19 Ekim 2023 Perşembe

Alsace

Alsace, Fransa’nın kuzey doğusunda, ilginç bir bölgedir sevgili arkadaşlar. Fransa’nın Almanya ile sınırının önemli bir bölümünü oluşturur. Güneyinde ise İsviçre vardır. Bölge olarak Alsace’ın bir bölümü de Almanya içerisinde kalır.

Alsace, tarih boyunca Almanlar’la Fransızların arasında o kadar çok el değiştirmiş ki, bugün, Alman mıdır, Fransız mıdır anlamak zor. Ben Alsace bölgesinde biraz daha fazla Alman havası sezerim. Yer isimleri, yemek isimleri çoğunlukla Almanca’yı andırır.

Alsace, Avrupa’nın en cazibeli yerlerinden biridir. Strasbourg gibi bilinen büyük kentlerinin yanında Colmar, Riquewihr gibi, bir ressamın tuvalinden çıkmışcasına güzel köyleri bulunur.

Alsace’ın yemekleri çok ünlüdür sevgili arkadaşlar. Alman etkisi sağolsun, bol bol domuz eti kullanırlar. Ancak domuz eti ile yapılmayan çok güzel başka yemekler de bulunur.

Bir kafede Tarte Flambée yemiştik
Örneğin Tarte Flambée, yada Almancasıyla Flammekueche. Çok ince açılmış hamurun üzerinde soğan, mantar ve tabii ki peynir gibi topping’lerle, isminin çağrıştırdığının aksine ateşin üzerinde değil, fırında pişirilir.

Geçen sene Strasbourg’da bir gece geçirmiştik ve tesadüfen girdiğimiz aynı zamanda bir bira üreticisi bir kafede Tarte Flambée yemiştik. Mükemmel bir lezzet. Fırsatını bulursanız, mutlaka deneyin.

Bölgenin en bilinen yemeği ise Choucroute’tur - siz ‘Şukrut’ diye okuyun. Bir tür lahana turşusu ile domuz yağı, domuz sosisi, hatta balık gibi aklınıza gelebilecek en yağlı malzemeleri karıştırıp, bir kalori bombası şeklinde servis ederler. İçindekilerinin hiçbirini yemediğim için hayatımda Choucroute denemedim, ancak deneyenler bayılıyor.

Alsace’ın Foie Gras’sı da çok ünlüdür. Foie Gras, yani kaz ciğeri, normalde bir Fransız spesiyalitesidir. Kökleri dünyanın farklı yerlerinde, çok eskiye dayansa da Fransızlar bu yemeği sahiplenmeyi başarmışlar.

Kazlar yada ördekler zorla, normalde yiyeceklerinden çok daha fazla yemle beslenerek, ciğerleri büyütülür. Bunlar kesildikten sonra ciğerleri kızartılıp, farklı şekillerde servis edilir.

Kazlar ve ördekler günlerce boğazlarından aşağı sokulan bir huni ile zorla yemlenirler. Hayvanlar bu işlem boyunca çok acı çekerler. Bu yüzden kimileri Foie Gras yemezler.

Bir kadeh Alsace Pinot Noir
Alsace’ın şarapları ise en az yemekleri kadar ünlüdür. Şaraplar, Fransa’nın geri kalanının aksine, Fransa’ya yabancı Alman üzümleriyle yapılır.

Benim Alsace şarapları hakkında fikrimi sorarsanız, bu şaraplar için öyle çok deli olmam, hatta çoğunu bilmem bile. Çünkü Alsace temelde bir beyaz şarap bölgesidir sevgili arkadaşlar. Kırmızı şaraplar ise hemen hep Pilot Noir’dan yapılır ve elbette bunları büyük bir zevkle içerim, ama hepsi o.

Eğer beyaz şarap seviyorsanız, Alsace’a bayılacaksınızdır. Sadece normal beyaz değil, Muskat, tatlı beyaz, rose gibi çeşitleri de bulabilirsiniz.

Alsace’ın kendine has bir mimarisi var sevgili arkadaşlar. Duvarları “Timber Framing” dedikleri, içlerinden kütüklerin geçtiği bir yöntemle inşa ediyorlar. Almanya’nın başka yerlerinde de bu tür binalar gördüm, ancak Alsace’da bunlardan çok var.

Timber Frame Duvarlar
Strasbourg’da yıllar önce aldığım bir şehir turunda anlatmışlardı. Eski günlerde Ren nehri taştığında, bu kütüklü duvarlar sayesinde evi söküp, çok kısa bir zaman içerisinde başka bir yere taşıyabiliyorlarmış.

Ben Alsace’a ilk kez çocukluğumda okuduğum bir Isaac Asimov kitabında rastlamıştım. Asimov, bu kitapta Prosper-René Blondlot isimli bir Fransız fizikçisinden bahsediyordu - isme saygı, lütfen “blon-lo” şeklinde okuyun.

Blondlot, Alsace’da, ya da o zamanki ismiyle Alsace–Lorraine bölgesindeki Nancy kentinde doğmuştu.

1800’lü yılların sonu ve 1900’lü yılların başı, her gün yeni bir keşif yapılıyordu. Alman bir fizikçi olan Wilhelm Conrad Röntgen, X ışınlarını bulmuştu.

Alsace–Lorraine, yukarda da bahsettiğim üzere Almanlar ve Fransızlar arasında senindir-benimdir çekişmesinin odağıydı. Blondlot, Alman Röntgen’in yeni bir radyasyonu keşfetmesinin de hırsıyla çalışmalara başladı ve o güne kadar gözlemlenmemiş, yeni bir radyasyon türü keşfettiğini duyurdu. Bu radyasyon türüne de, biraz da X Işınlarına inat, doğduğu Nancy kentine atıfla “N Işınları” ismini verdi.

Zamanın diğer fizikçileri, Blondlot’nun bu buluşunu teyit etseler de, sonrasında böyle bir radyasyonun olmadığı anlaşıldı.

Sonrasında Blondlot’ya ne olduğu bilinmiyor. Sessizce ortadan kaybolmuş.

Alsace, bize arabayla iki-üç saat uzaklıkta sevgili arkadaşlar. O yüzden fırsat buldukça bir-iki günlük bir kaçamak yaparız. Ancak Alsace’a gitmemizin en popüler nedeni, buradaki Mulhouse kentindeki havaalanıdır.

Burası bana hep biraz hüzün verir
Mulhouse Havaalanı, Almanya, Fransa ve İsviçrenin tam kesişim noktasında, her üç ülkeye hizmet veren stratejik bir yolcu hub’ı.

Bizim Avrupa ve şu sıralar pek gelmeye fırsatımız olmasa da Türkiye uçuşlarımızın büyük bir bölümü bu havaalanından kalkar. Mulhouse Havaalanı, İsviçre’nin Basel kentine belediye otobüsüyle on beş dakika uzaklıktadır.

Çok sık olarak ayrı ayrı seyahat etmesek de, bu hava alanında yine de hatrı sayılır kez Jelena ve 🐝Mezzy🐝’yi yolcu etmiş yada karşılamak için beklemişliğim vardır. O yüzden burası bana hep biraz hüzün verir.

İsviçre malumunuz, EU üyesi bir ülke değildir. Schengen sisteminin bir parçası olduğundan ayrı bir vize gerektirmese de, gümrük bakımından farklı bir ülke sayılır. Mulhouse havaalanı EU ile İsviçre tarafından paylaşıldığından, içinden belki de şimdiye kadar gördüğüm en ilginç sınırlardan biri geçer.

Yolcuların oturacağı yuvarlak bir bankın ucundan yere çizili bir çizgi, İsviçre ile EU’yu ayırır.

Bu sınırı hafife almayın sevgili arkadaşlar. Geçtiğinizde EU yada İsviçre gümrük yasalarının tümüne uymanız gerekir. Örneğin Fransız tarafından 65 İsviçre Frank’ının üzerinde bir şey satın alıp, bir adım atar ve bu tarafa geçerseniz, gümrük vergisi ödemeniz gerekir - 65 Frank posta için bildiğim bir limit, emtiayı şahsen yanınızda getirdiğinizde belki farklı bir limit vardır, tam emin değilim.

Havaalanının gerisinde bu sınır ayrımı çok daha keskindir. Örneğin Fransız tarafındaki park yerinden, İsviçre tarafındaki park yerine geçemezsiniz. Kaybolup, denediğim için oradan biliyorum. Havaalanı binasına gelip, bu çizginin üzerinden atlamanız gerekir.

Bu sınır çizgisi bazı ilginç fırsatlar da yaratır. Uçağınızı beklerken volta atarak bu çizgiyi bir o tarafa, bir bu tarafa mesela yirmi kez geçin, “Ben Fransa’ya da, İsviçre’ye de ‘birçok’ kez geldim” diyebilirsiniz😀

Noel pazarında sıcak şarap
Alsace bölgesi Noel zamanı çok güzel olur. Hemen her kentinde bir Noel pazarı açılır. Alış-verişten başka, buralarda Noel kurabiyeleri yiyip, sıcak şarap içebilirsiniz. Colmar ve Riquewihr’in pazarları çok ünlüdür.

Son bir kaç yıldır, 🐝Mezzy🐝’yi, yine Alsace’da bulunan Europa Park’a götürüyoruz. Europa Park, Almanya’da, Rust kentinde bir eğlence parkı - “rust” İngilizce’de “pas” demek, yani demir-oksit. Her duyduğumda bir tebessüm ederim. Yakınlığı bakımından, mesela bir Disneyland seyahati kadar lojistik gerektirmediğinden bir hafta sonu için bile gidebiliyoruz.

Alsace’a sık geldiğimizden, sizlere ayrı ayrı her seyahati anlatmaktansa, bunları birleştirip, Alsace’ı bölge bölge anlatan bir seri yapmak istedim.

Devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️

6 Ekim 2023 Cuma

Enerji

"Ayy, buranın enerjisini çoook beğendim..."

"Bugün enerjim çok düşük..."

"Pozitif enerji alıyorum..."

"Doğru enerjiyi alamadım..."

"Enerjim için kusura bakmayın..."

"Ortak enerjimizi bulduk..."

"Enerjisi hiç hoşuma gitmedi..."

"Enerjim niye böyle oldu anlamadım..."

Yemin ediyorum, Einstein mezarında fırıl fırıl dönüyordur 😛

4 Ekim 2023 Çarşamba

Toprağım Kara Mustafa Paşa

Kapıcıbaşı bilmemnesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı Belgrad'da bulmuş. Ona devletlu, haşmetlu hükümdarunun bir fermanunu iletmiş.

Buna göre Mustafa Paşa Sadr-azamlıktan azledilmiş.

Paşa bunu okuduktan sonra "Hakkımızda başka bir emr û fermân var mıdır?" diye sormuş.

Kapıcıbaşı bilmemnesi "Vardır Paşam" deyip, idam fermanını vermiş.

Mustafa Paşa bu fermanı okumuş, öpüp, başının üstüne koymuş.

"Bekleyin, iki rekat namazımı kılayım" demiş.

Namazdan sonra "Hazırım, çağırın cellatları" diye buyurmuş.

Yerdeki halı devlet malıdır, kanıyla kirlenmesin diye kaldırtmış.

Cellatlar zaten hazırda bekliyormuş, oracıkta kementle boğmuşlar paşayı…

Oracıkta kementle boğmuşlar paşayı
Merzifonlu toprağımdır, ondan severim. Ben de Merzifon'da doğmuşum.

Viyana bozgunundan değil, aslen ayak oyunları, çekememezlikler gibi nedenlerle öldürmüşler adamı.

Biz pek bilmeyiz yada önemsemeyiz ama bütün Polonya tanıyor onu. Viyana kuşatması esnasında Osmanlı ordusuna saldırıp, bozguna uğratan aslen Polonyalı bir kral.

Bana sorarsanız, boşuna katletmişler adamı. Osmanlı İmparatorluğu'nun genişleme süreci zaten bu idmla birlikte son bulmuş.

Mustafa Paşa kifayetsiz muhterisletin kurbanı olmuş.

Neyse ki böyleleri artık yok…



1 Ekim 2023 Pazar

Ve Viyana Sokakları!

Viyana’da kaldığımız otelde ilgimi çeken çok özel bir şarap vardı sevgili arkadaşlar. İsmi Moritz. Mia isimli bir de kızkardeşi var, ancak Mia bir beyaz şarap olduğu için tamamen ilgi alanımın dışında kalmıştı.

Moritz, kaldığımız otel için yapılmış bir cuvée. Başka bir deyişle bu otel için özel olarak hazırlanmış bir şarap. Elbette Avusturya’dan.

Otelde her akşam bu şaraptan iki kadeh içtim. İçimi çok güzel bir şarap. Ancak Viyana gezimizdeki şarap hedefim başka bir üzüm türünden yapılan şaraplardı.

Bu üzümün ismi Zweigelt. Almanca’da “z”, “ts” şeklinde söyleniyor, o yüzden bu üzümün ismini hakkıyla telaffuz etmek istiyorsanız “tsvaygelt” falan demeniz lazım. Malum Almanca’da “w”, “v”, “v” de “f” gibi söylenir. Çok isterseniz “s” bazen “s”, bazen “z”, bazen “ş” olur. “J” ise her zaman “y” ‘dir. “ß” harfini bazen “ss”, “ö” ‘yü “oe”, “ü” ‘yü de “ue” şeklinde yazarlar. İsviçrenin Alman tarafında bir işim olduğunda, kredi kartlarının üzerinde falan genellikle “Buelent Gueven Nalci” olurum.

Neyse, Almanca’nın inceliklerini burada bırakalım. Almanca doğru düzgün bir cümle bile kuramam bu arada. İsviçre’de geçirdiğim onca sene boyunca yaşarken öğrendiğim üç beş Almanca bilgisini satmaktayım sizlere.

Fransız isimli bir kafeye oturduk
Bunları size anlatmamın sebebi ise, Viyana’da her “Zweigelt” dediğimde, daha doğrusu demeye çalıştığımda, sevgili karımın şiddetli gülme krizleri geçirmesiydi. İlk bir iki “Zwigelt” çabam gerçekten de kötüydü, ancak gün ilerledikçe, ve daha da önemlisi önceki içtiğim “Zweigelt” ‘ler etkilerini göstermeye başladığında, telaffuzum bayağı düzeldi.

Fransızcam’da alkol ile gelişir. Gramerini iyi sayılabilecek kadar bilirim, ama iş konuşmaya gelince pek başarılı sayılmam. Bizi tanıyanlarla birlikteyken, ortak dil Fransızca ise, hemen bana bir kadeh şarap getirirler.

Viyana’daki ikinci günümüzde sabah erkenden kalkıp, Stephansplatz’a geldik. Hernedense Fransız isimli bir kafeye oturduk. İlk Zweigelt’imi Jelena’nın gülüşleri arasında söyledim. Saat sabahın dokuzu falan, başka yerde şarap için erken bir saat sayılabilir, ancak şarap kültürü olan bir yerde kahvaltı zamanı şarap istemek tamamen normal sayılabiliyor.

Garson bir de peynir tabağı getirdi ki, keyfime dokunmayın.

Zweigelt, enteresan bir üzüm sevgili arkadaşlar. Avusturya kaynaklı elbette. Zaten bu üzümün orijini hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin. Çünkü Zweigelt sadece Avusturya’da yetişen bir üzüm değil, Avusturya’da ‘yaratılmış’ bir üzüm. Friedrich Zweigelt isimli bir Avusturyalı, 1922 yılında St. Laurent ve Blaufränkisch üzümlerini çapraz dölleyerek bu yeni türü ortaya çıkarmış. Blaufränkisch’i Bratislava yazımızdan hatırlayabilirsiniz. St. Laurent ise bir Fransız, hatta Burgonya kaynaklı bir üzüm ama bu çeşit ile çok fazla teşvik-i mesaim olmadı.

İsviçre’de arada bir Zweigelt alır içerim, ancak taş yerinde ağırdır, “When in Vienna…” durumları yani.

Jelena bir Apple Strudel, 🐝Mezzy🐝 ise bir croissant söyledi. Sevgili kızım için croissant bir Fransız çöreğidir. Ona croissant’ın aslen bir Avusturya spesiyalitesi olduğunu anlatmaya çalışsam da olmadı.

Yıl 1863. Osmanlı lağımcıları Viyana’nın surları altından tünel kazarak, sabahın erken saatlerinde şehre girmişler. Bu saatlerde dükkanlarını açmak için ayakta olan fırıncılar hemen alarm vermiş, Viyana ordusu da bizimkileri toparlayıp, dışarı atmış. İmparator durumdan çok memnun, fırıncılara takdirini göstermek bakımından bu özel çöreği yapma izni vermiş. Croissant hilal demektir sevgili arkadaşlar, Osmanlı bayrağındaki hilal!

Bir de memlekette “croissant” ’a “kruvasan” falan dediklerini duyuyorum. Etmeyin. Dünyada böyle bir sözcük yok. Kim neresinden uyduruyor bunları bilmiyorum, ancak ayıp oluyor. Gezi gemilerine de aslen bir konyak markası olan “kruvaziyer” diyorlar. Gerçekten sinirim kalkıyor. Neyse…

O kafede neredeyse iki saat geçirdik. Açık havada, pırıl pırıl bir güneş ve dibine kadar güzel bir ambiyans. 

Kalktıktan sonra zaten hemen yanımızda olan Stephansdom’a gittik, içeri girdik. Katedralde Pazar servisi sürüyordu. Kilise korosu ilahi söylüyordu. O güzelim akustikle bir süre ilahileri dinledik. Daha önce de yazmıştım. Akşamları bu katedralde klasik müzik konserleri oluyor. Yolunuz düşerse kaçırmayın.

Bir sonraki durağımız Mozart’ın evi oldu. Mozart aslen Salzburg’da doğmuş, ancak çağının bütün bilinen müzisyenleri gibi uzun süre Viyana’da yaşamış. Klasik müzik dediğimde Bach ile birlikte listemin en başında yer alır.

Gerçek bir dahiymiş Mozart. Beş yaşında müzik bestelemeye başlamış, sekiz yaşında da ilk senfonisini yazmış. Rivayete göre Sistine Chapel’de dinlediği bir performansı eve gidip, kafadan nota nota yazmış. Vatikan bu notaları gizli tutuyor, kimseye vermiyormuş. Mozart böylece çocuk haliyle dünyadaki ilk telif ihlalini geçekleştirmiş!

Otuz beş yaşında hayata gözlerini Viyana’da yummuş. Kimse niçin, nasıl öldüğünü bilmiyor.

İkinci favorim Bach’ın ise, yolu pek Viyana’ya düşmemiş. Ancak o da mükemmel müzik yapar. Zevk meselesi elbette bunlar, herkesin farklı bir favorisi olabiliyor. Ben sizlere kendimden bir dilim kesip, ikram ediyorum.

Mozart’ın müze haline getirdikleri evi Pazar günü olduğundan kapalıydı. Yine de yaşadığı bölgenin havasını koklayacak kadar fırsatımız oldu.

Hofburg Sarayı
Biraz yürüdükten sonra Hofburg sarayının önüne gelmiştik.

Hofburg Sarayı, Habsburg hanedanının “kışlık” malikanesi.

Ancak saray öyle tek bir bina, etrafında da bir bahçe falan değil. Büyük dediğimde aklınıza gelen en büyük binayı alın ikiyle çarpın, öyle kallavi, insanı etkileyecek boyutlarda bir yapı. Aslında saray tek bir yapı da değil. Saray bölgesine yayılmış, birbirinden güzel birçok binanın oluşturduğu bir kampüs. Viyana Başkanı’nın rezidansı ve çalışma ofisinin de burada olduğunu düşünürsek, buraya herhalde “Hofburg Külliyesi” diyebiliriz!

Hofburg Sarayı
Bir önceki yazıda da söylediğim üzere, saray görmek istiyorsanız buraya gelin sevgili arkadaşlar.

Sağolsun Jelena Latince’den çevrileri yapınca, heykeller, anıtlar falan biraz daha anlam kazanmaya başladı.

Uzun uzun gezip, Habsburg'ların evinin havasını kokladık.

Hofburg için bir sitemim olacak yalnız. Böyle güzelim bir yeri devlet erkanının arabalarının park yerine çevirmenin manasını anlamadım? Gidin, başkanınıza güzel bir rezidans yapın, hem otursun, hem çalışsın. At arabasıyla gezen bir turistin arkasında kapkara, zırhlı bir Mercedes. Olmamış abi, yakışmamış Viyana’ya.

Hofburg için bir sitemim olacak
Yine saray kompleksi içerisinde, iki tane, neredeyse birbirinin aynı, karşılıklı iki güzelim bina var. Bunların ilki Sanat Tarihi, ikincisi de Doğa Tarihi müzeleri. Bu iki müzenin biraz ilerisinde de Müzeler Bölgesi adlı bir alan var. Bu iki koca müzeye ne koyamamışlar da, bir de ayrı bir müze bölgesi yapmışlar, aklım ermedi açıkçası.

Viyana bir müze kenti sevgili arkadaşlar. Müze gezmeyi seviyorsanız, burayı mabediniz yapıp, günlerinizi harcayabilirsiniz.

Yürüyüşümüze devam ettik ve parlemento binasının önünden geçtik. Yunan tarzında çok güzel bir bina. Biraz ilerisinde ise Volksgarten isimli bir park var. Volksgarten, Halkın Parkı demek, yani proloterya’nın bahçesi.

İki ikiz müze binasından biri
Hava müthiş sıcak, biz de içerde bir kafeye oturduk. Su, meyve suyu ve Zwiegelt ikmalimizi yaptık.

Viyana demek tarih, klasik müzik falan demektir tamam, ancak Viyana deyince akla başka bir şey daha gelir ki, bence en az klasik müzik kadar önemlidir.

Viyana Şnitzeli!

Wiener Schnitzel derler, süt danasından bir dilim eti alıp, etrafını unla, yumurtayla kaplar, sonra da tavada kızartırlar. Bizim için döner neyse, Avusturya için de Wiener Schnitzel o demektir sevgili arkadaşlar.

Parlemento Binası
Konu yeterince hassas olduğundan gelmeden önce günlerce gugıllayıp, Viyana’da Şnitzel nerede yenir diye araştırdım. Sonunda Griechenbeisl isimli restoranda karar kıldık. Yine günler öncesinden online rezervasyonumuzu yaptık.

Griechenbeisl, fevkalade cazibeli, tarihi eskiye giden bir mekan. Mükemmel de bir bahçesi var. Oturduk ve siparişimizi verdik. Sipariş genelde içecekleri kapsıyor, yoksa gelenler çoğunlukla Şnitzel yiyiyor haliyle.

Şnitzel’i yanında çok lezzetli bir patates salatası ile servis ediyorlar. Üstüne bir de bir kadeh Zwiegelt eklediğinizde ortaya bir gastronomi Nirvana’sı çıkıyor. Benden tavsiye beklemeyin arkadaşlar. Mutlaka bu tadı deneyin.

Viyana Şnitzeli
Günü Hard Rock Cafe Vienna’da sonlandırdık. Klasik müzik, Mozart, Strauss falan hep iyi de, Hard Rock Cafe’de ağız tadıyla Metallica dinleyip, gerçek hayata dönmek iyi geldi. Viyana gezisinin Zwiegelt kısmı değişmedi elbette.

Bundan sonrası ise otel ve Novotel cuvée, Moritz şarabı.

Eve bir Airbus A220 ile döndük. Aslen Kanada dizaynı bu uçağa ilk kez biniyordum. Çok konforlu, çok güzel bir uçak.

Ve vatan! Zwiegelt, bir Cru Bourgeois, Almanca da Fransızca ile yer değiştirdi. Hayat daha da güzel.

Hard Rock Cafe Vienna
Viyana’yı görmek için kimsenin benim tavsiyeme ihtiyacı yok sevgili arkadaşlar. Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri. Tarihi, müzikleri, gastronomisi ile sadece bir kez görmek de yetmez. Her mevsim, haftanın her günü yapacak bir şeyler bulabilirsiniz.

Şehirin görülesi yerleri hep yürüme uzaklığında. Zahmetsizce gezebilirsiniz. Toplu taşım ise insanı üzmüyor, ancak metronun inceliklerini çözmek biraz vakit alıyor.

İnsanlar kibar ve yardımsever. Bizim jandarmanın “Yassah hemşerim!” dediği gibi “Nein!” deyip, peygamber demeyen Almanlar’a göre çok daha esnek, çok daha arkadaşçalar. Ancak Almanlar kadar disiplin hissedemedim. Biraz daha relax, biraz daha hayat adamları Avusturyalılar.

Unutmadan, Viyana’ya kadar gelmişken, bir kaç saat vakit ayırarak Bratislava’yı da görmeyi ihmal etmeyin.

Sevgi ile kalın❤️

29 Eylül 2023 Cuma

Viyana'da Bir Klasik Müzik Konseri Dinlemek

Schönbrunn Sarayı, yazılarımı izliyorsanız artık aşina olduğunuz Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun hanedanı Habsburg’ların yazları yaşadıkları rezidansları. Ancak yazlık dediysem, aklınıza “Ayy, bu hafta sonu Çeşme’deyiz hayatım!” tarzı bir yazlık gelmesin. Bu “Yazlık Saray” fenomeni asilzadeler için biraz farklı şeyler ifade ediyor.

“Yazlık” Schönbrunn Sarayı, “Kışlık” Hofburg Sarayına yürüyerek bir saatlik uzaklıkta. Yani yazlık diye öyle deniz kenarı, sayfiye yeri şeklinde düşünmeyin. İkisi de Viyanada. Schönbrunn Sarayı belki biraz merkeze uzak, hepsi o, yoksa öyle farklı bir dünya değil.

Yazlık saray fenomeni sadece Habsburg’lara özgü bir takıntı da değil. Hemen her hanedanın böyle bir yazlık mekanı olmuş. Çin’de bile bir yazlık saray gördüm. Hattızatında Osmanlı hanedanı da Beylerbeyi Sarayı’nı benzeri bir amaçla kullanırmış.

Schönbrunn Sarayı devasa bir kompleks. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel saraylardan biri. Hoş, Viyana’daki bütün saraylar birer güzellik abidesi. Öyle Buckingham, Versay, mersay bunların yanında halt etmiş. Habsburg’ler gerçekten nasıl saray yapılır, biliyorlarmış.

Schönbrunn Sarayı’nı Viyana’ya bir önceki gelişimde gezmiştim. O bahçelerin, sarayın içinin güzelliği kelimelere zor sığar. Fırsat bulursanız kaçırmayın.

Bugünlerde bu sarayı müze olarak gezebilirsiniz, ancak müze olmasının yanında Schönbrunn Sarayı, Viyana’da gerçek anlamda bir klasik müzik konseri dinleyebileceğiniz önemli yerlerden biri.

Viyana’ya bir önceki gelişimde bu sarayın Orangerie diye isimlendirilen salonunda bir klasik müzik konseri dinlemiştim. Orangerie, Türkçe’ye “limonluk” şeklinde çevriliyor. Saray, konak gibi malikanelerde bol pencereli, bir sera misali, portakal, limon, mandalina vesaire ağaçlarının bulunduğu kapalı alanlara verilmiş bir isim. Elbette, konseri narenciye ağaçları arasından izlemedim. Schönbrunn Sarayı’nın Orangerie’si bugün bir konser salonuna dönüştürülmüş.

İzlediğim bu konser, öyle die-hard klasik müzik dinleyicileri için hazırlanmış ağır bir performans değildi. Daha ziyade klasik müzik dinleyicisi olmayanlar için düşünülmüş, hemen herkesin bildiği Strauss’un Blue Danube Waltz, Beethoven’ın beşinci senfonisi gibi eserlerin çalındığı bir klasik müzik “lite” konseriydi. Süre olarak da klasik müzik kulağı olmayanları sıkmayacak kadar kısaydı.

Biz de Viyana’ya kadar gelmişken hem 🐝Mezzy🐝 burada bir klasik müzik konseri deneyimi yaşasın, hem de çok sıkılmadan müziğin tadını çıkarsın diye aynı konsere gitmeye karar verdik. Biletlerimizi günler önce online aldık ve konser gününü beklemeye başladık.

Konser akşamı bir metro yolculuğu bizi Schönbrunn Sarayı’na getirdi. Size sarayın büyüklüğünü şöyle anlatayım. Bahçeleri ile etrafında başka hiç bir şey yapmadan sadece yürüyerek bir tur atmak bir saati buluyor. Bu nedenle kaybolup, vakit kaybetmemek için doğrudan Orangerie’yi Google Maps’e girdik ve navigasyonu dinleyerek yürümeye başladık.

Orangerie’nin kapısına kadar gelmemiz bir yirmi dakika almıştı. Konser izlemeye gelenleri içeri almak için sarayın cümle kapısı yerine, saray duvarlarının üzerinde, olasılıkla geçmişte saraya erzak getirenlerin falan kullandığı, üzerinde demir şeritler bulunan koca ahşap bir kapıyı kullanıyorlardı.

Ben “Ha” deyip, kapı koluna asıldım ama Merzifonlu Kara Mustafa Paşa olmuştum. Kapı kilitliydi, milim kıpırdamıyordu.

Etrafta kimse yok. Aslında bu da oldukça tuhaf. Konser saatinde burada bir dolu insanın olması gerekirdi.

Ortalık karanlık, düşüp, oramızı buramızı kırmamak için dikkat ederek sarayın çevresinde yürümeye başladık.

Schönbrunn Sarayı
Bir on dakika yürüdük ve ışıklı bir pencerenin yanında bir kapı bulduk. Ben kapıya asıldım, açıldı. İçerde iki adam vardı. “Orangerie?” diye sordum, adamlardan biri “Nein! Das ist die Küche”, “Hayır! Burası mutfak” dedi. Belli ki sarayın içinde bir restoranın arka kapısını bulmuştuk. Yılmadım, bir daha denedim “Orangerie?” Adam eliyle buradan devam et, sağa dön anlamında işaretler yaptı.

Sarayın duvarlarının sonuna kadar yürüyüp, duvarlarla birlikte sağa döndük. İyi haber, burada biraz canlılığın olmasıydı. Koca demir, barok bir kapıdan bir bahçeye girdim. Ümit Besen kılıklı bir piyanist şantör, hiç de Viyana’ya gitmeyecek pop tarzı bir müzik çalıp, söylüyor, garsonlar masalarda oturan çiftlere yemek ve içki servisi yapıyordu. Rezervasyoncu adama “Orangerie?” yaptım. O da bana bu kez tam aksi yönü, yani geldiğimiz yönü işaret etti.

Yine yola koyulduk, köşeyi döndük, yeniden sarayın baktığı caddeden ters yöne yürümeye başladık.

Karşıdan yirmi beş - otuz yaşlarında iki kız geliyordu. Ancak öyle bir giyinmişlerdi ki, sanki Avusturya Kralı’nın balosuna gidiyorlardı. Biri siyah, biri beyaz gece elbiseleri, topuklu ayakkabılar, o akşam evlenecekmiş gibi bir makyaj.

Belfagor koridor ve merdivenleri
Biletleri alırken kıyafet zorunluluklarını kontrol etmiştik. Tamamen serbestmiş. Ben yine ayıp olmasın diye bir kot pantolon giymiştim ama 🐝Mezzy🐝 ve Jelena şortlarıyla gelmişlerdi. Hepimizin üzerinde uzun günün yorgunluğu, Bratislava’nın tozu toprağı, trenin o ağır kokusu vardı.

Kızlarla tamamen kontrast bir durumdaydık. Ben yine de “Orangerie?” yaptım. Avusturyalı oldukları her hallerinden belliydi, ancak bayağı güzel bir İngilizceyle “Biz de Orangerie’yi arıyoruz. Konsere mi?” diye sordular. “Evet” dedim.

Kızlardan biri “İlerde, köşeyi dönünce, gelin beraber gidelim” dedi. Anlaşılan mutfakçılarla konuşmuşlardı.

“Yok ablacım” dedim, “Köşeyi dönerseniz, piyanist şantöre gideceksiniz, onlar da sizi geri buraya gönderecek”

Kızlar kani olmuşlardı. Yeniden Orangerie’nin kapısına dayandık.

Sarayda bir konser dinlemek
Karanlıkta bir yerde bir tabela bulduk, şu ters V şeklinde yere konulan işaretlerden. Üzerinde “Schönbrunn Orkestrası bugün Büyük Galeri’de çalıyor” yazıyor. Yazının başında da koca bir ok işareti, ancak ok saraya tamen dik, sarayın aksi tarafını, yani caddeyi işaret ediyor. 

İçime bir kurt düşmüştü. Jelena’ya “Bu yön belirten bir ok mu, yoksa bir ‘bullet’ mi?” diye sordum. Kızlardan biri benim söylediğimi duymuş, biraz bakındı, V şeklindeki işaretin diğer tarafını da okudu. Aynı ok orada da vardı, ancak doğal olarak bu kez tam aksi yönü, yani sarayı işaret ediyordu. Kısaca ok, yön belirten bir ok değildi. 

Salak herifler, ok biçimli bir bullet kullanmışlar. Ok yerine daire koysalar, insanların kafası karışmayacak.

İşin başka bir tarafı ise, Schönbrunn Orkestrası, sarayda çalan çok önemli bir orkestra. Bilet ararken baktım, ondan biliyorum. Konserlerine bir bilet yüzlerce euro. Yani Orangerie’de çalacak adamlar değiller ki, “Konser bu akşam Grand Gallery’de” diye işaret koysunlar.

Kızlar tabelanın Almanca bölümünü de okudular, onlar da farklı bir şey anlamadı.

Konser Grand Gallery'deydi
Konser saati gelmişti. Yapacak başka bir şey yok, bari Grand Gallery’e gidelim dedik. Kızlarla birlikte yola koyulduk. Orangerie’yi arayıp bulamayan başka grupların da katılımı ile bayağı kalabalık bir topluluk haline gelmiştik.

Sarayın cümle kapısına ulaştık. İcerden müzik sesi geliyordu. Her kimin konseriyse başlamıştı anlaşılan.

Kapıdaki bekçiye “Biz aslında Orangerie’deki konsere gelmiştik” falan diye başladık, adam daha lafımızı bitiremeden “Geç, konser burada, acele edin, başladı” dedi. Kızlar ve diğer grup koşarak içeri girdi. 

Biz ise ağır ağır yürüyerek yolumuza devam ettik. Avusturya-Macaristan İmparatoru’nun yürüdüğü yoldan, onun evine gidiyorduk. Zaten başlamış konserin bir beş dakikasını daha kaçırsak bile, çok önemli olmayacaktı.

Saraya girdik, ancak yürüdüğümüz koridorlarda, merdivenlerde kimse yoktu. Herkes çoktan konser salonunda, yerlerine oturmuştu. Etraf kıpkırmızı halılar, yağlıboya tablolar, zırhlar, kılıçlar ve mızraklarla doluydu. Jelena ayakkabılarını çıkarıp, eline aldı. Schönbrunn sarayının kalbinde yalınayak yürüyordu!

Olay sonradan biletimizi alan kızla konuştuktan sonra açıklığa kavuştu. Orangerie’deki konsere çok talep olmadığından, oraya fazladan bir orkestra getirmemek için, herkesi toptan Schönbrunn orkestrasının konserine “upgrade” etmişlerdi.

Kraliyet Odaları
Konser Grand Gallery isimli salondaydı.

Grand Gallery, Habsburg’ların yemeklerinin, balolarının yapıldığı efsanevi bir salon. İçerdeki debdebeyi, şatafatı size nasıl anlatırım, bilmiyorum. Tonlarca ağırlıktaki avizeler, ki eskiden mumlarla aydınlanıyorlarmış, şimdi mum biçimli LED ampüller kullanılıyor, tavandaki inanılmaz güzellikteki freskler, altın kaplama duvar süsleri, vesaire, vesaire.

Ve biz bu salonda, Viyana’nın en iyi orkestralarından birini dinliyorduk.

Müzik öksürük arası için durduğunda, bir siren acı acı çalmaya başladı. Yangın alarmı! Ancak etrafta ateş, duman yok. Orada çalışan bir kadın, utancından kıpkırmızı, her sıraya tek tek “We are so sorry!” diyor. Yine sinirim tepeme çıktı. Bırak sorry’i morry’i, yangın var mı, yok mu, onu söyle. Salonu boşaltalım mı, yerimizde mi oturalım?

İnsanların yarısı ayağa kalktı, diğer yarısı yerinde kaldı. Neyse üç beş dakika sonra alarmı kapattılar, konser de kaldığı yerden devam etti.

Konser mükemmeldi, ancak kesinlikle “lite” bir konser değildi. Öyle “Allegrolu”, “Andanteli”, “Opus 64’lü” hard-core klasik müzik çaldılar. Bir solist bile uzun uzun arya söyledi. Bir saat kadar sonra, daha ilk ara verilmişti.

Jelena ayakkabılarını bir daha giymemişti
Orkestranın kemancılarından biriyle tuvalette karşılaştık. Pisuvarlardan biri boşalmıştı, sıra bende olmasına rağmen, her nedense Fransızca “Allez-y” dedim. O da “Valla olmaz, senin sıran” dedi. Ben “Bak ölümü gör yapmazsan” dedim, o da “Madem ısrar ettin” dedi. O frağının artık her neresini açıyorsa, açana kadar yandaki pisuvar da boşalmıştı, ben de onu kullanmaya başladım.

Schönbrunn Orkestra’sının kemancısıyla çiş arkadaşı olmuştuk!

Arada, sarayın o katındaki kraliyet odalarını görme fırsatımız oldu. Gün içerisinde binlerce turistle, itiş kakış gezmektense bu çok iyi gelmişti.

Ancak 🐝Mezzy🐝 çok sıkılmıştı. İkinci yarıyı çıkaramayacaktı. Ne yapalım diye sorduk, “Otele dönelim” dedi.

Yine kimseciklerin olmadığı Belfagor merdivenlerinden, koridorlarından kapıya geldik. Metroyla merkeze, oradan da yayan otelimize ulaştık. Jelena ayakkabılarını bir daha giymemişti. Gün boyunca kilometrelerce yol yürüdükten sonra ayakkabılarını giymeyi reddetmişti.

Odamıza çıkar çıkmaz uyumuştuk.

26 Eylül 2023 Salı

Alo Viyana!

Bir önceki gelişim yirmi dört yıl kadar önce de olsa, Viyana’yı sanki dün oradaymışım gibi tamamen net olarak hatırlıyordum. 

Viyana, Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biridir sevgili arkadaşlar.

Bana sorarsanız Avrupa’nın tüm başkentleri görmeye değer yerlerdir, ancak bunların arasında istisnai bir kaçı vardır ki, defalarca gitseniz bile, hala görecek yeni bir yer, yapacak yeni bir şey bulabilirsiniz. Paris, Londra, hadi çok fazla favorim olmasa da Roma’yı da ekleyelim, ve elbette Viyana aklıma ilk gelenleri. İstanbul’u da teknik olarak buraya yazmam gerekirdi ama İstanbul’da gezerken zevk alabilmek en azından şimdilik erişilebilir bir hedef gibi görünmüyor.

Bu kentlerin ortak özelliği, emperyal birer başkent olmalarıdır.

Emperyal merkezlerde elbette saraylar, katedraller falan bulunur ancak bunları ayrıcalıklı kılan o akılalmaz zenginlikteki tarihlerini görüp, hissedebileceğiniz ziyaret noktaları, ve beni en çok heyecanlandıran imparatorlukla birlikte buralarda yerleşen hayat tarzı ile bunun yan ürünü olan mekanlardır.

Monmartre
Örneğin Paris, emperyal bir başkent olmasının yanı sıra gerçek bir sanat kentidir. Versailles Sarayı ve Notre-Dame katedrali gibi emperyal mekanların yanında, örneğin Monmartre isimli bir bölgesi vardır. Bohem’lerin mabedi sayılabilecek bu küçük meydanda sokak ressamlarını açık havada tablolarını boyarken izleyebilir, etraftaki bir kafeye oturup, kahve yada şarabınızı içerek, o havayı koklar, bohem hayatını kısa bir süre için bile olsa hissederek yaşayabilirsiniz. Bir Bateau-Mouche ile Seine üzerinde dolaşır, Champs-Élysées’de bir cafede oturup, gazetenizi okuyabilir, Moulin Rouge’da bir revü izleyebilirsiniz.

Regent Street

Londra’da da, aynı Paris’teki gibi emperyal bir saray olan Buckhingam ve Notre-Dame benzeri Westminster Abby bulunur. Bunlarla birlikte bir cin-tonik içebileceğiniz, birbirinden güzel publar, dünyanın en güzel müziklerinden biri olan British Rock dinleyebileceğiniz mekanlar, akşam beş çayı içip, kurabiye yiyebileceğiniz çay evleri vardır. Çok isterseniz, Şekspir’in tiyatrosunda bir piyes izleyebilir, Piccadily Circus’ta, Oxford ve Regent Street’lerde yürüyerek, bu güzelim kenti hissedebilirsiniz.

Ave Caesar morituri te salutant!
Bu kentlerde emperyal tarihin sarılıp, sarmalanıp, korunduğu bir çok ziyaret noktası bulunur. Concorde meydanındaki dikilitaş ve güzelim çeşmenin yanında, ihtilal günlerinde burada kurulmuş giyotini, Temple Church’de Tapınak Şövalyeleri’ni, yada kırılıp döküldükten sonra soğan kabuğu gibi soyulmuş Kolezyum’dan kalanların içinde gladyatörlerin “Ave Caesar morituri te salutant!” diye haykırdıklarını gözünüzde canlandırabilirsiniz.

Kısacası böyle kentlerin kendilerine özgü bir ruhları vardır sevgili arkadaşlar.

Viyana’nın da öyle!

Bratislava dönüşünde bir metro ile tren garından, Stephansplatz meydanına ulaştık. Stephansplatz, Viyana’nın kalbi. Buranın ismini gerçek bir Alman gibi telaffuz etmek istiyorsanız “Şşşteffanzzplatttzzz” demeniz gerekiyor.

Stephansdom
Stephansplatz, dünyanın en cazibeli meydanlarından biri. Buranın en önemli ilgi noktası ise elbetteki Stephansdom, İngilizcesiyle St. Stephen's Cathedral, ki burada da hakkı ile İngilizce telaffuz etmek için “Seint Stiiivınz Katiiidrıl” demeniz gerekiyor.

Bu kadar büyük bir katedrali çok az gördüm sevgili arkadaşlar. Akıl almaz güzellikte bir kilise. Yolunuz düşerse mutlaka hem dışını, hem de içini görün. En önemlisi burada bir klasik müzik konserini dinlemeye çalışın. İçerisi devasa ve yüksek tavanıyla insanın beğeni sınırlarını zorlayan bir akustik sunuyor dinleyenlere. Ben burada hem önceki, hem de bu gelişimizde - ertesi gün, klasik müzik olmasa da Pazar Servisinde birkaç ilahi dinlemiştim. Unutmayalım, klasik müziğin doğum yerleri bu kiliselerdir.

Wiener Dreifaltigkeitssäule
Stephansdom’dan biraz ileride sağlı sollü kafelerin ve mağazaların bulunduğu hayli gösterişli caddeden ilerledik ve karşımıza belki de şimdiye kadar gördüğüm en güzel heykellerden biri çıktı. İsmi Wiener Dreifaltigkeitssäule, yani Trinity Column, yani Kutsal Üçlem Sütunu (baba, oğul ve kutsal ruh). Ancak birçok kişi onu Pestsäule, yani Plague Column, yani salgın sütunu olarak biliyor. Habsburg’lardan imparator Leopold I’in. İsteğiyle, sadece Avusturya’nın değil, tüm Avrupa’nın anasını ağlatan Kara Veba salgınından sonra yapılmış.

Viyana’nın bir sembolü.

Pestsäule’nin ilerisinde ise karşımıza oldukça ilginç bir heykel mi desem, dekor mu desem, acayip bir şey çıktı.

Ne bu?
“Ne bu amk?” diye geçirdim içimden. İfade tarzımı bağışlayın ama anlattığımda daha iyi anlaşılacak, gördüğüm gerçekten beş-altı metre boyunda, pespembe, bir bayanın cinsel organıydı - hadi olayımızı biraz yumuşatmak için medikal bir dil ile ifade edelim, “vajinasıydı”. Daha da fazlası, iç çeperlerinde dişler bulunuyordu. Fanteziyi biraz daha ilerleterek “Ne dişli karıymış” falan şeklinde renklendirebiliriz, ancak daha fazla iğrençleşmemek bakımından burada duralım.

İşin aslı bu gördüğümüz heykel bir ren geyiğinin çenesi imiş. Heykelin ismi Chará. Kris Lemsalu adlı Estonyalı bir heykeltraş 2010 yılında yapmış. Bu heykeli bir vajinaya benzeten sadece ben şahsımın kirli, yozlaşmış hayal gücü değil. Birçok kişi aynı izlenimi aldığından, dişleri de göz önüne alarak ona “vagina dentata” demişler. Onu bir kalbe yada bir portal‘a benzeten ruhları temiz başkaları da var, ancak değil abi. Gidin, görün. Koç gibi “o” işte. Ne kalbi, ne portalı? Olsa olsa Amsterdam’a bir portaldır - off, lütfen arkadaşlıktan atmayın…

Yanımızda 🐝Mezzy🐝 var, Jelena ile bu sanatın çok fazla derinine inemedik. Yürümeye devam ettik.

Caddenin sonunda karşımıza belki de şimdiye kadar gördüğüm en barok Louis Vuitton mağazası çıktı. Bu tür mağazalar Jelena’nın krallığı içerisindedir, ben pek anlamam, ancak bu güzelim binaya karşı bir “salute” icra ettik.

Sevgili arkadaşlar, bilir misiniz, bilmem, Viyana kafeleriyle ünlüdür.

Bu kafeler çok eski, yüzyıllardır müşterilerine hizmet verirler.

Café Central
Birçok müzisyen, yazar, filozof, bilim adamı, siyasetçi Viyana’da yaşarken bu kafelerde uzun süre vakit geçirmiş, bilim ve sanat eserlerini buralarda vücuda getirmiştir.

Bu kafelerden en ünlüsü Café Central’dir sevgili arkadaşlar.

Café Central’in bildik müşterileri arasında Hitler, Friedell, Trotsky, Tito, Freud, Einstein ve Stalin bulunur.

Biz de yolumuzu Café Central’e çevirip, yürümeye başladık. Kafe’nin girişinde uzun bir sıra var. N’apalım, bekledik. Sırada Meksikalı bir grup ve yanlarında Küba orijinli, Amerikalı bir öğretmen vardı. Uzun uzun sohbet ettik. Yukatan’dan girdik, Luisiana’dan çıktık.

Sonunda sıra bize geldi. Café Central’in içi muazzam bir yer. Sanki kafe değil de, Schönbrunn sarayının balo salonu.

Sachertorte ve kahve
Salonun tam ortasında koca bir kuyruklu piyano var. Kafenin müşterileri isterse çalabiliyor. Asyalı bir kız bize Beethoven çaldı. Sonra da kafenin kadrolu piyanisti oturdu piyanonun başına. Strauss’dan girdi, Mozart’tan çıktı. Biz tam piyanonun yanındayız, adam hem çalıyor, hem de bizle muhabbet ediyor. Çok güzel bir ortam.

Viyana kafelerinin vazgeçilmez düosu kahve ve “Sachertorte” isimli, herkesin “Viyana Keki” diye bildiği çikolatalı tatlıdır. Biz de elbette yılların onayladığı bu kombinasyondan istedik. Benim tatlı ile çok aram yoktur, ancak hem 🐝Mezzy🐝, hem de Jelena bu tatlının kalitesini onayladı. Viyana kahvesi ise çok kuvvetli. Türk kahvesi içen sevgili karım, bu kahveyi beğendi. Kahverengi suya alışık kulunuza ise bu kahve biraz sert geldi.

Uzun uzun bu ilginç mekanın havasını kokladım, tadını çıkardım. Freud ve Einstein, Trotsky, Tito… Böyle bir kadronun vaktini geçirdiği mekanda, onların yiyip, içtiklerini yiyiyor ve içiyoruz. Sizleri bilmem arkadaşlar ama beni benden alıp, götürür böyle şeyler.

Akşam bir klasik müzik konserine biletlerimiz var.

Devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️

22 Eylül 2023 Cuma

Bratislava'dayız...

Slavin isimli anıtın duvarlarının birinin üzerinde “1945 yılında Slovakya’nın Nazi’lerden kurtarılışı sırasında ölen Kızıl Ordu askerlerinin anısına” yazan bir plaket vardı.

İster istemez şöyle bir gülümsedim.

Acaba kaç Slovak, elli sene boyunca Ruslar’ın elinde çile çekmeyi “kurtuluş” olarak düşünmüştür?

Avrupa’nın bu bölgesinde “kurtuluş” kavramı öyle bir bakışta anlaşılacak kadar açık, sınırları kesin olarak belli değil sevgili arkadaşlar.

Yukarda söylediğim gibi, Naziler’in elinden “kurtulan” Slovaklar için, sonunda Ruslar’ın kucağına oturmuş olsalar da, belki en azından Naziler’den iyidir diye düşünebiliriz. Ancak bu pek de doğru sayılmaz.

İşin aslı, Slovaklar, Naziler tarafından işgal edilmiş değildiler, çünkü onlarla ittifak halindeydiler. Hattızatında 1945 yılındaki “kurtuluş” savaşı esnasında Slovak askerler, Kızıl Ordu karşısında, Naziler’le beraber savaşmışlardı.

Yani teknik olarak Ruslar, Slovakya’yı Naziler’den “kurtarmamış”, tersine düşman bir ülkeyi fiilen işgal etmişlerdi.

Slovaklar niye Naziler’le müttefik olmuş derseniz, Naziler, Slovaklara, onları Çekler’den “kurtarmayı” vadetmişler. Yine başka bir kurtuluş öyküsü sizin anlayacağınız.

Savaşın sonunda Slovaklar ne Çekler’den, ne de Ruslar’dan “kurtuldu”. Çek Cumhuriyeti ile birleşip, elli sene Çekoslavakya olarak kaldılar. Çekler, Çekoslavakya’nın baskın ulusuydu. Bütün prestijli, para getiren işleri Çekler yapıyor, Slovaklar ise çoğunlukla tarım ve ayak işlerine bakıyorlardı. Ruslar ise malumunuz, her uydu Sovyet devletine yaptıkları gibi bunların canlarını çıkarıyordu.

1989’daki mor devrim, komünist dönemi bitirdi. 1993’deki mor boşanma ile de, Çekler ve Slovaklar yollarını arkadaşça ayırdılar.

Slavin
Slavin anıtına dönersek, burası hem bir anma, hem de askeri bir mezarlık olarak tasarlanmış. Yine Slavin isimli, Bratislava’ya hakim bir tepenin üzerine kurulu tipik bir Sovyet anıtı. Komünist yada eski komünist bir ülkeyi ziyaret ettiyseniz, mutlaka bir benzerini görmüşsünüzdür. Cetvelle çizilmiş gibi köşeli, kutu kutu bir kaidenin üzerinde ulu, eli kolu havada bir asker, aşağıda ise emmi şapkalı partizanlar, kucaklarında bebekleriyle kadınlar, vs.

Savaşta hayatını kaybetmiş her askere saygı duyarım sevgili arkadaşlar.Kökenleri, amaçları, ideolojileri bu saygımı etkilemez, yeter ki ona buna eziyet edip, şerefsizlik yapmamış olsunlar. Kızıl Ordu’nun sicili bu konuda hiç de temiz değildir, ancak burada yatan askerler delil yetersizliğinden beraat ettiler. 

Onlara saygı ve takdirlerimi sunup, çıktığımız kim bilir kaç yüz basamaktan geri inerek, Bratislava’nın merkezine döndük. Bu merdivenlerin bu kadar çok ve dik olduğunu bilseydim, Slavin tepesine çıkmazdım. Jelena o sıcaktaki ölümcül tırmanışımızdan sonra hala bana bozuk.

Bratislava Kalesi
Eğer yüzlerce basamağı çıkmak için biraz daha motivasyona ihtiyacınız varsa, Bratislava Kalesi’nin, Slavin tepesinden çok güzel göründüğünü söyleyebilirim.

Bratislava’ya gelmeden beraber yemek yediğimiz bir çift “Ayy, n’apıcaksınız orada? Tipik bir komünist şehir…” falan diye moralimizi bozmuştu. İnternet’te gördüğüm resimler hiçte öyle komünist bir şehir havası vermemişti bana, ancak öyle kesin konuşuyorlardı ki, her halde Bratislava’da bir kaç sene yaşamışlardır falan diye düşündüm.

Alakası yok tabii. Bratislava’da bırakın yaşamayı, olsa olsa bir kere arabayla yanından geçmişlerdi. Görünüşe göre bir ile biri toplayıp, bir tutam ukalalık, bir tutam tahmin, biraz da sallayarak iki yapmışlar, bize de Pisagor gibi matematiğini anlatmışlar. Türkiye’deyken hep karşılaştığımız anlamda, bilgi olmadan fikir sahibi olmuşlar. Bu çift aslen Rumen. Hep Osmanlı’nın kabahati bunlar…

Bratislava çok cazibeli, çok şirin bir kent. Öyle komünist, momünist bir yer değil. Şehir dışında komünist tarzı binalar görüyorsunuz, ama çok takılmayın. Berlin’de bile buradan çok komünist bina var.

Bratislava’nın çok cazibeli bir merkezi var. Burası son bir kaç yüzyıldır hiç değişmemiş gibi. Savaşta kırılıp, dökülse de Slovaklar yolları ve yapıları orijinaline sadık kalarak çok güzel restore etmişler.

Frankovka Modrá
Onca merdivenden sonra karnımız acıkmıştı. Başkanlık sarayının tam karşısındaki bir restorana oturduk.

Elbette kendime biftek söyledim. Az pişmiş, sulu, kanlı bir biftek. Orta Avrupa’da biftek yemenizi öneririm sevgili arkadaşlar. Lokal tercihler çoğunlukla domuz ve lahanadır. Her ikisinden de hiç haz etmem. Domuz yediğimde kaşıntı tutar, yüzüm gözüm şişer zaten. Lahana nefretim ise tamamen ağız tadı kaynaklı.

Şarap menüsünde ise Cabernet Sauvignon, Bordeaux falan var.

Garsona “Bırak Bordo’yu, eğer Slovak şarapları Çek şarapları kadar güzelse bana bir Slovak şarap getir” dedim. Piyasa kızıştı tabii. Bana bir şişe Frankovka Modrá getirdi. Bir yudum aldım, dünyam değişti, öyle mükemmel bir lezzet.

Biraz gugıllayınca olay netlik kazandı. Frankovka Modrá, Blaufränkisch isimli üzümün Slovakça karşılığı. Blaufränkisch, anlam olarak Mavi Fransız olsa da, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun favorisi bir üzüm. Avusturya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya hatta Hırvatistan’da da aynı İmparatorluğun izlerinden dolayı bol bol bulunur.

Michael's Gate
Bir bölgenin emperyal bir geçmişi varsa, şarapları hem özel, hem de güzeldir sevgili arkadaşlar. O yüzden Avusturya Macaristan İmparatorluğunun geçtiği her yerde külli miktarda ağız tadıyla içebileceğiniz şarap bulunur. Bunların arasında benim en beğendiğim ise Macaristan’dan, yine Blaufränkisch’den (oralarda Kékfrankos derler) yapılan Egri Bikavér şaraplarıdır. Eger kentinde bir toplantıya gitmiştim, geçirdiğim üç günün saat sabah ondan sonraki kısmını zar zor hatırlarım. Egri Bikavér çok güzel bir şaraptır. Eski işyerimde Macaristan’dan gelen her tanıdık bana bir-iki şişe getirirdi. Şu sıralar mahzende hiç kalmadı. Neyse dağıldık yine, konumuza dönelim.

Garson şarapla birlikte Bryndza isimli bir Slovak peyniri de getirdi. Koyun sütünden yapılma, kokulu otlar da içeren güzel bir peynir. Tadı yabancı değil. Polonya’da benzeri bir peyniri denemiştim. Şarapla mükemmel gitti.

Yemek sonrası, Michael’s Gate’den geçerek, eski şehrin merkezine girdik. Burası eski şehir surlarının ayakta kalan tek kapısı. Biraz barkoklaştırılmış bir kule ve tepesinde de Michael var. Michael, yani Mike, yani Mikail, malumunuz bir melektir.

Buradan, şehrin meydanına giden cadde ise sağlı sollu mağazalarla, barlarla, cafe’lerle dolu, inanılmaz güzel bir yürüyüş yolu.

Čumil
Mekanların tümünde insanın hayal gücünü zorlayacak miktarda bira tüketilmekte. Malumunuz Çeko-Slovaklar, kelle başına en çok biranın tüketildiği ulustur.

Cadde üzerinde köşede bir yerde ise Čumil isimli bir heykel var. Yanında da bir “Man At Work” yani “Çalışma Var” tabelası. Normalde bu işaret “Men At Work” şeklindedir, ancak süjemiz durumundaki heykel sadece tek bir adamdan müteşekkil olduğu için “Man At Work” olmuş.

Kanalizasyon kapağından göğsüne kadar çıkmış bir işçinin heykeli bu. Bana kadınların eteklerinin altından yukarı bakan bir röntgenciyi andırdı. Öyle güven telkin etmeyen, gözleri fıldır fıldır bir bakışı var. Etrafında ise benim eski arkadaşlar, yani bir grup Çinli. Yine bağırıp, çağırıp, koşuşturuyorlar, birbirlerine çarpıp, düşüyorlar, onu bunu itip, kakıp resim çekmeye çalışıyorlar. Kısacası bildik senaryo.

Bir iki fotoğraf çekebilmek için bunların heyecanlarının geçmesini bekledim.

Yolun sonunda ise Hlavné Námestie dedikleri meydan var. Burada güzelim bir çeşme olan Rolandova Fontána ile Town Hall dedikleri Belediye yada Valilik binası - artık nasıl çevirirseniz, var.

Hlavné Námestie
Çok güzel bir meydan. Bir de hava sıcak olduğundan üzerinize su püskürten “fışkiyeler” koymuşlar. 🐝Mezzy🐝 ile dakikalarca kendimizi ıslatıp, soğuduk.

Biraz ilerdeki kiliseyi ve eski şehrin sonundaki meydanı da görüp, geri Michael’s Gate’e doğru yürüdük. O güzelim cafe’lerin birine oturduk.

Jelena bir “Limonata” istedi. Garson kız “Limonla mı?” diye sordu. Anlamadık. Limonata, limonla değil de patatesle mi yapılıyor?

Kız başladı saymaya “Çilekli limonata, ahududulu limonata…”

“Limonla bacım” dedik. Ben de kendime tabii ki bir Slovak şarabı söyledim. Sonra bir daha, daha sonra bir tane daha, daha da sonra bir tane daha…

Akşam olmaya başlamıştı. Bizi Viyana’ya götürecek trenimize binmek için yola koyulduk.

O güzelim cafe’lerin birine oturduk
Viyana-Bratislava trenle bir saat kadar sürüyor, ancak trenler bir felaket. Çocukluğumun Anadolu Ekspres’i bile daha temiz, daha az kokuyordu. Üstüne bir de kalabalık eklenince iyice çekilmez olmuştu.

Sabah Bratislava’ya gelirken yanıma erkek arkadaşı ile yolculuk eden bir erkek oturmuştu. Alman, ancak köken olarak Kaliningrad’dan. Kaliningrad, Rusların Avrupa’nın içine soktuğu, Rusya ile hiçbir sınırı olmayan, ancak Rusya toprağı olan bir bölge. Herhalde buradaki füzeler yüzünden bir Geiger sayacı ile yürümeniz gereken bir yer.

Jelena uyurken, çocukla çok güzel sohbet etmiştik, ancak dönüşte yanımda kimsenin olmamasını umuyordum. Konuşmak için ne isteğim, ne de enerjim kalmıştı.

Netekim, öyle de oldu. Bir saatlik kısa da olsa bir dinlenme çok iyi gelmişti. Akşam için Viyana’da planlarımız vardı ve biraz enerji depolamak iyi olacaktı.

Bratislava, dolayısıyla Slovakya, şu fani dünyada bulunduğum elli birinci ülke oldu sevgili arkadaşlar. İsviçre’de çok sayıda Slovak kişiyle tanışmış, bir arada çalışmıştım. Onları gerçekten severim. Fazlasıyla iyi insanlardır. Slovakya bu yüzden bana yabancı bir yer gibi gelmedi. Dilleri Polonyaca’ya, daha doğru bir deyişle Lehçe’ye çok yakın, bu nedenle ben şahsım üç beş kelime anladım. Jelena ise duyduğu yada okuduğu her şeyi problemsiz anlamıştı.

Bratislava kalesiyle, meydanıyla, kilisesiyle tipik bir Avrupa başkenti, ancak küçük bir şehir. Burada bir, hatta yarım gün geçirmek bile bir “genel maksat turisti” için yeterli olacaktır. Bu nedenle işi gücü bırakıp, özel olarak Bratislava’ya bir gezi planlayın diyemem. Ancak başka bir gezi içerisinde, özellikle Viyana’dayken, günübirliğine gelebilecek kadar yakınsanız, Bratislava’yı görmemek önemli bir kayıp olur.

Sevgi ile kalın ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...