3 Temmuz 2018 Salı

Ahmet'in Arabası

Geçen hafta size sevgili kardeşim Ahmet ile bir-iki anımızı anlatmıştım, hadi devam edelim...

Sevgili Ahmet çoğunlukla takım elbisesiyle, bond çantasıyla, tip-top gezerdi. Sadece, çantasında evrak vesaire ile birlikte benim neslimin torpil dediği, fitilini yakıp attığınızda patlayan maytaplar bulunurdu.

O aralar bir evde toplanır, zamanımızı kağıt oynatarak geçirirdik, baca gibi de sigara içerdik, bu yüzden de devamlı açık bir pencere bulunurdu.

Ahmet geldiğinde kapı zilini çalmak yerine bu torpillerden birini yakıp, açık pencereden içeri atardı. Sonra da GÜMMM! tabi. Bilenleriniz bilir, öyle bir patlar ki namussuz, kendinizi Normandiya çıkarmasında ateş altında zannedersiniz.

İlk başlarda bu patlamaları duyduğumuzda aklımız çıkıyordu, ama sonradan alıştık. Patlamayı duyduğumuzda hiç birimiz istifini bozmuyor, "Ahmet geldi, biriniz kapıyı açsın" diyorduk.

Biz şerbetlensek de etrafdakiler korkuyordu haliyle. Bir keresinde komşusu, patlamanın ardından, evinde toplandığımız arkadaşın kapısını çalıp, "Metttincim, bizde bir patlama oldu, sizde de oldu mu?" diye sormuştu. Ne gülmüştük... 😛

Sevgili Ahmet'in 64 mü, 65 mi, bir Ford arabası vardı. Benden yaşlı yani. Otuz sene öncesine göre bile eski bir arabaydı.

Ahmet bu arabayı ufak bir hizmet aracı gibi, boyaları, sıvaları, macunları oradan oraya taşımak için kullanıyordu.

Ama arabanın bırakın inşaat malzemelerini taşımasını, boş halde kendisini bile bir yerden başka bir yere götürecek hali yoktu. Arabanın, zaman zaman motoru gibi hayati olanları dahil, belli aksamları çalışmayı bırakıyor, Ahmet zamanının yarısını sanayide geçirmek zorunda kalıyordu.

Bayağı günümüze geçmişti bu araba ile. Size başımızdan geçen üç beş olayı anlatayım, gecemiz tatlansın.

Anlatacaklarımın bazılarına şahsen tanık oldum, bazılarını da ilk elden dinledim. Hiç birinde en ufak bir abartma, mizahlaştırma, tatlılaştırma yoktur.

Söz konusu arabamızın hareket etmediği zamanlarda motor çalışırken su kaynatmak gibi bir huyu vardı. Bir gün Ahmet kırmızı ışıkta durduğunda motor su kaynatmış, kaputun altından buhar çıkmaya başlamış.

Araba ve Ahmet için tamamen normal olan bu olay, çevredekiler tarafından yangın şeklinde algılanmış, taksiciler, kapıcılar ellerimde yangın söndürme tüpleriniyle, su kovalarıyla dışarı fırlamışlar, ellerinde ne varsa arabaya döküp sıkmışlar.

Trafik lambası yeşile döndüğünde Ahmet dönüp hepsine sağolun gibisinden bir el işareti yapıp, gaza basmış, yoluna devam etmiş....

Başka bir gün, aynı arabada bir arkadaş yaşlıca bir amcayı evine götürüyormuş.

Ankara'da, Akay yokuşundan aşağı inerken arabanın kaputu komple yerinden çıkmış, önce ön cama çarpıp, sonra da uçmuş gitmiş! Yaşlı amca korkmuş, "Oğlum, kamyona mı çarptık?" diye sormuş. Yok amca, önemli bir şey değil kaput uçtu, demişler. Amca tamam demiş, evine kadar öyle kaputsuz yola devam etmişler.

Bu arabayı sonradan gördüğümde bir kaputu vardı ama uçan orijinal kaputunu mu bulup takmışlardı, yoksa çıkma, başka bir arabadan uydurulmuş bir kaput muydu, hatırlamıyorum...

Arabanın aksamlarının belirli aralıklarla çalışmadığımdan bahsetmiştim. O günlerde de frenler çalışmıyordu. Arabayı durdurmak için şehir hatları vapuru gibi elli metre öncesinden gazı kesip, durma işini fizik kanunlarına havale etmek gerekiyordu.

Ahmet Bakanlıklar'da, Vakko mağazasının civarında giderken önünde yepyeni bir BMW, ışık kırmızıya dönünce frene basmış, durmuş.

Garip Ford için çok geç tabi, Newton falan araya girse de mesafe çok kısa, çatır diye çarpmış öndeki arabaya, arkadan...

Öndeki arabanın şoförü inmiş, ne oldu diye bakınıyor, Ahmet çıkışmış.

"Stopları yanmayan arabayla niye trafiğe çıkıyorsun lan?"

Araba yepyeni BMW. Tabi ki her şeyi çalışıyor.

Efendi bir adammış sahibi, kardeşim stoplar çalışıyor falan demiş ama Kim dinler...

Ahmet, "Beni ilgilendirmez, herkes kendi hasarını tamir etsin." demiş, bagajdan koca bir balyozu çıkarıp, dan, dun, Ford'un tamponuyla ön kaportasını "düzeltmiş", sonra da basmış gaza gitmiş...

Yine bir akşam Ahmet "Bülentcim, hadi gel Yalova’ya gidelim..." dedi. Bizimkiler Çınarcıkta, bir süredir de görmemiştim, "Tamamdır, gidelim." dedim.

Bir akşam üstü çıktık yola. Ford'la tabi...

Bir ara momtumu falan koymak için arka koltuğa döndüm, koltukta iki devasa plastik bidon. Ama tanesi elli litre falan, öyle büyük bidonlar.

"Ne bunlar?" diye sordum, Ahmet "Birinde yağ, birinde su var dedi". Araba hem yağ kaçırıyor, hem de radyatörü delik!

Yol boyunca araba Zümrüt-ü Anka kuşu gibi "Gak" diyince kenara çekip yağ koyuyoruz, "Guk" deyince kenara çekip su koyuyoruz.

Böyle böyle Eskişehir'e falan geldik, sonra da güneş battı.

Ahmet torpido gözünden iki tane pilli el feneri çıkardı. Birini arka camın dibine bantladı, diğerini de bana verdi.

Farlar çalışmıyormuş...

El fenerlerinin amacı bize yolu göstermekten çok, karşıdan gelen arabalara, bak burada bir araba var demek. Ancak sonuçta minicik fenerler, bir metre ötesini aydınlatmaya mecalleri yok...

Arabayı Ahmet kullanıyor, ben de el fenerini tutuyorum. Bir anda karşıdan bir araba geldi ve can çekişen bir farenin çığlığı gibi ciiiyyyykkkk diye bir ses duyduk. Araba bizi görmemiş tabi, sol tarafımızı sıyırdı geçti.

Ahmet "Arabayı çizdi hayvan" diye bağırdı adama. Gerçi arabada çizilecek, ya da çizilince estetiği bozacak miktarda boya yoktu ama...

"Oğlum feneri adamın gözüne tutsana!" diye bana da kızdı 😛

Mecburen karşıdan her araba geldiğinde Luke Skywalker'ın ışın kılıcı gibi feneri şoför tarafına tuta tuta Yalova yakınlarına kadar geldik. Üç beş near-miss oldu ama bir maraz çıkmadı - şimdiki aklımla düşünüyorum da...

Bu arada mütemadiyen durup, yağ ve su ekliyoruz arabaya...

Açık araziden çıkıp, köy bölgelerine geldiğimizde, yol üzerinde otostop çeken iki genç gördük. Ahmet hemen sağa çekip, bunları aldı arabaya.

Hiç de normal bir durum değildi bu. Bir kere zaten arabasına otostopçu almazdı hiç. Üstüne arka koltukta koca iki bidon varken nereye oturacaklardı?

Neyse bidonları sağa, sola itip zar zor sıkışabilecekleri kadar bir yer açtılar kendilerine.

Tam "Abi çok sağolun, benim adım falanca..." derken, hırt, pırt, araba durdu.

Benzin bitmişti!

Ahmet'in de niçin otostopçuları aldığı anlaşılmıştı böylece.

İki genç inip, arabayı itmeye başladılar. Yalova yolları yokuşlu, inişlidir, canımız çıktı tabi, ama sonunda benzinciye de ulaştık.

Benzin alıp, arabayı çalıştırdık, "Hadi atlayın" dedik, gençler, "Abi biz gideceğimiz yere geldik sayılır, yürürüz bundan sonrasını" dediler.

Böyle işte.

O araba bir süre bizim evin yakınında bir yerde park edilmiş sayılabilecek bir biçimde durdu. Sonra mahallenin çocukları içine girip oynamaya başladı. Direksiyonu, kolları, düğmeleri yavaş yavaş eksildi. En son hatırladığım içine kum doldurmuşlardı.

Sonra ne oldu bilmiyorum bu arabaya. Ahmetle konuştuğumuzda sorarım.

Geceniz güzel olsun ❤️

27 Haziran 2018 Çarşamba

İhtisas

Canım annem ve babamın sağlığında elim sıcak sudan soğuk suya girmezdi. Yemeğim hazır, yatağım hazır, sabah kalktığımda çayım masada, gece acıktığımda annemin hazırladığı artık ne varsa...

Annem emekli oldu, biraz emekli ikramiyesi, biraz birikimler, Çınarcık'ta bir yazlık ev aldılar. İlk heves Çınarcıkta ilk senemi geçirdim, ancak o aralar on sekiz bile değilim, bir anda annemle babamın olmadığı Ankara'daki evimiz malum sebeplerden ötürü daha çekici gelmeye başladı.

Böylece yazları Ankara'da, yalnız başıma yaşamaya başladım.

Yalnız ilk senem, pideci, kebapçıdan yemek yiyerek geçti.

Sonraları ise pide ve kebaba harcanacak para daha verimli alanlara kanalize olduğu için evde iyi kötü yiyecek bir şeyler hazırlamaya başladım.

İlk başlarda makarna, sonraları çorba ve kuru fasulye, daha da sonra köfte ve yemek işinde bayağı uzmanlaştım. Bugün koç gibi hamur açarım, şarap soslu Bœuf Bourguignon, hatta Chateaubriand yaparım, sıfırdan Pesto, Morilles ya da Quatro Fromaggi sosu hazırlarım, siz anlayın yani.

Ben neymişim be abi diye anlatmıyorum bunları. Gerçekten hep yokluktan, hep zorunluluktan, "tıpış tıpış" öğrendim hepsini...

Ütü yaparım, çamaşır, bulaşık yıkarım.

Yine mecburiyetten.

Kırık bacağımın içindeki yarım kilo demirle, yanımda sadece canım köpeğim Yumuk, tek elle gömlek ütülemeyi geliştirmiştim...

Çok Kemalettin Tuğcu olduk, içinizi karartmayayım. Hayat öğretiyor işte.

Sevgili kızımdan sonra, elli yaşımda saç bağlamayı bile öğrendim.

Hatta etek giydirmeyi.

Bu yazıyı okuyan er kişiler bilmez öyle etek, elbise nasıl giyilir. Hele biraz da funky bir dizaynı varsa... Öyle pantolonu cart diye ayağınıza geçirmeye benzemez. Bir deneyin, aklınız şaşar, neresi alt, neresi üst, neresi ters, neresi düz, neresi ön, neresi arka. Bunu da elli bir yaşımda öğrendim anasını satayım... 😛

Eğlenceli meziyetler bunlar tabi.

Bunlar kadar neşeli olmayan meziyetler de vardır.

Mesela arabanıza benzin doldurmak...

Amerika'da öğrendim, hatta hayatımın bir bölümünü benzin doldurarak kazandım. Araba park etmek, vesaire de dahil.

Yıllar sonra İsviçre’ye yerleştim.

Bu ülkede yemek pişirme meziyetlerim Nirvana'ya ulaştı, ancak İsviçre'nin bana en önemli katkısı marangozluk, bahçıvanlık, parke, fayans ve sıva alanlarında oldu.

Haftada bir, iki saatliğine gelen bir bahçıvana bir sene için on bin frank, yani bu günün parası ile elli bin lira ödeyince, bir sonraki sene bu zenaatı öğrenme durumunda kaldım.

En son çöp kovasını tamir için dört yüz frank isteyen bir ustaya kibarca git dedikten sonra endüstriyel diyebileceğim düzeyde bir ahşap çalışmasıyla onarımı kendim yaptım. Sevgili karım benle aşk evliliği yaptığı için zaten mutlu olduğunu, ancak bu benzeri katkılarımla evliliğimizin maddi bir ivme de kazandığını söyleyip, beni motive etti 😛😍

Ancak öyle bir meziyetim vardır ki, yukarda anlattıklarımı bunun yanında çerez yapar, yersiniz.

Boya!

Boyacılık üstüne lisans eğitimimi Ankarada tamamladım. Müteahhitlik yapan bir arkadaşım vardı. Arkadaş hafif kaldı, kardeşim sayılır. Öyle müteahhit dediysem de, kelli göbekli laz müteahhiti gelmesin aklınıza. Koç gibi genç delikanlı işte.

Hakedişini alıp, parayı artık nerede harcarsa harcar, bir sonraki keşif günü geldiğinde, işçileri kaçmış, yarım kova plastik boyası kalmış bir halde, bütün arkadaşlar King masasından kalkar, gecenin bir saatinde, ertesi sabaha işi yetiştirmek için boya yapmaya giderdik.

Boya sanatını buralarda öğrendim. Rulo, ince fırça, astar boya, yağlı boya, abi "pİlastik" bitti, abi bitti "pİlastik" boya... 😛

Yüksek lisansımı ise İsviçrede, mahzenimizi yaparken tahsil ettim. Alt sıva, astar, serpme boya, macun, rulo, vesaire...

Doktoramı ise araba boyası üzerine, yine İsviçre'de yaptım.

Burada kaportacılar annelerinin evlilik törenlerini istediklerinden insanlar ufak tefek çizikleri hep kendileri sprey boya ile kapatırlar.

Geçenlerde Büyükelçilik Rezidansında bir kutlamaya davetliydik - benzin basarak hayat kazanmaktan sonra biraz karizma tamiratı yapalım artık 😍

Jelena kullanıyordu arabayı. Bahçenin girişi dar, hadi sen profesyonel vallet'sin madem, sen park et, bir sakarlık yapmayım dedi.

Noproblem tabi! Hemen geçtim direksiyona, sağ, sol, ileri, geri... Garrrççççç! Başına gelen bilir o tatsız zevksiz sesi... Görmediğim bir şeye çarptım sağ arka kapıyı.

İnip baktım, bir sopanın üzerindeki, kapıyı otomatik açıp, kapamaya yarayan sensör.

Arabada derin de olsa sadece çizik var. Sensörün de kapağını kırmışım. Özür diledim, önemli değil, canın sağ olsun dediler.

Neyse, toplantı bitti, eve döndük. Ama karizma sıfırın altı tabi... Jelena boşver falan diyor ancak sevgili karımın o ana kadar hayalindeki "Profesyonel Vallet" imajı gitmiş, yerine "o sensörü kim koymuş oraya" diye umutsuzca bahane arayan, battığı kakadan çıkmaya çalışan garip, zavallı bir adam kalmış... 😛😍

Jelena üzüntülü gözlerle baktı arabaya.

"Can you fix it?"

Laf mı bu, tabi ki hallededim.

Ertesi gün hemen gidip bir tüp sprey boya, bir paket de zımpara kağıdı aldım. Hemen çizikleri zımparalayıp, sprey boyayı sıktım. Yağmasa da gürledi, iyi kötü kapamıştım çizikleri...

Jelena bir baktı, kayıp karizmamın yarısı geldi geri.

"Wow!"

Öyle çok "wow" 'lık bir şey yok aslında. Sprey boyanın rengi bir ton açık, işin aslı. Anasını sattığımın arabasının imalatçısı da "sınop", öyle piyasa rengi kullanmıyor özel olsun diye. Ama geçti keşiften işte. Hakediş'i aldık Jelena'dan yani...

"Nasıl yaptın?" diye sordu sevgili karım. Ben de "ihtisasımı Ankarada - hadi gerçek ismini vermeyeyim - Ahmet'in yanında yaptım, üç beş çizik ne ki" dedim.

Güldük.

Eve girdik, kendime bir bardak şarap koydum, "zırrr", iPad çaldı.

Ahmet kardeşim!

Kalp kalbe karşı derler ya, aynen öyle oldu.

Bir güzel geyikledik, daha da geyikleyeceğiz, bir kadeh şarap etrafında.

Bu pilav daha çok su kaldırır. Şimdilik burada duralım, devamına gelecek hafta geçeriz.

Benim gecem yirmi senelik bir şarapla renkleniyor.

Sizin geceniz de güzel olsun.

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Sınav

🐝Mezzy🐝 iki gindür annesiyle sınava giriyor. Kimseye bırakamadığımız için, yalvar yakar izin aldık, ondan birlikteler, yoksa sınav 🐝Mezzy🐝 ile ilgili değil yani.

Dün sözlüye girdiler. Sınav komisyonu ile annesini susturup, konuşmaya başlamış. Oyalansın diye kağıt kalem vermişler, yine kınuşmayı kesip, çizdiklerini komisyona göstemeye başlamış. Eksperlerden birinin telefonunu çalmış, Jelena zor yakalayıp, elinden almış.

Bugün de yazılıya girdiler.

Önce ben çiku (çikolata) isterim diye ortalığı birbirine katmış. Sonra ona yine kağıt kalem vermişler. Onları sağa sola atmaya başlayınca sınavdaki diğerleri şikayet etmiş, onu resepsiyona koymuşlar.

Resepsiyonda çalan telefonları açmaya başlamış. Resepsiyonistler arayanlardan habire özür dilemiş, bir başkasının çocuğuna bakmak zorunda kaldık, o cevapladı sizi diye.

Sonra ben miam miam (yemek) istiyorum diye tutturmuş. Resepsiyondakiler ona püskevit bulmuşlar, onları yemiş.

Sonra resepsiyondan kaçmış. Resepsiyondakiler de yakalamak için peşine tabi. Ben de başka bir odadaydım, gürültüleri duydum.

Daha sonra her gelene, son numarası, 👍 yapıp, okey diyerek karşılamaya başlamış. Gidenleri de baybaylıyormuş 😛

Jelena'nın sınavı bittiğinde bütün ofis gülüyormuş...

Böyle işte sevgiki kızım, İsviçre administrasyonuna neşeli bir kaç saat geçirdi.

😍❤️😍❤️

10 Mayıs 2018 Perşembe

Çocukluk Hevesleri

Her insanın gerçekleştiremediği bazı hayalleri vardır sevgili arkadaşlar.

Zengin olmayı, cumhurbaşkanı olmayı falan kast etmiyorum, onlar hem genel, hem de iddalı hayaller.

Kast ettiklerim basit şeyler.

Örneğin çocukluğumdan beri gitar çalmayı istemişimdir. Bacak kadarken bile hayalim elimde gitar, zamanın popüler şarkılarını söylemekti. Öyle ünlü bir sanatçı olmak falan da gerekli değildi. Hayaller, çoğunluğu arkadaş, üç beş kişiye çalmak şeklindeydi.

İçime öyle bir yer etmiş ki, düşünün, elli yaşında bile bazen iki kadeh içip, elimde sanki bir gitar varmış gibi, ayağa kalkar, havaya solo atarım. Allahtan böyle şeyleri yalnızken yapıyorum da rezil olmaktan biraz kurtuluyorum.

Bir iki enstrümanı başlangıç seviyesinde çalmışlığım vardır. Yani biraz müzik kulağım, biraz da nota bilgim bulunur. Kısacası, belki bir virtüöz olamayabilirdim ama isteseydim gitar çalmayı öğrenebilirdim.

Niye öğrenmedim?

Tembellikten!

Kim uğraşacak öyle akor öğrenmekle, parmak çalıştırmakla anasını satayım. At iki bardak şarap, kapa gözünü, çal işte havaya, zahmetsiz biçimde hayali gitarını.

Herkesin vardır böyle bir gerçekleşmemiş çocukluk hayali. Alın bizimkini.

Yüzde yüz eminim, onun hayali de İngilizce konuşmak.

Hiç bir ciddi İngilizce bilgisi olmadığı aşikar, ama benim havaya gitar çaldığım gibi, o da çocukken duyduğu ya da makamı itibarıyla katıldığı üç beş toplantıdan kulağına çalınmış az sayıda İngilizce sözcüğü yerli yersiz her yerde kullanıyor hamdolsun.

Van minüt, vay-pi-ci, zum, vesaire.

Aynı cümle içerisinde geçen mesela PKK'ya İngilizce karşılığı olan pi-key-key demez ama her zaman YPG'ye her nedense İngilizce okunuşu olan vay-pi-ci der.

Bazen de emprovize yapar.

Eğer Karadeniz Black Sea, yani Black=Kara, Sea=Deniz ise, Akdeniz de White Sea, White=Beyaz, Sea=Deniz, olmalıdır.

Aristo mantığı, p = q => ayakları olan masa da canlıdır!

Halbuki Akdeniz, hemen tüm batı dillerinde Latince kökenli Mediterranean ismi ile anılır. Orta anlamına gelen "medius" ile (aynı zamanda İngilizce'deki "middle" sözcüğünün de köküdür), toprak, kara parçası, diyar, vs. anlamına gelen "terra" 'nın (yine İngilizcede ki "terrain", "territory" gibi sözcüklerin köküdür), birleşmesinden türemiştir. İç deniz gibi bir anlamı vardır.

Bunu herkesin bilmesi gerekir mi? Hayır. Ama bilmiyorsa da kullanmaması gerekir.

Kullanınca da böyle oluyor işte.

Eh, atla deve değil ki yabancı bir dili konuşmak. Madem bu kadar çok önemli, vakit ayır, öğren biraz değil mi?

Geçenlerde bir yerde okudum.

Bir cevher, Amarikalıların, "ABD" sözcüğünü, ABDulhamit Sultanın isminin kısaltılmasından aldıklarını idda ediyordu.

Adam o kadar sığ, o kadar vizyonsuz ki, ABD sözcüğünün sadece Türkçe'de bulunduğunu, İngilizce de karşılığının USA olduğunu algılayamıyor bile. Hoş bilse, bu sefer de USA, Ulu Sultan Abdulhamit'in kısaltması diyecek...

Buralarda da çoktur böyle dil heveslileri.

Adam İngilizce benim adım Piyer diyemez, her iki cümlesinden biri "fak", "şit" diye başlar.

Ancak böyle masum heveslileri solda sıfır bırakan, bilmeden dil konuşuyormuş gibi davranmayı bir kenara bırakın, yabancı sözcüklerin etimolojilerine girip, dil alimliği yapan öyle bir cevherimiz var ki, uzun sayılabilecek ömrümde daha böylesini görmedim.

Soner Yalçın!

Adam dil bakımından kelimenin sözlük anlamı ile sıfır. Hiç bir yabancı dil bilgisi yok.

Bırakın yabancı dili, Türkçeyi bile doğru yazamaz. Açın bakın yazılarına. İmla hataları, noktalama işaretlerinin yanlış kullanımları ile doludur. Bir cümle içinde yerli yersiz parçaları boldface yapar. Yazıları mürekkep dökülmüş gibi kara kara olur. Cümlelerin yarısı siyah, yarısı beyaz, takip etmekte zorlanırsınız.

Ancak iş yabancı dile geldiğinde bu cevherin sınırları kalmıyor. Adam hem bilgisiz, hem de kendini akıllı sanıyor. "Kitap okumuş bir entellektüel" ya, zekasıyla bilmese de kıvırır yani...

Öyle şeyler söylüyor ki, okudukça yüzüm kızarıyor.

Güneş dil çalışması mı, öyle bir şeyi anlattığı bir yazısı çıktı OdaTV'de.

Efendim İngilizce "able", Türkçe "yapabilir" den gelmeymiş, olabilirmiş, falan gibi bir ima. "Able" sözcüğünün etimolojisi ile başınızı ağrıtmayayım. Latince kökenlidir, Türkçeyle alakası yoktur.

Yine İngilizce'de bazı fiillerin sonuna -er eklediğinizde, o fiili icra eden kişi, ya da nesne anlamına gelen bir kelime türetirsiniz. Soner İngilizcedeki okuma anlamına gelen "read" fiilini örnek veriyor, ve ona bir "-er" ekleyip, onu okuyucu anlamına gelen "reader" yapıyor.

İddası o ki, bu "-er" eki, Türkçedeki "yap-ar", "ed-er" den geliyor olabilir "miş"...

Adamın tüm dünyası, tüm hazinesi, tüm vizyonu tek bir dil olunca, keçi de Abdurrahman Çelebi oluyor böyle.

Bir kere sadece iki harften oluşan "er" gibi bir yapı, her dilde bulunabilir, tesadüfi olarak her dilde herhangi bir anlama gelebilir.

Ancak Türkçe'de "yapar", "eder" gibi iki sözcüğü alıp, onların içerisinden birer hece çıkartıp, sonra bu iki harfli heceleri, yabancı bir dildeki başka iki harfli eklere benzeterek etimolojik bir anlam çıkarmak, affınıza sığınıyorum, çocukluktan başka bir şey değildir.

Aynı yöntemle örneğin "radar" sözcüğünü alıp, iki hecesine bölebilir, "ra" aslında Türkçe'deki "ara" 'dan, "dar" ise Türkçe'deki sıkışık anlamındaki "dar" 'dan gelmiştir, aslen Türkçe kökenlidir diyebiliriz.

Ama bilgisizlik, üzerine kibir ve entel ukalalığını da ekleyince durmuyor işte.

Soner aynı yazıda devam ediyor.

Daha iyi anlayabilmek için İngilizce'de kullanılan gramatik bir yapıdan bahsedeyim önce.

İngilizcede bazı fiillerin sonuna "-ed" ekleyerek o fiilin geçmiş zaman çekimini türetebilirsiniz. Örnek, "finish" bitmek, "finished" bitti demektir (işi çok gramere dökmemek için biraz eksiklik ve yanlışı göze aldım, ilk"finish" 'in başında bir "to" olmalıydı, "finished" ise kullanılan özneye göre "bittim", "bittin", "bittik", vs., anlamına da gelebilir, hatta "bitmiş., "bitik" gibi sıfat türevi bir sözcük de olabilir, neyse...).

Bizim kıvrak zekalı entellektüel, engin etimolojist Soner efendi, bu "-ed" eklerinin "yapıl-dı" dan geldiğini/gelebileceğini ima ediyor, yine yukardaki çocukça mantıkla.

Sonra bu "-ed" 'yi alıp, "read" fiiline ekliyor ve örnek olarak İngilizcedeki "readed" sözcüğünü gösteriyor.

Tek sorun, İngilizcede "readed" diye bir sözcüğün bulunmaması!

Benim kadersiz, bahtsız entelim, koca İngilizcede bula bula "-ed" 'nin eklenmeyeceği, sıra dışı bir fiil olan "read" 'i bulmuş, örnek gösterecek.

İngilizcede "read" fiilinin geçmiş hali de aynıdır, "-ed" eklenmez, yine aynı "read" yazılır.

Ancak Soner'e tavsiyem, yılmasın. Türkçe olmasa da Arapça kökenli olabilir bu "-ed". Mesela "Ahmed" 'deki "Ahm-ed" bana fazlasıyla şüpheli görünüyor. Bir araştırsın bakalım...

Sonerin son bombası bugünkü yazısında.

Bu kez de Fransızcaya bulaşmış...

Şöyle diyor.

"Şifre, Türkçe’ye Fransız­ca’dan geldi; “chiffer”, ra­kamlaştırmak."

Bakın, bir cümlede kaç yanlış yapılabilir.

Bir kere - ki artık buna bir Soner Yalçın klasiği diyebiliriz - Fransızcada "chiffer" diye bir sözcük yok.

Aslen yazmak istediği "chiffrer", o da rakamlaştırmak değil, kodlamak anlamına gelir. İngilizcede "cipher", "cypher" sözcükleri de aynı köktendir.

Soner'in asıl söylemek istediği şey ise, bu fiilin kökeni, ve gerçekten rakam anlamına gelen, ve yine gerçekten Türkçeye "şifre" şeklinde geçmiş "chiffre" sözcüğü. Bu da bir fiil değil.

Bunu da James Bond'un Casino Royale filmindeki Le Chiffre'den duymadıysa adam değilim.

İşte böyle.

Hayallerimizin peşine yalnızken düşmekte fayda var. Ben akıllıyım, kıvırırım diye umumun gözü önünde böyle işlere kalkınca olmuyor işte...

20 Nisan 2018 Cuma

Côtes du Rhône

Bu haftayı bir şişe Côtes du Rhône şarabı ile bitirdim. Sizlere de uzun süredir şarap yazmamıştım, bugün biraz Côtes du Rhône'laşalim 🍷

Bir kere Kot dü Ğğğğon diye okuyoruz. İngilizcesi daha kolay, Rhone Valley. Coğrafik olarak Rhone nehrinin vadisinden gelme bir şarap.

Baştan söyleyeyim de kızmayın. Çok bilmem Côtes du Rhône şaraplarını. Aslında bize yakın sayılan bir bölge, hatta bir kaç kere de geçtim yakınlarından. Geçen sene bir şarap turu planlamıştık, Jelena'nın iş takvimi ile uyuşmayınca erteledik. Bu sene de muhtemelen yapamayacağız. Belki gelecek sene derinlemesine gezer, daha detaylı anlatabilirim sizlere.

Çok netameli bir şaraptır. Şişesi bir kaç yurodan bir kaç bin yuroya kadar Côtes du Rhône alabilirsiniz. Yani çok iyisinden çok boktanına kadar Côtes du Rhône bulabilirsiniz.

Ben bu fenomeni yaşadım.

Uzun bir süre lan bu akşam bir Côtes du Rhône içelim deyip bir şişe alıp eve geldiğimde, bir kadehi bile bitiremeden ya döktüm şarabı, ya da yemekte kullandım.

Burada görüştüğümüz bir Fransız aile var. Ne zaman onlara yemeğe gitsek, koca, bir şişe Côtes du Rhône açar, nasıl güzel içerim, zor anlatırım size.

Ertesi gün aynı gazla markete gidip bir şişe kendime alırım, yine lavabo...

Şu sıralar biraz daha bilinçli alıyorum. Başarı yüzdem elli civarlarında, ama hala o arkadaşlarla içtiklerimin tadını yakalayamadım. En kötüsü yirmi yuro olan Châteauneuf du Pope gibi bir şişe alınca güzel çıkıyor tabi ama marifet o kadar para ödememekte.

Şu sıralar Fransadan aldığım iki Côtes du Rhône var, bayağı içilebilir şaraplar, ondandır yavaş yavaş bir tad geliştirmeye başladım.

Çok özel bir tadı vardır bu şarabın. Bazılarınızın içi kalkmasın, domuz yağı gibi bir tadı var derler. Tabi içinde domuz, momuz yok, ancak bilenlerinize gerçekten o kızarmış jambon kokusunu hatırlatan bir aroması vardır bu şarapların.

Hemen hemen tüm Fransız şaraplarının olduğu gibi, Côtes du Rhône da bir kaç üzümün harmanı ile yapılır.

Bu harmanın çok yaygın bir kısaltması da vardır.

GSM

Cep telefonları ile bir ilgisi yok tabi. GSM, Grenache, Syrah ve Mourvèdre üzümlerinin baş harfleri. Neredeyse her Côtes du Rhône asli olarak bu üç tür üzümün karışımı ile yapılır (kırmızı şaraplar tabi). Arada küçük miktarlarda başka üzümler de kullanılır.

Bunlardan Grenache Côtes du Rhône bölgesinin en çok ekilen üzümü. Doğal olarak da bu üç üzüm içinde aroması ve tadı en dominant olanı. Rengi hafif açık ancak bol bol meyve ve alkolü var.

Syrah ise Şiraz üzümü. Humeyniden önce İranlılar, sonra da Avustralyalılar sahip çıksa da genetik olarak Fransız bir üzüm. Grenache'a göre biraz daha koyu ve daha sert meyve tadları var. Ancak Syrah'nın en önemli özelliği, Côtes du Rhône şaraplarına özgü o domuz yağı aromasını vermesi.

Mourvèdre İse bu üçünün en koyu olanı. Côtes du Rhône Şaraplarının yine klasik, yuttuktan sonra ağzınızda kalan tattan sorumlu - İngilizcede aftertaste derler.

Côtes du Rhône Şaraplarının alkolü diğer şaraplara göre daha yüksektir. Bir kadeh içtikten sonra araba kullanmak isteyenler uyarı olsun, biraz alkolün deşarj olmasını bekleyip öyle geçin direksiyona.

Her gün de bir yada iki kadeh Côtes du Rhône için.

Sağlık için iyi diyorlar.

Herkese iyi bir hafta sonu olsun 🍷

Edit: Côtes du Rhône'u genelde kullanıldığı şekilde çoğul olarak CôteS şeklinde değiştirdim.

17 Nisan 2018 Salı

Amarika!

Sözcü yazarlarından biri, yazmış, "Amerika'nın ne gibi bir delili var ki Esed'in kimyasal silah kullandığına inanıp saldırıyor?"

Doğru allah için. Şaka yapmıyorum. Hiç bir delili yok gerçekten.

Sonra ekliyor yazar hanım.

"Amerika bu saldırıyla kimyasal silah saldırılarının delillerini yok etti"

Devam ediyor.

"Eğer Amerika Esed'in kimyasal silah depolarını vurmuş olsaydı 'gaz kaçağı' olurdu."

İşte bundan adam olmayız.

Karı Amerikaya kızıyor delili yokken Esed'i suçluyor diye, sonradan elinde bir kuruşluk deliki olmadan öyle iddalarla çıkıyor ki ortalığa, insan gülerken ağzını bırakıyor.

Nereden biliyorsun bacım Amarikanın delil yok ettiğini?

Var mı delilin? Gittin bombalanan yerleri mi gördün? Amerikanın vurduğu yerlerde akrabaların mı var? Neye dayanarak ancak askeri bir uzmanın varabileceği bu sonuçlara varabiliyorsun?

Gaz kaçağı ne demek? Kimya mühendisi misin? Nereden biliyorsun her vurulan kimyasal silah tesisinin gaz kaçıracağını?

Başkası yaparken giydir, ama sen yaptığında doğru. Niye? Çünkü sen her şeyi bilirsin. Bilmesen de şeytani zekanla bilmediğin tarafını kıvırırsın.

Bir kuruşluk delilin yok. Ne nerenin vurulduğunu, ne nasıl bir kimyasal silahın hedef alındığını biliyorsun. Bir lokma kanıtın, istihbaratın, bilgin yok. Oturduğun yerden sallıyorsun.

CNN Türk satıldığından beri Ulusal Kanal, Halk TV falan izliyorum. Çıkan adamların çoğu böyle. O Nihat Genç denen soytarı, elini masaya vurarak yırtıyor kıçını Amerika delilleri yok etti diye. Onun da bir kuruşluk bilgisi yok, bir kuruşluk delili yok.

Hissediyor ya ulu büyük reis, doğrudur o zaman...

Havuz medya, yandaş televizyon diye kızıyorlar, kendileri sanki havuz değil. Daha birinde farklı görüşlü bir ses yok. Körlerle sağırlar, birbirlerini ağırlıyor.

Aydın Doğan'a Yılmaz Özdil'i attı diye bağıran zihniyet, rahatlıkla Can Ataklı'yı, Hüsnü Mahalli'yi bir telefonla kapının önüne koyuyor.

Diyeceğim o ki, yanlış iş yaparak doğru sonuca ulaşılmaz,

Başkasını eleştirebilmek için ondan iyisini yapman gerekir.

Problem siyasal görüşte değil, zihniyetten. AKP'lisi de, aydını da aynı. En ufak bir farkları yok. İkisi de bilmiş, ukala, tahammülsüz, yanlı, biatçı. Tek kelimeye indirirsek ilkel.

Sonra da ülke niye böyle...

Hep Amarikanın kabahati canım. Hadi git biraz daha viyakla.

14 Nisan 2018 Cumartesi

Milyoncuk

Sevgili arkadaşlar, Amarika ve avanesinin Suriyeye yaptığı saldırının detayları biraz biraz açığa çıktı.

Gelin bakalım neler olmuş.

Efendim, Amarika gemilerden 66 tane Tomahawk seyir füzesi atmış.

Tomahawk'lar aslında füze değil, bir kere uçmaları için yapılmış pilotsuz uçaklardır. Karadan, denizden, denizaltından, havadan, her yerden atılabilir. GPS dahil birden fazla yöntemle yollarını bulurlar.

Bin yedi yüz kilometre kadar menzilleri vardır. Hızları da bin kilometre saat'in biraz altındadır, yani iki saat kadar havada kalabilirler.

Boyutları bir uçaktan çok daha küçük, hedeflerine giderken de çok alçaktan uçtukları için radara yakalanmaları çok güçtür.

Yarım ton patlayıcı taşırlar.

Atıldıktan sonra birden fazla önceden programlı hedeflerden herhangi birine, ya da yeni tanımlanacak bir hedefe yönlendirilebilirler. Hatta füzeyi sıkarsınız, operasyon bölgesine gidip, işe yarar bir hedef bulana kadar havada dönmeye başlar. Ne zamanki yerden, uçaktan, İHA'dan ya da uydudan güzel bir hedef bulunur, Tomahawklar gider, dan diye vurur bunları.

Gördüğünüz gibi ne pilot, ne uçak kaybetme derdi var. Binlerce kilometre uzaktan sallarsınız bunları, gider çıtak diye vurur hedefini.

Bu kadar marifetli bu füzelerin adisyonu da yüksek oluyor tabi. Füze başı bir milyon dokuz yüz bin dolârcık! 66 tane sıkmışlar, l'addition est 66 x 1,9 egallement 125 buçuk milyon dolârcık.

Efendim B-1 uçakları da 19 tane JASSM-ER sıkmış.

B-1 uçakları biraz yaşlansalar da, hala taş gibi uçaklardır.

57 ton bombayı, füzeyi, on bin kilometreye götürüp atabilirler. Hepimizin bildiği B-52'lerin iki karına yakın bir bomba yüküdür bu.

Bir kere yakıt ikmali ile dünyanın her noktasına ulaşabilir, ikinci bir yakıt ikmaliyle de geri dönebilirler. Bütün bunları sesin 1.25 katı bir hızla uçarak yapabilirler.

İşte bu uçaklardan atılan JASSM-ER füzeleri de Tomahawk'lar gibi seyir füzeleridir. Menzilleri bin kilometre kadar olup, Tomahawklarınkinden biraz daha kısadır ama aynı miktarda patlayıcıyı hedefe götürebilirler.

Bu füzelerin güzelliği, öyle atmak için koca koca uçak ve gemilere gerek duyulmamasıdır. F-16 gibi ufacık bir uçağın kıçına takıp, istediğiniz yere götürür atarsınız.

Fiyatları da hesaplıdır. Bir milyon dört yüz bin dolârcık. 19 tane sıkmışlar, etti mi size yirmi altı buçuk milyon daha!

Toplamda Amarikalılar bu işe yüz elli milyonun üzerinde para yatırmış sizin anlayacağınız.

Bakalım diğer müttefikler n'aapmış...

Vive la France, son model Rafaele uçaklarımdan 9 tane SCALP, gemilerden de 3 tane MdCN seyir füzesi atmış.

İngiliz centilmenler de Tornado uçaklarımdan 8 tanecik Storm Shadow füzesi atmışlar.

Frank ve Anglo Saksonların attıkları bu üç çeşit seyir füzesi aslında hep aynı füze. Sadece isimleri değişik, bir de gemiden atılanlara bir booster takıyorlar ekstra. Ortak geliştirmişler.

600 km menzilleri var ve yine yarım tona yakın patlayıcı taşıyabiliyorlar.Tomahawklara göre daha ilkeller tabi ama yine de işe yarayan füzeler.

Tanesi de bir milyon dolârcık civarı. Böylece Fransızlar bu işe on iki, İngilişler de sekiz milyon dolârcık yatırmış oluyorlar.

Bu saldırı tabi ki ÇOK başarılı, EN başarılı olmuş, Esed efendinin eli kolu kırılmış, yıllarca bir daha toparlanamayacak hale gelmiş. Harekatın sonunda hiç can kaybı olmamış, üç sivil yaralanmış.

An itibarıyla veriler böyle. Bunlar değişebilir tabi ancak bu halleriyle bize ne söylüyorlar ona bakalım.

Her şeyden önce en azından şimdilik üçüncü dünya savaşı çıkacak diye endişelenmeye gerek yok.

Bu harekat Rusyaya karşı, Rusyaya rağmen yapılmış bir şey değil.

Elinize 7.65 üçüncü sınıf bir gangster tabancası alın, gece vakti havaya üç el ateş edin, üç insandan daha fazlası sağa sola kaçarken yaralanır. Toplam elli tona yakın patlayıcı taşıyan doksan beş füze atıp, sadece üç insan yaralıyorsanız ya o füzeleri atmamışsınızdır, ya da sayı saymayı bilmiyorsunuzdur.

Kısacası tamamen tezgah.

Yukarda bahsettiğim onca özelliği üç adam yaralamak için kullanmak ne kadar manalı, siz düşünün.

Trump sağa sola asarız, keseriz, oyarız diye tivit atıp, mahçup olmayayım diye Vlad abiyi aramış, gel anlaşalım, biz şuralara füze sıkacağız, hem siz gitmeyin, hem de Esed ve İranlılara söyleyin, boşaltsınlar oraları demiş, füzeler atılmış, ya da atılmış gibi yapılmış, sonra da film icabı kınamalar, protestolar...

Bu harekatın parasını muhtemelen fellahlar ödüyorlar. Bizimkiler de bedavadan füze deneyip, belki de Block 4'e upgrade ettikleri eski Tomahawkları elden çıkarmak istemişler.

Çünkü bu saldırı için gerçekten bu kadar tataavaya hiç gerek yoktu. Katardan yada fellahlardan kaldırdıkları F-16'lara taktıkları bombalarla bu işi halledebilirlerdi. Hadi S-400'lerden korktular diyelim, bomba yerine JASSM-ER'lere bile fazla, yarı fiyatına JASSM'lerle bile bu işi halledebilirlerdi. Öyle gemilerden Tomahawk sıkmak, B-1'leri kaldırmak sineklere bazuka ile saldırmaya benziyor.

Bütün bunlara karşı ilaç olsun diye bile bir tane S-400 atılmamış. Eğer bunlar işe yaramıyorlarsa biz de almayalım abi.

Fransızlarla Ingilizlerin katılımı ise tamamen sembolik. Fransızlar Rafaele'leri piyazlamak için füzeleri bunlardan atmış olabilirler, bir de aynı füzeyi gemilerden denemek için üç tane de gemiden sıkmışlar anlaşılan.

İngilizlerin uçak pazarlama dertleri bile yok. O Tornado uçakları benim orta okul zamanımın hızlı uçaklarıydı. Nil Burak, Gökben falan meşhurdu o aralar. Bugün pilotlara kokpitte hapşırmayın diye talimat veriyorlar, uçakların kanatları pat diye düşer diye korkuyorlar.

Kısacası bir racon kurtarma, bir de enayi parasına askeri teknoloji deneme harekatı bu.

Üçüncü dünya savaşı hala çıkabilir ama bu harekattan ötürü çıkmayacak bence...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...