30 Ocak 2024 Salı

Yazik ya...

Özlem Gürses, Polonya'ya "Ortodox" ülke dedi. Üzerine, "Ortodox" bir ülkenin başkonsolosunun, Katolik kilisesinde ne işi var diye Sarıyer'deki kilise saldırısı için bir komplo teorisi yarattı.

Çok üzülüyorum böylelerine.

Zekalarına o kadar güveniyorlar ki, araştırmadan, bilmeden, sınırlı dağarcıklarında, böyle boğuluyorlar, rezil rüsva oluyorlar.

Polonya'ya Ortodox demek, Türkiye'ye Budist demeye benzer.

Adamların anayasasında kilise, kutsal ruh falan var. Dünyanın değilse, Avrupa'nın en karanlık, en koyu Katolik ülkesidir.

Ben Ortodox'um deyin, taksiciler sizi arabalarına almaz.

Bir de garip konsolosu ajan provokatör yaptı.

Aslında seviyorum Özlem ablamı ama bu huyu başına çok iş açtı, çok da iş açacak.

Neyse, kendisi bilir...



29 Ocak 2024 Pazartesi

Ayy bizi F-35'ten attılar...

İnsanlar o kadar kör ki, burunlarının uçlarını göremiyorlar. Üstüne bir o kadar ukalalar, her şeyi biliyorlar ve ahkam kesiyorlar.

Şimdi sözde AmArika bizi kazıklamış, Yunanlılara F-35, bize de çürük F-16'ları kakalamış.

Bir adım geriye çekilip bakalım.

Farzedelim, bizi F-35 programından atmadılar, biz de 132 tane F-35 aldık.

Sonra da Yunanistan'la bir mesele çıktı.

Zannediyor musunuz ki o F-35'lerden bir tanesi bile uçabilecekti?

Fazladan, ertesi gün AmArika bir uçak gemisini burnumuza dayayıp, bizi dümdüz ederdi.

O yüzden AmArkia bizi kazıkladı, Ege'de üstünlük Yunanlılarda falan... Bırakın bunları.

Şu anda uçacak uçağımız yok. F-16'ları modernize edersek, çok teknik detayına girmek istemiyorum ama birer AESA radarı takarsak en azından İran'a, İrak'a karşı bir direnme gücümüz olacak.

Anka 3 ve Kaan'ı yaparsak, işte o zaman işler değişir.

AmArikalıların bize yaptığı en büyük iyilik, bizi F-35'lerden atmaları oldu, inanın.

Şimdi sükunet zamanı.

Kaan ve Anka 3 gelene kadar köprüyü geçme zamanı.

Sonrası bence fena değil, eğer bir Nas, halavet, salavet durumları yaşamazsak tabii...



17 Ocak 2024 Çarşamba

Acıklı Bir Yeni Yıl Öyküsü

Sizlere acıklı bir yeni yıl öyküsü anlatayım sevgili arkadaşlar.

Uzak değil, 2023’ü 2024’e bağlayan yılbaşı.

Paris’teydik.

Şimdi Paris’te geçirilen yılbaşının neresi acıklı olur diye sorabilirsiniz, tabiatıyla.

Arzedeyim.

Bildiğiniz üzere İsviçre’de yaşamaktayız.

Sabah beş buçukta kalktık, Lozan’a gitmek üzere önce otobüse, sonra da metroya bindik.

Saat yedide Lozan garındaydık.

TGV dedikleri hızlı trene atladık.

Saat onbir buçukta Paris'te, Gare de Lyon’daydık.

Saat onbir buçukta Paris'teydik
Valizleri emanete bıraktık, bir metro ile Şanzelize’ye ulaştık.

Buradan biraz sapıp, yakınlardaki Hausmann caddesine geldik.

Bir Lübnan restoranına girdik.

Humus ve bastırma ile başladık. Bastırma bizim pastırma, sadece Arapça’da “p” sesi olmadığından biraz evrilmiş.

Üzerine kızlar tavuk, ben de kefta söyledim. Kefta bizim köfte, Arapça’da “ö” sesi olmadığı için…

Yanında bir Lübnan şarabı. Lübnan’ın yarısı Hristiyandır. Hem tarihi bir şarap kültürleri, hem de Fransızlar’ın ince ayarını verdikleri şarapçıları vardır.

Yemek de, şarap da mükemmel ötesiydi.

Yeniden trene binip, otelimizin bulunduğu Val d’Europe’a geldik.

Akşam saat altı olmuştu.

Kendimize bir yılbaşı yemeği hazırladık, yanında da mükemmel bir şişe Medoc.

Mükemmel bir yemek olmuştu.

Şimdi bu öykünün neresi acıklı diyeceksiniz.

Saat yedi kırk beş olmuştu.

Üçümüz de uyuduk.

Günlerden 31 Aralık.

Acıklı tarafı burası işte sevgili arkadaşlar.

Yaşlanıyoruz be…

30 Aralık 2023 Cumartesi

İnsanın Kompleksitesi

İnsanın kompleks bir varlık olması, zengin ve çeşitli duygulara, düşüncelere, deneyimlere ve içsel çatışmalara sahip olmasını ifade eder. İnsanın iç dünyası, basit etiketlerle veya sığ tanımlamalarla kavranamayacak kadar derin ve karmaşıktır. İşte bu komplekslik, insan varlığının anlaşılmasını ve açıklanmasını zor kılan bir gerçektir.

Duygusal Zenginlik: İnsanlar geniş bir duygusal yelpazeye sahiptir. Sevinç, üzüntü, korku, öfke gibi temel duyguların yanı sıra karmaşık hisler, arzular ve tutkular da içerir. Bu duygusal zenginlik, insanların yaşamlarını zenginleştiren ve derinleştiren bir özelliktir.

Düşünsel Derinlik: İnsanlar düşünsel olarak karmaşık ve derindir. Soyut düşünme, hayal gücü, öz farkındalık ve gelecek planlaması gibi yetenekler, insan zihninin karmaşıklığını oluşturan unsurlardır.

Kişisel Deneyimler: Her birey, benzersiz bir geçmiş, kültürel bağlam ve yaşam deneyimine sahiptir. Bu kişisel deneyimler, insanların düşünce yapısını, değer sistemini ve davranışlarını etkiler. İnsanları anlamak için sadece genel kategorilere dayalı basit tanımlamalar yetersiz kalır.

İçsel Çatışmalar: İnsanlar arasında içsel çatışmalar yaygındır. İstekler, değerler ve sorumluluklar arasındaki çatışmalar, insanların davranışlarını anlamak ve öngörmek için basit kuralların ötesine geçmeyi gerektirir.

Gelişim ve Değişim: İnsanlar zaman içinde gelişir, öğrenir ve değişir. Bu süreç, bireyin kimliği, tutumları ve davranışları üzerinde karmaşıklık ekler. Sabit bir "şablon" ile tanımlamak zor olabilir.

Bu kompleks yapı, insan varlığını değerli ve ilgi çekici kılar, ancak aynı zamanda anlaşılması zor kılar. Diğer insanları tam olarak anlamak için empati, açık iletişim ve derinlemesine düşünce gereklidir. Bu karmaşıklığı anlamak, insanlar arası ilişkileri zenginleştirebilir ve toplumsal anlayışı derinleştirebilir.

Şimdi burada duralım sevgili arkadaşlar.

Yukarda okuduklarınız, benim insanın kompleks bir varlık olması ve basit tanımlamalarla tam olarak anlaşılamayacağı hakkında yorum yapmasını istediğim ChatGPT, yani yapay zeka tarafından bir araya getirildi.

Amacım akşam akşam insanın komplekstesini falan tartışmak değil. Henüz o kadar kafayı yemedim. İsteyen gitsin, okusun: Die Traumdeutung, Freud, Sigmund.

Burada bakmak istediğim, yapay zekanın bugün nerede olduğu, hangi sınırları zorladığı.

Yukardaki yazıya bir kez daha dönüp, okuyun. Gramer hiç de fena değil - bu arada unutmayalım, ChatGPT temelde türkçe konuşamıyor. Ancak bu haliyle bile sosyal medyada, YouTube’da falan denk geldiğim bir çok kişiden daha düzgün bir Türkçe’si var.

Konuya fazlasıyla hakim. Anlamlı biçimde de sadeleştirip, kelimelere dökebiliyor. Bu konuda da ağzına geleni herhangi bir düzen, yapısallaştırma yada karşısındakinin anlamasını kolaylaştırma gibi dertleri olmadan söyleyen tanıdığım birçok yerli-yabancı kişiden çok ama çok ilerde.

Bu da bizi o hassas soruya getiriyor.

ChatGPT benzeri yapay zeka yazılımları sanat ve sanatçıların yerini alabilecek mi?

Bu yazıyı okuduğunuza göre, aynı blogdaki başka yazıları da okumuş olmalısınız. Bunları karşılaştırırsanız, ChatGPT makalesi ile benim diğer yazılarım arasında nasıl bir fark görüyorsunuz, bir düşünün.

Ben kendi gördüğümü söyleyeyim.

Yukardaki makalede edebiyat, açıklık, bilimsellik, doğruluk var.

Hepsi var da, sadece ben yokum.

Yazıda benle ilgili, benim kişiliğimin, yaşadığım hayatın, edindiğim deneyimlerin sonucunda oluşan, beni ben yapan ‘şeylerin’ hiç biri yok.

Yapay zekaya, anlatıma biraz espri kat, biraz kişisellik ekle falan diyebilirim elbette. Bunu da emin olun çok iyi yapar. Ancak o yazıyı, bunu ben yazdım diye size satmaya kalkarsam, hadi lan oradan dersiniz.

Başka Sorunlara Dönüşecektir
Yapay zeka bir gün benim önceki yazdıklarımı okuyup, kişisel profilimi çıkarabilir, hatta genlerime bakıp, eğer hala hayattaysam synaps’lerimi inceleyip, sanki benmiş gibi yazı, resim, müzik, bilim falan üretebilir.

Ama bugün değil!

Zaten yapay zeka o konuma geldiğinde insanların biyolojik sınırlarına da tabi olmayacağından, çok daha iyisini yapacak durumda olacaktır. O zamanki sorunlarımız telif hakları değil, Sarah Connorr’un doğmamış oğlu haline dönüşecektir.

O yüzden şimdilik benim bloguma kaldınız böyle işte.

Akşamınız güzel olsun ❤️



23 Aralık 2023 Cumartesi

Asabi Gezi Danışmanı

Sevgili arkadaşlar, alın size değerli zamanınızı çöpe atmanız için bir fırsat.

İnsanların gitmeyi tercih ettiği, ancak gitmemesi gerekli yerler.

Bunu yazan hıyar her kimse, Eyfel Kulesi, Piramitler falan gibi dünya harikası sayılan yerleri sıralayıp, buralarda vaktinizi kaybetmeyin diyor.

Arkadaşın temel argümanı bu yerlerin kalabalık olması.

Görülmeye değer yerlerin kalabalık olmasında nasıl bir sürpriz varsa?

Sonra, biraz vakit geçirdiğinizde gözünüz alışıyor, çok fazla önemsemiyorsunuz diyor.

Valla inanılmaz tespit. Eyfel kulesini yüzlerce kez gördüm, hiç biri ilk günkü gibi değildi.

Piramitlerde satıcılar yapışıyor diyor, git Eyfel'e de gör annenin cinsel organını. Bak bakalım satıcılar ne yapıyor sana? Hoş Eyfel'e de gitmeyin diyor zat 😜 Adam Champs-Élysées'ye de gitmeyin diyor ya. Hoşt!

Neyse...

Ben cidden anlamadım. Statue of Liberty'e gitmeyin, cruise'ları almayın... Hiç bir yeri beğenmiyor!

Ne yapalım, Statue of Liberty'i görmek için kadının domalmasını mı bekleyelim?

Bu sosyal medya artık rayından çıktı.

Neysem. Sıkmayalım canımızı.

Ahan burada...



19 Aralık 2023 Salı

Roma

“Avē Caesar, moritūrī tē salūtant!”

Nasıl melodramatik bir sözdür…

Gladyatörler, Kolezyum’da birbirlerine girmeden İmparator’u, yani Sezar’ı böyle selamlarmış.

Kırık Fransızcamla şöyle çevirebilirim. “Ey Sezar!, birazdan ölecek bizler seni selamlarız”

Tabii ki tam tercümesini Latince ve eski Yunanca profüsürü sevgili karıma sorabilirim, ancak kendisi Latince bir fiilin doksan sekizinci çekimini unuttum diye bunalıma girdiğinden, şu sıralar çok fazla Latince soru almıyor.

Gladyatör selamına dönersek, Kolezyum’da toplu heyecana çok fazla iştirak etmeyen Asterix ve Hoptediks’in, diğer gladyatörler bu efsanevi ritüeli icra ederken, yaptıkları nevi şahıslarına münhasır yorumu da söylemeden edemiyeceğim.

“N’aber moruk?”

Roma komik bir yerdir sevgili arkadaşlar.

Kişisel görüşümü söyleyeyim, İtalya dünyanın en görmeye değer ülkelerinden biridir. Sınıra pasaport kontrolü yerine biletçi koyup, müze diye gezdirebilirler turistleri. Doğası, tarihi, kentleri, kumsalları, denizi, güneşi, yemekleri ve şaraplarıyla cennet gibi bir yerdir.

Ama İtalya’nın gerisi ne kadar güzelse, Roma da o kadar kötüdür.

Antik Roma Dünyanın en büyük imparatorluğudur. Yunanlıların felsefesini alıp, büyük ölçekte dünyanın gerisine yaymış, bugünkü uygarlığın temelini atmıştır. Yıkıldığından yüzyıllar sonra bile Almanlar, hatta Türkler, kendilerini Roma İmparatoru ilan edip, bu mirasa sahip çıkmışlardır.

Dikkat, yürürken ayaklarınız incinmesin! (1997)
Roma, dünyanın en büyük imparatorluğunun başkenti olsa da, bu dönemden kalan neredeyse hiç bir anıt, yapı, iz kalmamış. Side’ye gidip, arabanızı park ettikten sonra şehir merkezine yürürken, Roma’da gördüğünüzden çok daha fazla Roma döneminden kalıntı görürsünüz. O Kolezyum soğan gibi, kabuk kabuk soyulmuş, zemini, iç alanları parça parça edilip, taşlar St-Peter’s kilisesini yapmak için kullanılmış. Forum dedikleri yerde, Antalya’da bir kokoreççinin gölgesinde tezgahını kurduğu sütunlardan daha az sütun kalmış.

Arada bir ufacık bir Roma Hamamı, bir obelisk, yarım bir duvar falan var, hepsi o.

Pantheon isimli tapınak paçayı kurtarabilmiş, o da kiliseye döndürüldüğü için. Yoksa onu da kırıp dökeceklermiş.

Roma tarihinin ikinci büyük dönemi olan Hristiyan Roma’dan ise hemen her şey ayakta. İlginiz varsa başta Vatikan, yüzlerce katedral, kilise, kale, şato vesaire görmek mümkün.

Modern Roma ise tam bir keşmekeş.

İtalyanlar çok fazla düzenli, organize bir ulus olarak anılmaz. Kibarlık etmeyelim, Türkiyede doğmuş, büyümüş biri olan ben şahsım ve Sırbistan’da doğmuş, büyümüş zevcem bile bunca sene İtalya’daki bu düzensizliğe alışamadık - kabul, biraz İsviçre asimilasyonunun da payı var bu hissiyatta, ancak dünyadaki her türlü standarda göre İtalya ve İtalyanlar çok zordurlar.

Roma ise bu düzensizliğin Nirvana’sı, entropinin dünyada en yüksek olduğu kentlerden biridir.

Havaalanından çıkıp, taksi bölgesine geçtik. Sıradaki taksiye binmeye yeltendik ama içinde başka müşteri vardı. Bir arkadakini denedik, yine dolu. Böyle böyle üç dört taksi daha geriye gidip, boş bir taksi bulduk ve içine girdik. Ama onca araba, içlerinde şoförleri de olsa, hıyar gibi bekliyor.

Çünkü en öndeki taksinin şoförü arabayı öylece bırakıp, gitmiş, artık nereye gittiyse.

Şeridin hem sağı, hem solu bariyerlerle kapatılmış. Sollayıp geçemiyoruz, öylece bekliyoruz.

Aradan bir beş dakika falan geçti, insanlar artık sıkılmış, sıradaki diğer taksiler kornalarına basıyordu. Sonunda şoför uzaktan göründü. Fermuarını çekiyor, ama onu beklerken geçirdiğimiz zaman normal bir çiş molası süresini kat be kat aşmıştı. Kim bilir ne yapıyordu…

Roma’ya doğru yola koyulduk, ancak yol İstanbul’dan beter. Kimse şeridinde gitmiyor, herkes sağdan, soldan birbirini geçiyor, şoförümüz de “puttana”, “bastardo” şeklinde renkli hitaplarla diğer arabalarla iletişim halinde, bizi tek parça kent merkezine götürmeye çalışıyordu.

Ave Caesar
Kolezyum’un yanında indik. Yollar kapalı, çünkü bütün müzeler için ayın son pazarı bedava (aklımda öyle kalmış, siz yine de bir gugıllayın). Buna Vatikan da dahilmiş. Roma ziyaretinizi böyle bir bedava güne denk getirirseniz, yüzlerce euro tasarruf edebilirsiniz, aklınızda olsun.

Ancak bedava müze günü yüz binlerce insanın sokakta, müze sırasında olması anlamına da geliyor. Gerçi bedava da olsa Kolezyumu gezmek gibi bir niyetimiz, yada içeri girmemizin bir amacı yoktu. Öncelikle Roma’da sadece geçirecek sadece yarım günümüz vardı. Böyle olmasa bile, bu güzelim anıtı öyle kötü kırıp, dökmüşler ki, içini gezmenin tek olası sonucu ayak bileğinizi falan kırmak olabilirdi. İçerisi gerçekten bir şantiyeden yada bir Taşocağından farklı değil. Dışarda, en azından orijinal fasadın küçük bir bölümü kalmış. Onu görün, çok daha iyi.

Sevgili kızımın Roma’yı ilk görüşüldü. Onunla Kolezyum’un dibinde bir fotoğrafımız olsun istemiştim, ancak 🐝Mezzy🐝’nin Balkan inadı tuttu.

“No! I don’t want a picture!”

Etme kızım, Kolezyum burası, bir resim…

“No!”

Ne yapalım, zevcemle bir Kolezyum hatırası aldık.

Kolezyum’dan ayrılırken 🐝Mezzy🐝 yüzlerce turistin ite kaka bu güzelim anıtın dibinde resim çekmeye çalıştığını gördü. Olayın ciddiyetini anlayıp, “Tamam Baba, beraber bir resim çekilelim” dedi, ama İngilizce’de dedikleri gibi “The moment was gone”, yani olayın zevki kaçmıştı. Güneş yükselmiş, kalabalıktan dolayı açıyı kaybetmiştik. Yine de bir iki resim çekebildik.

Yollar kapalı olduğu için Uber çağırabileceğimiz bir noktaya kadar yürüdük. Uberci bizi ünlü Trevi Çeşmesinin yüz metre yakınına kadar getirdi.

Trevi
Trevi Çeşmesi’ni çoğu kimse antik diye düşünür, ancak 18. Yüzyılda yapılmış, çok da eski olmayan barok bir anıttır. Burada adet bir dilek dileyip, sağ elinizle, sol omuzunuzun üstünden bu çeşmeye bozuk para atmaktır. Dilekler gerçekleşir mi bilmiyorum, ancak böyle böyle günde 2,500 ile 3,000euro arası para bu çeşmenin havuzuna atılır. Yıllık hasılat ise 1.5 milyon euro’yu bulur. Hal böyle olunca, bir çok açıkgöz, bu paraları toplamaya çalışır. Bu organizasyonların ne kadarı başarıya ulaşmıştır bilmiyorum ancak becerebildilerse, yılda 1.5 milyon euro, hadi yarısı diyelim, hiç de fena bir miktar değil.

🐝Mezzy🐝, Trevi Çeşmesi’ne parasını atıp, olasılıkla Noel Baba’nın ona Nintendo’nun artık hangi oyunu ise, onu getirmesini diledi ve bizler de Pantheon Tapınağı’na doğru yürümeye başladık.

Pantheon, gerçek bir antik Roma tapınağı sevgili arkadaşlar. Klasik sütunları ile bezenmiş bir kapısı, koca bir kubbesi var. Kubbenin tepesi delik ve buradan giren güneş ışığını bir blok olarak görebiliyorsunuz. Hem yerler, hem duvarlar pürüzsüz, kusursuz mermerden.

Hristiyanlık ile birlikte bu tapınak Zeus, Jupiter gibi antik Roma tanrıların figürlerinden ziyade Hz. İsa, Hz. Meryem, Mary Magdalene gibi İncil figürleriyle donatılmış, ismi de Aziz Meryem Kilisesi falan gibi bir şey olmuş. İyi de olmuş. Bu sayede yıkılmaktan kurtulup, zamanımıza kadar ayakta kalabilmiş.

Pantheon
İnançlı biri olmasam da, bu Hristiyanlaşma işine sevindiğimi söylemem gerekir. Eğer bu tapınak kiliseye dönüştürülmeseydi, olasılıkla yıkılıp, taşları St. Peter’s Katedrali için kullanılmış olacaktı.

Pantheon, bildiğim kadarıyla Roma’da, antik Roma döneminden kalma en iyi durumda kalabilmiş anıt. Çok etkileyici bir yapı, mutlaka görün.

Bir de, çoğu kimse Pantheon’u, Atina’daki Acropolis’in merkezinde bulunan Parthenon ile karıştırır. Bu ikisi, birinin Roma, diğerinin de Atina’da olması nedeniyle, haliyle iki farklı tapınaktır.

Bilginiz olsun, Osmanlı paşalarından, artık her kimse, Atina’daki Parthenon’u cephanelik olarak kullanıp, kilolarca barutu burada stoklamış, dolayısıyla, bu mekan bir kaç kez havaya uçma tehlikesi atlatmış olsa da, bu güzelim anıt, savaşları atlatabilmiş ve iyi kötü günümüze kadar ayakta kalabilmiş.

Tanrılarla şarap içmek
Başka bir yazıda detaylarına gireriz umarım, ancak Parthenon ve tüm Acropolis, dünyanın geçmişi ve geleceği göz önüne alındığında, tarifi güç bir öneme sahip yerlerdir. Her insan mutlaka görmeli.

Bu konuyla ilgili son bir not. Pantheon ve Parthenon sözcükleri aynı Yunanca kökten gelir. Bütün tanrıları kapsayan anlamındadır. Batı dillerinde ‘pantheon’, antik, politeistik, yani çok tanrılı bir din anlamında da kullanılır.

Herneyse, gelin Roma’ya dönelim.

Karnımız acıkmıştı. Pantheon’un hemen dibindeki bir restorana girdik. Tavrından anladığım kadarıyla ya şef, yada restoranın sahibi Angelo - yoksa Alfredo’muydu - bizi tapınak manzaralı bir masaya aldı.

Angelo benim tanımımla tam bir ‘sommallier’, yani şarap uzmanı bir şef. Bu alanda bir okul bitirmiş midir bilmem, ancak benim defterlerimde bu işin gerçek bir kompedanı.

Gerçek bir sommelier, müşterisine ne kadar şarap bilgisi olduğunu ispatlamak için hıyarlık etmez. Böyle müptezelleri İsviçre’de bol bol bulabilirsiniz. Adam Tunus’tan gelmiştir ama hayatını şarapçılıkla geçindiriyor gibi size wikipedia olur, sinirinizi bozar.

İş şarap seçmeye geldiğinde Angelo, zararsız sorularla bu ne kadar şaraptan anlıyor kriterini belirledi. Ben bir şarap uzmanı değilim elbette, ancak kanımca ona bir sonraki seviyeye geçip, üzüm konuşabiliriz güvencesini verdim. Olasılıkla yedi ceddi şarap yapıyordu, yine de yavaş yavaş olayı ısındırıp, beni üzme riskini göz önünde tutarak, doğru bir şarap seçmemizi sağladı.

Vatican (2012)
Güzelim bir Chianti’yi en az onun kadar güzel bir beef ve biber sosuyla, bir de Angelo’nin biz sormadan getirdiği Focaccia ile birleştirdik ve mükemmel bir yemek yedik. Yemek sonrası ise çok farklı bir Pecorino peyniri denedik. Normalde Pecorino, bizim eski kaşar kıvamında sert, güçlü tadı olan bir peynirdir, ancak şef bize Roma usulü, taze, yumuşak bir Pecorino getirdi - teknik olarak bir Il Pecorino Romano. İlk deneyimimdi, ihya oldum, Chianti gibi Sangiovese bir şarapla inanılmaz güzel gidiyor.

Bu şekilde Pantheon’un gölgesinde, tanrılarla beraber mükellef bir yemek yiyip, şarap içtik.

Sevgili karımla Roma’ya on küsür sene önce gelmiştik. Biraz o günleri yad ettik.

Ne yazık ki Vatikan’ı gezmek için zamanımız yoktu, yoksa 🐝Mezzy🐝 Vatikan Müzesi’ni, özellikle antik Mısır bölümündeki sanduka ve mumyaları görüp, deli olurdu. Mısır konusunda bir efsane olan Kahire Müzesi’ni gezmiş biri olarak söylüyorum, Vatikan’da Mısır için en az Kahire kadar ilgi çekici eserler sergileniyor.

Vatikan Müzesi binlerce paha biçilmez tablo, heykel ve halı barındırıyor. Üzerine tarihi Sistin Şapel’i de eklerseniz, bu mekan ziyaret için kaçırılmaması gerekli bir nokta. Jelena Katolik olmasa da, bu dini merkezi gezmekten zevk almıştı. Tarafsız bir gözle ben ise kendimden geçmiştim.

Vatican (2012)
Vatikan’a yolunuz düşerse mutlaka Swiss Guard’lardan birini görün. Bunun için Vatikan’ın duvarlarının etrafında bir tur atmanız yeterli olacaktır.

Papa’nın muhafızları sadece İsviçre’den seçilir. Katolik ve hiç evlenmemiş olmaları gerekir. Günümüzde işlevleri sembolik de olsa, giysileri çok çok ilgi çekicidir. İki vatanımdan birinin bu tarihi özelliği beni nedense hep heyecanlandırır.

Bir sonraki durağımız Piazza Navona oldu.

Piazza Navona bir meydan, ancak bana sorarsanız Roma’nın en cazibeli mekanlarından biri. Sütunları, çeşmeleri ve havuzların etrafındaki heykelleri ile bir açık hava müzesi.

Ancak bu meydanı güzel kılan bence buradaki sokak ressamları ve çalgıcıları. En az Paris’in Monmartre’ı kadar güzel bir ambiyans, ama ne ambiyans. Yolunuz düşerse burada mutlaka bir gün batırın ve akşamı geçirin.

Zaman daralıyordu. Hemen ünlü İspanyol Merdivenleri’ne geldik.

İspanyol Merdivenleri İspanya Meydanı’ndaki bir çeşme ile tepedeki bir kilise arasındaki merdivenler. Adet, bu merdivenlere oturup, geyiklemek, ve tabii ki bir resim çektirmek.

Buraya ilk geldiğimde yıl 1997 idi. Öyle cep telefonu kamerası falan hak getire. Kodak Colors, cırt çek, banyo, bastır.

Sonrasında 2012 yılında sevgili karımla geldik. Bir iPhone’um vardı ama kamera hak getire. Eşek ölüsü gibi bir Canon DSLR ile bir resim çekmiştik.

Yıl 2023. Hem sevgili karım, hem de en sevgili kızım ile aynı noktadayız. Öyle Kodak Colors, yada Canon DSLR falan gerekmiyor. Bir iPhone 13’ü mü, 14’ü mü, Pro Max bir telefonum var. Canavar resim çekiyor.

Tek problem, artık bu merdivenlere oturamıyoruz.

Etrafta elinde düdük, bir dolu polis var. Oturunca o düdüğü çalıp, “Senior, no sit, up, up!” diye bağırıyorlar.

Meğer İspanyol Merdivenleri oturunca eskiyormuş!

Etmeyin!

Bu merdiven meselesi değil, bir ritüel!

Ama kime anlatıyorsun?

Yıl 1997-2023 Zaman Makinesi, aynı mekan
🐝Mezzy🐝 gayri ihtiyari bir an oturdu, ben de hemen resmini çektim. Zaman makinesinde bir kaç tuşa basarak 1997 yılındaki aynı mekanda resmi çekilmiş babasını da Photoshop ile yanına koydum. Saçlardaki beyazlar bir yere gitmiyor, ancak sevgili kızım en azından bir kez genç babasının yanında oturmuş olsun dedim ❤️

Saat ilerliyordu.

Son hedefimiz, aile geleneğimizin tamamlanması bakımından Hard Rock Cafe Rome’a gitmekti.

Google Maps yürüyerek yarım saat gösteriyordu. Biz de Uber çağırdık. Kimse gelmedi. Bir taksi durağı bulduk, bizi Hard Rock Cafe’ye götürür müsünüz dedik. Bak abi, dümdüz yürü, ilerde solda dediler. Mesafe kısa, almıyor itoğluitler.

Yarım saatlik bir ölüm yürüyüşü sonunda Hard Rock Cafe’yi bulduk.

Hard Rock Cafe’ye girdik, ancak bize giremezsiniz, çıkın dediler.

“Oğlum manyak mısın, niye çıkalım?” Dedik.

Bilmemkinin doğum günüymüş anladığımız kadarıyla. Bak web sitesinde açıksınız diyor desek de, kadın garson bize acınacak gözlerle baktı, ne web sitesi gibisinden…

Bacım en azından kızın bir resmini çekeyim dedim, tamam dedi.

🐝Mezzy🐝 kısa süre de olsa Hard Rock Cafe Rome’da bulunmuştu.

Kayıtlarımıza geçirdik.

Bir Uber, bizi havaalanına götürdü.

Havaalanında air conditioner çalışmıyordu. İçerisi Auschwitz gibiydi. Bir bara oturduk. Yarım saat boyunca kimse bize bakmadı bile. Sonrasında bir garsonu paçasından yakaladık. Şarap ve su dedim. Şarap geldi, su da geldi, bir sürahi içinde. Tek problem bardak yoktu. Sürahiyi kafama diktim. Kimse umursamadı bile.

Uçağımıza bindik ve Cenevre öncesi son durağımız olan Nice’e doğru yola çıktık.

Ne yazık ki Nice’de sadece bir saatimiz vardı, bu yüzden havaalanının dışına çıkamadık, ancak Roma’daki ‘kusursuz’ servisten sonra, Fransa’nın, havaalanı bile olsa, her yeri saray sayılırdı.

Bu yolculuğumuzun başka ilginç bir tarafı ise aynı günde Avrupa’nın en ‘seçkin’ üç havayolu olan Ryanair, Wizzair ve EasyJet ile uçmuş olmamız.

Ryanair’i bir kenara koyalım, cost-cutting için kemerlerin boyunu kısmışlar, bağladığımda neredeyse asfiksiasyona uğruyordum, diğer ikisi hiç de fena değildi. Güzel sayılabilecek şarap ve meze…

Roma böyle sevgili arkadaşlar.

Gününüz, geceniz güzel olsun❤️

30 Kasım 2023 Perşembe

Bulaşık

Sevgili arkadaşlar, evde koşulların gerektirdiği bir iş bölümümüz var. Malumunuz, ben evden online çalıştığım için, gündüzleri bulaşıkları yıkarım. Çamaşır ise sevgili karımın işidir.

Bulaşıklar dediysem, onları makineye koyup, düğmeye basmak ve yıkama bittiğinde çıkarıp yerleştirmek. Yoksa elde yıkamıyorum tabii.

Yalnız yaşamaya çok erken başladığım için öyle bulaşık makinesi şımarığı değilimdir. Yıllarca köpek gibi elceğizimle bulaşık yıkamışlığım vardır. Yani entellik olsun diye evcilik oynayan çağdaş adam ayakları atıyorum zannetmeyin diye söylüyorum.

Ama bulaşık makinesi icat olup, mertlik bozulduğundan beri bu lükse de alıştık işte.

Evimizi aldığımızda, içinde bir Electrolux bulaşık makinesi vardı. Yaşları benim kadar olanlar hatırlarlar, eski AEG.

Hayatımda bu kadar lanet bir makine görmemiştim. Ne doğru dürüst bulaşık yıkıyor, ne de zerre kadar ergonomik. Öyle bir tasarlamışlar ki, ne tabaklar, ne bardaklar, ne de tencereler doğru dürüst sığıyor.

Herneyse, aradan üç beş sene geçti ve makine bozuldu. Buralarda ustanın sadece gelip, neresi bozuk diye bakması 150 Euro. Üstüne tamirat da binince 1000 Euro’yu buluyor. 

Electrolux’ı aradık, makinenin yenisi 1700 Euro. Adamlar bir de üç sene bedava garanti önerince, yeni bir makine almak çok makul bir hale dönüştü. Adamlara eski makine ile ilgili şikayetlerimi de söyleyince, yeminbillah, yeni modellerde böyle sorunlar kalmadı dediler.

Ee, getirin o zaman dedik.

Yeni makineyi ücretsiz kurdular, eski makineyi de ücretsiz götürdüler. Eski makineyi atmak 100 Euro’ya falan mal oluyor, küçümsemeyelim lütfen.

Yeni makine geldi. İçi eskisiyle aynı. Nerede lan bunun ergonomisi dedim tabii. Makine eskisi gibi, bir kargo uçağı misali çalışıyor. Düğmeye bastıktan sonra mutfakta konuşamıyorsunuz. Bana sorarsanız, eskisinden de kötü.

Ama garantiye tav olup, sesimizi çıkarmadık.

Üç-dört sene sonra makine bozuldu. Electrolux servisi geldi, bize yılda 150 Euro’ya garanti uzaması teklif etti. Biz de yeni bir makine almaktansa, yılda 150 Euro verelim, biraz daha idare edelim dedik.

Aradan bir-iki sene daha geçti, makine yine bozuldu.

Nasılsa garantisi var, içimiz rahat. Servisi çağırdık.

Adamlar geldiler, bütün mutfağı alaşağı ettiler, sonra da makinenin içinden sepet gibi bir parça çıkarıp, burnuma soktular.

“Sorun burada, bu parçanın değişip, makinenin temizlenmesi lazım”

Ee, sök, değiştir, temizle. Garantimiz yok mu?

Yokmuş. 

O bilmemen parçası garantiye dahil değilmiş. Size yeni makine verelim dediler. Kaç para dedik, 1700 Euro imiş.

S..tir git şeklinde Türkçe içimi döktüm, anlamadılar tabii.

Değiştirme, öyleyse git dedik. Tamam dediler, gittiler.

Üç beş gün sonra bir email. 150 Euro. Arkadaşlar gelip, evde makinenin neresi bozuk diye bakarken vakit harcamışlar diye.

Açtık telefonu, nedir bu annem diye sorduk.

Adamlar dediler ki, parça garanti haricinde olduğundan ekibin zamanı ödemeye tabii imiş.

Oğlum, makine garanti altında. Ben sizi çağırırken arızanın garanti altındaki bir parçada olup, olmadığını nereden bileyim?

Adamlar hayır, biz faturayı göndereceğiz dediler.

Jelena, Jelena oldu tabii. Gönder o zaman, bak bakayım ödüyor muyum dedi.

Adamlar tırsıp, fatura matura göndermediler.

Ancak bu arada evde bulaşık makinesi yok, son bir haftadır, 🐝Mezzy🐝 dahil, bulaşıkları elle yıkıyoruz.

Bir Bosch marka makine sipariş ettik. 700 Euro. Üç günde teslim ederiz dediler, kurması için de 150 Euro, yani 900 Euro’ya falan geliyor.

Makineyi üç günde teslim ettiler, ancak kuracak olan firmaya. Kurucu firma da bir hafta sonrasına randevu verdi. Yani bir on gün daha ellerimiz sıcak sudan, soğuk suya girdi.

Evde tabakları iki kere kullanıyoruz. 🐝Mezzy🐝 ben bulaşık yıkarken yerleri ıslatıyorum diye şikayet ediyor.

On gün geçti. Bu arada bulaşık yıkamamak için Disneyland'e falan gidiyoruz! 

Yeni makinemiz geldi...

Neyse, yeni makinemiz geldi.

Electrolux’ın teklif ettiği fiyatın yarısı, ama nasıl güzel yıkıyor, nasıl sessiz, nasıl akıllıca tasarlanmış anlatamam. Böyle şeyler “ev beyleri” için çok önemlidir, öyle hemen bana ne falan demeyin.

Artık bir bardaktan iki kere su içmiyorum. At makineye anasını satayım.

Evliliğimiz, yeni makineyle daha sağlam temellere oturdu.

Kıssadan hisse, Bosch iyi, Electrolux yaramaz.

Akşamınız güzel olsun❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...