anlaşılmış, her iki taraf da geçmişe göre çok daha dikkatli davranmaya başlamıştı.
Ta ki Sovyetlerin dağılıp, Amerikalıların kendilerini dünyanın sahipleri zannetmeye başladıkları döneme kadar.
Küba Füze Krizi esnasındaki iki önemli lider, Kennedy ve Kruşçev, akılları yerinde iki siyasetçiydi.
Şimdilerde nükleer silah sahibi ülkelere bakalım. Haftanın hangi günü olduğunu bilmeyen, havayla tokalaşan, dementia hastası Biden’lı ABD, anası yaşında öğretmeniyle evli, boks eldivenleriyle poz veren Macron’lu Fransa, iki yılda bir başbakan değiştiren İngiltere, Netanyahu gibi soykırımcı bir ruh hastasının yönetimindeki İsrail, Roket Adam Kim’li Kuzey Kore, Pakistan, Hindistan, bir de Putin’li Rusya ile Jinping’li Çin elbette. Sadece kendi fikrimi söylüyorum, bu son iki lider bana hepsinden çok aklı selime sahip izlenimini veriyor.
Bu listeye bir de İran ekleniyor ki…
Neyse, bu konuya sonra daha detaylı geleceğiz.
Şimdilik şunu hatırlayalım.
Küba Füze Krizi’nin sürdüğü on üç gun içerisinde dünya yok olmaya çok ama çok yaklaştı. Belki bunu sadece bir ağızdan çıkan bir “Hayır” sözcüğü durdurdu. Dünyanın yok olması öyle ölçülüp, biçilip, üzerinde uzun uzun düşünülüp verilen bir kararla gerçekleşmiyor işte. Neredeyse bir denizaltıdaki bozuk bir klima ve yeteri kadar votka içememiş yorgun bir grup Rus askeri bile kıyameti başlatabiliyor.
Devam edeceğiz.
2 Ekim 2024 Çarşamba
Çekirdekteki Güç
Bazen şaka ile karışık E=mc2 denklemini konu içerisinde kullanırız. Albert Einstein isimli bir dahinin beyninden çıkmadır bu evrenin temeli denklem.
Bu denklemin özü, enerjinin oluşması için bir miktar maddenin yok olmasıdır. Her dönüşen birim madde, ışık hızının karesi kadar miktarda bir enerji oluşturur. Maddenin kaybı yada yok olması tanımı aslen yanlıştır, çünkü, madde yok olmaz, sadece enerjiye dönüşür. İşin daha da doğrusu, madde ve enerji aynı şeylerdir, sadece birbirlerinin farklı formlarıdır
Etrafınızda gözlemlediğiniz her tür enerji, belirli bir miktarda maddenin dönüşümünden yaratılır. Enerji oluşumunun başka bir yolu, yöntemi yoktur. Varsa da biz bilmiyoruz.
Araba motorunu döndüren enerji benzinle oksijenin karışması ile ortaya çıkar. Oksijenle karışmak, yani reaksiyona girmek, yanma anlamına gelir. Yanmadan önceki benzin ve oksijenin ağırlığı yanmadan sonra ortaya çıkan gazların ağırlığından biraz daha fazladır. Aradaki fark ise arabayı yürüten enerjidir.
Bu evrensel kural her türlü enerji için geçerlidir. Kaslarınız aynı benzin misali karbon ve oksijeni karıştırıp yakarak enerji oluşturur. Tepeden aşağı yuvarladığınız taş, aynı taşı tepeye çıkaran enerjinin yaratılmasındaki madde dönüşümünden depoladığı enerjiyi kafanıza çarptığında yada sürtünme ile ısıya dönüştürdüğünde kullanır. Buna potansiyel enerji de derler.
Bu denklemin özü, enerjinin oluşması için bir miktar maddenin yok olmasıdır. Her dönüşen birim madde, ışık hızının karesi kadar miktarda bir enerji oluşturur. Maddenin kaybı yada yok olması tanımı aslen yanlıştır, çünkü, madde yok olmaz, sadece enerjiye dönüşür. İşin daha da doğrusu, madde ve enerji aynı şeylerdir, sadece birbirlerinin farklı formlarıdır
Etrafınızda gözlemlediğiniz her tür enerji, belirli bir miktarda maddenin dönüşümünden yaratılır. Enerji oluşumunun başka bir yolu, yöntemi yoktur. Varsa da biz bilmiyoruz.
Araba motorunu döndüren enerji benzinle oksijenin karışması ile ortaya çıkar. Oksijenle karışmak, yani reaksiyona girmek, yanma anlamına gelir. Yanmadan önceki benzin ve oksijenin ağırlığı yanmadan sonra ortaya çıkan gazların ağırlığından biraz daha fazladır. Aradaki fark ise arabayı yürüten enerjidir.
Bu evrensel kural her türlü enerji için geçerlidir. Kaslarınız aynı benzin misali karbon ve oksijeni karıştırıp yakarak enerji oluşturur. Tepeden aşağı yuvarladığınız taş, aynı taşı tepeye çıkaran enerjinin yaratılmasındaki madde dönüşümünden depoladığı enerjiyi kafanıza çarptığında yada sürtünme ile ısıya dönüştürdüğünde kullanır. Buna potansiyel enerji de derler.
Günlük hayatımızda üretip, kullandığımız enerjinin neredeyse tümü kimyasal temellidir. Kimyasal enerji, elektronların başladıkları uzaklığa göre, atomların çekirdeklerine yaklaşmalarıyla ortaya çıkar. Çekirdekteki protonlar ve elektronlar birbirlerini çektikleri için, elektronlar bu çekime dönerek karşı koyarlar. Bir elektronu çekirdekten uzaklaştırmak için enerji kullanmanız gerekir. Yani çekirdekten uzaktaki elektronların yakındaki elektronlara göre daha fazla enerjileri olduğunu söyleyebiliriz. Eğer uzaktaki bu elektronları çekirdeğe yaklaştırabilirsek, aradaki enerji farkı açığa çıkar. Yanmadan sonra ortaya çıkan karbon dioksit molekülündeki elektronların çekirdeğe ortalama uzaklıkları, karbon ve oksijenin ayrı ayrı elektronlarının çekirdeğe ortalama uzaklıklarından daha azdır.
İster inanın, ister inanmayın, elektronlar çekirdeğe yaklaştıklarında biraz madde kaybı olur. Başta yanma, kimyasal reaksiyonlar maddenin sadece %1’inin trilyonda birini enerjiye dönüştürür.
Başka bir enerji türü ise ağır atomların protonlarını kaybederek daha hafif atomlara dönüşmesidir. Buna nükleer enerji diyoruz. Nükleer sözcüğü Latince “nucleus” sözcüğünden türemiş. Merkezsel, çekirdeksel falan demek.
Maddenin proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan oluştuğunu hatırlayalım. Yukarda bahsettiğimiz kimyasal enerji sadece elektronların yaklaşıp, uzaklaşmasıyla ortaya çıkarken, büyük atomların proton kaybetmesi, atomun çekirdeğinin yapısını değiştirir. Pratik olarak maddenin tüm ağırlığı çekirdeğinde toplandığı için elimizde yüksek miktarda enerji oluşturabilecek madde bulunur.
Bir maddenin ne olduğunu çekirdeğindeki protonlar belirler. Bir protonlu bir çekirdek hidrojen, iki protonlu bir çekirdek ise helyum atomunu, yani helyum “maddesini” oluşturur. Aynı yüklerin birbirlerini ittiklerini hatırlayalım. Çekirdekte birden fazla artı yüklü proton varsa, bunların birbirlerini itmesine karşı koyabilmek için nötron denilen yüksüz ama ağırlığı neredeyse protona denk parçacıklar bulunur. Basitleştirme yapıyorum, o yüzden tam anlamıyla doğruyu söylemiyorum.
Tek protonlu hidrojen bile bazen bir nötrona çekirdeğini kiralayabilir. Bu acayip hidrojene döteryum derler. Hidrojen bazen daha da arsızlaşır ve Suriyeli göçmenlere evini kiralayan ev sahibi misali çekirdeğe fazladan iki nötron alır. Bu daha da acayip hidrojen türüne ise trityum derler.
Ancak çekirdekteki nötron, yada etrafındaki elektron sayısı maddenin niteliğini değiştirmez. Döteryum da trityum da her şeyleriyle koç gibi hidrojendir. Mesela oksijenle birleşip su oluşturabilirler. Buna da heavy water yada ağır su derler. Neyse çok dağılmayalım.
Atomun çekirdeğinde çok enteresan kuvvetler etkileşime girer. Hadi isim vermiş olmak için bunlara zayıf ve güçlü çekim kuvveti diyelim. Bu kuvvetler, özellikle güçlü çekim kuvveti, elektronların ve yerçekiminin etkileşimlerine göre çok çok daha güçlüdürler. Ancak menzilleri çok kısadır. Çekirdekteki nötron ve proton sayısı arttığında çekirdeğin çapı genişlediği için dıştaki proton ve nötronların merkeze olan uzaklıkları artar ve kısa menzilli çekirdek kuvvetleri bunları tutamaz. Madde yavaş yavaş proton ve nötron kaybetmeye başlar. Proton kaybı sonucunda maddenin türü değişir.
Bir örnek ile açıklayalım.
Plütonyum çok ağır ve arsız bir atomdur. Çekirdeğindeki 94 proton onu plütonyum yapar. Nötron sayıları ise plütonyumuna göre farklılık gösterir. Biz hayli popüler 145 nötronlu plütonyum-239’a bakalım. 239 sayısı 94 proton ve 145 nötronun toplamıdır. Buna atom ağırlığı derler. Plütonyumu plütonyum yapan 94 protondur unutmayalım. Atom ağırlıklarını aynı maddenin farklı nötron içeren atomları için kullanırız. Bu farklı ağırlıktaki atomlara da izotop derler.
Plütonyum-239 dengeli bir atom değildir. Bir hidrojen atomu evrenin oluştuğu günden beri aynı halini korur. Plütonyum ise sürekli proton ve nötron kaybeder, çünkü kısa menzilli çekirdek kuvvetleri, bu denli büyük çekirdekteki nötron ve protonları bir arada tutamaz.
Plütonyum-239 önce iki proton ve dört nötron kaybedip, uranyum-235’e dönüşür.
Uranyum-235 iki proton ve iki nötron kaybedip, toryum-231’e dönüşür.
Bu aşama biraz ilginç. Toryum-231’in bir nötronu protona dönüşür ve aynı ağırlıkta, ancak atom numarası farklı olan protaktinyum-231 oluşur. Bu esnada bir elektron ışıması ortaya çıkar.
Çok başınızı ağrıtmayayım. Bu proton ve nötron kayıpları, çekirdekte 82 proton kalana kadar sürer. Ortaya çıkan 82 protonlu madde ise atom ağırlığı 207 olan kurşundur. Kurşun dengeli bir maddedir ve kendi başına bıraktığınızda başka maddelere dönüşmez, çünkü çekirdeği, çekirdekteki çekim kuvvetlerinin menzilinde kalacak kadar küçülmüştür.
Şimdi elde kalan kurşunu alıp, ona plütonyumdan bu noktaya gelene kadar kaybettiği proton ve nötronları eklediğimizde, elde ettiğimiz madde miktarı yani ağırlık, işlemin başındaki plütonyumun ağırlığından %0.1 yani binde bir daha azdır.
Einstein’ın denklemine göre, 1 kilo plütonyum kurşuna dönüştüğünde 1 gram madde enerjiye dönüşmüştür.
Gelin bu ünlü formülü hayata geçirelim.
E=mc2
1 gram=0.001 kilogram
c=3.00×10^8m/s
İster inanın, ister inanmayın, elektronlar çekirdeğe yaklaştıklarında biraz madde kaybı olur. Başta yanma, kimyasal reaksiyonlar maddenin sadece %1’inin trilyonda birini enerjiye dönüştürür.
Başka bir enerji türü ise ağır atomların protonlarını kaybederek daha hafif atomlara dönüşmesidir. Buna nükleer enerji diyoruz. Nükleer sözcüğü Latince “nucleus” sözcüğünden türemiş. Merkezsel, çekirdeksel falan demek.
Maddenin proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan oluştuğunu hatırlayalım. Yukarda bahsettiğimiz kimyasal enerji sadece elektronların yaklaşıp, uzaklaşmasıyla ortaya çıkarken, büyük atomların proton kaybetmesi, atomun çekirdeğinin yapısını değiştirir. Pratik olarak maddenin tüm ağırlığı çekirdeğinde toplandığı için elimizde yüksek miktarda enerji oluşturabilecek madde bulunur.
Bir maddenin ne olduğunu çekirdeğindeki protonlar belirler. Bir protonlu bir çekirdek hidrojen, iki protonlu bir çekirdek ise helyum atomunu, yani helyum “maddesini” oluşturur. Aynı yüklerin birbirlerini ittiklerini hatırlayalım. Çekirdekte birden fazla artı yüklü proton varsa, bunların birbirlerini itmesine karşı koyabilmek için nötron denilen yüksüz ama ağırlığı neredeyse protona denk parçacıklar bulunur. Basitleştirme yapıyorum, o yüzden tam anlamıyla doğruyu söylemiyorum.
Tek protonlu hidrojen bile bazen bir nötrona çekirdeğini kiralayabilir. Bu acayip hidrojene döteryum derler. Hidrojen bazen daha da arsızlaşır ve Suriyeli göçmenlere evini kiralayan ev sahibi misali çekirdeğe fazladan iki nötron alır. Bu daha da acayip hidrojen türüne ise trityum derler.
Ancak çekirdekteki nötron, yada etrafındaki elektron sayısı maddenin niteliğini değiştirmez. Döteryum da trityum da her şeyleriyle koç gibi hidrojendir. Mesela oksijenle birleşip su oluşturabilirler. Buna da heavy water yada ağır su derler. Neyse çok dağılmayalım.
Atomun çekirdeğinde çok enteresan kuvvetler etkileşime girer. Hadi isim vermiş olmak için bunlara zayıf ve güçlü çekim kuvveti diyelim. Bu kuvvetler, özellikle güçlü çekim kuvveti, elektronların ve yerçekiminin etkileşimlerine göre çok çok daha güçlüdürler. Ancak menzilleri çok kısadır. Çekirdekteki nötron ve proton sayısı arttığında çekirdeğin çapı genişlediği için dıştaki proton ve nötronların merkeze olan uzaklıkları artar ve kısa menzilli çekirdek kuvvetleri bunları tutamaz. Madde yavaş yavaş proton ve nötron kaybetmeye başlar. Proton kaybı sonucunda maddenin türü değişir.
Bir örnek ile açıklayalım.
Plütonyum çok ağır ve arsız bir atomdur. Çekirdeğindeki 94 proton onu plütonyum yapar. Nötron sayıları ise plütonyumuna göre farklılık gösterir. Biz hayli popüler 145 nötronlu plütonyum-239’a bakalım. 239 sayısı 94 proton ve 145 nötronun toplamıdır. Buna atom ağırlığı derler. Plütonyumu plütonyum yapan 94 protondur unutmayalım. Atom ağırlıklarını aynı maddenin farklı nötron içeren atomları için kullanırız. Bu farklı ağırlıktaki atomlara da izotop derler.
Plütonyum-239 dengeli bir atom değildir. Bir hidrojen atomu evrenin oluştuğu günden beri aynı halini korur. Plütonyum ise sürekli proton ve nötron kaybeder, çünkü kısa menzilli çekirdek kuvvetleri, bu denli büyük çekirdekteki nötron ve protonları bir arada tutamaz.
Plütonyum-239 önce iki proton ve dört nötron kaybedip, uranyum-235’e dönüşür.
Uranyum-235 iki proton ve iki nötron kaybedip, toryum-231’e dönüşür.
Bu aşama biraz ilginç. Toryum-231’in bir nötronu protona dönüşür ve aynı ağırlıkta, ancak atom numarası farklı olan protaktinyum-231 oluşur. Bu esnada bir elektron ışıması ortaya çıkar.
Çok başınızı ağrıtmayayım. Bu proton ve nötron kayıpları, çekirdekte 82 proton kalana kadar sürer. Ortaya çıkan 82 protonlu madde ise atom ağırlığı 207 olan kurşundur. Kurşun dengeli bir maddedir ve kendi başına bıraktığınızda başka maddelere dönüşmez, çünkü çekirdeği, çekirdekteki çekim kuvvetlerinin menzilinde kalacak kadar küçülmüştür.
Şimdi elde kalan kurşunu alıp, ona plütonyumdan bu noktaya gelene kadar kaybettiği proton ve nötronları eklediğimizde, elde ettiğimiz madde miktarı yani ağırlık, işlemin başındaki plütonyumun ağırlığından %0.1 yani binde bir daha azdır.
Einstein’ın denklemine göre, 1 kilo plütonyum kurşuna dönüştüğünde 1 gram madde enerjiye dönüşmüştür.
Gelin bu ünlü formülü hayata geçirelim.
E=mc2
1 gram=0.001 kilogram
c=3.00×10^8m/s
E=0.001 x (3.00×10^8)^2
Ortaya E=9.00×10^13 joule çıkar. Yani 9’un yanına 13 tane sıfır koyun.
Bu kadar enerji, bütün New York şehrine 35 dakika yeter. Yada bir Toyota Corolla ile 33 buçuk milyon kilometre yapabilirsiniz. Başka bir deyişle arabanıza atlayıp, ekvator üzerinde dünya etrafında 836 kez dönebilirsiniz.
Düşünün, sadece cebinize sığacak bir kilo plütonyumu kullanarak, bir gram maddeyi enerjiye dönüştürdüğünüzde oluyor bunlar. Bu arada siz siz olun, bırakın plütonyumu cebinize koymayı, yanına bile yaklaşmayın.
Hiroşima’ya atılan atom bombasının içinde 64 kilo uranyum 235 olsa da, bunun sadece 1 kilogramı parçalanmaya uğradı ve sadece 1 gramı madde enerjiye dönüştü. Radyasyon zehirlenmesinden ölenleri bir kenara bırakırsak, bomba patladığında ilk anda 80 bin kişi ortaya çıkan enerji sonucu hayatını kaybetmişti. Sadece 1g maddenin enerjiye dönüşmesi sonucunda…
Herneyse, büyük atomların parçacık kaybetmesiyle küçük atomlara dönüşmesine yol açan bu nükleer reaksiyona fisyon (fission) diyoruz, bu reaksiyon ile çalışan bombalara da atom bombası yada fisyon bombası.
Nükleer yolculuğumuz burada da bitmiyor.
Büyük atomlarının parçalanması sonucunda ortaya çıkan enerjinin büyüklüğünü gördük. Ancak tabiat ana bize biraz daha fazlasını sunmakta.
Tarih boyunca insanlık güneşin azametini gözlemiş. Bir çok din bu dünyayı aydınlatan ve ısıtan güce tanrısal bir anlam yüklemiş.
İnsanlık ilerledikçe güneşin muazzam enerjisinin kaynağını bilimsel olarak açıklamaya çalışmış.
1868 yılında bir bilim adamı bir güneş tutulması esnasında prizmada kırılan güneş ışınlarının üzerinde sarı bir çizgi gözlemlemiş. Bir ışığı prizmadan geçirdiğinizde, ışığın kaynağındaki değişik elementler beyaz ışığın içindeki bazı kendilerine has renkleri saklarlar - absorbe ederler. Saklanmış renkler yüzünden beyaz ışığın rengi değişir. Bu değişen renklere bakarak kaynakta hangi elementlerin bulunduğunu anlayabiliriz. Buna spektrografi derler.
Ne var ki bu acayip sarı renk dünyada gözlemlenmiş hiç bir elementin ortaya çıkardığı rengine benzemiyordu. Bu yeni element güneşte bulunduğu için, Yunanca’da güneş anlamına gelen “Helios” sözcüğünden türetilmiş helyum ismini aldı.
Gerçekten de helyum, dünya dışında keşfedilmiş ilk element oldu. Sonra dünyada da bulundu elbette.
Helyum enteresan bir elementtir. Başka hiç bir element ile kimyasal reaksiyona girmez. Başka helyum atomları ile bile bağ kurmaz. O yüzden hep gaz halindedir. Sıvı hale getirmek için mutlak sıfıra yakın bir dereceye kadar soğutmanız gerekir. Neyse…
Güneş ışığının spektrografik analizi helyumun yanında bol bol hidrojen de göstermişti. Dünyadaki okyanusların yarısı hidrojen olduğu için fazlasıyla bilinen bu elementin güneşte bulunması pek sürpriz olmamıştı.
Güneşin kaba bir hesapla %75’i hidrojen, %25’i de helyumdu. Güneş enerjisinin kaynağı hidrojen ve helyumla alakalı olmalıydı.
Ama nasıl?
Aritmetik olarak dört hidrojen atomunu - ki her hidrojen atomunun çekirdeği sadece bir protondur - birleştirdiğinizde dört protondan ikisi nötron olur ve iki proton, iki nötronlu bir helyum çekirdeği oluşur. Bu dönüşümün sonucunda toplam maddenin %0.7’si, yani binde yedisi, yada her kilonun yedi gramı enerjiye dönüşür. Başka bir deyişle büyük atomlarının çekirdeklerinin parçalanması sonucu oluşan fisyon reaksiyonunun yedi katı büyüklüğünde bir enerji ortaya çıkar. Bu reaksiyona da füzyon (fusion) denir.
Ancak zaten tek bir protondan oluşan hidrojen atomlarının çekirdeklerini birleştirmek, Tayyip ile Netanyahu’yu yan yana getirmekten daha zordur. Arada nötron, mötron da olmadığı için her iki çekirdekteki pozitif elektromanyetik güç, çekirdekleri birleştirecek güçlü çekim kuvvetlerinin menziline girmeden hidrojen çekirdeklerini deli gibi iter, birbirlerinden ayırır.
Bu itme kuvvetine karşı gelebilecek büyüklükteki güçler ise sadece güneşte bulunur.
Bunlardan ilki güneşin yerçekimidir. Güneş o kadar kütlelidir ki, bu kütlenin merkeze uyguladığı baskı, hidrojen atomlarını her ne kadar nazlansalar da birbirlerine yaklaştırır.
Hidrojen atomlarını birleştiren diğer bir güç ise güneşin merkezindeki sıcaklıktır. Isı, atomları hızlandırır. Güneşin merkezindeki ısı o kadar yüksektir ki, hızlanan hidrojen atomları, elektromanyetik gücün iticiliğini yenip, birleşirler.
Böyle muazzam bir güç elbette enerjiye muhtaç insanlığın ağızını sulandırmıştı. Bundan bir bomba yapıp, milyonları öldürmeyi planlayan askerleri saymıyorum bile. Ancak güneşin merkezindeki koşulları dünyada oluşturmak pek de mümkün değildi.
En başta çekim gücü.
Güneş kadar yerçekimi gücünü elde etmek için, güneşteki kadar maddeyi bir araya getirmek gerekir ki dünya üzerinde böyle bir şeyi hayal etmek bile saçmalık olacaktır. Zaten güneş kadar maddeyi bahçenize yığsanız bile ortaya bir yıldız çıkar ve sizi cayır cayır yakar. Çekim gücünü yapay olarak oluşturabilecek bir yöntem de bilmediğimizden, işimiz sadece hidrojen atomlarını hızlandırmaya kalmıştı.
Unutmayalım, hidrojen atomlarını hızlandırmak, onları ısıtmak demektir. Ancak yine de güneşin merkezindeki sıcaklıkları dünya üzerinde oluşturmak pek pratik değildir.
Bilim adamları öncelikle iki normal hidrojen çekirdeğini, yani iki protonu çarpıştırmak yerine, çekirdeklerinde bir yada iki nötron bulunan döteryum ve trityum isimli hidrojen izotoplarını kullanmayı önerdiler. Fazladan çekirdekte bulunan bu nötronlar, protonların birbirini itme güçlerini azaltıyordu.
Ancak yine de hız, yani ısı gerekmekteydi.
İnsanlığın tilki kafası buna da bir çözüm buldu.
Hidrojen atomlarını bir araya getirip, füzyon reaksiyonunu oluşturmak için, hidrojen atomlarının dibinde bir fisyon bombası patlattılar. Fisyon reaksiyonu, hidrojen atomlarını bir araya getirmek için gerekli ısıyı sağladı ve ilk yapay füzyon gerçekleşti. Füzyon oluşturmak için fisyon reaksiyonunu kullanan bombalara bu yüzden termonükleer bomba derler. Yani içlerinde füzyon bombasını patlatmak için ısı üreten bir fisyon bombasının bulunduğu silahlar. Bu arada bu bombalara niye hidrojen bombası dendiği her halde yeteri kadar açık.
Buradaki tek problem, bu yapay füzyonun kontrol edilemeyecek kadar çok enerjiyi kısa bir zamanda ortaya çıkarması. Bir bomba yapıp, etrafı yakıp, yıkmak için kullanışlı olsa da, bu yöntemle çalışan bir füzyon motorunu mesela arabanıza takamazsınız. Soğuk füzyon, yani enerji elde etmek için mini bir atom bombası patlatmaya gerek duyulmayacak bir füzyon reaktörü için çalışmalar devam ediyor. Başarıldığında dünyada en bol bulunan bir madde ile dünyanın en temiz enerjisi elde edilecek. Ancak gelin konumuz olan cehennem silahlarına geri dönelim.
Mk82 isimli bir bombadan bahsedeyim sizlere.
Dünyanın en çok havadan atılan bombasıdır. 240 kilo yada 500 pound ağırlığındadır. Türkiye dahil hemen her NATO ülkesinde binlercesi bulunur.
Bu bombayı attığınızda bir kaç yüz metrelik bir alanda 240 kilo yada 0.24 ton TNT yani dinamitin patlamasına eşdeğer bir etki elde edersiniz. Mk82 binaları yıkan, yüzlerce insanı öldürebilen bir bombadır.
Şimdi gelin Hiroşima’ya atılan Little Boy isimli atom bombasına bakalım. Little Boy 15 kiloton, yani on beş bin ton TNT gücünde bir bombaydı. Başka bir deyişle 62,500 Mk82 ayarında. Averaj atak konfigürasyonundaki bir F-16’nın 8 Mk82 taşıyacağını düşünürsek, Hiroşima ayarındaki bir saldırı için 7,800 F-16 (sortisi) gerekecekti.
Little Boy 6.5 kilometre yarıçapında bir alanı yerle bir etti ve ilk anda 80 bin insanı öldürdü. Bu karşılaştırmanın sadece enerji bazında yapıldığını hatırlatayım. Little Boy’un yaydığı radyasyonla ölüm oranı ilerleyen zamanlarda 200 bin kişiyi buldu.
Termonükleer, yani hidrojen bombaları ise insanın içini sızlatacak kadar güçlüdürler. Örneğin 5 megatonluk, yani 5 milyon ton TNT düzeyinde bir güce sahip “averaj” bir termonükleer bomba 21 milyon Mk82 yada 333 Little Boy gücündedir. Bir şehri tamamen ortadan kaldırabilir, milyonlarca insanı öldürebilir.
Bombaların ağababası ise bir Rus bombası. İsmi Tsar Bomb - Tsar, Çar demek. Gücü 50 megaton. Yani elli milyon ton TNT, 210 milyon Mk82 yada 3,333 Little Boy düzeyinde. Bir ülkeyi haritadan silebilir.
Nükleer silahlar nedir, ne değildir bir fikrimiz olsun diye bu girizgahı yaptım.
Devam edeceğiz.
Ortaya E=9.00×10^13 joule çıkar. Yani 9’un yanına 13 tane sıfır koyun.
Bu kadar enerji, bütün New York şehrine 35 dakika yeter. Yada bir Toyota Corolla ile 33 buçuk milyon kilometre yapabilirsiniz. Başka bir deyişle arabanıza atlayıp, ekvator üzerinde dünya etrafında 836 kez dönebilirsiniz.
Düşünün, sadece cebinize sığacak bir kilo plütonyumu kullanarak, bir gram maddeyi enerjiye dönüştürdüğünüzde oluyor bunlar. Bu arada siz siz olun, bırakın plütonyumu cebinize koymayı, yanına bile yaklaşmayın.
Hiroşima’ya atılan atom bombasının içinde 64 kilo uranyum 235 olsa da, bunun sadece 1 kilogramı parçalanmaya uğradı ve sadece 1 gramı madde enerjiye dönüştü. Radyasyon zehirlenmesinden ölenleri bir kenara bırakırsak, bomba patladığında ilk anda 80 bin kişi ortaya çıkan enerji sonucu hayatını kaybetmişti. Sadece 1g maddenin enerjiye dönüşmesi sonucunda…
Herneyse, büyük atomların parçacık kaybetmesiyle küçük atomlara dönüşmesine yol açan bu nükleer reaksiyona fisyon (fission) diyoruz, bu reaksiyon ile çalışan bombalara da atom bombası yada fisyon bombası.
Nükleer yolculuğumuz burada da bitmiyor.
Büyük atomlarının parçalanması sonucunda ortaya çıkan enerjinin büyüklüğünü gördük. Ancak tabiat ana bize biraz daha fazlasını sunmakta.
Tarih boyunca insanlık güneşin azametini gözlemiş. Bir çok din bu dünyayı aydınlatan ve ısıtan güce tanrısal bir anlam yüklemiş.
İnsanlık ilerledikçe güneşin muazzam enerjisinin kaynağını bilimsel olarak açıklamaya çalışmış.
1868 yılında bir bilim adamı bir güneş tutulması esnasında prizmada kırılan güneş ışınlarının üzerinde sarı bir çizgi gözlemlemiş. Bir ışığı prizmadan geçirdiğinizde, ışığın kaynağındaki değişik elementler beyaz ışığın içindeki bazı kendilerine has renkleri saklarlar - absorbe ederler. Saklanmış renkler yüzünden beyaz ışığın rengi değişir. Bu değişen renklere bakarak kaynakta hangi elementlerin bulunduğunu anlayabiliriz. Buna spektrografi derler.
Ne var ki bu acayip sarı renk dünyada gözlemlenmiş hiç bir elementin ortaya çıkardığı rengine benzemiyordu. Bu yeni element güneşte bulunduğu için, Yunanca’da güneş anlamına gelen “Helios” sözcüğünden türetilmiş helyum ismini aldı.
Gerçekten de helyum, dünya dışında keşfedilmiş ilk element oldu. Sonra dünyada da bulundu elbette.
Helyum enteresan bir elementtir. Başka hiç bir element ile kimyasal reaksiyona girmez. Başka helyum atomları ile bile bağ kurmaz. O yüzden hep gaz halindedir. Sıvı hale getirmek için mutlak sıfıra yakın bir dereceye kadar soğutmanız gerekir. Neyse…
Güneş ışığının spektrografik analizi helyumun yanında bol bol hidrojen de göstermişti. Dünyadaki okyanusların yarısı hidrojen olduğu için fazlasıyla bilinen bu elementin güneşte bulunması pek sürpriz olmamıştı.
Güneşin kaba bir hesapla %75’i hidrojen, %25’i de helyumdu. Güneş enerjisinin kaynağı hidrojen ve helyumla alakalı olmalıydı.
Ama nasıl?
Aritmetik olarak dört hidrojen atomunu - ki her hidrojen atomunun çekirdeği sadece bir protondur - birleştirdiğinizde dört protondan ikisi nötron olur ve iki proton, iki nötronlu bir helyum çekirdeği oluşur. Bu dönüşümün sonucunda toplam maddenin %0.7’si, yani binde yedisi, yada her kilonun yedi gramı enerjiye dönüşür. Başka bir deyişle büyük atomlarının çekirdeklerinin parçalanması sonucu oluşan fisyon reaksiyonunun yedi katı büyüklüğünde bir enerji ortaya çıkar. Bu reaksiyona da füzyon (fusion) denir.
Ancak zaten tek bir protondan oluşan hidrojen atomlarının çekirdeklerini birleştirmek, Tayyip ile Netanyahu’yu yan yana getirmekten daha zordur. Arada nötron, mötron da olmadığı için her iki çekirdekteki pozitif elektromanyetik güç, çekirdekleri birleştirecek güçlü çekim kuvvetlerinin menziline girmeden hidrojen çekirdeklerini deli gibi iter, birbirlerinden ayırır.
Bu itme kuvvetine karşı gelebilecek büyüklükteki güçler ise sadece güneşte bulunur.
Bunlardan ilki güneşin yerçekimidir. Güneş o kadar kütlelidir ki, bu kütlenin merkeze uyguladığı baskı, hidrojen atomlarını her ne kadar nazlansalar da birbirlerine yaklaştırır.
Hidrojen atomlarını birleştiren diğer bir güç ise güneşin merkezindeki sıcaklıktır. Isı, atomları hızlandırır. Güneşin merkezindeki ısı o kadar yüksektir ki, hızlanan hidrojen atomları, elektromanyetik gücün iticiliğini yenip, birleşirler.
Böyle muazzam bir güç elbette enerjiye muhtaç insanlığın ağızını sulandırmıştı. Bundan bir bomba yapıp, milyonları öldürmeyi planlayan askerleri saymıyorum bile. Ancak güneşin merkezindeki koşulları dünyada oluşturmak pek de mümkün değildi.
En başta çekim gücü.
Güneş kadar yerçekimi gücünü elde etmek için, güneşteki kadar maddeyi bir araya getirmek gerekir ki dünya üzerinde böyle bir şeyi hayal etmek bile saçmalık olacaktır. Zaten güneş kadar maddeyi bahçenize yığsanız bile ortaya bir yıldız çıkar ve sizi cayır cayır yakar. Çekim gücünü yapay olarak oluşturabilecek bir yöntem de bilmediğimizden, işimiz sadece hidrojen atomlarını hızlandırmaya kalmıştı.
Unutmayalım, hidrojen atomlarını hızlandırmak, onları ısıtmak demektir. Ancak yine de güneşin merkezindeki sıcaklıkları dünya üzerinde oluşturmak pek pratik değildir.
Bilim adamları öncelikle iki normal hidrojen çekirdeğini, yani iki protonu çarpıştırmak yerine, çekirdeklerinde bir yada iki nötron bulunan döteryum ve trityum isimli hidrojen izotoplarını kullanmayı önerdiler. Fazladan çekirdekte bulunan bu nötronlar, protonların birbirini itme güçlerini azaltıyordu.
Ancak yine de hız, yani ısı gerekmekteydi.
İnsanlığın tilki kafası buna da bir çözüm buldu.
Hidrojen atomlarını bir araya getirip, füzyon reaksiyonunu oluşturmak için, hidrojen atomlarının dibinde bir fisyon bombası patlattılar. Fisyon reaksiyonu, hidrojen atomlarını bir araya getirmek için gerekli ısıyı sağladı ve ilk yapay füzyon gerçekleşti. Füzyon oluşturmak için fisyon reaksiyonunu kullanan bombalara bu yüzden termonükleer bomba derler. Yani içlerinde füzyon bombasını patlatmak için ısı üreten bir fisyon bombasının bulunduğu silahlar. Bu arada bu bombalara niye hidrojen bombası dendiği her halde yeteri kadar açık.
Buradaki tek problem, bu yapay füzyonun kontrol edilemeyecek kadar çok enerjiyi kısa bir zamanda ortaya çıkarması. Bir bomba yapıp, etrafı yakıp, yıkmak için kullanışlı olsa da, bu yöntemle çalışan bir füzyon motorunu mesela arabanıza takamazsınız. Soğuk füzyon, yani enerji elde etmek için mini bir atom bombası patlatmaya gerek duyulmayacak bir füzyon reaktörü için çalışmalar devam ediyor. Başarıldığında dünyada en bol bulunan bir madde ile dünyanın en temiz enerjisi elde edilecek. Ancak gelin konumuz olan cehennem silahlarına geri dönelim.
Mk82 isimli bir bombadan bahsedeyim sizlere.
Dünyanın en çok havadan atılan bombasıdır. 240 kilo yada 500 pound ağırlığındadır. Türkiye dahil hemen her NATO ülkesinde binlercesi bulunur.
Bu bombayı attığınızda bir kaç yüz metrelik bir alanda 240 kilo yada 0.24 ton TNT yani dinamitin patlamasına eşdeğer bir etki elde edersiniz. Mk82 binaları yıkan, yüzlerce insanı öldürebilen bir bombadır.
Şimdi gelin Hiroşima’ya atılan Little Boy isimli atom bombasına bakalım. Little Boy 15 kiloton, yani on beş bin ton TNT gücünde bir bombaydı. Başka bir deyişle 62,500 Mk82 ayarında. Averaj atak konfigürasyonundaki bir F-16’nın 8 Mk82 taşıyacağını düşünürsek, Hiroşima ayarındaki bir saldırı için 7,800 F-16 (sortisi) gerekecekti.
Little Boy 6.5 kilometre yarıçapında bir alanı yerle bir etti ve ilk anda 80 bin insanı öldürdü. Bu karşılaştırmanın sadece enerji bazında yapıldığını hatırlatayım. Little Boy’un yaydığı radyasyonla ölüm oranı ilerleyen zamanlarda 200 bin kişiyi buldu.
Termonükleer, yani hidrojen bombaları ise insanın içini sızlatacak kadar güçlüdürler. Örneğin 5 megatonluk, yani 5 milyon ton TNT düzeyinde bir güce sahip “averaj” bir termonükleer bomba 21 milyon Mk82 yada 333 Little Boy gücündedir. Bir şehri tamamen ortadan kaldırabilir, milyonlarca insanı öldürebilir.
Bombaların ağababası ise bir Rus bombası. İsmi Tsar Bomb - Tsar, Çar demek. Gücü 50 megaton. Yani elli milyon ton TNT, 210 milyon Mk82 yada 3,333 Little Boy düzeyinde. Bir ülkeyi haritadan silebilir.
Nükleer silahlar nedir, ne değildir bir fikrimiz olsun diye bu girizgahı yaptım.
Devam edeceğiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Radyoaktivite - Ne Yapalım?
Uzun süredir bu nükleer savaş konseptine takıldık sevgili arkadaşlar. Üstüne bir de özel bir kaç mesele girince bir türlü sonlandıramadık. K...
-
"Burgundy for kings...." Bir Fransız deyişi. Burgonya şarapları krallar içindir anlamına geliyor. Gerçekten de eski dünyanın en kl...
-
Dünyanın en büyük meydanı hangi şehirdedir hiç düşündünüz mü? Wikipedia’da gelecek haftaki Çin ziyareti için Tiananmen meydanını okurken onu...
-
Bugün eşim Jelenayla birlikte bir ara çok sıklıkla gittiğimiz ancak son günlerde ihmal ettiğimiz Fransanın Bourgogne bölgesine çevirdik rota...
-
Bir önceki yazıda petrol ve kömürün karbondan oluştuğunu ve karbonun oksijenle birleşerek yanması sonucu ısı yani enerji elde ettiğimizi söy...
-
Biraz daha uçak geyiği yapalım. Bu kez sivil uçak kazalarına şöyle bir bakalım. Arabalarımıza estetik amaçlı takarız spoiler'leri. Spoil...