10 Mayıs 2018 Perşembe

Çocukluk Hevesleri

Her insanın gerçekleştiremediği bazı hayalleri vardır sevgili arkadaşlar.

Zengin olmayı, cumhurbaşkanı olmayı falan kast etmiyorum, onlar hem genel, hem de iddalı hayaller.

Kast ettiklerim basit şeyler.

Örneğin çocukluğumdan beri gitar çalmayı istemişimdir. Bacak kadarken bile hayalim elimde gitar, zamanın popüler şarkılarını söylemekti. Öyle ünlü bir sanatçı olmak falan da gerekli değildi. Hayaller, çoğunluğu arkadaş, üç beş kişiye çalmak şeklindeydi.

İçime öyle bir yer etmiş ki, düşünün, elli yaşında bile bazen iki kadeh içip, elimde sanki bir gitar varmış gibi, ayağa kalkar, havaya solo atarım. Allahtan böyle şeyleri yalnızken yapıyorum da rezil olmaktan biraz kurtuluyorum.

Bir iki enstrümanı başlangıç seviyesinde çalmışlığım vardır. Yani biraz müzik kulağım, biraz da nota bilgim bulunur. Kısacası, belki bir virtüöz olamayabilirdim ama isteseydim gitar çalmayı öğrenebilirdim.

Niye öğrenmedim?

Tembellikten!

Kim uğraşacak öyle akor öğrenmekle, parmak çalıştırmakla anasını satayım. At iki bardak şarap, kapa gözünü, çal işte havaya, zahmetsiz biçimde hayali gitarını.

Herkesin vardır böyle bir gerçekleşmemiş çocukluk hayali. Alın bizimkini.

Yüzde yüz eminim, onun hayali de İngilizce konuşmak.

Hiç bir ciddi İngilizce bilgisi olmadığı aşikar, ama benim havaya gitar çaldığım gibi, o da çocukken duyduğu ya da makamı itibarıyla katıldığı üç beş toplantıdan kulağına çalınmış az sayıda İngilizce sözcüğü yerli yersiz her yerde kullanıyor hamdolsun.

Van minüt, vay-pi-ci, zum, vesaire.

Aynı cümle içerisinde geçen mesela PKK'ya İngilizce karşılığı olan pi-key-key demez ama her zaman YPG'ye her nedense İngilizce okunuşu olan vay-pi-ci der.

Bazen de emprovize yapar.

Eğer Karadeniz Black Sea, yani Black=Kara, Sea=Deniz ise, Akdeniz de White Sea, White=Beyaz, Sea=Deniz, olmalıdır.

Aristo mantığı, p = q => ayakları olan masa da canlıdır!

Halbuki Akdeniz, hemen tüm batı dillerinde Latince kökenli Mediterranean ismi ile anılır. Orta anlamına gelen "medius" ile (aynı zamanda İngilizce'deki "middle" sözcüğünün de köküdür), toprak, kara parçası, diyar, vs. anlamına gelen "terra" 'nın (yine İngilizcede ki "terrain", "territory" gibi sözcüklerin köküdür), birleşmesinden türemiştir. İç deniz gibi bir anlamı vardır.

Bunu herkesin bilmesi gerekir mi? Hayır. Ama bilmiyorsa da kullanmaması gerekir.

Kullanınca da böyle oluyor işte.

Eh, atla deve değil ki yabancı bir dili konuşmak. Madem bu kadar çok önemli, vakit ayır, öğren biraz değil mi?

Geçenlerde bir yerde okudum.

Bir cevher, Amarikalıların, "ABD" sözcüğünü, ABDulhamit Sultanın isminin kısaltılmasından aldıklarını idda ediyordu.

Adam o kadar sığ, o kadar vizyonsuz ki, ABD sözcüğünün sadece Türkçe'de bulunduğunu, İngilizce de karşılığının USA olduğunu algılayamıyor bile. Hoş bilse, bu sefer de USA, Ulu Sultan Abdulhamit'in kısaltması diyecek...

Buralarda da çoktur böyle dil heveslileri.

Adam İngilizce benim adım Piyer diyemez, her iki cümlesinden biri "fak", "şit" diye başlar.

Ancak böyle masum heveslileri solda sıfır bırakan, bilmeden dil konuşuyormuş gibi davranmayı bir kenara bırakın, yabancı sözcüklerin etimolojilerine girip, dil alimliği yapan öyle bir cevherimiz var ki, uzun sayılabilecek ömrümde daha böylesini görmedim.

Soner Yalçın!

Adam dil bakımından kelimenin sözlük anlamı ile sıfır. Hiç bir yabancı dil bilgisi yok.

Bırakın yabancı dili, Türkçeyi bile doğru yazamaz. Açın bakın yazılarına. İmla hataları, noktalama işaretlerinin yanlış kullanımları ile doludur. Bir cümle içinde yerli yersiz parçaları boldface yapar. Yazıları mürekkep dökülmüş gibi kara kara olur. Cümlelerin yarısı siyah, yarısı beyaz, takip etmekte zorlanırsınız.

Ancak iş yabancı dile geldiğinde bu cevherin sınırları kalmıyor. Adam hem bilgisiz, hem de kendini akıllı sanıyor. "Kitap okumuş bir entellektüel" ya, zekasıyla bilmese de kıvırır yani...

Öyle şeyler söylüyor ki, okudukça yüzüm kızarıyor.

Güneş dil çalışması mı, öyle bir şeyi anlattığı bir yazısı çıktı OdaTV'de.

Efendim İngilizce "able", Türkçe "yapabilir" den gelmeymiş, olabilirmiş, falan gibi bir ima. "Able" sözcüğünün etimolojisi ile başınızı ağrıtmayayım. Latince kökenlidir, Türkçeyle alakası yoktur.

Yine İngilizce'de bazı fiillerin sonuna -er eklediğinizde, o fiili icra eden kişi, ya da nesne anlamına gelen bir kelime türetirsiniz. Soner İngilizcedeki okuma anlamına gelen "read" fiilini örnek veriyor, ve ona bir "-er" ekleyip, onu okuyucu anlamına gelen "reader" yapıyor.

İddası o ki, bu "-er" eki, Türkçedeki "yap-ar", "ed-er" den geliyor olabilir "miş"...

Adamın tüm dünyası, tüm hazinesi, tüm vizyonu tek bir dil olunca, keçi de Abdurrahman Çelebi oluyor böyle.

Bir kere sadece iki harften oluşan "er" gibi bir yapı, her dilde bulunabilir, tesadüfi olarak her dilde herhangi bir anlama gelebilir.

Ancak Türkçe'de "yapar", "eder" gibi iki sözcüğü alıp, onların içerisinden birer hece çıkartıp, sonra bu iki harfli heceleri, yabancı bir dildeki başka iki harfli eklere benzeterek etimolojik bir anlam çıkarmak, affınıza sığınıyorum, çocukluktan başka bir şey değildir.

Aynı yöntemle örneğin "radar" sözcüğünü alıp, iki hecesine bölebilir, "ra" aslında Türkçe'deki "ara" 'dan, "dar" ise Türkçe'deki sıkışık anlamındaki "dar" 'dan gelmiştir, aslen Türkçe kökenlidir diyebiliriz.

Ama bilgisizlik, üzerine kibir ve entel ukalalığını da ekleyince durmuyor işte.

Soner aynı yazıda devam ediyor.

Daha iyi anlayabilmek için İngilizce'de kullanılan gramatik bir yapıdan bahsedeyim önce.

İngilizcede bazı fiillerin sonuna "-ed" ekleyerek o fiilin geçmiş zaman çekimini türetebilirsiniz. Örnek, "finish" bitmek, "finished" bitti demektir (işi çok gramere dökmemek için biraz eksiklik ve yanlışı göze aldım, ilk"finish" 'in başında bir "to" olmalıydı, "finished" ise kullanılan özneye göre "bittim", "bittin", "bittik", vs., anlamına da gelebilir, hatta "bitmiş., "bitik" gibi sıfat türevi bir sözcük de olabilir, neyse...).

Bizim kıvrak zekalı entellektüel, engin etimolojist Soner efendi, bu "-ed" eklerinin "yapıl-dı" dan geldiğini/gelebileceğini ima ediyor, yine yukardaki çocukça mantıkla.

Sonra bu "-ed" 'yi alıp, "read" fiiline ekliyor ve örnek olarak İngilizcedeki "readed" sözcüğünü gösteriyor.

Tek sorun, İngilizcede "readed" diye bir sözcüğün bulunmaması!

Benim kadersiz, bahtsız entelim, koca İngilizcede bula bula "-ed" 'nin eklenmeyeceği, sıra dışı bir fiil olan "read" 'i bulmuş, örnek gösterecek.

İngilizcede "read" fiilinin geçmiş hali de aynıdır, "-ed" eklenmez, yine aynı "read" yazılır.

Ancak Soner'e tavsiyem, yılmasın. Türkçe olmasa da Arapça kökenli olabilir bu "-ed". Mesela "Ahmed" 'deki "Ahm-ed" bana fazlasıyla şüpheli görünüyor. Bir araştırsın bakalım...

Sonerin son bombası bugünkü yazısında.

Bu kez de Fransızcaya bulaşmış...

Şöyle diyor.

"Şifre, Türkçe’ye Fransız­ca’dan geldi; “chiffer”, ra­kamlaştırmak."

Bakın, bir cümlede kaç yanlış yapılabilir.

Bir kere - ki artık buna bir Soner Yalçın klasiği diyebiliriz - Fransızcada "chiffer" diye bir sözcük yok.

Aslen yazmak istediği "chiffrer", o da rakamlaştırmak değil, kodlamak anlamına gelir. İngilizcede "cipher", "cypher" sözcükleri de aynı köktendir.

Soner'in asıl söylemek istediği şey ise, bu fiilin kökeni, ve gerçekten rakam anlamına gelen, ve yine gerçekten Türkçeye "şifre" şeklinde geçmiş "chiffre" sözcüğü. Bu da bir fiil değil.

Bunu da James Bond'un Casino Royale filmindeki Le Chiffre'den duymadıysa adam değilim.

İşte böyle.

Hayallerimizin peşine yalnızken düşmekte fayda var. Ben akıllıyım, kıvırırım diye umumun gözü önünde böyle işlere kalkınca olmuyor işte...

20 Nisan 2018 Cuma

Côtes du Rhône

Bu haftayı bir şişe Côtes du Rhône şarabı ile bitirdim. Sizlere de uzun süredir şarap yazmamıştım, bugün biraz Côtes du Rhône'laşalim 🍷

Bir kere Kot dü Ğğğğon diye okuyoruz. İngilizcesi daha kolay, Rhone Valley. Coğrafik olarak Rhone nehrinin vadisinden gelme bir şarap.

Baştan söyleyeyim de kızmayın. Çok bilmem Côtes du Rhône şaraplarını. Aslında bize yakın sayılan bir bölge, hatta bir kaç kere de geçtim yakınlarından. Geçen sene bir şarap turu planlamıştık, Jelena'nın iş takvimi ile uyuşmayınca erteledik. Bu sene de muhtemelen yapamayacağız. Belki gelecek sene derinlemesine gezer, daha detaylı anlatabilirim sizlere.

Çok netameli bir şaraptır. Şişesi bir kaç yurodan bir kaç bin yuroya kadar Côtes du Rhône alabilirsiniz. Yani çok iyisinden çok boktanına kadar Côtes du Rhône bulabilirsiniz.

Ben bu fenomeni yaşadım.

Uzun bir süre lan bu akşam bir Côtes du Rhône içelim deyip bir şişe alıp eve geldiğimde, bir kadehi bile bitiremeden ya döktüm şarabı, ya da yemekte kullandım.

Burada görüştüğümüz bir Fransız aile var. Ne zaman onlara yemeğe gitsek, koca, bir şişe Côtes du Rhône açar, nasıl güzel içerim, zor anlatırım size.

Ertesi gün aynı gazla markete gidip bir şişe kendime alırım, yine lavabo...

Şu sıralar biraz daha bilinçli alıyorum. Başarı yüzdem elli civarlarında, ama hala o arkadaşlarla içtiklerimin tadını yakalayamadım. En kötüsü yirmi yuro olan Châteauneuf du Pope gibi bir şişe alınca güzel çıkıyor tabi ama marifet o kadar para ödememekte.

Şu sıralar Fransadan aldığım iki Côtes du Rhône var, bayağı içilebilir şaraplar, ondandır yavaş yavaş bir tad geliştirmeye başladım.

Çok özel bir tadı vardır bu şarabın. Bazılarınızın içi kalkmasın, domuz yağı gibi bir tadı var derler. Tabi içinde domuz, momuz yok, ancak bilenlerinize gerçekten o kızarmış jambon kokusunu hatırlatan bir aroması vardır bu şarapların.

Hemen hemen tüm Fransız şaraplarının olduğu gibi, Côtes du Rhône da bir kaç üzümün harmanı ile yapılır.

Bu harmanın çok yaygın bir kısaltması da vardır.

GSM

Cep telefonları ile bir ilgisi yok tabi. GSM, Grenache, Syrah ve Mourvèdre üzümlerinin baş harfleri. Neredeyse her Côtes du Rhône asli olarak bu üç tür üzümün karışımı ile yapılır (kırmızı şaraplar tabi). Arada küçük miktarlarda başka üzümler de kullanılır.

Bunlardan Grenache Côtes du Rhône bölgesinin en çok ekilen üzümü. Doğal olarak da bu üç üzüm içinde aroması ve tadı en dominant olanı. Rengi hafif açık ancak bol bol meyve ve alkolü var.

Syrah ise Şiraz üzümü. Humeyniden önce İranlılar, sonra da Avustralyalılar sahip çıksa da genetik olarak Fransız bir üzüm. Grenache'a göre biraz daha koyu ve daha sert meyve tadları var. Ancak Syrah'nın en önemli özelliği, Côtes du Rhône şaraplarına özgü o domuz yağı aromasını vermesi.

Mourvèdre İse bu üçünün en koyu olanı. Côtes du Rhône Şaraplarının yine klasik, yuttuktan sonra ağzınızda kalan tattan sorumlu - İngilizcede aftertaste derler.

Côtes du Rhône Şaraplarının alkolü diğer şaraplara göre daha yüksektir. Bir kadeh içtikten sonra araba kullanmak isteyenler uyarı olsun, biraz alkolün deşarj olmasını bekleyip öyle geçin direksiyona.

Her gün de bir yada iki kadeh Côtes du Rhône için.

Sağlık için iyi diyorlar.

Herkese iyi bir hafta sonu olsun 🍷

Edit: Côtes du Rhône'u genelde kullanıldığı şekilde çoğul olarak CôteS şeklinde değiştirdim.

17 Nisan 2018 Salı

Amarika!

Sözcü yazarlarından biri, yazmış, "Amerika'nın ne gibi bir delili var ki Esed'in kimyasal silah kullandığına inanıp saldırıyor?"

Doğru allah için. Şaka yapmıyorum. Hiç bir delili yok gerçekten.

Sonra ekliyor yazar hanım.

"Amerika bu saldırıyla kimyasal silah saldırılarının delillerini yok etti"

Devam ediyor.

"Eğer Amerika Esed'in kimyasal silah depolarını vurmuş olsaydı 'gaz kaçağı' olurdu."

İşte bundan adam olmayız.

Karı Amerikaya kızıyor delili yokken Esed'i suçluyor diye, sonradan elinde bir kuruşluk deliki olmadan öyle iddalarla çıkıyor ki ortalığa, insan gülerken ağzını bırakıyor.

Nereden biliyorsun bacım Amarikanın delil yok ettiğini?

Var mı delilin? Gittin bombalanan yerleri mi gördün? Amerikanın vurduğu yerlerde akrabaların mı var? Neye dayanarak ancak askeri bir uzmanın varabileceği bu sonuçlara varabiliyorsun?

Gaz kaçağı ne demek? Kimya mühendisi misin? Nereden biliyorsun her vurulan kimyasal silah tesisinin gaz kaçıracağını?

Başkası yaparken giydir, ama sen yaptığında doğru. Niye? Çünkü sen her şeyi bilirsin. Bilmesen de şeytani zekanla bilmediğin tarafını kıvırırsın.

Bir kuruşluk delilin yok. Ne nerenin vurulduğunu, ne nasıl bir kimyasal silahın hedef alındığını biliyorsun. Bir lokma kanıtın, istihbaratın, bilgin yok. Oturduğun yerden sallıyorsun.

CNN Türk satıldığından beri Ulusal Kanal, Halk TV falan izliyorum. Çıkan adamların çoğu böyle. O Nihat Genç denen soytarı, elini masaya vurarak yırtıyor kıçını Amerika delilleri yok etti diye. Onun da bir kuruşluk bilgisi yok, bir kuruşluk delili yok.

Hissediyor ya ulu büyük reis, doğrudur o zaman...

Havuz medya, yandaş televizyon diye kızıyorlar, kendileri sanki havuz değil. Daha birinde farklı görüşlü bir ses yok. Körlerle sağırlar, birbirlerini ağırlıyor.

Aydın Doğan'a Yılmaz Özdil'i attı diye bağıran zihniyet, rahatlıkla Can Ataklı'yı, Hüsnü Mahalli'yi bir telefonla kapının önüne koyuyor.

Diyeceğim o ki, yanlış iş yaparak doğru sonuca ulaşılmaz,

Başkasını eleştirebilmek için ondan iyisini yapman gerekir.

Problem siyasal görüşte değil, zihniyetten. AKP'lisi de, aydını da aynı. En ufak bir farkları yok. İkisi de bilmiş, ukala, tahammülsüz, yanlı, biatçı. Tek kelimeye indirirsek ilkel.

Sonra da ülke niye böyle...

Hep Amarikanın kabahati canım. Hadi git biraz daha viyakla.

14 Nisan 2018 Cumartesi

Milyoncuk

Sevgili arkadaşlar, Amarika ve avanesinin Suriyeye yaptığı saldırının detayları biraz biraz açığa çıktı.

Gelin bakalım neler olmuş.

Efendim, Amarika gemilerden 66 tane Tomahawk seyir füzesi atmış.

Tomahawk'lar aslında füze değil, bir kere uçmaları için yapılmış pilotsuz uçaklardır. Karadan, denizden, denizaltından, havadan, her yerden atılabilir. GPS dahil birden fazla yöntemle yollarını bulurlar.

Bin yedi yüz kilometre kadar menzilleri vardır. Hızları da bin kilometre saat'in biraz altındadır, yani iki saat kadar havada kalabilirler.

Boyutları bir uçaktan çok daha küçük, hedeflerine giderken de çok alçaktan uçtukları için radara yakalanmaları çok güçtür.

Yarım ton patlayıcı taşırlar.

Atıldıktan sonra birden fazla önceden programlı hedeflerden herhangi birine, ya da yeni tanımlanacak bir hedefe yönlendirilebilirler. Hatta füzeyi sıkarsınız, operasyon bölgesine gidip, işe yarar bir hedef bulana kadar havada dönmeye başlar. Ne zamanki yerden, uçaktan, İHA'dan ya da uydudan güzel bir hedef bulunur, Tomahawklar gider, dan diye vurur bunları.

Gördüğünüz gibi ne pilot, ne uçak kaybetme derdi var. Binlerce kilometre uzaktan sallarsınız bunları, gider çıtak diye vurur hedefini.

Bu kadar marifetli bu füzelerin adisyonu da yüksek oluyor tabi. Füze başı bir milyon dokuz yüz bin dolârcık! 66 tane sıkmışlar, l'addition est 66 x 1,9 egallement 125 buçuk milyon dolârcık.

Efendim B-1 uçakları da 19 tane JASSM-ER sıkmış.

B-1 uçakları biraz yaşlansalar da, hala taş gibi uçaklardır.

57 ton bombayı, füzeyi, on bin kilometreye götürüp atabilirler. Hepimizin bildiği B-52'lerin iki karına yakın bir bomba yüküdür bu.

Bir kere yakıt ikmali ile dünyanın her noktasına ulaşabilir, ikinci bir yakıt ikmaliyle de geri dönebilirler. Bütün bunları sesin 1.25 katı bir hızla uçarak yapabilirler.

İşte bu uçaklardan atılan JASSM-ER füzeleri de Tomahawk'lar gibi seyir füzeleridir. Menzilleri bin kilometre kadar olup, Tomahawklarınkinden biraz daha kısadır ama aynı miktarda patlayıcıyı hedefe götürebilirler.

Bu füzelerin güzelliği, öyle atmak için koca koca uçak ve gemilere gerek duyulmamasıdır. F-16 gibi ufacık bir uçağın kıçına takıp, istediğiniz yere götürür atarsınız.

Fiyatları da hesaplıdır. Bir milyon dört yüz bin dolârcık. 19 tane sıkmışlar, etti mi size yirmi altı buçuk milyon daha!

Toplamda Amarikalılar bu işe yüz elli milyonun üzerinde para yatırmış sizin anlayacağınız.

Bakalım diğer müttefikler n'aapmış...

Vive la France, son model Rafaele uçaklarımdan 9 tane SCALP, gemilerden de 3 tane MdCN seyir füzesi atmış.

İngiliz centilmenler de Tornado uçaklarımdan 8 tanecik Storm Shadow füzesi atmışlar.

Frank ve Anglo Saksonların attıkları bu üç çeşit seyir füzesi aslında hep aynı füze. Sadece isimleri değişik, bir de gemiden atılanlara bir booster takıyorlar ekstra. Ortak geliştirmişler.

600 km menzilleri var ve yine yarım tona yakın patlayıcı taşıyabiliyorlar.Tomahawklara göre daha ilkeller tabi ama yine de işe yarayan füzeler.

Tanesi de bir milyon dolârcık civarı. Böylece Fransızlar bu işe on iki, İngilişler de sekiz milyon dolârcık yatırmış oluyorlar.

Bu saldırı tabi ki ÇOK başarılı, EN başarılı olmuş, Esed efendinin eli kolu kırılmış, yıllarca bir daha toparlanamayacak hale gelmiş. Harekatın sonunda hiç can kaybı olmamış, üç sivil yaralanmış.

An itibarıyla veriler böyle. Bunlar değişebilir tabi ancak bu halleriyle bize ne söylüyorlar ona bakalım.

Her şeyden önce en azından şimdilik üçüncü dünya savaşı çıkacak diye endişelenmeye gerek yok.

Bu harekat Rusyaya karşı, Rusyaya rağmen yapılmış bir şey değil.

Elinize 7.65 üçüncü sınıf bir gangster tabancası alın, gece vakti havaya üç el ateş edin, üç insandan daha fazlası sağa sola kaçarken yaralanır. Toplam elli tona yakın patlayıcı taşıyan doksan beş füze atıp, sadece üç insan yaralıyorsanız ya o füzeleri atmamışsınızdır, ya da sayı saymayı bilmiyorsunuzdur.

Kısacası tamamen tezgah.

Yukarda bahsettiğim onca özelliği üç adam yaralamak için kullanmak ne kadar manalı, siz düşünün.

Trump sağa sola asarız, keseriz, oyarız diye tivit atıp, mahçup olmayayım diye Vlad abiyi aramış, gel anlaşalım, biz şuralara füze sıkacağız, hem siz gitmeyin, hem de Esed ve İranlılara söyleyin, boşaltsınlar oraları demiş, füzeler atılmış, ya da atılmış gibi yapılmış, sonra da film icabı kınamalar, protestolar...

Bu harekatın parasını muhtemelen fellahlar ödüyorlar. Bizimkiler de bedavadan füze deneyip, belki de Block 4'e upgrade ettikleri eski Tomahawkları elden çıkarmak istemişler.

Çünkü bu saldırı için gerçekten bu kadar tataavaya hiç gerek yoktu. Katardan yada fellahlardan kaldırdıkları F-16'lara taktıkları bombalarla bu işi halledebilirlerdi. Hadi S-400'lerden korktular diyelim, bomba yerine JASSM-ER'lere bile fazla, yarı fiyatına JASSM'lerle bile bu işi halledebilirlerdi. Öyle gemilerden Tomahawk sıkmak, B-1'leri kaldırmak sineklere bazuka ile saldırmaya benziyor.

Bütün bunlara karşı ilaç olsun diye bile bir tane S-400 atılmamış. Eğer bunlar işe yaramıyorlarsa biz de almayalım abi.

Fransızlarla Ingilizlerin katılımı ise tamamen sembolik. Fransızlar Rafaele'leri piyazlamak için füzeleri bunlardan atmış olabilirler, bir de aynı füzeyi gemilerden denemek için üç tane de gemiden sıkmışlar anlaşılan.

İngilizlerin uçak pazarlama dertleri bile yok. O Tornado uçakları benim orta okul zamanımın hızlı uçaklarıydı. Nil Burak, Gökben falan meşhurdu o aralar. Bugün pilotlara kokpitte hapşırmayın diye talimat veriyorlar, uçakların kanatları pat diye düşer diye korkuyorlar.

Kısacası bir racon kurtarma, bir de enayi parasına askeri teknoloji deneme harekatı bu.

Üçüncü dünya savaşı hala çıkabilir ama bu harekattan ötürü çıkmayacak bence...

10 Nisan 2018 Salı

Balllistikkkk!

Doğan Medya satıldığından beri CNN Türk'ü takip etmiyorum. Kala kala bir Sözcü kaldığı için arada bir onu açıp okuyorum, o kadar. Yoksa vatanla ilişkimi kestim, TBBT ya da 2.5 Men rerunları yapıyorum çalışırken.

Bu akşam şarap akşamı, şeytan dürttü, açtım Sözcü'yü.

İlk haber: "Rusya Suriyeyi BALİSTİK füzelerle vurdu!"

"Balistik" kelimesi öyle hoşuna gitmiş ki, haberde seksen kere tekrarlanıyor. "Balistik Füze" aşağı, "Balistik Füze" yukarı.

Ee, insanın ağzını dolduruyor "Balistik" sözcüğü.

BALLLLİİİSTİKKKKK!

Kodumu oturtur valla!

Normal füzeyle vurmuş olsa, o kadar önemli olmazdı.

Ama baba BALLİSTİKKK füzeyle vurmuş ki....

Sorsan nedir balistik diye, bilirse adam değilim.

Halbuki "Balistik" füze ucuzcu işidir. Karşılığı olan Cruise, yani Seyir füzeleri pahalıdır.

Saddam'ın ilk körfez savaşında attığı Scud'ların hepsi balistik füzeydi. Günümüzde çok namlulu roketlerin, hatta 6.35'lik kız tabancalarının mermileri bile balistiktir.

Çok numara yok yani bu balistik füze meselesinde...

Ancak Sözcü'de, bu haberin hemen altındaki haber bana son darbeyi vurdu, bu paylaşımı yapmak zorunda kaldım.

Bu ikinci habere göre Amarika intikam için Donald Cook isimli "Destroyer" 'ini bölgeye göndermiş.

Ancak her halde yolda üzlerine bir şey düşmüş ki, desteoyer'in üstü dümdüz olmuş!

Haberi yazan eşek resmen desteoyer yerine bir uçak gemisi resmi koymuş! 😛

Beşiktaş maçı haberine Fenerli futbolcu resmi koymak gibi birşey bu.

İşte böyle.

Deveye sormuşlar, o da nerem doğru demiş...

18 Mart 2018 Pazar

Hawking

Hawking ölünce hepimiz biraz kozmos, kara delik falan olduk. Ben de fırsat bu fırsat sizle biraz teorik fizik olayım istedim.

Gelin Hawking'in en önemli buluşuna balalım beraber. Bu buluş lafı da biraz sinirime dokunuyor. Hani eskiden bilim deyince atom mühendisliği, roket falan gelirdi akla. Buluş, keşif gibi tanımlamalar da aynı hesap.

Hawking'in bilme en önemli katkısı diyelim.

Bu katkının iki kelimeyle tanımı Hawking Radyasyonu isimli fenomen.

Radyasyon demek enerji yaymak demektir. Öyle atla deve de değildir. Mutlak sıfırın üzerinde sıcaklığı olan her şey, ama her şey radyasyon yayar. Dünyevi sıcaklıklarda bu radyasyon kızıl-altı dediğimiz ışık, güneşvari sıcaklıklarda ise gözle gördüğümüz ışık radyasyonudur. Daha fazla sıcaklıklarda X ve Gamma ışımaları görürüz. Nükleer reaksiyonlar ışığa ek örneğin nötron ve protonlarla yayılan alfa radyasyonları ortaya çıkarır. Bizi çok fazla ırgalamayan nötrino dediğimiz başka bir radyasyon türü de vardır. İçimizden geçer, gider. Farkımda bile olmayız. Sadece bizim içimizden mi? Dünyanın içinden boşluktan geçermiş gibi geçer, gider, hissetmeyiz bile.

Peki her şey radyasyon yayıyorsa bu Hawking Radyasyonu'nun önemi ne?

Cevap bu radyasyonun kaynağının ilginçliğinde.

Hawking radyasyonu - eğer böyle bir şey varsa - kara deliklerden yayılır sevgili arkadaşlar.

Kara deliklere hiç radyasyon yaymadıkları için kara delik derler. İşte bunların radyasyon yayıyor olmaları olayı tatlılaştırıyor.

Size dilimin döndüğünce bu Hawking Radyasyonu nedir anlatayım.

Ancak peşinen söyleyeyim, içim rahat olarak kendimin anladığını bile idda edebilecek durumda değilim. Kafamda cevaplanmamış bir çok soru var ve etrafa bakınmama rağmen çok açık cevaplar bulabilmiş değilim.

O yüzden söylediklerimin hepsini doğru ve geçerli almayın. Hatta zırvaladığım yerleri görürseniz söyleyin, derhal düzelteyim.

Kara delikleri yerçekiminin çok yoğun olduğu bir madde türüdür. Yerçekimi o kadar kuvvetlidir ki, evrende bildiğimiz en hızlı giden fenomen olan ışık bile bunların yerçekiminden kaçamaz.

Şöyle açıklayalım.

Bir taşı havaya attığınızda ne olur?

Muzur bir çocukluk yaşadıysanız ta yirmi metre kadar havaya dikebilirsiniz, ancak gitgide yavaşlar ve sonunda geri yere düşer.

Biraz daha güçle yani hızla attığınızda daha da fazla yükselir ama hep geri gelir.

Süperman'i çağırırsınız. "Ya Süpo, şunu at bir havaya kurban olayım, ne kadar hızlı atarsam atayım geri geliyor." dersiniz. Süpo da gerilip hızla taşı havaya atar. Taş da bir daha geri yere düşmez, uzayda kaybolur gider.

Bunun sebebi, Süpo'nun taşı saatte kırk bin kilometreden fazla bir hızla atmış olmasıdır. Dünyanın yerçekimi bu hızla giden bir maddeyi geri getirebilecek güçte değildir. Haklı olarak roketler uzaya saatte kırk bin kilometre yapmadan nasıl gidiyor diye sorarsanız, cevap devamlı yakıt yakıp, tepki üretmeleri. Süpo taşı bir kere atıp, bir daha bakmaz. Roketler ise yerçekiminden kurtulana kadar benzin yakarlar.

Neyse.

Yerçekiminin gücü en önemlisi iki cisim arasındaki uzaklığa, daha az önemli olarak da iki maddenin kütlelerinin miktarına, yani ± ağırlıklarına bağlıdır. Dünyanın merkezinden ne kadar uzaklaşırsanız, yerçekiminin etkisi o kadar azalır. Yine ne kadar hafiflerseniz, yerçekimi o kadar azalır.

Dünyanın kütlesi aynı kalsın, ama sihirli bir el onu avucunun içine alıp sıkıştırsın. Madde miktarı aynı kalmak koşuluyla yarıçapı yarısına gelecek şekilde "gırç" diye küçültsün.

Bu durumda dünyanın yüzeyi merkezine iki kat yaklaşır ve yüzeydeki yerçekimi dört katına çıkar. Buna bağlı olarak kaçma hızı da aynen dört katına tabi.

Dünyayı sıkıştırmaya devam edersek - ki bunun bildiğimiz bir sınırı yok, önce atomların elektronlarını, sonra çekirdeklerini kıra kıra aynı maddeyi daha küçük bir hacime sığdırabiliriz, yüzey merkeze yaklaşmaya, kaçma hızı da artmaya devam eder.

Kaçma hızı, Işığın hızı olan saniyede üç yüz bin kilometreye ulaştığında ise zurna zırt diyecektir.

Çünkü ışık hızı bir sınırdır. Başka sebeplerden ötürü hiç bir şey ışıktan hızlı gidemez.

Başka bir deyişle hiç bir şey ışıktan hızlı gidemeyeceği için, hiç bir şey bu sıkıştırdığımız dünyanın yer çekiminden kurtulup, dışarı kaçamaz.

Kara deliklerin tümünde kaçma hızın ışık hızının üzerindedir.

Kara denmesinin sebebi, ışığın bile kaçamadığı olgusuna yapılan bir ironi, yoksa, özellikle büyük kütleli kara deliklerin etrafı oldukça neşeli, oldukça "aydınlık" yerlerdir. Maddeler kara delik tarafından yutulurken dönerek bol bol X ışını başta, bir çok türde ışık yayar.

Bir an için evrenin en hızlısı ışığın yerine koyun kendinizi.

Karşınızda da bir kara delik. Eşek gibi de yerçekimi var. Siz de bu yerçekiminin size zarar veremeyeceği bir uzaklıktan işe bak lan diyerek bu kara deliği seyrediyorsunuz.

Merak tabi. Daha iyi görebilmek için bir iki adm yaklaştınız. Yerçekimi de hemen arttı, ama koç gibi evrenin en hızlısı ışıksınız, biraz çekiştirse de, hala geri dönüp, kaçma şansınız var.

Bir adım daha attınız. Yerçekimi biraz daha arttı.

İnsanın başına ne gelirse ya meraktan deyip, biraz daha yaklaştınız.

Yerçekimi artık bayağı çekmeye başladı. "Lan başıma bi iş gelmeden gideyim" derken sendeleyip kazayla biraz daha yaklaştınız.

Öyle bir noktaya geldiniz ki bir adım daha atsanız, lüp, kara deliğe düşeceksiniz, ama yerçekimi sizi içeri alamasa da kaçmanıza izin vermeyecek kadar kuvvetlendi. Evrenin en hızlısı ışık olarak ne içeri düşüyorsunuz, ne de dışarı kaçabiliyorsunuz. Başlarsınız kara deliğin etrafında dönmeye.

İşte ne kaçmanızın mümkün olduğu, ne de sizi tam olarak içeri çekemeyecek bu sınıra "Event Horizon", yani Olay Ufku derler.

Olay ufkunu geçtiğiniz an evrenle, en azından bizim evrenimizle ilişkiniz kesilir. Ne bir mesaj yollayabilir, ne de başka bir şekilde evreni etkileyebilirsiniz.

Olay ufkunun içi, özellikle büyük kütleli kara deliklerde, dışarıdan çok farklı değidir aslında. Ancak kara deliğin merkezinde "Singularity", yani Tekillik adı altında bir yer vardır ki, orada nelerin olacağını Einstein baba bile bilememiş. Bildiğimiz fizik kuralları, yerçekimi, kuantum, muamtum hepsi çöpe. Kimisi başka evrene, kimisi yeni bir big-bang"e gidersin diyor, ama giden, gören yok tabi.

Peşrevimizi tamamlayıp, Hawking'e dönelim.

İşte Steve baba bütün yukarda anlattıklarımıza rağmen kara delikten ışık çıkar diyor.

Nasıl deyince kuantum fiziğinin en acayip özelliklerinden birine başvuruyor.

Kuantum fiziğin kurallarına göre bir şeyin olma olasılığı varsa mutlaka oluyordur.

Alın olay ufkunu. Tam o noktada enerji ve dolayısıyla maddenin sıfır olduğunu düşünün.

Hawking diyor ki herşey sıfır iken tam olay ufkunda, quantum fiziğin öngördüğü olasılıklar çerçevesinde, toplamı sıfır olan bir parçacık ve bir antı-parçacık oluşabilir. Bunların biri kara deliğe düşerken, diğeri olay ufkunun dışına kaçar. Kara deliğe düşen anti-parçacık kara deliğin kütlesini azaltırken, kaçan parçacık da ışıma yani enerji olarak bizim evrenimize döner.

Kısacası kara delik ışıma yaparak madde kaybeder.

Bir amatör olarak sokak diliyle anlayabildiğim bu kadar.

Bu da beni rahatsız ediyor sevgili arkadaşlar, çünkü cevaplanmamış çok soru var, en azından benim amatör ve akılsız kafamda.

İşin aslı sözcüklerle basite indirgenip anlatılamayan her konsepte şüpheyle bakarım.

Uzun yıllardır elime geçen her kaynağa bakarım, Hawking Radyasyonu'nu yukardakilere benzer bir iki insani cümleyle açıklarlar ve iş biraz "neden", biraz "nasıl" 'a geldiğinde hemen başlarlar, onun türevi, bunun integrali...

Bu matematik iyidir, ince hesapların yapılmasına, mesela bu radyasyonun miktarının hesaplanmasında falan çok da işe yarar tabi. Ancak, radyasyonun kendisini matematikle anlatmak biraz ayıp oluyor işte.

Ne var ki Hawking bir teorik fizikçiden çok matematikçi. Anlı şanlı Cambridge üniversitesinde "Lusezyan" Matematik Profesörü (kusuruma bakmayın, geçenlerde bir TV programında, baltanın biri Lukazyan'a Lusezyan dedi, ona nazire yapıyorum). Matematikçi olunca da oturduğu yerde çarpıp, bölüp böyle sonuçlara ulaşıyor işte.

Bir matematikçiye sorun, cebinde yüz lira para var ve hiç arkadaşın yok, bunu arkadaşların arasında eşit paylaştırdığında adam başı kaç lira düşer diye. Adam gözünü kırpmadan sonsuz lira der, sonraki soruya geçer. İşin olabilirliği ile, sonsuzluğun tanınan, anlaşılan bir kavram olup, olmadığı ile çok da ilgilenmez.

Başka bir örnek vereyim.

Bir cismin hızı arttıkça kütlesi artar. Bu yüzden ancak kütlesi sıfır olan (yani kütlesi olmayan) bir cisim ışık hızına çıkabilir.

Şimdi alın bu tanımı ve kütleyi sıfırın altına, eksiye düşürün. Sıfırın altında kütle arttıkça kağıt üzerinde cisim ışık hızından hızlı gitmeye başlar.

Matematiğiniz iyiyse negatif olmayan, yani pozitif kütleleri de ışık hızının üstüne çıkarabilirsiniz. Yeter ki karesi eksi bir olan bir sayı bulun.

Negatif kütle nedir, ne ben, ne başkası biliyor arkadaşlar. Karekökü eksi bir tane elma ver deyince de gökten üçü düşer, birini alırsınız. Yani gerçek hayatta yok böyle şeyler.

Ama bir matematikçi için karesi eksi bir olan bİr sayı var. Hem de ta tahsilinin ilk yıllarımda, Matematik 101 dersinde işlenmiş bir konu bu.

"i" sayısı!

Nedir, ne demektir kimse bilmez ama i x i = -1 işte 😛

Adamlar bunun ilmini yapmış ama, gülmeyin.

Bu eksi kütleli maddeye Takyon demişler. Hızlarını, etkileşimlerini falan bile hesaplamışlar. Ancak bildiğim kadarıyla tek görülüp, kullanıldığı yer Uzay Yolu. Kaptan Picard, Lt. Cmdr. Data'ya seslenir bazen "Data, Klingon gemisine bir Takyon ışını yolla" diye...

Tabi Hawking'i küçümsemek haddim değil, ancak basit aklımla bu ışımanın kara deliğe kütle kaybettirmesinin tek yolunun, kara delik tarafından yutulan parçacığın negatif kütleli, yani negatif enerjili bir parçacık olabileceğini düşünüyorum.

Tesadüfi olarak bu parçacık-anti parçacık çiftlerinden niye seçmece sadece kütle kaybettirecek olanının kara deliğin içine düştüğünü, enerjili olanın da dışına kaçtığını anlamış değilim. Negatif enerjili parçacık kaçıp, pozitif enerjili normal parçacık kara deliğin içine düşseydi kara delik kütle kazanacaktı.

Ez cümle, her şey random olduğuna göre niye Hawking Radyasyonu'nu yaratacak parçacıklar dışarı kaçıyor, diğerleri de içeri düşüyor bilmiyorum.

Eğer bazı yerlerde okuduğum üzere her iki parçacığın da enerjisi varsa (bu kuram kara deliğe düşen enerjinin bizim evrenimizi etkileyemeyeceği için yok sayılması gerektiğini öneriyor), yani enerjileri sıfırdan büyükse, bunlar ortaya çıkmadan önce toplamlarının nasıl sıfır olduğunu da birisinin açıklaması gerekiyor. Üstüne, enerjisi pozitif olan bu parçacık kara deliğin kütlesini bırakın azaltmayı, daha da artıracaktır.

Haklı olduğumu idda etmiyorum ancak biri bana bu soruların cevabını türevsiz integralsiz anlatana kadar şüpheyle bakmaya devam edeceğim.

Ne olursa olsun ne bu radyasyonun, ne kara deliklerin şu an için hayatımıza en ufak bir etkisi yoktur. Şimdiye kadar bırakın Hawking Radyasyonunu, bir kara deliği bile doğrudan görmüş ya da gözlemlemiş değiliz.

Yani nefesinizi şimdilik tutmayın. Hawking radyasyonu ile çalışan arabaların yapılmasına biraz daha zaman var.

Uzaydaki kara deliklerden ziyade, ülkedeki karalığa odaklanalım bence.

Umarım çok gevelemeden bu dehanın bilime önemli katkısını anlatabildim.

Günleriniz aydın olsun.

16 Mart 2018 Cuma

Hawking Öldu

Yıllar önce, ama bayağı bir yirmi beş yıl falan önce, bir yaz tatilinde Black Holes and Baby Universes isimli bir kitabını okumuştum. A Brief History Of Time'dan sonraki kitabıydı yanlış hatırlamıyorsam.

Kitapta beklendiği üzere bayağı fizik vardı tabi, ancak hatrı sayılır bir uzunlukta kendinden ve hastalığımdan bahsetmişti Hawking. Oradan biraz anlamaya başlamıştım ne durumda olduğunu, nasıl bir hayat geçirdiğini, nelere rağmen bilime hizmet ettiğini.

Çok başınızı ağrıtmayayım adama okulunu bitirmeye yetecek kadar ömrün kalmamış demişler, yetmiş altı sene yaşamış. Her yeni gün bir öncesinden daha kötü olsa da direnmiş.bir gün kolu, bir gün bacağı, bir gün başka bir organı durmuş.

Konuşma yeteneğini yitirdiğinde joystick benzeri bir aleti kullanarak, elektronik bir sesle iletişime devam etmiş. Ancak bu sesin Amerikan aksanı ile konuşmasından hiç memnun değilmiş.

En sonunda tek kontrol edebildiği organı, yanağında seğiren minik bir kası kalmış. Bu minicik kası oynatarak bilgisayarını kullanmaya devam ermiş.

Her şeye rağmen evlenmiş, çocukları bile olmuş.

Cambridge üniversitesinde Lukazyan Matematik profesörü. Yani profların profu. Aynı ünvana aynı üniversitede Isaac Newton da sahipti.

Hawking şöyle iyidir, böyle kötüdür diye ahkam kesmeye ne bilgim, ne beynim yeter. Ama sizlere hissettiklerimi anlatabilirim. Her cümlenin önüne yalnız lütfen bir "bence", "bana göre" ya da "in my opinion" koyun.

Tam bir teorisyendi Hawking. Talihsizliği yüzünden medyanın ilgisini çekmişti. Hastalığının sonucu olan tekerlekli sandalyesi ve fiziksel görünümü yüzünden ilgili, ilgisiz herkes adını duydu.

Sanki bir dahi olmak için illa dilinizi çıkarmanız ya da oranızın, buranızın çarpılması gerekliymiş gibi.

The Big Bang Theory'de Penny bile "Isn't he the dude in the wheelchair, who invented time?" demişti. Hawking zaten bu dizide misafir olarak oynamıştı. Uzay Yolu'nun Lt. Cmdr, Data'sı ile de bir bölümde poker oynuyordu.

İnsanlar genelde onu bir Newton yada Einstein ile denk tutma eğilimindedirler.

Her ne kadar bir dahi olsa da Hawking, sizin, benim hayatımızı "henüz" değiştirecek bir buluş, bir keşif yapmış değildir. Bunun aksine, etrafınıza baktığınızda arabanızın amortisörümden telefona, bilgisayarınızdan Uzay Mekiğine bir çok teknoloji Newton ya da Einstein olmasaydı, olmazdı.

Bunun karşısında, ancak elli milyar yıl bekleyip, bir kara deliğin yok olduğuna tanık olursak, Hawking'in dehası pratiğe dönüşebilir. Şimdilik, buluşları sadece fizikçileri heyecanlandırmakla kalıyor.

Zamanın ilerisinde bir dahiydi. Ellerini kullanmadan yüksek matematik yapabildiğini düşünün, sonra lise günlerinize dönüp, sayfa sayfa yazıp, çözemediğiniz denklemleri hatırlayın. Zor iş yani.

Ben onun ismi ile özdeşleşen kara delik odaklı astrofizik yazılarından çok, quantum fiziği ve temel kuvvetleri anlattığı yazılarını severek okudum. Denk gelirse ve okumadıysanız A Brief History Of Time'a bir bakın. On milyon tane satmış!

İşte böyle bir dahi, bir o kadar da talihsiz ama azimli bir insan göçtü. Yattığı yerde rahat uyusun.

Bütün dünya onu hakettiği saygıyla andı. Katoliği, Protestanı, Budisti, Ateisti, her kesimden, her inançtan insan ardından bir kaç kelime söyledi.

Tabi ki biz de bu dahiye son görevimizi yerine getirdik.

Sosyal medyada görüp, okuduğum bir ikisi şöyle.

"Amk ateisti!"

"S.ktir git!"

"Şimdi anlarsın cehennem var mı, yok mu?"

Adam Cambridge'de bir Lukazyan Profösör"e "amk" diyor. Güler misin, ağlar mısın? Ateistmiş. Ateist olmayıp, mesela Katolik olsaymış ne diyecekti? Dereceyi düşürüp, ölmüş adamın arkasından sadece "puşt" demekle mi yetinecekti?

Şimdi anlarsın cehennem varmıymış diyor. Sanki Hawking'i kulağından tutup, kendi elleriyle zebanilere teslim etti de dönüp bize bilgi veriyor.

Daha neler...

Birisi Hawking diye biri aslında yok diyor. Anladığım kadarıyla Hawking ismini İslam'a karşı uydurulmuş bir komplo olduğunu düşünüyor.

Başka birisi sadece Hawking'e bile değil, hızını alamamış, Newton'a da, Einstein'a da hikaye yazarı demiş. Eh Einstein olmasaydı o elindeki cep telefonu da olmazdı diyeceksin, bu sefer sana hikaye anlatıyorsun demeye başlayacak.

İnsan bunları duyunca üzülüyor, ama anlıyor, niye ülkeden Hawking'ler yerine pedofillerin çıktığını.

Hawking ışıklar içinde uyusun.

Sizler de mutlulukla kalın...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...