26 Mart 2019 Salı

Dil

Sevgili arkadaşlar, yabancı bir dil konuşmanın günümüz dünyasında çok önemli olduğuna inanan biriyim. Çalışma hayatım boyunca konuştuğum yabancı dil, bana üniversite diplomam, sistem deneyimim ve diğer profesyonel kalitelerimden kat be kat fazla yardımcı oldu.

Günümüz dünyasında İngilizceye hakim bir birey İnternet aracılığı ile istediği tüm bilgilere rahat rahat ulaşabilir. İngilizce konuşamayan bir birey için ise Internet’in yüzde doksanı ulaşılamaz durumdadır.

Elbette İngilizce dünyadaki tek ya da en yaygın dil değildir. Ancak büyük bir güvenle söyleyebilirim ki, dünyadaki en yaygın ikinci dildir.

Ne demek istediğimi biraz açayım.

Fransızca bilen biri Afrika'da, İspanyolca bilen biri de Latin Amerika'da yolunu bulabilir. Ancak eğer Ingilizce biliyorsanız, hem Afrika'da, hem Latin Amerika'da, hem Avrupa'da hem Asya'da yolunuzu bulabilirsiniz.

Çünkü buralarda her zaman az yada çok İngilizce konuşan birini bulmak mümkündür.

Ben çok genç yaşta İngilizce öğrenmeye başladım. Hem okulum, hem de İngilizce hocalarım bakımından çok şanslıydım. Yirmi küsür sene yurt dışında, İngilizce konuşulan bir ortamda çalıştım. Matematiği ve hesaplamaları istemsiz olarak İngilizce yaparım. Türk olmayan yazarları problemsiz İngilizce okurum. Gazete, televizyon, sinema artık hep İngilizce oldu. On beş seneye yakındır da evdeki ortak dilimiz İngilizce. Rüyalarım bile artık İngilizce.

Konuşmaya gelince, onu da kıvırırım. Ama kırk yıllık eğitimden sonra bile ağır bir aksanım var. Zaten bundan kaçış yok, çok da problem değil.

Orta derecede Fransızca konuşurum. Günlük hayatta yolumu bulabiliyorum. Alış-veriş, doktor, haberler, gazete, basit sohbetler ve çok ağır olmayan kitapları Fransızca yapabiliyorum. Dili anlamam çok kötü sayılmaz ancak iyi ve akıcı konuştuğumu düşünmüyorum ama İsviçre devletine göre B1, yani ortanın ilk seviyesindeymişim. İdare ediyorum yani.

Üç yıl Polonya, üç yıl da Sırbistan'da kaldım, orta avrupa ve eski Sovyetlerde hem iş, hem eğlence amaçlı çok sayılabilecek kadar gezmişliğim var. Sevgili karım da Sırp. Yani Slavik dillere oldukça aşinayım. Konuşuyorum demek çok iddalı olur ama iyi kötü Polonyaca (yani Lehçe), Sırpça ve az biraz Rusça anlarım. Eğer iş köpek yada çocuk bakmaya gelirse problemsiz Sırpça konuşurum - oturma kızım, ısırma kızım, koşma kızım, tükürme kızım, uyu kızım, yemek ye kızım, vesaire kızım😛

Niş’deyken bir sene Durlan isimli bir semtteydi evim. Durlan, Ankara’da, benim çocukluğumun Çın Çın Bağları ayarında bir yer! Yağmur bile yağmaya korkarmış, birini ıslatırsam sopa yerim diye. Rivayete göre bu bir seneden sonra Sırpça konuşurken hafif bir Durlan aksanım oluşmuş 😜

Bunları yazıyorum ama sanmayın ki öyle dil öğrenmeye yatkın biriyim. Tam aksine...

Öyle insanlar vardır ki, hiç bilmediği bir dilin konuşulduğu bir ülkeye giderler, bir hafta sonra alış verişlerini falan lokal dille yapmaya başlarlar.

Mesela sevgili karım.

Jelena ile bütün dünyayı gezdik, her yerde yolunu buldu.

Latince, eski Yunanca, Fransızca, İngilizce ve tabi ki anadili Sırpça'yı akademik olarak konuşur. Latince ve Fransızca konuştuğu için İspanyolca'yı, Portekizce’yi ve İtalyanca'yı anlar ve iyi kötü konuşur. Eski Yugoslavya ve Bulgaristan zaten ana dili alanımda yerlerdir. Sırpça bildiği için Rusça'yı anlar ve biraz gayretle konuşur, en önemlisi Kiril alfabesini okuyabildiği için, Rusyada evindeymiş gibidir. Rusyada Kiril okuyamadan dolaşmak, özellikle metro, otobüs vesaire durağı bulmak çok eziyetli iştir. Bilmeyen biri için "злато" yu "zlato" yada "Ниш" 'i "Niş" diye okumak ciddi hayal gücü gerektirir.

Bir Almancası yoktur, ona da heves etti, şu yakınlarda bir online kursa başlayacağım falan diyordu.

İsviçreliler dil konusunda çok donanımlıdırlar. Ufacık ülkede dört resmi dil olduğunu düşünürseniz, çoğu kişi bu dillerden ikisini artı İngilizceyi konuşur.

Burada minicik bir köyde yaşıyoruz. Yani ne bir bakkal, ne bir banka, ne bir postane. Uzun süre köydeki tek yabancı bizdik, bir kaç yıl önce bir İspanyol aile taşındı da tek olmaktan kurtulduk. Yani hiç öyle enternasyonel bir yer değil köyümüz - bundan da fazlasıyla memnunum, o ayrı mesele. Buna rağmen yan komşumuz Fransızca, Almanca, Felemenkçe ve Ingilizce konuşuyor.

Avrupa'nın gerisi, özellikle orta Avrupa yabancı dil konuşma konusunda bence oldukça ileri bir durumdalar. Karışık evlilikler de farklı dilleri konuşmayı çok olağan bir hale getirmiş.

Diyeceğim o ki yabancı dilleri bilmek ve konuşmak, Türkiye dışında adımınızı attığınızda evrensel bir fenomen haline dönüşüyor.

Türkiyede ise bu işin çok, çok gerisindeyiz - aman, nasıl şaşırdık bu işe tabi..

Kapalı devre, kendi kendimize İngilizce zannettiğimiz mutant bir dili konuşmakla kalmıyor, bu dili doğru konuşmaya çalışanlarla alay edip, onların hevesini kırıyoruz. Bir öğrenip iki uyduruyor, uyduramayanlar da uyduranlardan uydurulmuş halini öğreniyor, sonra da Lusezyan Profesör, Ruj State, Jiipii Morgan, Cigabayt, Kim Besincır falan diyoruz.

Yanlış bildiğimiz telaffuzlar bir kenara, doğru bildiklerimizi söylediğimizde bile çoğunu yabancılar anlamıyor. Dışarda en çok ağırıma giden şey, TV'de falan İngilizce konuşan Türklere altyazı koymaları.

Öyle çocuklara eğitim tavsiyesi vermeye babalık kıdemim yetmez tabi. Ama buralarda biraz vakit harcamış biri olarak belki biraz faydam dokunur.

O yüzden bunları yazıyorum.

Lütfen çocuklarınıza bir yabancı dil öğretin.

Bu öneriye İngilizce dahil değil. Yani bir yabancı dil öğretin derken İngilizcenin üstüne bir yabancı dilden sözediyorum.

Bu işi de lütfen A La Turca yapmayın. İmkanınız varsa çocuğunuzun en azından İngilizce'yi doğru olarak konuşulduğu bir ortamda öğrenmesini sağlayın. İnternet çağında kaynak sıkıntımız yok. Youtube videoları, filmleri alt yazılı izleme ama en önemlisi İngilizce kitaplar okumasını teşvik edin.

Ona Latin alfabesiyle yazılan her dilin Türkçe gibi okunmayacağını anlatın.

Bir dilin yazıldığı gibi okunması şeklinde bir önermenin tamamen gerçek dışı olduğunu, her dilin farklı yazım kuralları olabileceğini gösterin.

İngilizcede sesli harflerin uzun ve kısa olmak üzere iki ayrı ses verdiklerini anlatın. "Pot" daki "o" 'nun Türkçedeki "o", "foot" daki "oo" nun Türkçedeki "u", "pet" 'deki "e" nin Türkçedeki "e", "feet" deki "ee" nin ise Türkçedeki "i" olduğu gibi. Yavrunuz böylece "Google" 'a "Gogıl" demeyecektir.

Özellikle sözcüklerin sonundaki "e" 'lerin okunmayacağını anlatın ki 'Skype" 'a "Skaype" demesin.

"Th" 'i doğru telaffuz etmesini sağlayın ki Celal Şengör'den bir anektod ile, üçüncü anlamına gelen "third" 'e bok anlamına gelen "törd" demesin.

İngilizce'de her hecenin Türkçe'de olduğu gibi aynı stresle, yanı aynı hız ve uzunlukla okunmadığını anlatın. İstisnaları saklı, isimlerin çoğunun ilk hecelerinin, fiillerin ise son hecelerinin uzun ve nameli okunması gerektiğini anlatın. Hediye anlamındaki "present" "PREzınt", hediye sunmak anlamındaki "present" "priZENT" dendiğini bilsin.

Her harfin Türkçedeki şekliyle okunmadığının farkında olsun. İngilizce'nin "d" 'si bizim "d" 'ye göre çok yumuşaktır. İngilizce "f" hele eğer ardında başka bir"f" yoksa neredeyse "v" gibi okunur. Ingilizcedeki "W" ise bırakın "v" 'yi, aslen sesli bir harftir. Özellikle birleşik krallıkta, keleme içindeki bir "s", eğer yanında başka bir "s" yoksa çoğunlukla "z" şeklinde okunur.

Unutmayın, bunlar yapılırsa iyi olabilecek isteğe bağlı öneriler değil, dilin ta kendisidir. Birine "Sveden" deyip, İsveç anlamındaki "Sweeden"'ı anlamasını bekleyemezsiniz. Israr ederseniz de altyazı koyuyorlar işte.

Neyse, amacım sıkıcı gramer kurallarını art arda sıralamak değil, sadece bir fikir vermek.

Dil, hele hele Türkiye dışında bir iş, bir yaşam, bir gelecek için bir doktora derecesinden daha önemli ve kullanışlı, "should you ask me!".

İyi geceler...

23 Mart 2019 Cumartesi

Ty Moy Polkovnik!

Moskova'da, Lubyanka meydanında oldukça büyük bir bina, içinde de Rusya'nın en büyük oyuncak mağazası olan Detskiy Mir, yani "Çocukların Dünyası" bulunur.

Aynı meydanın diğer bir köşesinde ise, Rusların biraz da ironiyle "Yetişkinlerin Dünyası" ismini taktıkları, yine oldukça büyük bir bina vardır.

Bu bina, Sovyetler Birliği döneminde KGB'nin yönetim merkeziydi. Bu günlerde ismi KGB'den FSB'ye değişmiş olsa da, fonksiyonu çok da fazla değişmemişti.

KGB merkezine, özellikle alt katlarındaki hapisaneye yolu düşenler, eğer geri çıkabilmişlerse tabi, burada geçirdikleri günleri genelde biraz zor unutma eğilimindedirler.

Albay Dmitry Korsakov, bu binanın ikinci kattaki odasında, yorgunluğunu biraz olsun atabilmek için oturduğu büyük kahverengi koltuğunda geri yaslanmış, gözlerini kapamıştı.

Hafta sonu bir toplantı için Novorossiysk'deydi. Gün boyu yeni istihbarat stratejilerini dinlemiş, sonrasında ise liman güvenlik bürosunda çalışan metresi, yüzbaşı Katia Osinova ile uzun ve votka-yoğun iki akşam geçirmişti.

Sertçe vurulan kapı Albay Korsakov'u hafta sonunun mahmurluğundan, Pazartesinin gerçekliğine döndürdü.

Askeri serlikte bir ses tonuyla buyurdu:

"Vkhodit!"

Kapı açıldı ve içeriye sırım gibi bir üsteğmen girdi. Albayın karşısında hazrola geçti.

"Izvinite Polkovnik!"

Albay ses tonunu biraz yumuşattı.

"Pozhaluysta Sergei, skazhi mne"

"Güney 4D istasyonunun istihbarat raporları Albayım!"

"Spasibo Sergei"

Albay Korsakov masasının üzerindeki paketten bir sigara alıp, Zippo çakmağı ile yaktı. Derin bir nefes çekip, raporu okumaya başladı.

İlk paragraftan sonra yüzü kıpkırmızı kesildi ve istemsizce bağırdı.

"Chertovskiy!"

"Albayım?"

"Türkler S-400'lerden vazgeçip, Patriot almaya karar vermişler!"

"Çok zamansız olmuş Albayım, bu satış bizim için çok önemliydi"

"Yok, onla ilgili değil, Albay Igor'la iddiaya girmiştik, onu kaybettim. Ben Perşembe dönerler demiştim, o da Pazartesi. O kazandı, ona sinirlendim!"

"İçerdeki kaynaklarımız bunu bize bildirmemişler mi Albayım?"

"Türkiye’de her şey o kadar hızlı değişiyor ki, artık içerden istihbarat toplamayı bıraktık Sergei. Bugün Nato'dan çıkıyorlar, yarın Nato'ya kayıtsız bağlılıklarını bildiriyorlar. Ertesi gün AB'den vazgeçip, Shanghai Beşlisi'ne gireceğiz diyorlar, bir sonraki gün de AB'ye niye giriş müzakerelerini açmıyorsunuz diye kızıyorlar. Haftanın tek günleri ABD'ye dayılanıyor, çift günleri de stratejik müttefikleri oluyorlar. İstihbarat Moskova'ya ulaşana kadar fikirleri değiştiği için artık bakmıyoruz bile. Ama iddia için iyi oluyor böyle."

Masanın çekmecesinden bir şişe Stolichnaya çıkarıp, üsteğmene verdi.

"Bunu Albay Igor'a götür Sergei. Ona de ki, bir sonraki şişe bu kadar kolay olmayacak."

Sergei hazrola geçip, şık bir asker selamı verdi.

"Ty moy polkovnik!"

Sergei şişeyle odadan çıkarken, Albay Korsakov da istihbarat raporunun devamını okumaya başlamıştı. Sergei çıkmak üzere açtığı kapıyı fikir değiştirip kapadı ve geri döndü.

"Polkovnik!..."

"Skazhi mne Sergei."

"Matushka Rossiya eski güçlü günlerine dönecek mi sizce?"

"Rusya Ana eski günlerinden daha bile güçlü olacak Tovarishch Sergei. Şüphen mi var?"

"Evet, biraz şüphem var Tovarishch Polkovnik. Ordumuz eskisi kadar büyük değil. Tanklarımız eskidi, uçaklarımız parasızlıktan uçamıyor, denizaltılarımız vakitlerinin çoğunu limanda geçiriyor, füzelerimizin nükleer başlıklarını yenileyemiyoruz."

"Zaman değişti Sergei. Savaşlar artık tanklarla, uçaklarla kazanılmıyor. Elli yıl boyunca bütün paramızı, çocuklarımızın geleceğini, bir kere bile kullanmadığımız nükleer başlıklı füzelere, bunları taşıyan nükleer denizaltılara gömdük. Sonunda ne oldu? İflas ettik, battık. Matushka Rossiya gangsterlerin, kaçakçıların, fahişelerin eline kaldı."

Albay Korsakov biten sigarasıyla yeni bir sigara yaktı ve devam etti.

"Artık savaşmadan kazanıyoruz Sergei. Yankee'lerin dediği gibi bu kez we stole a page from their book. Obama isimli bir kafasız, bize Kırım'ı, Irak'ı, Suriye'yi hediye etti, hem de bir kurşun bile atmadan. Skazhi mne Sergei, soğuk savaş varken Suriye'deki bu üssü almak için kaç nükleer füze atmak gerekirdi, kaç yoldaş askerin kanı akardı?"

Albay Korsakov erin bir nefes alıp devam etti.

"Artık bizim adımıza Araplar, Yankee'lerin adına da Kürtler savaşacak. Irak'ta savaş çıkardılar, Irak İran'ın oldu. Suriye'de savaş çıkardılar, Suriye bizim oldu. İran'da, Türkiye'de savaş çıkaracaklar, her ikisi de bizim olacak. Parmağımızı kıpırdatmayacağız, hepsini bize hediye edecekler."

Sigarasından bir nefes daha çekti.

"Bugün Moskova kapılarına dayanmış, Stalingrad'da binlerce yoldaşın kanını akıtmış Almanya Rusya Ana'nın doğal gazı olmadan yaşayamayacak durumda. Yarın Berlin'de kırmızı, mavi, beyazlı bayrağımız dalgalancak. Bugün vizeyle girdiğimiz Klaipeda'ya gemilerimiz yeniden demirleyecek. Stalin'e vaat edilip, elimizden kaçan İstanbul, yeniden Çar Kenti olacak. Belki Obama artık yok ama yerine geçen Trump, Rusya Ana için ondan çok daha hayırlı."

Albay Korsakov, sesini alçaltarak devam etti.

"Sorunun cevabı Tovarishch Sergei, Rusya Ana geçmiştekimden çok daha güçlü olacak!"

Genç üsteğmen hiç bir şey söylemeden sert bir selam verdi ve geri dönüp yürüyerek odadan çıktı. Gözümden bir damla yaş süzüldü.

KGB binasından çıkmış, Moskva Nehri kıyısında yüksek duvarı ve kubbeleriyle Kremlin'e bakarak yürüyordu.

Kafasının içinde de durmadan aynı şarkı çalıyordu.

"Kalinka, kalinka, kalinka maya,
f sadu yagoda malinka, malinka maya..."

—-

Epilogue:

Diyeceğim o ki, bunların olmasını istemiyorsak, gözümüzü açık tutalım. Ben İstanbul'daki kırmızı ve beyazdan fazlasıyla memnunum. Üçüncü bir mavi renk istemiyorum. Ne Rusyanın, ne Amerikanın mavisi...

21 Mart 2019 Perşembe

Kasmayalım

Sevgili arkadaşlar, uzaklarda olsam da hepimizde seçimdi, ekonomiydi, enflasyondu, dolardı, bir kasılma gözlemliyorum.

Herkes asabi, herkes gergin, herkes ajite durumda.

Kısaca herkes kasıyor.

Kasmayalım.

Diyeceğim o ki beterin beteri var.

Robbie Williams'ı bilirsiniz. Super Supreme, Millennium Robbie.

Adam bir hastaneye gitmiş, aynı anda akıl hastalığı, depresyon, obezite, alkol bağımlılığı, madde bağımlılığı ve kendine güven eksikliğinden tedavi görmüş. Yüzde kırk dokuz homoseksüelim, ama bu zaman zaman yüzde elliyi buluyor diyormuş. Affınıza sığınarak ağızımı bozuyorum, adam ibne mi, değil mi, ondan bile emin değil!

Yani Ingilizcede dedikleri gibi hiçbir özelliği olmayan, run of the mill bir sanatçı!

2016 yılında Robbie efendi on yedi milyon pound 'u bastırıp, Londra'da, Kensington'da bir köşk satın almış.

Kapı komşusu da Led Zeppelin'in efsanevi gitaristi Jimmy Page!

Robbie, evine kapalı bir yüzme havuzu yaptırmak istemiş, ama komşu Jimmy, hayır deyip, işe taş koymuş. Oralarda, yine buralarda olduğu gibi komşu hayır derse kendi evine çivi bile çakamıyorsun.

Durum böyle olunca Robbie önce depresif olmuş tabi. Ama sonra aklına gelen bir intikam planını uygulamaya koymuş.

Hiç durmadan, gece gündüz, müziğin sesini sonuna kadar açıp, Led Zeppelin'in gitaristi Jimmy Page'e Deep Purple dinletmiş!

Robbie depresyondan kurtulmuş. Jimmy'e ise ne olduğunu şimdilik bilmiyoruz.

Gördünüz mü, alemde ne dertler var...

Başka bir öykü.

Herhalde bir çoğunuz Charlie Sheen'i tanırsınız. Two And A Half Men dizisinin unutulmaz Charlie Harper'ı.

Charlie gerçek hayatta, aynı bu dizideki rolü Charlie gibi yaşayan birisi. Yani içki, kumar, karı...

Şu anda biri porno film yıldızı, evli karım dediği iki kadınla aynı anda yaşıyor. HIV pozitif, yani hayata biraz karanlık bakıyor.

Ancak Charlie her zaman böyle bohem değilmiş. Gerçek anlamıyla evlenmiş, çocukları falan bile olmuş.

Bu evliliklerinin birisinin arifesinde, müstakbel karısıyla birlikte akşam yemeği yerken Donald Trump ile karşılaşmışlar. Trump, o zaman başkan değil tabi.

Neyse, Trump işleri yüzünden nikaha gelemeyeceği için içtenlikle özür dilemiş.

Charlie önce biraz şaşırmış, çünkü Trump nikaha davetli bile değilmiş. Ama bozuntuya vermemiş.

Trump ise katılamayacağının verdiği üzüntü ile Charlie'ye unutamayacağı bir düğün hediyesi vermek istemiş. Hemen platin ve elmaslardan yapılma Harry Winston kol düğmelerini çıkarıp, Charlie'ye vermiş.

Aradan altı ay falan geçmiş, sigorta için Charlie'nin bu kol düğmelerinin değerlerini belirlemesi gerekmiş. Bir ekspere gitmiş.

Sonuca inanmayacaksınız.

Kol düğmeleri sahteymiş!

Ne platin platin, ne de elmaslar elmas!

Trump, sahte mücevherlerin tanınmayacağına o kadar eminmiş ki, üzerlerine kendi ismini bile işletmiş.

Bu hikaye doğru mudur, bilinmez. Ama ben Sheen'in bir suç duyurusunda bulunmadığına eminim...

Dert, tasa bu işte.

Nashville'de 2014 yılında bir araştırma yapmışlar.buna göre toplumun yüzde yedisi tanrıya bir park yeri versin diye dua ediyormuş!

Siz de hala turist duasına çıkanlara kızın...

Amerikan resmi Salgın Korunma Ve Önleme Dairesinin, zombi işgaline hazırlıklı olma konulu bir Internet sitesi varmış!

Beka sorunu her yerde var işte...

Eğer rock müzik seviyorsanız Ozzy Osbourne kimdir bilirsiniz.

Bu arkadaşın denemediği alkol, uyuşturucu, vesaire kalmamış. Birgün acil bir uyuşturucu ihtiyacı baş gösterdiğinde burnunu bir kaldırıma dayayıp, bir sıra halinde geçen karıncaları, hort, fort yapıp, içine çekmiş. Zavallı karıncaların bazıları bunun ağızımdan çıkmış!

Bir konser esnasında bir kuğunun kafasını dişleriyle koparmış!

Başka bir kez bir yarasayı ağızına sokup ısırarak kafasını kopartmış. Söylediğine göre yarasayı plastik zannetmiş. Bunun yüzünden kuduz tedavisi görmüş!

İşte böyle.

Bu hayatta derdim var, kafam bozuk demeden bir kez daha düşünmek lazım.

Takmayalım kafaya, kasmayalım. Yoksa bunlar gibi oluruz.

Gününüz güzel olsun.

15 Mart 2019 Cuma

Boeing 737 MAX Kazaları

Bir uçağı havada tutan kanatlarıdır sevgili arkadaşlar. Yerçekimi uçağı aşağı çekerken, uçağın kanatları, uçağı yukarı doğru iterler. Böylece uçak havada kalıp, yoluna devam eder.

İlk bakışta biraz alakasız gelebilir, ancak bir uçağın havada kalması için ileri doğru hareket etmesi gerekir.

Uçak havada ilerledikçe, hava kanatların üstünden ve altından geçer.

Eğer kanatların altından, kanatların üzerindekinden daha fazla hava geçirebilirsek, altta biriken hava kanatları yukarı iter ve kanatlar az önce söz ettiğimiz kaldırma işlevini yerine getirirler.

Çok fizikle baş ağrıtmadan söyleyelim, kanatlar altlarıyla üstlerinde bir basınç farkı yaratırlar, bu basınç farkı da uçağı yukarıya doğru iter.

Yine işin çok aerodinamiğine girmeden, bir kanat uçağın uçuş yönüne parelelken bu kaldırma kuvvetini yaratabilir. İşin aslı tam paralellik yerine kanadın ön tarafı hafifçe yukarı kalkıkken bu kaldırma güçü en verimli bir biçimde kullanılır (kanatların şekilleri de bu kaldırma kuvvetini artırırlar ama konumuz bu değil).

Kanadın ucu yukarı, arkası da aşağı dönükken uçak ilerlediğinde kanadın altına daha fazla hava sıkışır ve alttaki basınç yükselir. Biraz dikkatle arabadayken camı açıp, avucunuzu önce yere paralel uzatın, sonrada parmaklarınızı hafifçe yukarı kaldırarak elinizin yere göre açısını artırın. Basınç farkı elinizi kuvvetle yukarı itecektir.

Ancak tekrar söyleyeyim, bu deneyi araba çok hızlı değilken ve etrafta elinizin çarpacağı başka arabalar, ağaç dalları vesaire yokken çok dikkatle yapın.

İşte bundandır, uçakların kanadı gövdeye paralel değil, küçük bir açıyla yukarı doğru tasarımlanmıştır. Ancak bu açı o kadar küçüktür ki, sadece bakarak bu eğimi çok zor hissedebilirsiniz.

Bu açıya kanadın hücum açısı (angle of attack) derler.

Peki bu hücum açısını artırırsak, yani kanatları yukarı doğru, yani uçuş yönüne dik olmaya başlayacağı yöne çevirirsek ne olur?

Öncelikle kanatların kaldırma etkisi artar.

Bu iyi bir şey gibi gelebilir kulağımıza, ancak artan kaldırma kuvvetinin karşılığında çok ağır bir bedel öderiz.

Sürtünme.

Havanın sürtünme, yani direnç gücü uçağı yavaşlatır. Uçağın hızını korumak için deyimi uygunsa gaza biraz daha fazla basmak gerekir. Unutmayın. Uçak ileri gitmezse kaldırma kuvveti oluşmaz.

Eğer uçağın uçuş yönü yerle paralel değilse kanatların kaldırma kuvveti doğrudan uçağı aşağı çeken yerçekimi ile de karşılaşmaz. Bu da uçağın havada kalması için kanatların normalden daha fazla kaldırma kuvveti yaratmalarını zorunlu kılar.

Hücum açısını artırmaya devam edersek öyle bir noktaya geliriz ki, hızı me kadar artırırsak artıralım, kanatlar hiçbir kaldırma güçü yaratamaz. Çünkü hava artık kanadın üstünden ve altından akmadığından, bir basınç farkı oluşturamaz.

Bu noktada uçak uçmayı bırakır, bir taş gibi düşmeye başlar.

Buna da "Stall" derler.

Peki kanatların hücum açıları değişebilir mi?

Kanatlar uçaklara sabit bir şekilde takılıdırlar, o yüzden uçaktan bağımsız olarak hücum açıları değişemez (Amerikan Deniz Kuvvetlerinin F-8 Crusader uçağı bunun bildiğim tek istisnadır).

Ancak bir uçağın kendisinin hücum açısı değiştiğinde, kanatların da hücum açısı buna bağlı olarak değişir. Kısaca uçağın burnu kalktığında, kanatları da uçak ile birlikte kalkar.

Uçağın hücum açısının stall olmadan ne kadar artacağı, uçağın hızı, yüksekliği ve kanatlarda bulunan flap, slat gibi kontrol yüzeylerinin durumuyla ilgilidir. Ancak çok detaylara girmeyelim.

Önemli olan hücum açısı arttıkça, yani uçağın burnu kalktıkça hızı düşeceğinden, kanatların kaldırma kuvvetinin azalacağı ve bir noktaya geldiğinde kaldırma kuvveti yaratamayacağı, yani stall olacağıdır.

Bu stall durumu çok kaka bir iştir sevgiki arkadaşlar. Özellikle bir yolcu uçağının stall'dan kurtulması çok zordur. Yeteri kadar yüksekteyse uçağın burnunu aşağı çevirip hız kazanmayı, böylece de kanatların üzerinden hava akımını yeniden sağlamayı deneyebilir.

Ama önemli olan bu stall durumuna hiç girmemektir.

Yakın zamanda iki kere düşüp uçuşlarının durdurulduğu Boeing 737 MAX'lerde kullanılan MCAS (Em-kes diye okunuyor), bu stall durumuna düşmeyi önlemek için tasarımlanmış bir sistem.

Yaptığı iş ise, uçağın burnunun iki tarafına takılı iki sensörle uçağın hücum açısını, yani burnunun ne kadar kalkık olduğunu okuyup, uçağın hızı, yüksekliği ve kanatlardaki kontrol yüzeylerinin durumuna bakarak stall olmaya ne kadar yaklaştığını hesaplamak. Eğer uçağın burnu stall olacak kadar kalkmış ise onu aşağı indirmek.

Herkes Endonezya ve Etiyopya hava yollarının 737 MAX'lerinin bu MCAS sistemi yüzünden düştüklerine neredeyse emin.

Her iki uçak da kalkış anında MCAS sisteminin bir stall zannıyla uçakların burunlarını aşağı indirmesiyle düşmüşler.

Cevap bulmaya çalıştıkları soru ise MCAS'in niçin beklendiği gibi çalışmadığı.

İlk izlenim, hücum açısının okunduğu sensörlerdeki bir uyuşmazlık, bozukluk olduğuydu. Şimdilerde daha ziyade bir yazılım sorunundan bahsediliyor.

Boeing 737, 1960'lardan kalma çok eski bir tasarım. İlk uçuşunu 1967'de yapmış, yani benle yaşıt sayılır. Bu da kulağa ilk geldiğinin aksine kötü bir şey değildir sevgili arkadaşlar. Boeing 737 bu elli sene boyunca tasarım sorunları bir bir giderilmiş, olgunlaşmış, dünyanın en güvenli uçaklarından biri olmuş.

Boeing 737'ler yere çok yakındırlar. Neredeyse motorları piste dokunacak zannedersiniz. Bu tasarım özelliğinin amacı motor bakım ve kontrollerinin daha çabuk ve etkin yapılabilmesidir.

Jurassic, Classic ve Nextgen modellerinde bu özellik korunsa da MAX modelinin belkemiği, bu uçağın ekonomik ve sessiz olmasını sağlayan LEAP motorlarının büyük boyu yüzünden Boeing 737'leri biraz değiştirmek zorunda kaldılar.

İniş takımları bu geniş çaplı motorların sığması için yükseltildi, ancak en önemlisi motorlar kanatların önüne, biraz daha yükseğe alındı.

Dananın kuyruğu da işte burada koptu.

Motorların yeni yeri, onlarca yıldır kendini kanıtlamış uçağın aerodinamik karekteristiklerini değiştirdi.

Kimse bunu sesli dile getirmese de uçak stall olmaya biraz daha yatkın bir hale geldi. Bunu engellemek için de MAX'lere konumuz olan MCAS sistemini yerleştirdiler.

Pilotlar aynı uçağın bir modelinden diğerine geçtiklerinde fark eğitimi isimli bir eğitimden geçerler. Adından da anlaşılacağı üzere bu eğitimde sıfırdan başlamak yerine, sadece yeni modeldeki değişiklikleri öğrenirler.

Artık aceleden mi, dikkatsizlikten mi bilinmez, Boeing bu fark eğitiminin programına 737 MAX'lerle birlikte ilk kez kullanılan MCAS sistemini dahil etmemiş.

Buna paralel bir iddaya göre de Endonezyalı pilotlar bilmedikleri bu sistemin devreye girip, uçağın burnunu indirmesi sonucu kontrolü kaybedip, yere çakılmışlar.

Sorun ne olursa olsun, bu kazaların ve 737 MAX'lerin uçuşlarının durdurulmasının Boeing için katastrofik sonuçları olacaktır.

Uçuştan alınıp bağlanan uçakların havayollarında neden olduğu maddi kayıplar bir kenara, MAX'lerin karizması öyle bir çizildi ki, sorun giderilse de birçok kişi bu olanları hatırlayacaktır.

Eminim bu günlerde, Airbus firmasının koridorlarında birçok çalışanın yüzü gülmektedir.

24 Şubat 2019 Pazar

Obez Balina

Jet motorlarının üretimiyle Amerika ile Avrupa, yada Amerikanın doğu kıyısı ile batı kıyısı arasında non-stop uçabilecek yolcu uçakları fikri bütün üreticilerin en önemli hedefi haline dönüşmüştü.

Bu görevi hakkı ile ilk kez bir uçak başarabildi.

Onu bir şarkıyla analım.

But my heart keeps calling me backwards
As I get on the 707
Riding high, I got tears in my eyes
You know you got to go through hell before you get to heaven

Big ol’ jet airliner
Don’t carry me too far away
Oh, big ol’ jet airliner
‘Cause it’s here that I’ve got to stay

Steve Miller bu şarkıda büyük, eski bir jet yolcu uçağıyla, aklını geride bırakıp, evinden uzaklara biraz isteksizce uçuyor.

Bu büyük, eski yolcu uçağı bir Boeing 707.

Boeing, uzun menzilli bombardıman uçağı B-52’nln sekiz motorumdan dördünü, gelmiş geçmiş en sağlam uçak gövdelerinden birine takıp, bu kıtalar arası yolcu uçağını tasarımlamış.

Ama öyle bir uçak yapmış ki, bugün yolcu modelleri hizmetten kalkmış olsa da, tanker, AWACS gibi askeri modelleri halen kullanılıyor. Bu uçaklar askeri hizmetin ağır ve hoyrat kullanımına rağmen, onları uçuran pilotlardan ileri yaşları ile hala taş gibi ayakta duruyorlar.

707 ya da ‘seven oh seven’ lar 1958’de yapılmaya başlanmış ve üretimleri 1979’da durmuş. 1970’lerde THY’de de uçmuş, ama çok uzun bir süredir ana akım hava yollarımda kullanılmıyorlar.

İşin en acı tarafı, bugüne kadar hiçbir 707 ile uçamadım. Bundan sonra da uçabilmemin görünürde bir imkanı yok.

Kıtalar arası uçuşların öncülüğünü Boeing 707'ler yapmış olsa da, büyük kitlelerin ucuz biçimde uzun mesafe seyahat etmelerini olanaklı kılan tam anlamıyla efsane bir uçak vardır.

Onu da bir şarkıyla analım.

Got on board a westbound seven forty seven
Didn’t think before deciding what to do
All that talk of opportunities, TV breaks and movies
Rang true, sure rang true

Ne yapacağını çok da fazla düşünmeden doğuya uçan bir yedi-kırk yediye binmiş. TV'de izlediklerinden orada çok iyi fırsatlar olduğunu düşünmüş. Sonra gittiğinde de ne para ne karı... Kaliforniya'nın güneyine hiç yağmur yağmazmış, o yüzden sızlanıyor.

Konumuz doğuya uçan yedi-kırk yedi, yani Boeing 747. Herkesin bildiği adıyla da Jumbo Jet.

Gördüğüm en güzel uçak desem yeridir. Dört motoru, devasa gövdesi, hemen öndeki first class ile pilot kabininin bulunduğu ikinci katı ve geniş, kondorlu yolcu kabini ile bir kız gibi gökyüzünde süzülür.

Yüzlerce yolcuyu çok uzun mesafelere taşıyabilir. Şarkıda örneğin, kahramanımız Amarika'nın doğu kıyısından batı kıyısına, olasılıkla New York'dan Los Angeles'a uçuyor. Çok uzun, üç saatlik bir zaman dilimidir bu uzaklık. Türkiya ile Portekiz ya da İngiltere arası, meridyen hesabıyla sadece iki saattir, siz hesaplayın.

Jumbo ile ilk tanışmamız bundan otuz sene öncesinde olmuştu. TWA'in bir 747-200 modeliyle Atlantik’i geçmiştim. İyi de etmişim. Artık bu klasik modeller hepten hizmetten kaldırıldı.

Sonrasında her fırsatta, planları bir kaç gün erteleme ya da öne çekme pahasına 747-400'lerle uçtum. Hele birinde Frankfurt'tan Seul'e, business class'ta ilk sırada uçmuştum, ki bilenler bilir, Kamil Koç'ların 302'lerindeki iki numarası gibi bu uçağın en güzel koltuğudur. Pilot kabini üst katta olduğu için business class'ın en ön sırası uçağın tam burnundadır ve burun konisi mağara gibi önünüzde açılır. Uçakta değil, bir sinema salonundaymışsınız izlenimini verir.

Başka bir kez aynı koltuğu bir Buenos Aires uçuşu için almıştım ama Luftwafe öndeki boşluğu bir dolap ile kapamıştı ve bu duruma çok içerlemiştim.

Boeing 747'ler 1970'lerde ticari uçuşlarına başladılar ve bugün hala üretiliyorlar.

Şimdi yavaş yavaş konumuza girelim.

Boeing 747, Boeing firmasını ihya etmiş, yarım asır boyunca ona milyarlar kazandırmış rakipsiz bir uçaktır.

Hal böyle olunca Avrupalılar da bu büyük uçak pazarından pay kapmak için harekete geçtiler.

Avrupalılar nedense "en" 'lere çok meraklıdırlar.

Bu yüzden 747'den biraz küçük olsa da hala büyük ancak çok daha uzun menzilli, hatta dünyanın "en" uzun menzilli uçağı A-340'ı yaptılar.

Bu uçak hiç yere inip, yakıt ikmali yapmadan dünyanın yarısını geçebiliyordu.

Ancak bunun bir bedeli vardı. Neredeyse uçan bir tanker olan bu uçak, ihtiyacı olan yakıtı taşımak için de ekstra yakıt taşımak zorunda kalıyordu. Bu sebeple hiç de ekonomik değildi. Emirates gibi hava yolları, Londra'dan Sydney'e uçmak isteyen yolcuları ekonomik iki motorlu uçaklarla Dubai'ye taşıyıp, orada bir gün ağırlayıp, Sydney'e, Singapur'a, Hong Kong'a vesaire, rahat, yol yorgunluğunu atıp dinlenmiş ve Dubai'nin shopping mall'larında para harcamış bir biçimde taşıyabiliyorlardı.

A-340 da bu nedenle ölmeye mahkum bir uçak haline geldi. Airbus bu noktada akıllı bir hamle yaptı ve A-340'ın iki motorunu atıp, gövdesi neredeyse A-340 ile aynı A-330'u üretti. Bu uçak belki "en" uzun menzilli uçak olmadı ama aptal gibi tonlarca yakıt taşımak için tonlarca yakıt yakmadığımdan, A-340 konforunu hava yollarına çok daha ucuz bir platformda sağlayarak Airbus'a "en" çok para kazandıran uçaklardan biri oldu.

Bu "en" tutkusunun havacılıktaki en acıklı kurbanı ise Concorde'dur.

Bu uçak dünyanın "en" hızlı yolcu uçağıdır. Gerçek bir mühendislik harikasıdır. Dünyanın bence gelmiş geçmiş en güzel görünümlü uçaklarından biridir.

Sesin iki katından fazla bir hızda uçar. Bu hızın yol açtığı sürtünme yüzünden o kadar ısınır ki, havada boyu yirmi santim uzar. Yere indiğinde ısıdan dolayı pencereleri hala sıcaktır. O kadar yüksekten uçar ki, yolcular dünyanın eğimini görebilir. Londra'dan kalktığı saat, New York'a indiği saatten daha ileridir, yani saat sabah sekizde Londra'dan kalkıp, New York saatiyle sabah yedide inmiş olur.

Ancak bir benzin canavarıdır. Sadece kapıdan pistin başına gitmek için iki ton yakıt yakar.

Daha da kötüsü, ses hızının üzerinde uçtuğunda çok gürültü yapar, hiç kimse de haklı olarak tepesinden Concorde geçerken camının, çerçevesinin kırılmasını istemez. Bu yüzden de sadece okyanus üzerinde ses hızının üzerine çıkabilir. Bir uçağı hem düşük, hem yüksek hızlarda ekonomik uçacak şekilde tasarımlayamarsınız. Concorde da doğal olarak yüksek hızlara optimize edilmiştir. Ses hızının altında uçarken tam bir felakettir. Bundandır ki okyanus üzerinde değilken bütün avantajını kaybeder. Amerika ve Avrupa üzerinde sesten hızlı uçamadığı için kullanılamaz.

Düşünün, Zürih'ten New York'a gideceksiniz. Aktarma sonrası Heathrow'da transfer, kontrol, güvenlik, kapıda yarım saat, uçakta yarım saat, taksi, vesaire bir yarım saat daha ve alın size dört saat. Üç saatlik Concorde uçuşunu da ekleyin, oldu mu size yedi saat?

Buna bir de hedefiniz New York değil ise Amerika içi uçuşu eklediğinizde on iki, on üç saati buluyorsunuz. Halbuki Boeing 747, 767 ya da özellikle 777 ve 787 gibi Concorde'a göre kat be kat ekonomik bir uçakla, non-stop altı-yedi saatte dangadanak final destinasyonunuza ulaşabilirsiniz. Hem daha az zamanda, hem de ÇOK daha ucuza.

Al takke ver külah, enflasyon, erken bilet falan, gidiş-dönüş bir kişi için Paris-New York uçuşu 15 bin dolardı. Biz daha geçen Cenevre-New York gidiş dönüş, üç kişi için toplam bin iki yüz dolar ödedik.

Kısacası Concorde ölü doğmuş bir uçaktı.

Yapan devletlerin sübvansiyonuyla sadece İngiltere ve Fransa kullandı, zarar etmelerine rağmen namımız yürüsün deyip, hizmette tuttular. Sonra da benim gibi havacılık tutkunlarını üzüntüye boğarak hizmetten kaldırdılar.

Söylemek bile gereksiz, Concorde ile hiç uçmadım. Personelin rahatını fazlasıyla ön planda tutan eski şirketim bile Concorde ila yapılacak iş gezilerini haklı olarak imkansıza yakın koşullara bağlayan bir kısıtlama getirmişti.

Neyse. Concord'a da Michel Sardou'dan bir şarkıyla veda edelim.

Le soleil, la nuit,
Tout concorde.
New York et Paris,
Tout concorde.
L’espace et le temps,
Les larmes et le sang,
Tout concorde.

Gün ışığında, gecede, hep Concorde. New York, Paris, hep Concorde, uzayda, zamanda, gözyaşında, kanda, hep Concorde!

Bugünlerde, Avrupa havacılığı bu "en" merakına acılı bir kurban daha verdi.

Airbus, A-380 modelinin üretimini sonlandıracağını açıkladı.

Boeing'in 747 ile yakaladığı güzel kardan pay almak isteyen Airbus, 747'den çok daha büyük, tüm gövde boyunca iki katlı, 800 yolcu taşıyabilen devasa bir uçak tasarımladı.

Ancak A-380, kız gibi Boeing 747'nin yanında obez bir balina kadar çirkin kalmıştı.

Bu uçakla uçan pilotlar teknolojisini yere göre koyamasalar da, izlediğim bir kaç belgesele dayanarak söyleyebilirim ki bu uçak bir bakım faciasıydı. Uçağı uçabilir halde tutmak havayollarını çıldırtıyordu.

A-380 tam olarak dolduğunda ekonomik sayılabilecek maliyetlerle uçabiliyordu, ne var ki gerçek hayatta bu uçağı doldurmak o kadar da kolay değildi.

Yukarda Concorde'u anlatırken değindiğimiz "hub" modeli, yani yolcuları sağdan soldan hub şeklinde kullanılan merkezi havaalanlarına getirip bir uçağa tıkıştırmak Concorde gibi sesin iki katında uçan hızlı bir uçakla bile uzun sayılırken ses hızının altında uçan A-380 için nasıl çalışabilirdi?

Bir de yüzlerce yolcuyu indirip, bindirmek ÇOK uzun zaman alıyordu. Bu kadar yoğunluğu bir çok havaalanı kaldıramayacak durumdaydı.

İki motorlu ekonomik ve uzun menİlli uçaklarla her yerden her yere uçmak mümkünken, sadece A-380'le uçtum deme için hangi akıllı yolcu saatlerini kaybetmeyi kabul ederdi?

A-380'e prensipte sadece Fellahlar ilgi gösterdi. Dubai hub'ını kullanarak bu uçakları doldurabileceklerini düşündüler, o bile olmadı.

Bir çok havayolu A-380 yerine Boeing'in ekonomik başarısı 777 modeline yöneldi.

Dünyanın "en" büyük yolcu uçağı A-380'de yolun sonuna geldi, hem de elli yaşındaki rakibi Boeing 747 hala üretimde kalırken.

A-380 için yazılmış bildiğim bir şarkı yok. Belki onu bir yalelli ile anabiliriz, ona da söz yazmak gerekmiyor malumunuz..

Şimdi tek hedef, havayolları bu zarar makinesini tamamen çöpe atmadan, onla bir kere uçabilmek.

Sevgi ile kalın.

19 Şubat 2019 Salı

Mutluluğun Matematiği

Facebook arkadaşlarımı konuşulan dile, ortak konulara göre bir kaç listede topladım. Örneğin müzik ile ilgili bişeyler yazdığımda, ilgilenmediği için sadece sinirini kaldıracağına emin olduğum kişileri baymamak amacıyla paylaşımı görebileceklerin dışında tutmaya çalışıyorum. Yine Türkiye dedikodularını Türklere saklıyor, Türkçe paylaşımları sadece Türkçe konuşanlarla sınırlı tutuyorum.

Bu ayrım sayesinde de biraz istatistik yapma şansım oluyor.

Türk-yoğun listelere baktığımda elbette bir iki istisna dışında hep sinir görüyorum. Akepe’ye kızanlar, Atatürk methiyeleri, ülkede kötü giden herşey, hükümetin ettiği tutarsız laflar genellikle melodramatik bir fotoğrafın üstüne, çoğu zaman berbat bir Türkçe ile yazılıp paylaşılmış. Hayat pahalılığı, gelecek korkusu, haksızlıklar, tutarsızlıklar, şehitler, ekonomi, dış politika, eğitim, seçimler, hileler, hülleler ağır bir sağanak biçiminde yağıyor - lütfen İsviçreden sallamak kolay, yiyiyorsa gel burada yaşa demeyin, bu yazılanların çoğunlukla doğru ve haklı olduğunu düşünüyorum ancak biraz sabır, bu konuya daha sonra geleceğiz.

Yabancı yoğun listelerdeki paylaşımlar ise bir iki Fransız arkadaşın arada salladıkları hafif doz siyaset dışında neredeyse hiç siyaset içermiyor. Çoğunlukla müzik, şarap, dağcılık, bisiklet, kayak, resim, arkadaş toplantıları, vs.

Geçenlerde buralı biriyle geyikliyorduk, konu Orta Doğu'ya, biraz da Türkiye'ye geldi. Arkadaş bu ülkelerde gezinmiş biri, biraz da yerinde gözlemlediği için sordu:

"Türkiye'de insanlar hep kaşları çatık, hep gergin, hep agresifler. Nedir bunun sebebi?"

Hemen bir artı bir yapıp, hiç düşünmeden cevapladım.

"Ülkenin haline baksana, insanlar bu koşullarda mutlu olabilir mi?"

Sonrasında konu dağıldı, başka şeyler konuşmaya başladık.

Ancak arkadaşım gittikten sonra kafamın içinde bir kenara kaldırdığım bu konuya geri döndüm.

Acaba gerçekten ülkenin koşullarının kötülüğünden dolayı mı hep mutsuzduk?

2004 yılında tatil için Brezilya'daydım. Salvador Da Bahia kentine akşamın geç bir saatinde ulaşmıştık. Tam otele gidip uyumayı düşünürken beraber seyahat ettiğim arkadaşımla kendimizi bir karnavalın ortasında bulduk. Ne karnavalı, kimin karnavalı bilmiyorum, zaten oralarda deliye her gün karnaval.

Saat sabahın üçü, gözüm genç bir kadına takıldı. Giysileri gerçekten kötü, ucuz şeyler, belli ki parası yok. Göğsünün üzerinde, boynuna asılmış daha zar zor birkaç aylık bebeği, o saatte mutlu mutlu dans ediyordu. Sonra kocası da geldi. O da dilenci gibi giyinmiş, bakımsız, fakir biri. Elinde bir şişe kaşasa dedikleri rom, önce kendisi şişeden bir fırt aldı, sonra karısına bir fırt ikram etti, karısını dudaklarımdan aşkla öptü, beraber dans etmeye devam ettiler.

Yine ertesi akşam Bahia'nın geleneksel bir restoranında yemek yiyiyoruz. Geleneksel restoranın geleneksel masaları kelimenin tam manasıyla geleneksel araba yolunun dangadanak ortasında. Abartmıyorum. Arabaların geçebilmesi için sadece yolun birazına masa koymamışlar. Karşı kaldırımda da sokak çalgıcıları, ama davuluyla, saksafonuyla tam tekmil bir caz orkestrası, tatlı tatlı Mendes, Jobim falan çalıyor.

Hediye kolyem
Saçları neredeyse kazınmış kadar kısa, incik boncuk satan on iki, on üç yaşında bir çocuk yaklaştı masamıza. Dikkatli bakınca farkettim, erkek değil bir kız çocuğu.

Ben refleksle sağol, istemiyorum dedim, arkadaşım ise getir bir bakayım dedi, sonra da parasını verip bir kolye aldı.

Kız ticareti tamamladıktan sonra benim yanıma geldi, bir kolye seçip, boynuma taktı.

"This is yours mister, keep it" dedi.

Az önce istemiyorum deyip terslemiş gibi olduğumdan içime dert olmuştu zaten, hemen cüzdanımı çıkarıp parasını vermeye kalktım. Gülümsedi, omuzuma dokunup...

"No momey, this is from me to you" deyip uzaklaştı.

O zamanın Brezilya'sı yeminle bu günkü Türkiye'den kat kat kötü. İnsanlar aç. Organize suç gırla gidiyor. İşsizlik, enflasyon, parasızlık, adaletsizlik, fuhuş, şiddet... İnsanlar tenekelerden yaptıkları gecekondularda yaşıyorlar.

Ama insanlar mutlular.

Sadece Brezilya değil, gördüğüm diğer bir kaç Latin Amerika ülkesini de referans alarak söylüyorum, çoğu mutlu, hem de gerçekten mutlu. Hayattan zevk alıyorlar.

Hem de ortalama bir İsviçreliden bile daha fazla mutlular.

Durum böyle olunca çok düşünmeden doğru kabul ettiğim, Türklerin yaşam koşullarının kötülüğünden dolayı mutsuz oldukları teşhisim kafamda yavaş yavaş çatırdamaya başladı.

Peki koşulların kötülüğü değilse neydi Türkerin mutsuzluğunun nedeni?

Bu soruyu doğru şekilde cevaplamak için tarihin en kesin sonuç veren bilim dalına başvurdum.

Matematik!

Eğer mutluluğu matematiksel olarak bileşenlerine ayırıp, tanımlayabilirsem, Türklerin kronik mutsuzluğunu açıklayabilirim dedim kendi kendime.

Ve aşağıdaki formüle ulaştım.

Mutluluk = Zevkler / Hoşnutsuzluklar x 100

Aslında aynı formülü Mutluluk = Zevkler - Hoşnutsuzluklar şeklinde de yazabilirdik ama ortaya çıkan mutluluğun bir kilo, elli santim falan gibi bir ölçü birimi olması gerekirdi.

Hoşnutsuzluk = -Zevk dersek, her ikisinin de aynı birimle ölçüldüğünü varsayabiliriz. Böylece Mutluluk = Zevkler / Hoşnutsuzluklar yazdığımızda pay ve paydadaki aynı ölçü birimleri birbirini götürür, 100 ile çarparak da ölçü birimi olmayan üniversal bir mutluluk yüzdesi hesaplamış oluruz.

Yazdığımız formülden mutluluğun iki komponentten oluştuğunu gördük. Zevkler ve Hoşnutsuzluklar.

Türkiye'de işler kötü gidiyor dediğimizde işte bu iki komponentten hoşnutsuzluğu kast etmiş oluyoruz.

Yani Hoşnutsuzluklar sayısının içinde işsizlik, ekonomi, gelecek korkusu, eğitim, dış politika, yaşam biçimi gibi endişelerin tümü bulunur.

Elbette bunlara ülkeye bağlı olmayan gönül kırıklıklarını, karı dırdırını, koca dayağını, kaynana müdahalelerini, patronun aşağılamalarını, terfi edememeyi, kıskançlığı, arkadaş kavgalarını falan da eklemek gerekir.

İşte burada ilginç ve sıradışı bir önerme yapacağım.

Diyeceğim ki, yaşadığı ülke, cinsiyeti, dini, ırkı, dili, geliri, statüsü, titri ne olursa olsun bu hoşnutsuzlukların toplamı her insan için aynıdır.

Gerçi zevk ve hoşnutsuzlukların ortak ölçü birimini bilmiyoruz dedik, ama hadi derdimizi daha iyi anlatabilmek için bu afaki birime "Mut" diyelim ve atıyorum bir Norveçli için de, bir Türk için de, bir Suriyeli göçmen için de hoşnutsuzlukların toplamı her zaman 1000 Mut olmuş olsun.

Oğlum manyak mısın, mesela yüksek geliri, toplumsal bilinci, bireylerin eşitliği, ülkesinin temizliği, düzeni ile bir İsviçrelenin "Mutsuzluğu" ülkesi savaşta, evi yıkılmış, çoluğu çocuğu aç açıkta bir Suriyeli göçmenki ile nasıl aynı olur?

Bir İsviçreli ofis arkadaşım vardı. Ofise başka birini görmeye gelen bir kaç kişi - o zamanlar ofiste sigara içmek serbestti, aynı anda sigaralarını yaktılar diye o gece uyuyamadı. Bu kabul edilemez bir düşüncesizlik ve saygısızlıktı. Ofis hafifçe dumanlanmıştı. Böyle toplantıda sözümü kesti, sabah bana bonjur demedi diye ağlayan, uykusu kaçan, sinirlenen bir çok kişiyi şahsen tanıyorum.

Burada duyarsızlık yapmak istemiyorum, elbette Suriyeli göçmenin sorunlarının sonuçları çok daha ciddi ve önemlidir, ancak sonuçta o Suriyeli göçmen de benim Swiss arkadaşım da gece yatağına yattığında aynı geceyi uykusuz geçirmiş oluyor.

Her iki insan da bence aynı derecede mutsuzdur.

O yüzden formülümüzü aşağıdaki gibi revize edebiliriz.

Mutluluk = Zevkler Mut / 1000 Mut x 100

Anahtar noktaya geliyoruz.

Bir insanı mutlu eden hoşnutsuzlukları değil - çünkü her insan farklı şeyler için olsa da aynı derecede hoşnutsuzdur, hayattan almayı becerebildiği zevkleridir.

Daha da ileri giderek ikinci bir önerme yapayım, mutlu olabilmek için zevklerin hoşnutsuzluklardan daha fazla olması da gerekmez. Kısaca %25 gibi bir mutluluk oranı insanın kendisini mutlu sayması için yeterlidir.

Mutlu İnsan = Zevkler Mut / 1000 Mut x 100 >= 25

Denklemi çözersek:

Zevkler >= 250 Mut

Ya da:

Zevkler >= 1/4 Hoşnutsuzluklar

Yani hayattan zevk almak, alabilmeyi bilmek! Mutsuzluklarımızın dörtte biri kadar mutlu olabilirsek öldüğümüzde yüzümüzde bir gülümseme kalır.

Arzuhalim işte budur.

Türk milleti olarak mutsuz olma sebebimiz ülkenin hali değil, hayattan zevk almayı bilmememiz ya da unutmuş olmamızdır.

Çevremde birçok kişi bu hayattan zevk almama sorununu dine bağlar. Ben aynı görüşte değilim.

Sorun bence din değil, muhafazakarlık ismini verdiğimiz bu anlaşılmaz, anlamsız, tanımı meçhul, kaynağı şaibeli, çağdışı yaşam şeklidir.

Aydını, cahili, ilericisi, gericisi, kimse bu muhafazakarlığa bağışıklı değildir.

Karşı cinsiyeti yirmi beş yaşında tanımış, kafasındaki şablonlarla evlenmiş, hayatı birbirlerine zehir etmiş, kırk yaşında da boşanmış çok 'aydın' tanıyorum.

Akşam dışarı çıkıp bir kadeh şarap içmeyi gericisi günah, aydını zararlı sayarken gidip dörtte biri dibine kadar doymuş yağlı kebapları yiyen, siroz yerine kalp krizinden ölen ya da ölecek olan çok er kişi var aramızda.

Bu akşam karımla güzel vakit geçireyim diye traş olmak, üzerine doğru düzgün bir şeyler giymek yerine at hırsızı gibi pijamayla oturan bir çok erkek, dışarı çıkarken değil, eve kocasının yanına geldiğinde makyaj yapıp, güzel bir şey giymek yerine altına gri eşofmanı geçirip çekirdek çitleyen bir çok da kadın tanıyorum. İleri, geri, aydın, cahil, hüloooğğğ, çav bella, aynı hepsi.

Yine hayatta başka kadın ve erkeklerin olduğunu kırk yaşından sonra farkedip azan, evde iki çocuğu bırakıp, liseli aşığı oynayan bol bol aile babaları, aile anaları var.

Gönül yarasını, böyle şeyleri kaldıracak, iki gün sonra da unutacak on altı yaşında yaşamak yerine kırk yaşında yaşayıp tırlatan, ya karıyı, olmazsa kendini vuran/vurabilecek milyonlarca 'muhafazakarımız' var.

İşte İsviçreli ile, Norveçli ile aramızdaki fark bu.

Hepimiz aynı derecede mutsuz olsak da onlar hayattan zevk almayı becerebiliyorlar. Müzik yapıyor, resim yapıyor, kayak yapıyor, bisiklete biniyor, dağlara tırmanıyor, denizlerde yüzüyor, tiyatroya gidiyor, hatta tiyatro yapıyor, sinemaya gidiyor, evlendiğinde pijamayla TV seyretmeyip, fit olmak için egzersiz yapıyor, arkadaşlarıyla toplanıp, iki kadeh içkisini içiyor, stres atıyor, kısacası hayattan zevk alıyor.

Böylece mutluluk seviyeleri %25'in üzerine çıkıyor.

Facebook’a da özlü söz, Türk milleti, atam sen kalk ben yatam değil hayattan aldığı zevkleri koyuyor.

Elbette yukarda saydığım aktiviteleri yapan birçok fellow Türk kişiyi tanıyorum ama tartışmayı uzatmamak için söylemiş olayım, çoğu bunları hayattan zevk alacak kadar yapmıyorlar.

Arzuhalim budur, kızmayın bana. Niyetim kötü değil, sadece fikrimi zikrettim.

Herkes mutlu olsun ❤️

13 Şubat 2019 Çarşamba

Yaşlandım Ama Ölmedim - Yeni iMac

Yaşlandığınızı nasıl anlarsınız?

Ben geçenlerde bilgisayarıma baktığımda anladım.2011 yılında almıştım onu. Zamanında canavar gibi bir Mac'di. Sekiz sene sonra hala çalışıyordu ama bir sütçü beygiri gibi.

Hızlı zamanlarımda senede üç kez bilgisayar değiştirirdim - kendim yapardım o zamanlar. Ağzımın tadında olsun diye her parçasını da tek tek seçerdim, zevkle işletim sistemini kurar, fine tune ederdim.

Sekiz senelik bilgisayara bakıp, boşver lan (burada sansür var), kim uğraşacak şimdi yeni bilgisayarla, onu install et, bunu düzelt falan diye diye bu güne geldim.

İşte o an yaşlandığımı anladım.

Sonra kendi kendime yaşlı olabilirsin ama daha ölmedin, kaldır kıçını dedim, kendime yeni bir iMac aldım.

Bilgisayar işinde sekiz senelik bir teknoloji farkı yontma taş devriyle İnternet çağı arasındaki| farka benzer. Yeni bilgisayarı kurduktan sonra uzun bir süre hangi aksam eskiye göre "kaç kat" hızlı çalışıyor, onu hesaplamakla uğraştım.

Aranızda sekiz yıl bekleyip, benim kadar dramatik bir upgrade yapanınız yoktur eminim ama yine de deneyimimi sizlere anlatayım, eğer yeni bir iMac almaya niyeti olanınız varsa belki bir fikir verir.

Şu sıralar bir bilgisayar almak için gerçekten iyi bir nedene ihtiyaç var sevgili arkadaşlar. Amacınız İnternet surfing, email, biraz da oyun oynamaksa eskisi gibi bilgisayar başına çökmeye gerek yok. Birçok kişi bugünlerde sadece bir cep telefonu ile bu işleri ve çok daha fazlasını rahat rahat yapabiliyor.

Yok minicik bir ekrana bakmaktansa biraz daha ağızınızın tadıyla bir IT deneyimi yaşamak isterseniz, iPad tanrıların bir hediyesi durumuna dönüşüyor. Yatakta, banyoda, tuvalette, yolda, uçakta, gemide, uzay mekiğinde, her yerde keyifle emaillerinizi okuyabilirsiniz. İşin aslı ben iPad üzerinde Photoshop ile bilgisayarda yapabildiklerimin en az yüzde ellisini rahat rahat yapabiliyorum. Yine iPad üzerinde yazılarımı yazabiliyor, dizi ve diğer filmlerimi izleyebiliyor, en önemlisi müzik dinleyebiliyorum. Eskiden koca iki hoparlör, amfi, kasetçalar, pikap falan gibi aletleri bir araya getirip, evdekileri uyandırmadan sesi biraz daha açabilir miyim diye düşünürken, şimdi beş küsür bin şarkıyı iPad'e koyup, bluetooth bir kulaklıkla mükemmel müziğe doyuyorum.

Kısacası bir bilgisayar alıp, başına çökmek için gerçekten geçerli bir sebebiniz olması gerekiyor.

🐝Mezzy🐝 dahil hepimizin birer iPad'i var. Jelena ile bazen evde birbirimizi Facetime'lıyoruz! 🐝Mezzy🐝'nin iPad'i için yirmi dolara Amazon'dan lastik bir çerçeve aldık. Ama Alman nasıl yaptıysa 🐝Mezzy🐝 o iPad'i üst kattan aşağı attı, çizilmedi bile. Çizgi filmlerdeki gibi üzerinde tepiniyor, duvara fırlatıyor, iPad duvara çarpıp zıplıyor ve geri düşüyor. Yine bir çizik bile yok.

Kısacası iPad, yada başka bir tablet gündelik işler için yetiyor da artıyor.

Ben iMac'i programlama, web tasarımı ve fotoğraf editlemesi için kullanıyorum. Aktif olarak çalışan beş tane web sitemiz var, bunları da bir iPad ile ayakta tutmam olanaksız. Ucuzluktan aldığım bir portable Macbook Pro'm var ama fotoğraflar için 27 inçlik büyük bir ekran gibisi yok.

İşte bu duygu ve düşüncelerle yeni iMac'in kutusunu açtım. Boyu eski iMac ile aynı olsa da yeni iMac o kadar incelmiş ki, acaba arkaya başka bir parça mı takılıyor diye bakındım.

Evet, yeni iMac çok daha ince, ancak bu incelik bir CD Drive'a patlamış. Yeni iMac'lerde çoktandır bir CD Drive yok.

Bu çağda ne yapacaksın bir CD Drive'ı diye sorarsanız, arabamda hala bir CD Changer var, ona CD yazmak için kullanıyorum. N'apayım, sizler gibi USB Stick'li, Bluetooth'lu bir müzik sistemi yok arabada. İşin komiği araba daha yeni yüz bin'i devirdi, yani bir on sene daha rahat rahat kullanabiliriz. Arabayı değiştirmeye de kıyamıyorum, çok seviyorum falan. Ha bir de yenisi çok pahalı deyip bırakalım, konumuz araba değil 😛 Sözün kısası bir süre daha CD yazmaya devam etmek gerekecek.

Aşağıda bir yerde on beş sene önce aldığım external bir CD Writer vardı. Neyse ki yeni iMac ile çalıştı, ben de CD sorunumu halletmiş oldum.

Ancak işler yeni iMac'i prize takıp, çalıştırınca değişti. Bu iMac'in "Retina" bir ekranı var ki, eskisine göre beni birkaç çağ atlattı.

Bana sorarsanız bir 27 inch iMac ekranı, paranın satın alabileceği en güzel görüntü veren ekranlardan biridir. Ancak üstüne bu ekran bir de "Retina" olunca olay nirvana seviyesine ulaştı böyle.

Hemen bu Retina işini anlatayım size kısaca.

Biliyorsunuz, dijital cihazlarda bir görüntü pixel isimli noktalardan oluşur. Bu pixel'ler ne kadar küçük olursa o kadar az farkedilir ve görüntü de o kadar yumuşak olur.

Bir Retina ekranda bu noktalar o kadar küçük, o kadar yoğundur ki gözlerimizle normal bir bakma uzaklığından bu noktaları seçemeyiz.

Kısa bir örnek, ekranı Retina olmayan eski iMac'de her inch üzerinde 109 pixel var. Retina iMac'de ise bu sayıyı her inch üzerinde 218 pixel'e yükselmiş. Hemen iki katı yoğunluk diye atlamayıp, iki boyutlu düşünelim, Retina iMac'lerde yoğunluk eskilerine göre dört kat artmış.

Bu ölçü birimine ppi, yani pixels per inch derler. Retina 27 inch iMac'lerdeki 218 ppi aslında çok yüksek sayılmaz. Bir iPhone X'de mesela bu sayı 458 ppi'a çıkar. iPhone X'in 5.8 inch'lik küçük ekranında bu yoğunluğun getirdiği pixel sayısıyla uğraşmak mühendislik bakımından çok zor değildir. Ancak Apple eğer 458 ppi'lık aynı yoğunluğu iMac'in 27 inch'lik ekranında kullansaydı belki yoğunluk 16 kat yükselecekti ama garip grafik kartı da zilyonlarca pixel ile uğraşmak zorunda kalacak ve herhalde garip bilgisayarı bir buzdolabında soğutmak gerekecekti.

Ez cümle, 218 ppi... Good!

Yeni ekran bu haliyle 5120 x 2880'lik, kısaca 5K'lık bir çözünürlük sağlıyor ki, bu en baba 4K video'dan bir 1000 pixel daha yüksek. İşin aslı kendi ekranının üstüne, yeni iMac'e bir 5K yada iki 4K ekran daha bağlayabiliyorsunuz.

Ez cümle, yeni iMac ile ekran ve çözünürlük sıkıntımız yok.

Yeni iMac ile iki yenilik daha geldi. Biri klavye, öbürü mouse.

Yeni klavyenin ayrı bir rakam tuşu ve PC'lerden alıştığımız Home, End, PgUp, PgDn, Delete galan gibi tuşları var. Eski klavye küçüklüğüyle estetik olarak güzel dursa da, yeni klavye çok daha kullanışlı.

Ancak gecenin sürprizi, hem klavye, hem de mouse artık pil gerektirmiyor. Yanlış anlamayın ikisi de kablolu değiller, sadece içlerinde bir yerde şarj edilebilir pilleri var.

Eski klavyeyi, özellikle mouse'u kullananlarınız bilir, her iki haftada falan bir pil değiştirmek gerekirdi. Yeni mouse için Apple iki ay şarja gerek yok diyor. Henüz iki ay olmadı bilgisayarı alalı, ancak kurum esnasında non-stop 18 saat kullanımdan sonra mouse'un pili %90 dan %87'ye düştü. Yani şarj evladiyelik.

İşin daha da güzel tarafı klavye ve mouse'un nasıl şarj edildiği.

Her ikisinin de üzerinde birer Lightning Port'u var. Yani iPhone'u şarj ettiğiniz port. Bir iPhone kullanıyorsanız, zaten her daim iMac'e takılı bir Lightning kablosu vardır. Yapacağınız tek şey iki ayda bir bunu mouse'a takmak. Bir iki dakikalık şarj bir günlük kullanıma yetiyor, tüm pil de iki saatte doluyor.

Ez cümle, klavye ve mouse, Hallelujah!

Evde müzik, video, fotoğraf falan gibi paylaşılabilir medya için NAS denilen bir file server kullanıyorum. Bütün fotoğraflar ayrıca iMac'e bağlı bir external hard disk üzerine backup'lı. Bu backup diski de cloud'a backup'lıyorum. Biraz paranoya ama olsun o kadar.

Yukarda bahsettiğim hard disk iMac'e bir USB port üzerinden bağlı. Diskin kendisi USB 3.0 dedikleri standarda sahip olsa da sütçü beygiri iMac'in üzerinde sadece USB 2.0 portları var. O yüzden bu diske bir şeyler yazmak el yazısıyla kitap çoğaltmak gibi bir şey.

Yeni iMac'in üzerinde İse koç gibi dört tane USB 3.0 portu var. Backup hard disk uçuyor!

Biraz rakamlarla konuşmak gerekirse USB 2.0 saniyede 50 Megabyte, USB 3.0 ise saniyede 625 Megabyte bilgi taşıyabiliyor. Yani benim backup disk on kat falan hızlandı!

Çok detayına girmeden bir fikir verme bakımımdan bir harf çoğunlukla 1, "ç", "ğ" gibi egzotik harfler için de 2 Byte yer kaplar. 1 Megabyte = 1024 Kilobyte, 1 Kilobyte de 1024 Byte'dır. Kısaca USB 3.0 saniyede 1024x1024x625 harf taşıyabilir (aslında biraz daha az, çünkü 625 Megabyte/saniye'lik kapasitenin birazı disk ile bilgisayarın gönderilen verini doğru gidip gitmediğini anlamak için haberleşmelerinde kullanılır - bak gönderiyorum, tamam gönder, yakala, tuttum, ne yollamıştın, şunu yolladım, tamam doğru gibi).

Yine çok sık kullandığım fotoğraf makinelerindeki SD kartların okuyucusu da içerden başka bir USB portu ile bilgisayara bağlanır. Bu port aynı harici portlarda olduğu gibi eski iMac'da bir USB 2.0, yenisinde de bir USB 3.0 portudur,

SD kartlarının çoğu USB 3.0'ın 625 Megabyte/saniyelik kapasitesinin tümünü kullanacak kadar hızlı olmadıklarından yeni iMac'de on kat daha hızlı çalışmadılar ama yine hissedilebilir kadar hızlı veri transferi yapıyorlar.

Çok bir işe yaramasa da yine dahili bir USB port'a takılı, ekranın tepesindeki kamera da hem daha hızlı, hem de biraz daha yüksek çözünürlükte çalışıyor. Teorik olarak çözünürlüğü 720'den 1080p'ye çıkmış ama 27 inch ekranı omuzunuza alıp, çocuğunuzun doğum gününü videoya çekmeyeceğinize göre bu yenilik pek hayatınızı değiştirmeyecektir. Bu kameranın FaceTime yada Messenger chat'leri için kabul edilebilir bir görüntü vermesi bence yeterlidir. 720p de bu iş için çok bile.

Printer, scanner gibi USB 2.0 için bile yavaş cihazlarda herhangi bir hızlanma doğal olarak beklemiyordum, olmadı da.

Gelelim yeni iMac'in en karışık ama en eğlenceli bağlantı noktasına.

Yeni iMac'in arkasında iki tane Thunderbolt 3 port'u var. Apple ile Intel'in ortak çalışması bu manyak portun hızı 40 Gigabit/saniye yani 5 Gigabyte/saniye, yani 5 x 1024 = ~5100 Megabyte/saniye. USB 3.0'ın 625 Megabyte/saniyelik hızını hatırladınız mı?

Thunderbolt 3 ile sadece USB tarzı veri değil, dijital ekran bağlantısı yapmak da mümkün. Yukarda bahsettiğimiz ikinci ve üçüncü ekranlar da bu portlara takılıyor zaten.

Thunderbolt 3 bir USB-C bağlantısı kullanıyor. Herkes bu USB-C'yi bir USB protokolü zannediyor ama USB-C sadece konnektörün yani kablonun ucunun ismi.

Çok yakın zamanda Apple, Samsung, HP, vs., herkes, her yerde bu USB-C bağlantısını kullanacak. Bu fiş hem çok sağlam, hem de üzerinde bol bol elektrik var - kabloları ağızınıza almak gibi bir huyunuz varsa dikkat. Birçok cihaz artık duvardaki pirize takılı ekstra bir adaptöre ihtiyaç duymayacak.

Bu porta Thunderbolt olmayan bir USB 3.1 cihaz bağlamak da mümkün. Bu durumda port hızını otomatik olarak USB 3.1"in 1.25 ya da 2,5 Gigabyte/saniye hızına düşürüyor.

Aynı porta bir USB 3.0 ve aşağısı bir cihazı bir adaptörle bağlamak da mümkün ama bunun için aklıma yatan bir senaryo bulamıyorum. Belki beş external USB 3.0 hard diskiniz varsa, dört USB 3.0 portunun tamamını kullanıp, beşincisini bir adaptörle Thunderbolt portuna takabilirsiniz ama çok fantezi yapıyoruz burda...

Yeni iMac'i ise SSD ismi verilen, eski hard disklerin mekanik/manyetik veri saklama sistemlerinin aksine verileri elektronik olarak saklayan bir disk ile almaya karar verdim. İlk çıktığı günlerde biraz canımı yakmış olsalar da SSD'ler artık olgunlaştılar ve çok daha güvenli hale geldiler. Bu diskler özellikle boot denilen bilgisayarın ilk açılışı anında anormal hızlı çalışıp, bir kaç saniye içerisinde bilgisayarı kullanıma haIr hale getirirler. Yine genelde veri tabanı kullanan uygulamalarla çok hızlı çalışırlar.

256 Gigabyte ve 1 Terabyte'lık SSD seçeneklerinden 256 Gigabyte olanını aldım. Çünkü 1 Terabyte SSD'li model annesinin evlilik töreni kadar pahalıydı.

Eski iMac’de 1 Terabyte hard disk vardı. Bir kaplumbağa kadar yavaştı ama bana bol bol hard disk alanı sağlıyordu. Ben de bu müsrifliğe fazlasıyla alışmıştım, 256 Gİgabyte bir anda gözüme çok küçük geldi.

Gittim, kendime 130 Dolara 500 Gigabyte'lık bir external SSD aldım, onu da Thunderbolt portlarından birine taktım. USB 3.1 gibi çalışan bu disk, portun hızını 5 Gigabyte/saniyeden 1.25 Gigabyte/saniyeye düşürdü, ama kim takar, SSD'nin maksimum hızı zaten 500 Megabyte/saniye. Bu bile eski iMac'in asli hard diskinden çok daha hızlı.

Böylece yer sorunumu çözmüş oldum.

Maliyet düşürme amaçlı aldığım bu disk bana başka bir olanak daha sağladı. SSD external olduğu için cebime atıp, bütün dosyalarımı yanımda gezdirebiliyorum. Boyu da parmak kadar zaten, bir adaptöre de ihtiyacı yok, tam seyahatlik...

Dikkat ettiyseniz size hiç işlemciden, grafik kartından falan bahsetmedim. İşlemci eski iMac'de olduğu gibi bir quad-core, hızı da 400 Mhz daha yüksek. Yeni teknoloji biraz daha hızlı, biraz daha az sıcak, ama ayaklarımı yerden kesmedi işin açıkçası.

Grafik kartı tabi ki, iki 5K ya da bir 5K ve iki 4K ekranı destekleyecek kadar güçlü. Bir de çok derinine girmeden, Metal isimli bir teknoloji sayesinde uygulamalar grafik işlemcisini doğrudan kullanabiliyor, bu da başta yeni işletim sistemi Mojave, Photoshop gibi sınırlı sayıda bir iki programı hızlandırabiliyor. Yine de çok fazla heyecan yok bu cenahta.

Bellek olarak 16 Gigabyte aldım, ancak iki boş bellek slot'ı var, gerekirse beş dakikada 32 Gigabyte'a çıkabilirim. Eski iMac 12 Gigabyte'dı, şu an bile artı 4 Gigabyte hayatımı kolaylaştırdı.

Yeni iMac wi-fi için 802.11ac protokolünü kullanıyor. Yine 802.11ac bir router ya da access point'iniz varsa sizi çok çok memnun eden hızlara ulaşabilirsiniz. Ne yazık ki ben her iki iMac'i de ethernet portu üzerinden kablo ile network'e bağladım, o yüzden 802.11ac gibi önemli bir yenilik beni çok fazla heyecanlandırmadı.

Yeni iMac'in hoparlörleri kulağıma daha kaliteli geldi. Bilgisayar üzerinden müzik dinliyorsanız ilginizi çekebilir.

Başka güzel bir sürpriz işletim sistemiyle geldi. Sipariş formunda bile işletim sistemi için Sierra diyordu, geldiğinde bir baktım, yeni Mojave'yi install etmişler. Beni yarım günlük eziyetten kurtardılar.

Mojave'nin karanlık teması çok ilgimi çekti. Üretkenliğe katkısı Apple'ın beklediği kadar olur mu bilmiyorum ama otuz senelik beyazımsı parlak temadan sonra en azından farklı geldi. Evdeki NAS ile iletişimi bana biraz daha hızlı, biraz daha güvenli geldi. Uygulamaların hepsi tabi ki eskiye göre çok daha hızlı çalışıyor ama bunun kredisinin ne kadarı Mojave’ye verilir bilemiyorum. Bu hızlanma daha ziyade yeni hardware'in bir sonucu bana sorarsanız.

Başınızı çok ağrıtmadım umarım.

Apple bence Jobs'ın disiplininden çok çok uzakta, ama halen mükemmel kullanışlı ve estetik olarak güzel ürünler çıkarabiliyor. Bu yeni iMac beni mutlu etti.

Geçenlerde bir Windows 10 Virtual Machine yapayım dedim, bir anda deja-vu oldum. O driver yok, bunun update edilmesi gerekiyor, o key'i düzelt, bu dll'i bul, bu hotfix'i run et, forumları ara, makine yüzelli kere boot etsin, installation'ın tam ortasında crash, vs....

Apple hala güzel!

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...