5 Mayıs 2019 Pazar

Retrograde

Sevgili arkadaşlar, epeyidir aklımda ama size yazmadan önce konuyu tam olarak anlamak istediğimden bugüne kadar yazmadım, bekledim. Bu arada bol bol okudum, araştırdım ki, bu kadar önemli bir konuda yanlış bir şeyler yazmayayım diye.

Bu önemli komuyu rahat anlayabilmemiz için biraz bilimsel bir geri plan hazırlamamız gerekiyor. Lütfen biraz sabır....

Her şey Antik Yunan'da başladı sevgili arkadaşlar.

Zamanın inanışına göre dünya düzdü, ve yeteri kadar uzağa gidilirse kenarına ulaşıp, aşağı düşmek mümkündü. M.Ö. 6. yüzyılda başta Pisagor, Yunanlı filozof, matematikçi ve astronomlar dünyanın yuvarlak olduğunu neredeyse hatasız kanıtladılar ama bu teorem bölük, pörçük kaldı ve yayılmadı. Sonrasında Magellan dünyanın etrafında bir tur atıp onun yuvarlak olduğunu kanıtladı. En sonunda da uzaydan resimleri falan çekilince, yobaz takımı hariç herkes dünyanın yuvarlak olduğuna kani oldu.

Yine Antik Yunan'da dünyanın evrenin merkezinde olduğuna, etrafında da sırasıyla değişik uzaklıkta küreler olduğuna inanılırdı. Güneş, gezegenler ve yıldızlar bu kürelerin üzerinde gezerlerdi. Aradaki boşluklar da Ether isimli, semavi bir madde ile doluydu - hattızatında Apollo arabasıyla bu madde içerisinde gezer, her gün güneşi doğudan batıya çekerdi falan. Burada bir ismi anmamız gerekirse Yunanlı astronom Tolemi'den bahsedebiliriz.

Dünyanın merkezde olduğu bu evren modeli dönemin insanlarının egolarını okşasa da, çıplak gözle görülebilen güneş ve gezegenler gibi gök cisimlerinin hareketlerini açıklayamıyordu. Zamanın Yunan bilginleri bile dünya yerine güneşin merkezde olduğu Heliosentrik bir modeli daha akla yakın bulmaya başlamışlardı - malum Yunancada Helios güneş demektir.

Ancak Heliosentrik evren teorisinin parsasını Polonyalı gökbilimci Kopernik toplamıştır. Polonyalıları sevdiğimden çok ses çıkarmam, arada iyi bir bilim adamıydı falan derim ama işin aslı pek de bir bok bulmuş sayılmaz Kopernik efendi. Zaten teorisini hem dinsel sebeplerden (unutmayalım, Polonya, Hristiyanlığın Suudi Arabistanıdır), hem de insanlar anlamazlar, benle alay ederler diye sağlığında yayımlamamıştır bile. Ancak Galile'nin ondan feyz alması, ve biraz ileride değineceğimiz bir bilim adamının önemli bulgularına başlangıç olarak Kopernik modelini seçmesi, namını yürütmüştür.

Güneş sistemini anlamamıza ciddi bir katkısı dokunan önemli bir astronom Danimarkalı Tycho Brahe'dir. Bizde ismi pek bilinmez ama yaptığı gözlemlerle ayın dünya, gezegenlerin de güneş etrafında döndüklerini doğru biçimde hesaplamıştır.

Brahe ne yazık ki dünyayı merkeze koyup, güneşin de dünyanın çevresinde döndüğünü düşünerek çok ciddi bir yanlışa imza atmıştır. Ama o aralar herkesin de yanlış yaptığını unutmayalım. Kopernik güneşi merkeze koysa da, gezegenlerin dairesel yörüngeleri olduğu ve güneşin etrafında sabit bir hızla döndüklerini öne sürerek yine ciddi yanlışlara imza atmıştır.

Ben Tycho Brahe'yi çok takdir ederim. Güneş sistemi dışında, çıplak gözle bir süpernova patlamasını gözlemlemiş, astronomiye bunlardan çıkardığı sonuçlarla olmasa da, hassas ve tutarlı biçimde yaptığı gözlemleriyle çok önemli katkılarda bulunmuştur.

Yakın zamanda Tycho Brahe'nin Danimarka kralı ile papaz olduktan sonra sürüldüğü ve Bohemia kralı tarafından kabul edilip, yerleştiği Prag'da, Mala Strana semtindeki evini bir kez daha göreceğim.

Renkli adammış Tycho Brahe. Bir gün kafayı çekip, bir arkadaşıyla hangimiz daha iyi matematikçi diye bir tartışmaya girmiş. İş iyice kızışmış ve sonunda ikisi bir gece vakti düelloya kalkmışlar. Bir kılıç darbesi Brahe'nin burnunun bir parcasını almış, götürmüş. Sonrasında hep takma bir burun ile gezmiş.

Bana sorarsanız Tycho Brahe'nin bilme en önemli katkısı, Prag'da iken yanına kabul ettiği ve ölçümlerini paylaştığı asistanı Johannes Kepler’dir. Eğer astronomide gerçek bir devrim yapmış birisini arıyorsanız, Kopernik'i, Galile'yi falan bırakıp Kepler'e bakın derim.

Kepler, Brahe'nin güneşin dünyanın çevresinde döndüğü modelinin yanlışlığının farkındaydı. O yüzden ustası ölüm döşeğinde, ondan dünyayı merkeze alan Tychonik sistemi kanıtlamasını istemiş olsa da, o çalışmalarına Kopernik'in Heliosentrik modelinden başladı ve bilim dünyasını sarsan, ünlü üç kuralını buldu.

Bunların ilkine göre gezegenlerin yörüngeleri bir elips şeklindeydi ve güneş de bu elipsin merkezlerinden birinde bulunuyordu.

Kepler'in konumuzu oldukça ilgilendiren ikinci kuralı ise güneşle etrafımda dönen gezegen arasına çizilecek hayali bir çizginin eşit zamanlarda eşit büyüklüklerde alanları tarayacağıydı. Bir anda bir dolu şeyi ortaya saçmış olduk. İşin çok yörüngesel mekaniklerine dalmayalım. Bu kural bize, gezegenlerin eliptik yörüngelerinin onları güneşe yaklaştırdığı zamanlarda daha hızlı yol almaya başladıklarını söylüyor.

Kepler'in üçüncü kuralı ise gezegenlerin yörüngesi esnasında güneşe en uzak olduğu nokta ile güneş etrafındaki dönüş süreleri arasındaki ilişkiye dairdir. İşin aslı, bu üçüncü kural, Kepler'in en önemli buluşu olarak kabul edilir ancak doğrudan konumuzla ilişkisi olmadığı ve elipslerin asli akislerinin yarıçaplarının küpleri ile yörüngelerinin tamamlanma sürelerinin kareleri arasında ilişki kurmak gibi insanın beynini acıtan sonuçları olduğu için çok detayına girmeyelim.

İlk bakışta bu buluşlar gözümüze biraz küçük görünebilir sevgili arkadaşlar ama unutmayalım, bunlar olurken kimsenin yerçekiminden, açısal momentumdan falan haberi yoktu.

Gözlemler ise sadece dünyadan yapılabiliyordu. Her şeyin hem kendi, hem de başka bir şeyin etrafında döndüğü bir ortamda ne olduğunu anlamak gerçekten zor. Ama bu konuya daha sonra geleceğiz.

Yine astronomi ile astroloji arasında belirgin bir ayrım da bulunmuyordu. Hattızatında Kepler, hayatının bir dönemimde ailesini yıldız falı bakarak geçindirmişti.

En önemlisi, her şey din etrafımda dönüyordu. Dinle uyuşmayan her öngörü günah sayılıyor, öyle kilise, engizisyon falan olmasa bile, bilim insanının kafasında gerçek olamayacak, hatta düşünülemeyecek bir önerme haline dönüşebiliyordu.

Din, yaşam koşullarını da ciddi biçimde etkiliyordu. Mesela Kepler'in annesi cadılık suçlamasıyla hapsedilmiş, işkence görmüştü. Kepler onu temize çıkarmak için uzun bir süre mücadele etmiş. Protestan olan Kepler bir de kendisini Avrupa'nın Otuz Yıl Savaşları denilen, Katolik-Protestan mücadelesinin içimde bulunca can korkusundan işsiz kalma pahasına, oradan oraya göçmek zorunda kalmış.

Kepler'den sonra başta yine bilimsel birer dahi olan Newton ve Eimstein, bir çok bilim insanı yörüngesel mekanikleri tamamen anlaşılır ve öngörülebilir bir hale getirdiler.

Şimdi bu bilgiler ışığında güneş sistemimizde kim nasıl hareket ediyor bir bakalım. Ancak biraz dikkat. İçgüdüsel olarak bize ilk bakışta doğru gibi görünen bir çok şey aslımda yanlış olabiliyor.

Basit bir örnek.

Güneş doğudan doğar, batıdan batar. Bu basit önermeye bakarak, içgüdüsel olarak dünyanın doğudan batıya doğru döndüğünü düşünebiliriz. İşin aslı dünya batıdan doğuya doğru döner. Gerçekte hareket eden güneş değil dünyadır, ancak gözlemi dünyadan yaptığımız için güneşin doğudan batıya hareket ettiğini düşünürüz.

Yine gece boyu gökyüzündeki yıldızları gözlersek bunların kutup yıldızının etrafında döndükleri sonucunu çıkarırız. İşin aslı yine dünya kendi etrafımda döndüğünden bu algıya kapılırız. Yıldızların gözlemleyebileceğimiz bir hareketi yoktur, yani göreceli olarak sabittirler. Aslı hareket eden dünya ve üzerinde bulunan bizlerizdir. Kutup yıldızının 'dönmemesinin' sebebi ise tam dünyanın kendi etrafında döndüğü eksenin üzerinde olmasıdır. Dönen bir diske baktığımızda tam ortadaki noktanın hareket etmediğini düşünmemiz gibi.

Yıldızları birden fazla gün boyunca her gece gözlersek, bunların devamlı olarak, hep birlikte aynı yöne doğru hareket ettiklerini gözlemleriz. İşin aslı sabit olanın yine yıldızlar, hareketli olanın da güneşin etrafında dönen dünya olmasıdır. Dünyadaki bir gözlemci kendisinin sabit, yıldızların ise hareketli olduğunu düşünür.

Bu gözlemleri elbette Antik Yunan bilim insanları da yapıyorlardı. Ancak sayısı diğerlerine göre çok az olan bir kaç yıldızın diğer yıldızlarla birlikte uzun vadede aynı yöne ilerlemediklerini gözlediler. Bu deyimi uygunsa başıbozuk hareketler yapan yıldızlara voltacı, avare, serseri, gezici anlamına gelen gezegen ismini verdiler.

Gezegenlerin bu farklı hareketlerinin nedeninin, Kopernik, Brahe ve Kepler'in önermeleri gereği yıldızlar gibi göreceli olarak sabit değil, dünya ile birlikte güneşin etrafında döndükleri olduğunu tahmin edebiliyoruz herhalde.

Ancak bu gezegenlerin yaptığı, ta Antik Yunan zamanından beridir gözlenen bir hareket vardır ki, çağlar boyu insanların dikkatlerini çekmiş, kafalarını karıştırmıştır.

Bu gezegenler bir süre yıldızlarla birlikte aynı yöne doğru giderler, giderek yavaşlarlar ve sonunda durup, tamamen ters yöne gitmeye başlarlar.

Çok komik bir harekettir bu. Kitabını okuduysanız ya da filmini izlediyseniz, Tom Clancy, The Hunt For The Red October isimli eserinde, Rus denizaltı kaptanlarının yaptığı, enteresan bir manevradan sözeder. Denizaltı bir yöne giderken aniden durup, izleyen var mı anlamak için tam ters istikamete döner. Amerikalı denizciler bu manevraya Crazy Ivan, yani Çılgın İvan ismini vermişlerdir. Gezegenlerin yaptığı bu geri dönüş hareketi de bana biraz Crazy Ivan'ı hatırlatır.

Bu da bizi yazımızın asli konusuna getirir.

Antik Yunan zamanında henüz Tovarishch Lenin proleteryanın egemenliğini tesis etmediği için bu geri dönüş hareketine Crazy Ivan değil, Retrograde demişler.

Hani şu hep duyduğumuz astrolojik "retro" hikayesi. Yani "Merkür retrosunda yay burcu dikkat etsin" falan lafları...

Bakalım bu "retro", yani gezegenlerin geri gitmesi hareketi nasıl oluyor.

Bir kere gezegenlerin durup, yörüngelerinde geri gitmeye başlamadıklarının altını çizelim.

Retro hareketi tamamen bir göz aldanmasıdır, aynen yıldızların gece boyunca Kutup Yıldızı'nın etrafında dönmeleri gibi.

Retro'yu anlamanın temeli Kepler'ın ikinci kuralında yatıyor. Yani gezegenler güneşe yakınlıklarına göre farklı hızlarda hareket ediyorlar. Böylece de belirli zamanlarda tabiri uygunsa birbirlerini 'geçiyorlar'.

Trafikte bir arabayı sollarken sadece solladığımız arabaya bakarsanız, uzakta, geri plandaki örneğin bir dağa göre, önce onla aynı yöne gittiğinizi, siz gaza bastıkça solladığınız arabanın yavaşladığını, tam geçerken diğer arabanın durduğunu ve solladıktan sonra da diğer arabanın geriye doğru hareket ettiğini hissedersiniz.

Bu retro işi de aynı hesap.

Kısacası kimsenin geri gittiği yok, sadece bir sollama (ya da sağlama) manevrası var.

Tüm gezegenler güneşin çevresinde hep aynı yöne hareket ederler. Güneş sistemini oluşturan gaz ve toz bulutunun döndüğü yöndür bu. Uzayda doğu, batı, sağ, sol gibi yönlerin olmadığını hatırlayarak, eğer dünyanın kuzey kutbu altımızda kalacak şekilde yükselirsek, saat yönünün tersime bir dönme hareketidir bu.

Yıldızlar ise güneşin doğudan batıya hareket ettiği göz yanılmasının benzeri, bu dönme yönünün aksi yönüne, hareket ediyormuş gibi görünür. Bir gezegen güneş etrafındaki yörüngesinde dünyanın ilerisindeyken yıldızlarla aynı yönde hareket ediyormuş gibi görünür. Dünya bu gezegenin ilerisine geçtiğinde ise bu gezegen yıldızlara göre geri gidiyormuş izlenimini verir.

Astronomik olarak retro hareketi işte budur...

Size bu yazıyı yazarken hiçbir şekilde inanmasam da, astrolojik olarak bu retro işi nedir, ne yapar anlatayım istedim. Bu saçmalığın içinde biraz da olsa bir mantık bulabileceğimi, yani retro anında şu burçtan olanlar gergin, bu burçtan olanlar mutlu olur falan gibi bir şeyler söyleyebileceğimi umuyordum. Ancak o kadar okumama rağmen yazabilecek tutarlı bir şey bulamadım.

Her gezegenin retrosu her burca farklı bir şeyler yapıyormuş. Hatta hangi Hintli astrologdan dinlediğinize göre aynı gezegenin retrosu, aynı burca farklı etkilerde bulunuyor.

Eski kaynaklara göre mesela Neptün retrosu kimseye bir şey yapmıyor. Bu da çok doğal, çünkü o günlerde teleskopsuz Neptünü görebilen bir cengaver yok. Kendini eski kaynaklara dayandıran bazı 'kontanporer' astrologlar ise Neptün retrosunun etkilerinden bahsedebiliyor. Bunlara da eski insanların çıplak gözle nasıl Neptün'ü gözlemleyip, astrolojik sonuçlara vardığını sormak gerekiyor tabi.

Aslında bu astroloji işi baştan saçma sevgili arkadaşlar - meraklılarına saygı duyduğumu belirterek söylüyorum.

Birbiriyle tamamen alakasız bir gurup yıldızın insanın doğduğu zamana göre onun karekterini ve geleceğini etkilemesi bilimsel bir kafanın kabul edebileceği bir şey değil.

Takımyıldızlar isimli bu yıldız gurupları da öyle insanın ilk aklına geldiği şekilde, aynı bölgede gruplanmış, birbirlerine yakın yıldızlar falan da değil ha! Aralarında bazen binlerce ışık yılı uzaklık olabiliyor - dünyaya en yakın yıldızın dört buçuk ışık yılı uzaklıkta olduğunu hatırlayalım.

Bu takımyıldızlar hayali birer çizgi ile birleştirilerek bazı hayvan yada eşyalara benzetilip isimlendirilmiş. Ancak bu da tamamen keyfi tabi. Ortaya çıkan şekillerin ne olduğunu söylemeden birisinin önüne koysanız, kimse bunları aslana, yengece, koça falan benzetmez. Aynı anlamda pipimin keyfine göre yıldızları seçerek gökyüzüne 'Bülent' bile yazabilirim.

Yani biraz ortada bu astroloji işleri. Elbette inanan inansın, saygımız sonsuz. Hele ki 'retro' nun ne mene bir şey olduğunu anladıktan sonra...

Yine de bahaneyle biraz bilim tarihine, biraz da astronomiye bakmış olduk. Umarım çok başınızı ağrıtmadım.

Gününüz güzel olsun.

27 Nisan 2019 Cumartesi

17 Numaralı Slayt

Sevgili arkadaşlar, yaştan mı, malum olan bitenlerin siniriylemidir bilmiyorum, ama şu sıralar acayip ajite, acayip diken üstündeyim.

Sanki etrafımdaki herkes ciddiyeti bırakmış, saçmalıyor gibi geliyor.

Olay kopmuş, gitmiş. Gündüz işte, akşam evde olan (ya da olmayan) şeylerden midir bilinmez, herkes bir hava, bir fiyaka peşinde.

Belki de benim ayarlarım bozuldu, bilmiyorum ama sinirlerim ayakta sizin anlayacağınız.

Fatih Altaylı'yı bir gazeteci olarak çok başarılı bulmam. Ancak zaman zaman Celal Şengör, İlber Ortaylı gibi gerçekten saygıdeğer kişiliklerle bilim programları yapar. Ben de bunları zevkle izlerim.

Bu yüzden Youtube'da kara deliklerin tartışıldığı programını görünce sabahın erken bir saati olsa de hemen izlemeye başladım.

Konuk olarak hayli genç iki profesör vardı. Altaylı bunları tanıttı ama isimlerine dikkat etmedim.

Sonra da izleyiciyi ısındırıp, konunun içine çekmek için bunlardan birine pas attı.

"Sayın profesör bilmemne, bu kara delik ne demek bize anlatır mısınız?"

Profesör, Şöyle bir iki saniye sessiz kaldı, sonra da baştan sona kopuk, alakasız, "Kara delikler uzay zamanda bölgelerdir, bir kaçma hızı vardır, roketler dünyadan kaçar, aya gider, kara deliklerden ise ışık kaçamaz, o yüzden bunlardan bilgi alamıyoruz" gibi bir şeyler söyledi.

Sonra da Clark Gable ile Cüneyt Arkın karışımı bir ses tonuyla:

"On yedi numaralı slaytı koyar mısınız?" dedi.

Slayt ekrana geldi, Önce her halde yanlış bir şey koydular dedim. Sonra dikkatli bakınca en altındaki sayfa numarası olan 17'yi gördüm. Demek ki bir yanlışlık yoktu.

Bütün slayt denklemlerle doluydu.

Başlığında "Kara Delik Olay Ufku" yazıyordu.

İlk denklem "Rou = 2MG/c2", hemen altımda da "Rfk = 3/2 2MG/c2", bunun altımda, sol tarafta "Riy = 6MG/c2", sağ tarafta da "Riy = 9MG/c2"...

Sonra da konuşmaya başladı. Ben herhalde bu slayt üzerindeki denklemleri anlatacak diye bekledim ancak adının başında "profesör" yazılı bu arkadaş, başı, sonu olmayan bomboş, düzensiz, aptalca bir kaç şey söyledi.

Söylediklerinin ise slaytta yazılı denklemlerle ne uzaktan, ne yakından, hiçbir alakası yoktu, ancak bol bol "Kütle Çekimi","Einstein'ın Göreceliliği", "Schwarzschild Yarıçapı" gibi terimler kullandı.

Bir ara slayttaki ilk denkleme gönderme yapıp, R yarıçap, M kütle, c de ışık hızı falan diyerek duruma bir "açıklama" getirdi.

Fatih Altaylı zaten slayt ilk göründüğünde şöyle bir kırmızı yanıp, sönmüştü, "Şahane anladık, iyi ki koyduk bunu" diyerek işi şakaya vurmak zorunda kaldı.

Sonra yine yapısız, bütünlüksüz, başı, sonu belirsiz bir dolu zırva, yine "açısal momentum", "yığılma diski", "kütlesel çekim kuvveti" gibi terminoloji ile ortalığa saçıldı.

Çok başınızı ağrıtmayayım, bu saçmalık bir on dakika daha devam etti. Sonra dayanamayıp izlemeyi bıraktım, Fatih Altaylı'ya da aşağıdaki mesajı yazıp, protestomu ilettim.

"Bu adamı 17 numaralı slide ile dövmek lazım. Programın başında kara delik nedir diye soruluyor, adam daha bismillah demeden bir sayfa denklemi insanların gözüne sokuyor. Amacı izleyicisine bir şeyler anlatmak mı, yoksa ne kadar çok şey bildiğini göstererek etkilemek mi? Karşısındakilerin seviyesine inemeyen konuklar ne yazık ki sadece vakit kaybı. Böylelerine tahammül edemiyorum. Bilim programlarınızı zevkle izliyorum Fatih bey ama bunu izlemeden bırakıyorum."

Sonra da bir profesörün düştüğü bu acizliğe üzüldüm.

Sadece önemli görünmek için bu kadar hıyarlığa gerek varnıydı diye kendime sordum.

Karşısında bilgi ve eğitim düzeyi malum, mainstream bir izleyici kitlesi varken, Astrofizik 101'in ilk dersinde bile üniversite öğrencilerine gösterilemeyecek karmaşık denklemleri ortaya saçmanın ne manası vardı?

Hele bir de anlatıma hiç bir katkıları yokken...

Kara deliklerin temeli çekim güçlerinin büyüklüğüyken, bundan hiç söz etmeyip, kaçma hızı anlatmaya, sonra da Fatih Altaylı'nın araya girip, kütlesel çekimi hatırlatmak zorunda kalmasına ne gerek vardı?

Hiç mi utanmadın be profesör abi?

Sen bize bir şeyler anlatmak için değil, bizi etkilemek için hazırlanmışsın.

Bravo, gerçekten etkilendim. Akşam huzur içinde uyu. Bir profesör ne kadar hıyar olabilir, oldukça etkileyici bir biçimde gösterdin.

Ancak anlayamadığım son bir şey var.

Madem bu slaytla başlayacaktın, ne diye gittin, onu on yedinci sıraya koydun be adam?

13 Nisan 2019 Cumartesi

İki Dil, Yarım İnsan!

Kitap kurdu veryansın Nihat Genç'in Youtube'da Yılmaz Özdil'den, Ekrem İmamoğlu'na kadar herkese proje adamı, ajan falan dediği, araları da ibn, pşt, gtk, amk gibi renkli sözcüklerle doldurduğu bir kanalı var.

Bu kanaldaki Pankuş isimli bir programda ise geçenlerde Kıraç isimli bir müzisyeni ağırlamışlar.

Küçümsemek için söylemiyorum, eminim tanınan bir şarkıcıdır ama malumunuz, yirmi seneden fazladır gurbetteyim, ne bir şarkısını duydum, ne de kimdir, necidir bilirim.

Programın konusu sözde her telden, her dilden ama arkadaşlar biraz Nihat Genç peşrevinden sonra damardan yabancı dil konusuna girdiler. Biraz kulak kabarttım, duyduklarıma inanamadım. O Kıraç isimli arkadaş neler diyor, ağızım açık dinledim...

"Türkiyede büyük bir sıkıntı var, özel ve devlet okullarındaki [gereksiz yere önem verilen] yabancı dil eğitimi."

"Çocuklarımızın çok küçük yaşlarda beyinleri mahvoluyor."

"Bir dil bir insan, iki dil, iki insan çok büyük bir tezgah, çok büyük bir yalan."

“Aslında bir dil bir insan, iki dil yarım insandır.”

"Cinali ortadan kalkmış(?)"

"Çok büyük bir sıkıntı, herkes çocuğum İngilizce öğrensin diyor."

"Bu İngilizce'yi öğrenelim diye çocuklarımız öyle bir noktaya geldiler ki, kendi kültürlerinden kopmuş durumdalar."

"Çocuklar papaz cübbesi giyip, mezun oluyorlar."

"Bir yabancı dil, İngilizce öğrensinler diye çocuklar kimliklerinden tamamen uzaklaştılar."

"Çocuklar daha kendi dillerini, Türkçelerini konuşamadan yabancı dil öğreniyor."

"Burası Türkiye. Amerika birgün burayı işgale kalkışsa niye burayı savunalım (çocuklar İngilizce öğrendi diye onların kültürünü alıyorlar ya)"

"İşyerlerinde Amerikalı müdürler, yabancı müdürler var, konuşulan dilin yarısı İngilizce."

"Niçin Türkiyeyi savunalım? (burada yeniden Amerika işgali fantezisine dönüyor)"

Çok başınızı ağrıtmayayım, amacım bütün konuşulanların transkriptini koymak değil. İsteyen Youtube'dan izleyebilir, hatta şiddetle izlemenizi tavsiye ederim.

Ancak bu söylenenleri duyduğumuzda karşımıza çok acıklı bir durum çıkıyor sevgili arkadaşlar.

Bu aklına gelen herseyi, bir bütünlükten uzak, herhangi bir doğruluk, mantık ya da tutarlılık endişesi olmadan söyleyen arkadaşın edebi yeteneklerini şimdilik bir kenara bırakıyorum.

Ancak içeriği için söyleyecek üç-beş lafım var.

Burada oturup, affınıza sığınarak söylüyorum, ağızından çıkan her zırvaya da tek tek cevap verecek değilim. Aslında yapsak bayağı eğlenceli olur ama, gereksiz yere vaktinizi almak istemem.

Gelin ana hatlarına biraz bakalım...

Bu arkadaşın söylediğine göre iki dil yarım insan ederse, ikiden fazla yabancı dil konuşan ben kulunuz, insanlık skalasında bayağı aşağılarda yer alıyorum demektir.

Yaşadığım ülkede istisnasız herkes 'en az' üç dil konuşur. Yazık oldu İsviçre'ye bakar mısınız! Ülkede bir tane bile adam kalmamış...

İşin daha da kötüsü, mesela Fransızlar İsviçreyi işgale kalksalar, battı memleket. Halkın neredeyse tümü Fransızca konuştuğundan, bir tek İsviçreli bile ülkeyi savunmayacak!

Atatürk beşten fazla yabancı dil bilirmiş. İnsanlık seviyesinde nereye koyalım onu mesela?

Ya vatanseverlik?

Bu tuhaf mantığa göre yabancı dil bildiği için Atatürkün, milli değerlerini, kültürünü falan unutup, örneğin Almanca bildiği için Alman, Bulgarca bildiği için de Bulgar olması gerekiyordu. Hele bir de Arapça bilgisi var ki, bu kadar milli kültüründen kopmuş biri nasıl Osmanlıcayı kaldırıp, yerine Öztürkçeyi koymuş, tarihçiler bunca yıldan sonra hala nasıl olduğunu anlamaya çalışıyorlar.

Sonra aklıma düştü, bu arkadaş nasıl müzik yapıyor diye bir bakayım dedim. Bunca lafın üzerine bir Neşet Ertaş, yada bağlama, kırnata falan türü yerli ve milli enstrümanlar bekliyor insan.

Adam programa zaten akustik gitarla başlamıştı, diğer şarkılarını bir dinledim, ciddi rock/hard rock falan be abicim!

Okulda İngilizce öğretiliyor diye kaybolan kültür, power chord basıp, gitar solosu atınca mı geri geliyor?

İşyerlerinde kullanılan İngilizce sözcüklerle de alay ediyordu. Aşağıdaki sözcükleri aynı programda, kendi söylediklerinden aldım. Ne kadarı Türkçe, takdirini size bırakıyorum.

"Enteresan, antipati, devlet mahvolmak, kampanya, zaman, sosyoloji, numara, veli, rahmetli, kültür, ideoloji, muhafazakar, liberal, işgal, mezuniyet, milli, cüppe..."

Bütün bunların üstüne, aslında beğenerek izlediğim gazeteci Mehmet Ali Güller de aynı fikirdeyim diye bir tivit atmasın mı?

Kısa bir cevap yazdım, sonra da her ikisinin biyografilerine baktım.

Yabancı dil eğitimi üzerine ahkam kesen bu arkadaşların birisi Müzik Öğretmenliği, diğeri de Gemi Mühendisliği okumuş. Yabancı dil yada yabancı dil eğitimi alanında herhangi bir akademik dereceleri olmadığı gibi, yirmi yaşından sonra gittikleri üniversite dışında, doğru düzgün bir yabancı dil eğitimi bile aldıklarını düşünmüyorum - biyografileri net değil, yanılıyor olabilirim. Bir yabancı dil konuşabiliyorlar mı, gerçekten bilmek isterim.

Ama memleket artık böyle bir yer işte. Fikir yürütmek için bilgi sahibi olmak gerekmiyor.

Akşam-ı şerefleriniz hayrola...

11 Nisan 2019 Perşembe

Kara Delik

Sevgili arkadaşlar şu hepimizi heyecanlandıran kara delik fotoğrafı hakkında bir kelam edeyim istedim. Her zaman olduğu gibi, özellikle Türkçe tercümelerde olay raydan çıkmış, bir okuyup, iki uyduran editörler işi Uzay Yolu'na çevirmiş durumda.

Öncelikle M87 galaksisinin merkezindeki kara delik yeni bir keşif değil.

Daha öğrenciyken okuduğum kitaplarımda Isaac Asimov bu kara deliği uzun uzun anlatırdı.

Merkezinde söz konusu kara deliğin bulunduğu M87, ya da tam ismiyle Messier 87, 53 milyon ışık yılı uzaklıkta dev boyutlarda bir galaksi. 53 milyon ışık yılı uzaklığında olmasına rağmen yakın sayılır. Aynı mahalleden değiliz belki, ama aynı semtten sayılırız.

M87'nin yakınlığına rağmen baktığımızda bu galaksinin 53 milyon yıl önceki halini görmüş oluyoruz. Örneğin şu an gitsek, bambaşka bir halini görürüz, hatta yerinde bile bulamayabiliriz - sonra geleceğiz ama bazı aklıevvel editörlere göre merkezindeki kara delik bu galaksiyi 'yiyiyor' olabilirmiş!. Tatil planları yaparken aman dikkat...

M87'nin boyutlarının devliği barındırdığı kütlesinden, yani yıldız sayısından ileri gelmekte, yoksa uzunluğu bizim Samanyolu galaksimizden büyük değil. M87 spheroid bir galaksi, yani basık bir küre şeklinde. Saman Yolu ise spiral kolları olan, ancak ütülenmiş gibi dümdüz bir galaksi. Haliyle üçüncü boyuta yayılan yıldızlar nedeniyle M87'nin kütlesi Samanyolu'nunkinden çok çok büyük (burada rakam vermiyorum ve yazı boyunca da elden geldiğince rakam vermeyeceğim çünkü galaktik ölçüler günlük boyutlara alışmış beynimiz tarafından kolayca algılanamıyor).

M87'yi ilginç kılan özelliklerden birisi ise, bu galaksiden yayılan radyo dalgalarının miktarı. Ancak bu galaksinin en büyüleyici özelliği merkezinden kaynaklı, beş küsür bin ışık yılı uzaklığa fışkıran plazma jeti. Neyse ki 'fışkiyesini' kimse kırmamış...

Zaten bu yüzden bilim insanları, uzun yıllar boyunca M87'nin merkezinde büyük bir kara deliğin olduğunu düşünmüşler, çünkü ancak büyük bir kara delik bu kadar gürültü çıkarabilir.

Yine bu galaktik merkezi kara delikler öyle çok nadir bulunan bir fenomen değiller. Alın, bizde de bir tane var. Samanyolu'nun merkezindeki kara delik M87'ninki kadar kütleli değil ama yine de bayağı kelli felli bir kara delik işte. Hem de burnumuzun dibinde.

Eğer Sagittarius yani Yay burcunun takımyıldızına doğru bakarsanız, Samanyolu'nun kara deliğini o civarlarda bulmanız mümkün. Ancak aradaki gazlar ve tozlar bu kara deliği gözlemlememizi engelliyor. İşin aslı M87'nin görüntüsünü alan EHT teleskopu öncelikle bizim kara deliğimize odaklanmıştı, ancak görüntü almayı becerememişler.

Unutmadan, 'Cigabayt' 'çılar bu kez haklı, Sagittarius, 'SaCiterius' şeklinde okunuyor...

Uzun lafın kısası, yeni bir kara delik keşfedilmiş falan değil. Sadece orada olduğunu bildiğimiz bir kara delik görüntülenmiş durumda.

Bu hiç de küçümsenecek bir başarı değil sevgili arkadaşlar. Şimdiye dek kara deliklerin varlığı hep teorikti. İlk kez neye benzediklerini görmüş olduk. Tam da beklediğimiz gibi çıktılar.

Gelin bu görüntü alma işi nasıl olmuş, biraz da ona bakalım...

Gezegenimizi saran atmosfer bir battaniye gibidir. Uzaydan gelen radyasyonun tümüne yakınını emer, yansıtır falan, yani dünya yüzeyine gelmesini engeller. İyi de yapar, yoksa ne ben bu yazıyı yazıyor, ne de siz - eğer buraya kadar dayanabilmişseniz tabi - onu okuyor olurdunuz.

Işığın da parçası olduğu elektro-manyetik radyasyonun sadece üç türü atmosferi geçip, bize ulaşabilir.

Bunlardan ilki doğal olarak görülebilir ışıktır. Eğer atmosfer görülebilir ışığı geçirmeseydi zaten evrim sonucu gözlerimiz oluşamazdı.

İkincisi ise dalga boyu görülebilir ışıktan biraz daha uzun, yani frekansı biraz daha düşük infra-red, yani kızılaltı ışıktır. Bu da yine çok faydalı bir olgudur, çünkü eğer atmosfer kızılaltı ışığı geçirmeseydi, dünya düdüklü tencereye döner, cayır cayır yanardı.

Güneş ışımasının büyük bölümünü gözle görülebilir ışık şeklinde yapar. Gün boyu dünyamızı ısıtan da bu ışıktır. Gece ise dünya gün boyu aldığı bu ısıyı kızılaltı ışıma şeklinde geri verir. Böylece dünya soğur ve ısı yaşanabilir düzeylerde kalır. Aksi halde bir kaç gün içinde gezegen cehenneme dönerdi.

Konumuz bu değil ama karbon dioksit gazı kızıl altı ışığı geçirmeyip geri yansıtır. Eğer petrol yakıp, atmosfere karbon dioksit salmaya devam edersek, atmosfer bu ısı kaybetme özelliğini kaybedecek, biz de kebap olacağız. Küresel ısınma dedikleri de bu işte.

Neyse...

Atmosferin geçirdiği üçüncü tür ışıma ise radyo dalgalarının mikro-dalga aralığında bir bölüm.

Kısacası, evrene dünyamızdan bakmak istiyorsak, sadece bu üç pencereyi kullanabiliriz.

Görünür ışık elbette ki bu üçünün en doğal olanı. Optik bir teleskopla evrene baktığımızda gözümüzün doğal olarak görebildiği renkleri, biçimleri arada başkaca bir çevrim olmadan algılarız.

Ancak optik teleskopların bir kaç istenmeyen özelliği bulunur.

Bunlardan ilki, bu tür teleskopların sadece gece kullanılabilmesidir. Gün boyu güneşin ışığı o kadar baskındır ki, başka hiç bir şey göremeyiz.

İkinci sorun ise atmosferin her zaman görülebilir ışığı geçirmemesidir. Bulutlu bir havada örneğin, güneşi göremeyiz. Hiç bir bulut olmasa bile atmosferdeki gazlar, kısa a hava miktarı, ışığın geçişini güçleştirir, bu da görüntüyü flulaştırır. Zaten bu sebeple rasathaneleri havanın daha seyrek olduğu dağların tepelerine yaparlar.

Kızılaltı penceremizde de durum görünür ışıkla benzerdir. Elbette, kızılaltı ışıma ile normal ışıkta göremediğimiz şeyleri - örneğin M87'nin plazma jetini, görebiliriz ama kısıtlamalar optik teleskopunkileriyle hemen hemen aynıdır.

Üçüncü pencere olan mikrodalgalar ve bunları kullanarak gözlem yapan radyo-teleskoplar ise durumu biraz değiştirir.

İlkin mikro dalgaları gece gündüz, 7/24 kullanabiliriz.

Dalga boyları büyük olduklarından, atmosferdeki gaz moleküllerinin etrafından etkilenmeden kolayca dolaşabilirler. Yani havanın yoğunluğundan daha az etkilenirler

Daha da kullanışlısı, radyo-teleskoplar, 'görmek' için hassas ve pahalı cam yada metal optik elemanlara gerek duymazlar. Kullandıkları asli malzeme bildiğiniz demirden yapılma çanaklardır.

Ancak en güzeli (bakın burası çok önemli), birden fazla anteni etrafa yayarak tek büyük bir anten kullanıyormuş gibi bilgi toplayabiliriz. Optik teleskoplarda bugünkü teknoloji ile bu mümkün değil. Radyo-teleskoplarda antenleri dünya yüzeyine yayarak, mercek büyüklüğü gezegenin boyu kadar olan bir optik teleskopun çözünürlüğüne ulaşmak mümkün.

M87'nin merkezindeki kara deliği görüntüleyen EHT bu ilkeyle çalışan bir radyo-teleskop sistemi. Sağa sola dağılmış sekiz civarı radyo-teleskoptan toplanan veriler hard-disklere kaydedilip bir merkezde birleştiriliyor.

Baktığımız kara delik resimleri işte bu birleştirilmiş görüntüler.

Yani bir çok yerde yazıldığı üzere bir kara delik fotoğrafına değil, 2017 yılında toplanıp, işlenmiş verilerle, yapay olarak renklendirilmiş bir bilgisayar ürününe bakıyoruz.

Peki baktığımızda ne görüyoruz?

Elbette bir kara delik resmine baktığımıza göre kara deliği görüyor olmamız gerekir diye düşünüyor insan. Ancak üzülerek söyleyeyim sevgiki arkadaşlar, resimde kara delik falan görünmüyor.

Sadece bu resimde değil, hiç bir resimde de bir kara deliği görmek mümkün değil. Çünkü kara delikler o kadar kuvvetli bir yerçekimine sahiptirler ki ışık dahil, hiçbir şey onlardan kaçıp teleskoplarımıza ya da gözümüze ulaşamaz, biz de kara delikleri göremeyiz.

Resimde merkezde gördüğünüz kara disk, M87 kara deliğin kendisi değil, Event Horizon'ı yani olay ufku dediğimiz alanıdır. Başka bir deyişle, kara delikten uzaklaştıkça azalan çekim gücünün evrende bildiğimiz en hızlı parçacık olan ışığın kaçabilmesine izin verdiği sınır. Karanlık diskin merkezinde ise dananın kuyruğunun koptuğu singularity, yani tekillik noktası vardır ki, kara deliği kara delik yapan işte bu özelliğidir.

Karanlık diskin etrafındaki parlak halka ise accretion disk denilen, kara deliğin çekim gücüne kapılıp, önce etrafında biriken, sonra da kısmen kara deliğe düşecek olan maddelerdir.

Özellikle medyanın pompalamasıyla insanlar kara delikleri şeytani, kıyamet günü alameti nesneler olarak tasavvur ediyorlar. İşin aslı kara delikler sadece birer astronomik fenomendirler.

Bir kara delik, insanı yada insanlığı bir süpernovadan ya da bu günkü halini kaybettiğinde genişletip dünyayı yutacak olan hayat kaynağımız masum güneşten daha etkin, daha şeytani bir biçimde öldürecek değildir.

Uzay, daha atmosferin dışına bile çıkmadan, tamamen vahşi, her şeyiyle tehlikeli bir yerdir sevgili arkadaşlar. Bir kara deliğe gerek kalmadan saniyeler içinde kavrulur, ciğerleri patlar, gözleri yuvalarından fırlar insanın.

Geçenlerde yine bir astronomik resmin altına bir melodrama yazmıştı bu her şeyi bilen editörlerden biri. Şöyle bir şeyler diyordu "Nebulanın merkezindeki öldürücü zehirli gazlar...", yani gidecekseniz yanınıza gaz maskesi alın! O nebulanın merkezindeki her şey öldürücü anacım. Yerçekimi, radyasyon, havasızlık... Yani zehirli gazlara pek iş düşmeyecek...

Ondandır, bu kara delik evreni yutacak mı, ya da CERN'de oluşacak kara delik dünyayı yer mi falan gibi zırvalara itibar etmeyin derim. Kara delikler rahatsız edici şeylerdir tamam ama onlar gibi binlerce başka rahatsız edici astronomik fenomen var. Çok takılmayalım.

Nezleden bitap durumda, nefes alamadığım için uyuyamadığım bir gece vakti yazdım bunu.

Başınızı ağrıttıysam kusuruma bakmayın.

Sevgi ile kalın!

9 Nisan 2019 Salı

Bir Kilo Elma İle Bir Sepet İç Çamaşırı

Arkadaşlar, öyle bir tartışma aldı, yürüdü ki, her okuduğumda beynim acıyor.

S-400 mü alalım, F-35 mi gibi bir soru ima ediliyor, hemen sonrasında da bu iki askeri ekipmanın özellikleri yan yana koyulup, karşılaştırılıyor.

Aklımızı mı kaybettik?


Sorun bu ikisinden hangisini mi seçeceğimiz?

Bir kere S-400 ile F-35'i karşılaştırmak, bir kilo elma ile bir sepet iç çamaşırını karşılaştırmaya benzer.

Zaten cevaplar da bu istikamette yürüyor.

Efendim elma yenir ama giyilmez, iç çamaşırı da giyilir ama yenmez. Eğer iç çamaşırı giyeceksek S-400, elma yiyeceksek de F-35 alalım!

Birbiri ile alakasız iki askeri sistemden bahsetiyoruz. S-400'ler bir hava savunma sistemi, F-35'ler ise bir pilotun uçurduğu ağırlıklı olarak bir yer taarruz uçağı.

Askeri olarak hem S-400 gibi bir orta/yüksek irtifa hava savunma sistemine, hem de özellikle eskimiş Phantom'ların yerine kullanılacak F-35 gibi bir uçağa ihtiyacımız var.

Ama bu işin en önemsiz tarafı.

İnsanlar sanki bu ikisinden birini seçmenin, Türkiyenin müttefiklik ilişkilerini kökten değiştireceğinin farkında değilmiş gibi konuşuyor, ona hayret ediyorum.

Burada soru NATO mu, Rusya mı?

Kapiş?

4 Nisan 2019 Perşembe

Muaf

Türk olmanın güzel bir tarafı, bazı şeylerden 'muaf' olmaktır sevgili arkadaşlar. Yani bazı şeyleri başkalarına yapabilir, ama aynı şey size yapıldığında esip, gürleyebilirsiniz.

Geçenlerde bir toprakla geyikliyoruz. Arkadaş biraz "muhafazakar" cenahtan, öyle koyu hüloooğğğ değil ama yine de kan çekiyor tabi. Söylemeye bile gerek yok, elbette "her şeyi biliyor"...

Bir-iki kadeh şaraptan sonra açıldı bizimki.

"Abi, sizin oralarda ırkçılık çok de mi?"

Ona klasik cevabımı verdim.

"Sizin oralarda Suriyelilere yaptığınızdan çok değil."

Artık dinlemedi mi, anlamadı mı bilmiyorum, ama aradaki ilişkiyi kuramadı bir anda. Bu konuşmanın üstüne bir kadeh şarap geçmedi bile. Bu öyle bir başladı ki...

"Orasına koyduğumun Suriyelileri... Adamlar vergi vermiyor, doktor bedava, okul bedava, onlar yüzünden Türkler iş bulamıyor..."

Gülsem olmayacak, bıraktım gitsin...

Avrupa'daki her Türk bir yerlinin işini elimden almıyor, hiç bir sosyal yardımdan faydalanmıyor, o yardımlar da çalışıp vergi veren yerlilerin cebinden çıkmıyor çünkü.

Ama Avrupalı yapınca ırkçılık oluyor, bu yapınca milliyetçilik.

Niye?

Çünkü Türk olduğu için "muaf"...

Burada göçmenler mi haklı, ırkçılar mı haklı konusuna girmiyorum. Yapmak istediğim sadece uygulanan mantığın tutarsızlığına dikkat çekmek.

—-

Çok yakınlarda, yine başka bir toprağımla, popüler bir mesele hususunda bir "beyin fırtınası" yaptık - bu kez teşbihte hata olabilir, kusuruma bakmayın.

Aya Sofya işine çok kızmış. Eskiden kilise olması beni ilgilendirmez, yüz yıllar boyunca orada namaz kıldık diyor, Türkiye toprağında istediğimizi yapamayacak mıyız diye kızıyor.

Atina'nın merkezi sayılabilecek bir meydanda güzelim bir cami var. Türkiye Cumhuriyeti devleti uzunca bir süredir onu ibadete açtırmaya çalışıyor. Aya Sofya fatihine bunu anlattım.

Sanki taş bir duvara konuşuyordum. Ulaşamadım ona. Kafasında Aya Sofya da, Atina'daki cami de cami olarak kullanılmalı.

Niye?

Çünkü Türk olduğu için “muaf”...

Burada Aya Sofya cami olmalı mı, olmamalı mı, yada Atina'daki cami ibadete açılmalı mı, açılmamalı mı tartışmasına girmiyorum. Yapmak istediğim sadece uygulanan mantığın tutarsızlığına dikkat çekmek.



Yine şimdilerde yukardakilerin benzeri, öyle gereksiz bir tartışma var ki, dinledikçe beynim acıyor.

Yine milliyetçi mi diyetim, muhafazakar mı diyeyim, tam bilmiyorum, yerli ve milli bir gurup Yunanlılar İstanbul'a Konstantinopol dediler diye kendilerini yırtıyor.

Nasıl derlermiş? İstanbul İstanbulmuş...

Neresinden tutup anlatırsın, bilmiyorum.

Bugün Suriye'nin başkentine Şam diyoruz. Niye diyoruz? Çünkü Osmanlı ona yüzyıllarca Şam dermiş. Suriyeliler ne diyor peki? Dimask. Dünya ne diyor? Damascus. Şimdi bunlardan biri çıkıp, sen bizim başkentimize niye Şam diyorsun dese ne deriz?

Allahtan muafız da...

Bunlara daha çok örnek var.

Sakız adası eski bir Osmanlı Sancağı. Yunanlı kalkıp "Sakız deme Kios de" dese, ne diyeceğiz?

Ama birileri İstanbul'a Konstantinopol dedi diye yıkıyoruz ortalığı.

İşin biraz daha komiği, Osmanlı yüzyıllar boyu İstanbul'a Konstantiniye demiş. İstanbul ismi sadece 20. yüzyılda kullanılmaya başlanmış.

İşin en komiği ise, İstanbul kelimesi yüzde yüz Yunanca bir kelime. Aslı Stan-Poli, haydi şehre gibi bir anlamı var.

Durum böyle olunca yine iyi ki "muafız" diyor insan , yoksa otur uğraş bunlarla...

Hadi bir kez daha tekzip yapalım. Burada İstanbula Konstantinopol desinler mi, demesinler mi onu tartışmıyorum. Sadece mantığın tutarsızlığına vurgu yapıyorum.

Hatta bana sorarsanız ben hem İstanbul ismini, hem de şehrin kendisini çok seviyorum. Ben İstanbul diyorum, başkası Konstantinopol mü der, Konstantiniye mi der, beni hiç alakadar etmiyor.

Alakadar edenlere de çok kasmamalarını tavsiye ederim. Ulu Abdulhamit Han'da bu güzel şehre Konstantiniye diyormuş, benden söylemesi...

Ancak en iyisini The Four Lads söylemiş.

Istanbul was Constantinople
Now it’s Istanbul, not Constantinople
Why did Constantinople get the works?
That’s nobody’s business but the Turks

İstanbul bir zamanlar Konstantinopol'dü,
Şimdi [ismi] İstanbul, Konstantinopol değil,
Konstantinopol niye değişti [diye sorarsanız],
Türklerden başka kimseyi de alakadar etmez.

Sevgi ile kalın...

26 Mart 2019 Salı

Dil

Sevgili arkadaşlar, yabancı bir dil konuşmanın günümüz dünyasında çok önemli olduğuna inanan biriyim. Çalışma hayatım boyunca konuştuğum yabancı dil, bana üniversite diplomam, sistem deneyimim ve diğer profesyonel kalitelerimden kat be kat fazla yardımcı oldu.

Günümüz dünyasında İngilizceye hakim bir birey İnternet aracılığı ile istediği tüm bilgilere rahat rahat ulaşabilir. İngilizce konuşamayan bir birey için ise Internet’in yüzde doksanı ulaşılamaz durumdadır.

Elbette İngilizce dünyadaki tek ya da en yaygın dil değildir. Ancak büyük bir güvenle söyleyebilirim ki, dünyadaki en yaygın ikinci dildir.

Ne demek istediğimi biraz açayım.

Fransızca bilen biri Afrika'da, İspanyolca bilen biri de Latin Amerika'da yolunu bulabilir. Ancak eğer Ingilizce biliyorsanız, hem Afrika'da, hem Latin Amerika'da, hem Avrupa'da hem Asya'da yolunuzu bulabilirsiniz.

Çünkü buralarda her zaman az yada çok İngilizce konuşan birini bulmak mümkündür.

Ben çok genç yaşta İngilizce öğrenmeye başladım. Hem okulum, hem de İngilizce hocalarım bakımından çok şanslıydım. Yirmi küsür sene yurt dışında, İngilizce konuşulan bir ortamda çalıştım. Matematiği ve hesaplamaları istemsiz olarak İngilizce yaparım. Türk olmayan yazarları problemsiz İngilizce okurum. Gazete, televizyon, sinema artık hep İngilizce oldu. On beş seneye yakındır da evdeki ortak dilimiz İngilizce. Rüyalarım bile artık İngilizce.

Konuşmaya gelince, onu da kıvırırım. Ama kırk yıllık eğitimden sonra bile ağır bir aksanım var. Zaten bundan kaçış yok, çok da problem değil.

Orta derecede Fransızca konuşurum. Günlük hayatta yolumu bulabiliyorum. Alış-veriş, doktor, haberler, gazete, basit sohbetler ve çok ağır olmayan kitapları Fransızca yapabiliyorum. Dili anlamam çok kötü sayılmaz ancak iyi ve akıcı konuştuğumu düşünmüyorum ama İsviçre devletine göre B1, yani ortanın ilk seviyesindeymişim. İdare ediyorum yani.

Üç yıl Polonya, üç yıl da Sırbistan'da kaldım, orta avrupa ve eski Sovyetlerde hem iş, hem eğlence amaçlı çok sayılabilecek kadar gezmişliğim var. Sevgili karım da Sırp. Yani Slavik dillere oldukça aşinayım. Konuşuyorum demek çok iddalı olur ama iyi kötü Polonyaca (yani Lehçe), Sırpça ve az biraz Rusça anlarım. Eğer iş köpek yada çocuk bakmaya gelirse problemsiz Sırpça konuşurum - oturma kızım, ısırma kızım, koşma kızım, tükürme kızım, uyu kızım, yemek ye kızım, vesaire kızım😛

Niş’deyken bir sene Durlan isimli bir semtteydi evim. Durlan, Ankara’da, benim çocukluğumun Çın Çın Bağları ayarında bir yer! Yağmur bile yağmaya korkarmış, birini ıslatırsam sopa yerim diye. Rivayete göre bu bir seneden sonra Sırpça konuşurken hafif bir Durlan aksanım oluşmuş 😜

Bunları yazıyorum ama sanmayın ki öyle dil öğrenmeye yatkın biriyim. Tam aksine...

Öyle insanlar vardır ki, hiç bilmediği bir dilin konuşulduğu bir ülkeye giderler, bir hafta sonra alış verişlerini falan lokal dille yapmaya başlarlar.

Mesela sevgili karım.

Jelena ile bütün dünyayı gezdik, her yerde yolunu buldu.

Latince, eski Yunanca, Fransızca, İngilizce ve tabi ki anadili Sırpça'yı akademik olarak konuşur. Latince ve Fransızca konuştuğu için İspanyolca'yı, Portekizce’yi ve İtalyanca'yı anlar ve iyi kötü konuşur. Eski Yugoslavya ve Bulgaristan zaten ana dili alanımda yerlerdir. Sırpça bildiği için Rusça'yı anlar ve biraz gayretle konuşur, en önemlisi Kiril alfabesini okuyabildiği için, Rusyada evindeymiş gibidir. Rusyada Kiril okuyamadan dolaşmak, özellikle metro, otobüs vesaire durağı bulmak çok eziyetli iştir. Bilmeyen biri için "злато" yu "zlato" yada "Ниш" 'i "Niş" diye okumak ciddi hayal gücü gerektirir.

Bir Almancası yoktur, ona da heves etti, şu yakınlarda bir online kursa başlayacağım falan diyordu.

İsviçreliler dil konusunda çok donanımlıdırlar. Ufacık ülkede dört resmi dil olduğunu düşünürseniz, çoğu kişi bu dillerden ikisini artı İngilizceyi konuşur.

Burada minicik bir köyde yaşıyoruz. Yani ne bir bakkal, ne bir banka, ne bir postane. Uzun süre köydeki tek yabancı bizdik, bir kaç yıl önce bir İspanyol aile taşındı da tek olmaktan kurtulduk. Yani hiç öyle enternasyonel bir yer değil köyümüz - bundan da fazlasıyla memnunum, o ayrı mesele. Buna rağmen yan komşumuz Fransızca, Almanca, Felemenkçe ve Ingilizce konuşuyor.

Avrupa'nın gerisi, özellikle orta Avrupa yabancı dil konuşma konusunda bence oldukça ileri bir durumdalar. Karışık evlilikler de farklı dilleri konuşmayı çok olağan bir hale getirmiş.

Diyeceğim o ki yabancı dilleri bilmek ve konuşmak, Türkiye dışında adımınızı attığınızda evrensel bir fenomen haline dönüşüyor.

Türkiyede ise bu işin çok, çok gerisindeyiz - aman, nasıl şaşırdık bu işe tabi..

Kapalı devre, kendi kendimize İngilizce zannettiğimiz mutant bir dili konuşmakla kalmıyor, bu dili doğru konuşmaya çalışanlarla alay edip, onların hevesini kırıyoruz. Bir öğrenip iki uyduruyor, uyduramayanlar da uyduranlardan uydurulmuş halini öğreniyor, sonra da Lusezyan Profesör, Ruj State, Jiipii Morgan, Cigabayt, Kim Besincır falan diyoruz.

Yanlış bildiğimiz telaffuzlar bir kenara, doğru bildiklerimizi söylediğimizde bile çoğunu yabancılar anlamıyor. Dışarda en çok ağırıma giden şey, TV'de falan İngilizce konuşan Türklere altyazı koymaları.

Öyle çocuklara eğitim tavsiyesi vermeye babalık kıdemim yetmez tabi. Ama buralarda biraz vakit harcamış biri olarak belki biraz faydam dokunur.

O yüzden bunları yazıyorum.

Lütfen çocuklarınıza bir yabancı dil öğretin.

Bu öneriye İngilizce dahil değil. Yani bir yabancı dil öğretin derken İngilizcenin üstüne bir yabancı dilden sözediyorum.

Bu işi de lütfen A La Turca yapmayın. İmkanınız varsa çocuğunuzun en azından İngilizce'yi doğru olarak konuşulduğu bir ortamda öğrenmesini sağlayın. İnternet çağında kaynak sıkıntımız yok. Youtube videoları, filmleri alt yazılı izleme ama en önemlisi İngilizce kitaplar okumasını teşvik edin.

Ona Latin alfabesiyle yazılan her dilin Türkçe gibi okunmayacağını anlatın.

Bir dilin yazıldığı gibi okunması şeklinde bir önermenin tamamen gerçek dışı olduğunu, her dilin farklı yazım kuralları olabileceğini gösterin.

İngilizcede sesli harflerin uzun ve kısa olmak üzere iki ayrı ses verdiklerini anlatın. "Pot" daki "o" 'nun Türkçedeki "o", "foot" daki "oo" nun Türkçedeki "u", "pet" 'deki "e" nin Türkçedeki "e", "feet" deki "ee" nin ise Türkçedeki "i" olduğu gibi. Yavrunuz böylece "Google" 'a "Gogıl" demeyecektir.

Özellikle sözcüklerin sonundaki "e" 'lerin okunmayacağını anlatın ki 'Skype" 'a "Skaype" demesin.

"Th" 'i doğru telaffuz etmesini sağlayın ki Celal Şengör'den bir anektod ile, üçüncü anlamına gelen "third" 'e bok anlamına gelen "törd" demesin.

İngilizce'de her hecenin Türkçe'de olduğu gibi aynı stresle, yanı aynı hız ve uzunlukla okunmadığını anlatın. İstisnaları saklı, isimlerin çoğunun ilk hecelerinin, fiillerin ise son hecelerinin uzun ve nameli okunması gerektiğini anlatın. Hediye anlamındaki "present" "PREzınt", hediye sunmak anlamındaki "present" "priZENT" dendiğini bilsin.

Her harfin Türkçedeki şekliyle okunmadığının farkında olsun. İngilizce'nin "d" 'si bizim "d" 'ye göre çok yumuşaktır. İngilizce "f" hele eğer ardında başka bir"f" yoksa neredeyse "v" gibi okunur. Ingilizcedeki "W" ise bırakın "v" 'yi, aslen sesli bir harftir. Özellikle birleşik krallıkta, keleme içindeki bir "s", eğer yanında başka bir "s" yoksa çoğunlukla "z" şeklinde okunur.

Unutmayın, bunlar yapılırsa iyi olabilecek isteğe bağlı öneriler değil, dilin ta kendisidir. Birine "Sveden" deyip, İsveç anlamındaki "Sweeden"'ı anlamasını bekleyemezsiniz. Israr ederseniz de altyazı koyuyorlar işte.

Neyse, amacım sıkıcı gramer kurallarını art arda sıralamak değil, sadece bir fikir vermek.

Dil, hele hele Türkiye dışında bir iş, bir yaşam, bir gelecek için bir doktora derecesinden daha önemli ve kullanışlı, "should you ask me!".

İyi geceler...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...