21 Mart 2015 Cumartesi

Porto

Yıl 2004. Canavar bir arabam var, ayıptır söylemesi. Hızlı zamanlarım, otoyoldaki hız limitlerine dikkat etsem de, arada bazen kaçıyor. Bir gün, işe giderken farkında olmadan neredeyse 200 km'yi bulmuşum. Bir Audi beni solladı. Sollarken de arabanın arka koltuğunda oturan er kişi koca bir tabelayı cama dayadı.

"HALT! - (DUR!)"

Durduk tabii. Sivil bir polis arabası. "Ne olduğunu biliyorsun değil mi?" diye sordu, "Biliyorum." dedim.

Ehliyetim gitti bir ay...

İlk iki hafta, maksimum hızı 45 km olan kiralık bir Smart'la işe gittim geldim. Kanun buna uygun. Arabanın arkasına, takip edenleri sinirden çıldırtmadan durumu açıklamak için bir "45 kilometre" levhası, kapılarına da koca koca kaplumbağa resimleri koymuşlardı. Gören herkes ne olduğunu anlıyordu yani...

Plana göre, geri kalan iki haftayı bir Brezilya tatili ile geçirecek, aşağılanma süremi yarı yarıya düşürecektim.

Brezilyanın eski milli havayolu Varig'in bir DC-10 uçağı ile çıktık yola. Bu DC-10'lar Gökben'in Şiribim Şiribom şarkısı ile ünlendiği zamanların uçakları...

Uçağımız, bu geçen yıllardan payını fazlasıyla almıştı.

Benim koltuğum bozuk, yatmıyordu ama önümdekinin böyle bir problemi olmadığı için uçak kalkar kalkmaz koltuğunu yatırıp burnuma soktu. Yine sehpamın mandalı bozuk olduğu için, dan diye kucağıma düştü. Bir iki kere katlayıp, yerine yerleştirmeye çalıştım, araya kağıt sıkıştırdım falan, fayda etmedi.

Bir yarım saat daha uyumaya çalıştım ama uçağın her yeri gıcırdıyor, yolcular bağrışıyor, hostesler dan dun, koridor kenarındaki koltuklara çarparak koşuşturuyordu.

Çaresiz kalktım, "galley" denen, yiyecek ve içeceklerin hazırlandığı bölüme gittim. Benle birlikte uyuyamayan üç beş yolcu daha, on saat boyunca Atlantik Okyanusunu su, portakal suyu ve şampanya içerek geçtik.

Sabahın erken bir saatinde Rio de Janeiro'ya indiğimizde, sarhoş sayılacak kadar şampanya içmiştim. Bizi hava alanından şehre getiren taksiden iner inmez de öyle bir tropik yağmur başladı ki, üzerimdeki giysilerde herhalde bir beş kilo su birikmişti.

Uykusuzluk, saat farkı, şampanyalar ve üstüne bir de bu yağmur gelince artık takatim kesilmiş, bitkin düşmüştüm. Aklımda tek bir şey vardı.

Kahve!

Birlikte seyahat ettiğimiz arkadaş Rio'yu daha önce birkaç kez ziyaret etmiş, ne nerede bilecek kadar deneyimliydi.

Copacabana plajı ile Ipanema plajını ayıran burunun hemen yanında, Rio'ya biraz güzel vakit geçirmek için gelen birçok kişinin uğrak yeri olan "Help" isimli bir diskotek vardır. Help, bildiğiniz üzere İngilizce yardım demektir, ve gerçekten, eğer yalnızsanız, burada fazlasıyla yardım bulursunuz (Size üçüncü sınıf, çapkınlık hikayeleri anlatıyor gibi olmayayım, sadece coğrafya bilgisi veriyorum. Yine başka bir vicdan notu, ben bu seyahatimde bekar ve bağlantısızdım).

Dağılıyoruz farkındayım, toparlayalım.

İşte bu diskoteğin hemen yanıbaşımdaki bir Cafe'ye götürdü beni bu arkadaş.

Garson ne istersiniz diye sorduğunda aynen şöyle dedim.

"One coffee."

Van minit gibi, van kofi, yani bir kahve. Ne bir eksik, ne bir fazla. Lütfen bile demedim. Sadece "Bir kahve!"...

Copacabana, Sadece bir kahve...
Brezilya'da en çok kullanılan işaretlerden biri olan, tamam anlamındaki, baş parmak havaya, yani pilot selamını gösterip gitti içeri.

Otellerde garsonların servis yaparken kullandıkları iki katlı bir arabayla geri geldi.

Önce kahveleri verdi. Sonra başladı servis arabasından aldıkları tabakları yaymaya. Yağ, bal, beş çeşit reçel, envai çeşit salam, sosis, yoğurtlar, yine envai çeşit ekmekler, krakerler, tropik meyveler, sizin anlayacağınız, aklınıza ne gelirse.

Dört kişilik masaya iki kişi oturmuştuk, buna rağmen tabaklar sığmadı ve garson ikinci katı çıkmaya başladı.

Dayanamadım, "Birader, yanlış getirdin. Ben sadece kahve istemiştim." falan demeye kalktım, ama dinletemedim. Yanımdaki arkadaş gülüyordu.

Adettenmiş, sabah kahveyle yedi tekmili birden kahvaltı getirirlermiş.

Yıllar sonra Porto'da, Papagio restoranda da aynı duyguyu yaşadım. Hani Amerikalıların Deja Vu (doğru telaffuzu Deja Vü) dedikleri, "Lan, ben bunun aynısını daha önce de yaşamıştım." hali.

Uzun bir gün olmuştu. Hamileliğin de etkisiyle eşim Jelena (Yelena) hafif birşeyler yiyip erken yatmak istedi.

Çok fazla seçici davranmadan, nehrin arkalarında, sokak içi, tipik bir restorana girdik. Jelena bir salata istedi, ben de bir biftek. Bir de ufak bir kırmızı şarap söyledim kendime. Şarap Porto'da çok önemli, bu konuya daha sonra geleceğiz.

Önce koca bir ekmek tabağı geldi. Ardından bir tabak zeytin. Ardından içli köfteye benzer bir çeşit tapa. Ardından sarımsaklı ekmek. Ardından peynir.

Ve koca bir şişe şarap...

"Biz ufak şarap istemiştik. Karım hamile, sadece ben içeceğim..."

"It's okay, it's okay, no problem..."

Sonrasında koca bir tepsi içinde Jelena'nın salatası geldi. En az üç kişilik, inanın abartmıyorum.

"It's okay, it's okay, no problem..."
Ve aynı büyüklükte ikinci bir tepsi, yarısı tepeleme pilav, diğer yarısı da patates kızartması.

"Ben biftek istemiştim..."

"It's okay, it's okay, no problem..."

Sonrasında yine koca bir toprak kap. İçi siyah fasulye dolu. Yine Brezilya'dan aşinayım, leblebiden küçük simsiyah fasulyeler, aynı siyahlıkta bir sos içinde. Deli olurum tadlarına.

Ve sonunda biftek de geldi. Kayık, metal bir tabak içerisinde üç koca parça. En az yarım kilo. Şarap için yorum yapmıyorum bile...

Battı balık yan gider, masada ne varsa yedik ve içtik. Ömrüm boyunca unutamayacağım lezzette bir yemek oldu. Kızımız Melissa bile yemeği beğenmiş, Jelena'yı tekmelemek suretiyle mutluluğunu göstermişti.

Hesap ise İsviçrede McDonald's da ödeyeceğimizden daha az bir miktar geldi.

Porto'da geçireceğimiz üç günün nasıl olacağı yavaş yavaş belli olmaya başlamıştı. İki kelimeyle özetlersek Yemek ve Şarap!

Porto, Portekiz'in ikinci büyük kenti. Nüfusu bir buçuk milyondan fazla. Douro (Doro) nehrinin Atlantik Okyanusuna döküldüğü noktanın bir kaç kilometre içerisine kurulmuş bir liman kenti. Port zaten sözcük anlamıyla kapı, liman demek.

Porto'nun Portekizce'deki ismi "o Porto" sözcüklerinden gelmekte, "o Porto", Türkçede karşılığı olmasa da İngilizceye "The Port" şeklinde çevrilebilir. Bugün "o Porto", "Oporto" haline dönüşmüş ve zaman zaman İngilizce ve Portekizce de Porto isminin yerine kullanılmakta.

Jelena ve Melissa Porto'da
Porto, Lizbon'un aksine, tertemiz, bal dök yala bir kent. Çok iyi bakımlı, ve toplu taşım sistemi yaygın ve rahat bir şekilde kullanılabiliyor.

İnsanları, Portekiz'in genel özelliği olarak çok iyi ve arkadaşça. Aslında, eğer Türkiye'deki, kibarlıktan muhafazakarlık diye adlandırdığımız bağnazlık ve yobazlığı çıkarırsanız, arkadaş canlısı olmalarının yanında, yüksek sesle konuşmaları, her yere araba park etmeleri, ıslık çalmaları, ve yerlere tükürmeleriyle bize çok fazla benziyorlar :)

Hava ise inanılmaz güzeldi. İsviçre'de eksi dördü bırakıp artı yirmiye gelmek mükemmel olmuştu.

İşte bir nefeste coğrafik Porto özeti böyle. Daha fazlası Wikipedia'da bulunabilir tabii, ancak sizi ansiklopedik bilgiyle bayıltmadan, bu cennet köşesinin havasını benim burnumdan koklatmaya çalışayım.

Porto bir liman kenti olduğu kadar bir nehir kenti.

Türkler aslen göçebe bir toplum olduklarından bu nehir kentleri bize biraz yabancı gelir. Yani tabii ki nehir görmemiş insanlar değilizdir ama çok takılmayız nehirlere, kent yaşamımızın önemli parçaları değillerdir.

Avrupa'da ise nehirler, kentlerin atar damarları, vazgeçilmez unsurlarıdır. Aklınıza gelen, ismini bildiğiniz neredeyse her Avrupa kenti bir nehrin üzerine kurulmuştur.

Porto bir liman kenti
Bir kaç örnek sıralarsak, Madrid Manzanares, Paris Sen, Roma Tiber, Berlin Spree ve Havel, Amsterdam Amstel, Brüksel Sen, Belgrad Tuna ve Sava, Viyana, Bükreş ve Budapeşte Tuna, Krakow ve Varşova Vistula, Kiev Dinyeper, Londra Teyms, Lizbon Tagus, Moskova Moskva, Zürih Limmat, Prag Moldava, Sen Petersburg ise Neva nehirleri üzerindedir (bazı nehirlerin Türkçe karşılıklarını uydurdum, affola).

Bu listeye Avrupa dışındaki birçok kente ev sahipliği yapmış Nil, Amazon, Dicle ve Fırat gibi nehirleri de ekleyebiliriz.

Bu kentlerin nehir kıyılarındaki tavernalar, pazarlar, depolar ve benzeri ticari oluşumlar ise geçmişten gelen mirasla, hep şehirlerin merkezleri, en hareketli, en canlı noktaları olmuştur.

Porto kentinin nehir üzerindeki eski limanı ve etrafındaki antik şehir merkezi de işte bütün cazibesiyle sizi keşifler çağına geri götürüyor. Burası şehrin doyulmaz güzellikteki bir parçası arkadaşlar. Zaten UNESCO da burayı kültür mirası ilan etmiş durumda.

Bu antik merkezin nirengi noktası ise, yine Porto kentinin en önemli simgesi olan, Douro nehrinin iki yakasını birleştiren Dom Luis I köprüsü.

Dom Luis I köprüsü
Durum böyle olunca ayaklarımız sabah ilk iş, bizi bu köprüye götürdü.

Dom Luis I, çok büyük bir köprü. İki katlı, metal bir yapısı var. Alt katı nehir hizasında ve arabalar için ayrılmış. Üst katı ise, nehirden bir elli metre yukarda. Bu katta sadece tramvay çalışıyor. "Muhafazakarlıktan" kafayı bozup kızı başkasına verdiler diye intahar eden manyaklar olmadığı için, her iki kat da yayalara açık.

Köprünün güney ayağına doğru limanın içinden yürüdük. Nehir kıyısında bir sıra cafe, restoran ve hediyelik eşya satan mağaza var. Sadece bir cafe'den çalan müziği duyabiliyorsunuz. Bad Boys Whatcha Gonna Do. Çok güzel, uzun zamandır dinlemediğim bir şarkıydı, yürüme hızımızı biraz düşürüp sonuna kadar dinledik.

Cafe ve restoranların üstünde bir sıra antik sayılabilecek kadar eski görünen binalar dizilmişti. Bu tip mimariyi ilk defa görmüştüm. Balkonlar, pencereler, panjurlar sanki bir kartona çizilmiş gibi dışa doğru taşmadan dümdüz inşaa edilmişti. Renkler ise canlı sarı, kırmızı, pembe, tipik liman renkleri.

Köprünün alt katının da altından yürüyüp, diğer tarafına geçtik. Burada bir gurup martı, ölü bir balığı yiyiyorlardı. Biz gelince keyifleri kaçtı, hep beraber havalanıp birkaç metre ileriye kondular ve bizim gitmemizi beklemeye başladılar.

Alt katı kullanarak köprüyü geçtik ve benim için Porto gezimizin belki de en ilginç bölümünün yer aldığı, Gaia bölgesine ulaştık.

Kentin bu bölgesi, gümrükte bir duty-free shop'ın şarap rafı gibi. Birçok ünlü Porto şarabı imalatçısı, nehir boyunca bir-iki kilometrelik bir şerite sıra sıra dizilmiş.

Biraz şarap ile aranız varsa, Sandeman'i bilirsiniz, ya da en azından duty-free shop'ların baş köşesinde görmüşsünüzdür. Pelerinli, şapkalı, haydut kılıklı bir logosu vardır. Jelena, Zorro ismini takmıştı Sandeman'e.

Cockburn, Ferreira, Calem, Churchill, Dow, Croft, Graham's, Taylor's hep bilinen Porto şarap markaları.

Yine dikkatinizi çektiyse birçok marka Portekiz yerine Anglo-Sakson isimleri. Bunun nedeni ise Porto şarabının dağıtımının yüzyıllar boyu Britanyalılar tarafından yapılması. Örneğin Sandeman aslında İskoç kökenli bir marka.

Porto şarabı, Fransız Bordeaux (Bordo) ve Bourgogne (Burgonya) şarapları kadar eski ve köklü bir şarap. Sadece ve sadece Douro vadisinin üzümlerinden yapılıyor. Dünya üzerinde bir iki yerde Porto tarzı şarabı Porto adı altında satsalar da Avrupa'da Douro Vadisinden gelmeyen bir şarabı Porto diye etiketleyemezsiniz. AB anayasasında yazılıdır böyle şeyler :)

Yine benzer tatta, Portekiz'in Madeira adasında da Madeira Şarabı yaparlar (Cristiano Ronaldo'nun memleketi). Porto diye etiketleyemeseler de, Madeira'li birkaç arkadaşın sayesinde bu şarabı da bol bol tattım. Douro üzümlerini üzme pahasına, bence lezzeti aynı derecede güzel.

Ferreira mahzeni
Bütün şarap tipleri gibi Porto şarabı da detaylarıma girdikçe ayrışıp karmaşıklaşır. Ancak en basitinden başlarsak, Porto şarabı denince akla kan kırmızı, tatlı ve alkol derecesi normal şaraba göre yüksek bir içecek gelir. Porto şarabının, daha az popüler de olsa beyaz ve/veya sek türleri de var tabii ki.

Porto genelde tatlı yada peynirle içilir. Ben aperitif, tatlı, peynir, digestif, sizin anlayacağınız her yerde, her zaman ve her şey ile içiyorum :)

Porto şarabının kaynağı üzümler Douro vadisinde yetişseler de tek bir çeşit üzüm değil, oldukça çok çeşitli. Bu yazıyı yazarken şöyle bir baktım, içinden sadece bir tanesi tanıdık geldi, Tempranillo, o da sevdiğim bir kaç İspanyol şarabından.

Söylediklerine göre Douro vadisi, nehir Ve tepeleri ile üzüm yetiştirmek için çok uygun bir mikro-iklim oluşturuyormuş. Ben Portekizlilerin yalancısıyım.

Porto şarabının öyküsü işte bu üzümlerin toplanmasıyla başlar.

Üzümler bazı yerlerde hala ayakla yada presle ezildikten sonra üzüm suları eskiden altı düz, tipik teknelerle nehir boyunca, bugün tankerlerle Porto'ya taşınır. Bugün Porto'da, nehir kıyısında hala bu ilginç tekneleri görmek mümkün.

Üzüm suları Shipper adı verilen, az önce bahsettiğim markaların depolarına girer ve şarabın yıllanma aşaması başlar.

Porto şarabının geleneksel şaraplardan en önemli farkı fortified, yani "destekli", "takviyeli" olmasıdır arkadaşlar.

Çok kimyasına girmeden takviyeli ne demek, anlatmaya çalışayım.

Bildiğiniz üzere şarap mayalanmış bir içkidir. Yani maya adı verilen minik bakteriler üzüm suyu içindeki şekeri alkole çevirir, bildiğimiz şarap oluşur.

Normal şarabın aksine, Porto şarabına üretimin belli bir aşamasında üzüm brandy'si katılır.

Brandy, mayalanmış meyvelerin damıtılmasından sonra elde edilen yüksek alkollü likörlerin genel adıdır. Şarap üretimi olan her yerde, şarap için sıkılan üzümlerin artıklarını damıtılması suretiyle yapılan değişik isimli brandy'ler bulunur. Cognac (Konyak), Armagnac (Armanyak), Grappa, Marc hep bu tarz brandy'lerdir. Porto üretiminde ise renksiz, tatsız, katıksız artık üzüm ürünü bir brandy kullanılır.

Portoya katılan bu üzüm brandy'sinin iki önemli işlevi vardır. Üzüm brandy'si, içerdiği yüksek alkol sayesinde maya bakterilerini belli bir süre sonra tüm şekeri alkole çevirmeden öldürür. İşte bu kalan şekerin sayesinde Porto şarabı tatlı kalır ve meyve meyve kokar. Takviyenin İkinci işlevi ise alkol seviyesini artırmaktır.

Porto şarapları değişik biçimde yıllandırılır.

Vintage Porto
Yıllandırma işlemi aslında mayalanma işleminin devamıdır. Yıllanma esnasında en önemli faktörlerden biri şarabın ne kadar oksijenle temas ettiğidir. Hava ile temas, hedeflenen tad ve dokuya ulaşabilmek için çok dikkatli ayarlanması gereken bir işlemdir. Bir şarabın mantarını açın, yani havayla temas etmesini sağlayın ve bir hafta bekleyin. Mükemmel sirke elde edersiniz mesela :)

En pahalı, sofistike tatlı Porto şarabı, şişede yıllanan Vintage dedikleri türdür. Vintage Porto, sadece bir yılın hasatı üzümlerinin suyunun, bir-iki sene büyük fıçılarda bekledikten sonra şişelere konup kırk seneye kadar yıllandırılmasıyla yapılır. Şişelerde yıllanan bu Porto, havayla neredeyse hiç temas etmez, o yüzden çok yavaş evrilir. Tadı da bir o kadar güzel olur.

Tawny adı verilen diğer bir tür ise ambere çalan kırmızı renkte bir şaraptır. Tawny Porto, oksijen ile teması en fazla sağlayan, göreceli olarak küçük fıçılarda uzun sayılabilecek bir süre yıllanır.

Kırmızı ve beyaz reserva
Ruby, yani Yakut Portolar ise kan kırmızı, tatlı ve en çok tüketilen Porto türüdür. Ruby Porto'lar ya metal konteynerlerde, ya da çok büyük tahta fıçılarda, oksijen ile göreceli olarak az temas halinde, çok uzun olmayan bir yıllanma süresi geçirir.

Her şarapta olduğu gibi, üreticinin kullandığı fıçıların yaşı, üzümlerin harmanları, üzüm sapı, çöpü miktarı ve baharatları Portoları birbirinden ayırmakta.

Yazıp yazmamakta tereddütteydim ama yazalım hadi, eskiden Porto"ya bir texture (tekstçır), yani doku katmak için fıçılara domuz bacağından tutun, toptan bir tavşana kadar çeşitli hayvan parçaları atarlarmış. Ancak bu işlem şimdilerde yasak, endişelenmeyin :)

Yine bir not, dikkat ettiyseniz, "fortified", "towny", "ruby" hep Anglo-Saxon kökenli sözcükler.

Ferreira mahzeni
Gaia'da hemen her üretici küçük bir ücret karşılığı sizi mahzenlerinde bir tur yaptırıyor. Bana kalsa muhtemelen Duty-Free yıldızı Sandeman'a ya da Taylor's 'a girecekken, sevdiğimiz bir Portekizli arkadaşımızın yönlendirmesiyle Ferreira mahzenlerinde bir tur aldık.

Çok da iyi ettik.

Bir kere Ferreira tamamen Portekiz kökenli bir üretici, üstüne, çok iyi organize edilmiş turları, ve turun sonunda mükemmel şarap tatma olanakları ile bizi çok mutlu etti. Erkek arkadaşlarıma tavsiyem, karınız hamile iken gitmeniz. Benim gibi, karınızın da şarap tatma hakkını kullanıp "duble" yapabilirsiniz :) Garip Jelena o güzelim şarapları koklayamadı bile...

Ferreira'da şarap tadiyorum
Ferreira'dan mutlu bir biçimde ayrıldık ve köprüye geri onca yolu yürümemek için bu kez nehir kıyısı boyunca giden teleferiği almaya karar verdik.

Bileti alırken de, satıcı kız bize ücretsiz Porto şarabı tatmak için iki kupon uzattı. "Ver bacım, ver..." dedim. Bu sürpriz "degüstasyon" dedikleri şarap tatma fırsatı, ertesi günkü planlarımız içinde hak ettiği yerini aldı :)

Teleferiğe atladık ve bir taraftan ayaklarımıza inen siyah suları boşaltırken, bir taraftan da manzaranın tadını çıkarmaya başladık. Bu manzara izleme amacı teleferikleri Portekizliler her nedense çok seviyor, bir benzerine yine Lizbon'da binmiştik.

Teleferik bizi bu kez köprünün üst katının başında bıraktı. Buradan yürüyerek sabahın son hedefine doğru yola koyulduk.

El Corte Inglés (El Kort İngleş) adlı alışveriş merkezi bütün Porto havamı bozdu. Yemyeşil cam cephesiyle devada modern bir yapı. İçi klasik, aklınıza gelen uluslararası markaların bulunduğu, birini görünce hepsini görmüş sayılacağınız devasa bir AVM. Porto'nun o güzelim klasik havasının üzerine sifonu çekin sizin anlayacağınız. Neyse ki, antik merkezin havasını bozmayacak kadar uzakta.

Jelena, Melissa ve arkalarında şarapçılar
Akşamki yemeğin ağırlığı hala üzerimizde olsa da, yaşamaya devam edebilmemiz için yine de birşeyler yememiz gerekiyordu. Alış veriş merkezindeki bir fast-food restoranına gittik. Jelena, dünkü salatanın büyüklüğünden ağzı yanmış, salatadan vazgeçip, "Ben sadece bir çorba içeceğim." dedi. Ben de bir hamburger söyledim.

Ve tarih tekerrüre devam etti.

Jelena kafasından büyük bir tas, daha doğrusu bir kazan balık çorbasıyla döndü masaya. Benim hamburgerin de sadece adı hamburger. Yarım kilo köfte, pilav, patates, salata, sos, vesaire, vesaire...

Gece
Karnımız tok, sırtımız pek, kendimizi Avenida dos Aliados meydanına attık. Burası, Porto'nun görülmeye değer yerlerine giden yolların kesiştiği kritik bir meydan. Hemen aşağısı zaten Dom Luis I köprüsü. Biraz güneyinde, yine tipik bir alış-veriş caddesi olan Rua Santa Catarina (Rua Santa Katarina), kuzeyinde yüksek kulesiyle Clérigos (Klerigos) Kilisesi ile hemen ilerisindeki Porto katedrali ve batısında ise São Francisco Kilisesiyle Palacio da Bolsa'nın bulunduğu bölge yer almakta.

Porto'da kilise ve katedral darlığı yok arkadaşlar. İberya yarımadasının bir özelliği, herkes oldukça dinine bağlı katolik. O yüzden bunun izlerini her yerde görebiliyorsunuz.

Porto'da gezdiğimiz kiliseler, Avrupa'nın gerisindekilerden fazlaca farklı değil. Yine de görmeye değer.

Güneşi, limanda, köprünün hemen altında bir restoranda batırdık. Soğuktan, uzun bir süre açık havada yemek yiyememiştik. Porto'nun yirmi derece sıcağı çok güzel denk geldi. Bir sokak çalgıcısı yanı başımızda gitarı ile tatlı tatlı şarkı söylerken muhteşem bir şarapla akşam yemeğimizi yedik. Akşamı fazla uzatmadan otele döndük ve uyuduk.

Gezilerimizin neredeyse her zaman kendisini tekrarlayan bir rutini vardır. İlk gün hep çok yürüyüşlü ve yorucu geçer. İkinci gün ise çok daha verimli ve hızlıdır.

Çünkü ikinci güne ulaştığımızda, Jelena kentin minik bir krokisini kafasına yerleştirmiş olur. Saatlerce yürüdüğümüz yerlere kestirmeden birkaç dakikada ulaşır, bir metro yada tramvayla kenti baştan başa geçebiliriz.

Porto'da da durum aynıydı. Otelden çıktık ve bir iki sağ-sol'dan sonra cart diye Rua Santa Catarina caddesine geldik. Burada bir kaç yüzyıl yaşındaki Cafe Majestic'de oturup bir kahve içtik. Daha sonra yine bir minik sağ-sol, ve hop, köprüye geldik. Köprüyü geçtik ve zırt diye Santa Clara (Santa Klara) kilisesinde bulduk kendimizi. Bu kilisenin bahçesinden antik kent ve limanın çok güzel bir manzarasını görebilirsiniz.

Cafe Majestic
Öğle yemeği için yine El Corte Inglés'e gittik. Jelena bir kazan balık çorbası, ben de tepeleme pilavlı, patatesli, salatalı "hafif" bir hamburger yedim. Sonrasında da ikinci şarap tatma seansını yaptık.

Günün son gezisi olan Atlantik Okyanusuna gitmek için özel bir taşıt kullanmaya karar verdik.

En azından yüz yaşında bir tramvay. Dışı sarı, içi kahverengi ahşap. Hala eski kullanım konsolu üzerinde, çalışır vaziyette kurulmuştu.

Oturacak yerler dolduğu için en arkaya, tramvayın ters yöne gelirken kullanıldığı kumandaların olduğu bölüme geçtik. Güzel bir manzara eşliğinde Douro nehri boyunca batıya, nehrin okyanusa döküldüğü noktaya doğru yol almaya başladık.

Yüz yaşında bir tramvay
Okyanus kıyısındaki kentler genellikle koyların ya da iç denizlerin kenarındadır, çünkü okyanusun açık kesimi o kadar azgın, o kadar sert koşullara sahiptir ki, bu noktalara yerleşmek çok zordur.

Porto'da, şehrin merkezi, nehrin biraz iç kesimlerine kurulmuş, ve nehrin okyanusa döküldüğü nokta iki tane dalgakıranla koruma altına alınmış.

Bu iki dalgakıranın arasındaki su sanki bir çarşaf gibi dümdüz. Okyanusa bakan taraflarında ise insan boyundan büyük dalgalar patlıyor. Dalgakıranın hemen başında dalgaların ve rüzgarın yürüyenleri alıp götürebileceğini gösteren tehlike işaretleri var.

Doğanın gücünü gösterdiği noktalarda çok fazlaca etkilenirim. Örneğin bir volkanın ağızında, bir uçurumun yanında, bir mağaranın içinde, bir şelalenin altında, konuşmadan öyle durur, anlamsız anlamsız bakarım etrafa.

Jelena ve Melissa okyanus kıyısında
Okyanusun gerçek halini gördüğüm bu dalgakıranın ucundaki Farol Molhe do Douro isimli deniz fenerinde de aynı duyguya kapıldım. Bizden başka sadece bir çift, taa en uca kadar yürümüşlerdi. Ne bizi, ne rüzgarı, ne de okyanusun ulvi gücünü farkettiklerini sanmıyorum. Gençlik ateşi, gözlerini kapamış, şapır şupur öpüşüyorlardı. Biz onlar yokmuş gibi davrandık, onlar da olasılıkla benim dakikalarca aval aval dalgalara bakmamı görmezden geldi.

Porto'daki son akşam yemeğimizi, ilk akşam yemeğimizi yediğimiz restoranda yedik. Yiyeceklerin boyutlarını bildiğimizden, ikimiz için sadece bir kişilik sipariş verdik.

Sürpriz doğum günü
Bu yemek aynı zamanda Jelena için de baş başa geçirdiğimiz erken bir doğum günü yemeği oldu. Gerçek doğum gününde iş arkadaşları ona bir sürpriz hazırlamışlardı. Benim rolüm de baş başa yemeğe gidiyoruz diyerek Jelena'yı kandırıp, partinin yapılacağı yere götürmekti. Bunu bildiğim için doğum gününü ben erkenden, Porto'da kutlamış oldum.

Öyküyü tamamlama bakımımdan, döndükten sonra Jelena'ya sürprizi başarıyla gerçekleştirdik. Hayatımızın bundan sonrasının nasıl olacağı da yavaş yavaş netleşmeye başladı. Doğum günü Jelena'nın olsa da, pastanın üzerinde henüz doğmamış kızımız Melissa'nın ismi yazılıydı. Hediyeler de hep Melissa içindi. Melissa'nın ilk arabasını da almış olduk. Pembe, klasik bir "convertible" :)

Porto'dan sımsıcak duygular ve çok güzel anılarla ayrıldık. Portekiz'e yolunuz düşerse ilk görmeniz gerekli yer derim. Mimarisi, insanları, yemekleri ve en önemlisi Şarapları ile size unutulmaz bir tatil yaşatacaktır.

Mezzy'nin cabrio arabası
Porto'nun, bizim fazla takılmadığımız ama bazılarınızın ilgisini çekebilecek başka bir ilginç özelliği ise futbol. Hemen herkes bir futbol tutkunu. Konuştuğumuz herkes İsviçre'de yaşadığımızı öğrendiklerinde, hemen bize dört-sıfırlık Basel galibiyetini hatırlattı.

Yine bir not, Fenerbahçeli Raul Meireles ve Bruno Alves hep Porto'lu. İlginizi çekerse Magellan'da olasılıkla Porto'da doğmuş, ancak kesinlikle Porto'da yetişmiş ünlü bir isim.

Porto klübünün stadyumu Estadio do Dragao ziyaret edilebiliyor. Biz gitmedik, ancak Madrid'deki Real Madrid stadyumu ve müzesini referans alabilirsek, ilginç olabileceğini söyleyebilirim.

Sevgiler...

19 Ocak 2015 Pazartesi

Cote d'Azur

Sabahın erken sayılabilecek bir saatinde, ağır kar yağışının altında evden çıktıktan sonra, kısa bir süre içinde Leman gölünün kuzeyinden, batıya doğru uzanan, belki de dünyanın en güzel manzaralı otoyolunda yol almaya başlamıştık.

Bu otoyol yazın da, kışın da her metresi kartpostallara resim olabilecek doğa harikası manzaralarla doludur arkadaşlar.

Solunuzda yemyeşil dağlar, hele bir de Lavaux bölgesinden geçerken, basamak basamak üzüm bağları, sağınızda ise tüm güzelliğiyle Leman gölü ve gölün öbür tarafındaki suyu ile ünlü Evian kenti ile Fransız Alpleri...

Açık bir havada, Avrupa'nın en yüksek noktası Mont-Blanc da eklenince tadından yenmez bu doğa harikası dekor. On beş küsür seneden sonra bile nefesimi keser bu manzara.

Rotamız Güney Fransa'nın tatil cenneti, Cote d'Azur bölgesiydi.

Ve bu gezimizde, geçmiştekilerden farklı olarak iki değil, üç kişiydik.

Ailemizin üçüncü üyesi, henüz kendi gözleriyle göremese de, annesinin karnındaki konforlu mekanımda bize eşlik etmekteydi.

Ona dokunamasak da, bebeğimiz her fırsatta bize "ben buradayım" demekteydi. Özellikle Jelena garibim, belirli aralıklarla bulabilirse bir tuvalete, tuvalet yoksa da, tabiatın müstesna bir köşesine koşmak zorunda kalıyordu.

Sonrasında da "Böööğğğğğğğ!" tabii...

Yolculuk biraz çileli olsa da, hem doktorumuzun onayı, hem de hava değişikliği olması bakımından ikimize de iyi gelecekti. Jelena'nın hamileliği biraz enteresan başlamış, her ikimizi de bir miktar uğraştırmıştı. Bu tatile çıkmaya da biraz kafamızı dağıtmak için karar vermiştik.

Leman gölünü geride bırakmış, Martigny kentinde otoyoldan çıkıp, yavaş yavaş Grand Saint-Bernard geçidine doğru tırmanmaya başlamıştık.

Alplerin, İsviçre, İtalya ve Fransa'nın kesiştiği bu noktası hem çok yüksek, hem de geçilmesi çok zor bir alanı oluşturur. Geçmişten bugüne birçok yolcu bu bölgede soğuk ve daha da tehlikelisi çığ nedeniyle yaşamlarını kaybetmiş yada uzun süre kar altında mahsur kalmışlardır.

Boyunlarına asılı sıcak çikolata fıçıları ile ünlü Sen Bernar köpeklerinin de memleketi bu bölgedir. Bu köpekler kar altında kalmış birçok yolcuyu bulup hayatlarını kurtarmışlardır.

1964 yılında yapılan bir tünele şükürler olsun ki bugünlerde hiç kimse üç bin küsür metreye çıkıp, bu geçitten geçmek zorunda kalmıyor, zırt diye dağın bir tarafından girip, tünelle öbür tarafından çıkıyor.

Az önce söylediğim bugünlerde hiç kimse Saint-Bernard geçidinden geçmiyor önermesi tam olarak doğru sayılmaz. Hattızatında avanak ben kulunuzun, iki kez tüneli bırakıp arabayla taa en tepeye, Col (Kol) isimli sınır köyüne kadar çıkıp, gerçek Saint-Bernard geçidinden geçmişliği vardır.

Geçidin zirvesindeki manzarayı size anlatmam çok zor, ancak, benim yaşıtlarımın hatırlayacağı Heidi isimli çizgi filmde karekterize edilen İsviçre"ye en yakın manzaralardan birini bu dağda bulabilirsiniz demek yeterli olacaktır sanırım.

Bu bölgeye yolunuz düşerse mutlaka tüneli bırakıp, Col'dan geçmenizi öneririm. Yolunuzu sadece yarım saat kadar uzatma karşılığında, dünyadaki en güzel doğa manzaralarından birini görme fırsatını bulacaksınız. Ancak dikkat, bu geçiş sadece Haziran ile Eylül arası trafiğe açık.

31 Aralıkta başka bir şansımız olmadığından tünele doğru rotamızı çevirip gaza bastım. Bir taraftan da tek gözle GPS üzerinden yüksekliğimizi izliyorum. Hayatımıza yeni girmiş bir fenomen olduğu için yola çıkarken düşünememiştim, ancak tünele yaklaştığımda aklım başıma geldi.

Saint-Bernard's doğru
Belli bir yükseklikten fazlası hamilelik sürecinde tehlikeli olduğundan, doktorumuz Zermatt gibi bir kaç yeri gezi programımızdan çıkarttırmıştı. Her ne kadar bizim Cote d'Azur'e araba ile gittiğimizi bilerek bu geziye onay vermiş olsa da sonuçta Saint-Bernard'ın irtifasını göz önüne alıp almadığından emin değildim. 

Sonuçta adam bir doktor, Hava Trafik kontrolörü değil.

Yükseklik iki bin metreye geldiğinde arabayı kenara çektim. Yılın son günü, yarım metre kar altında, İnternet üzerinden hangi yükseklik hamile kadınlar için tehlikeli, okumaya başladım.

Mazur görün. Ellisinde çocuk beklerse, böyle görmemişlik yapabiliyor insan.

Altı bin feet'den, on iki bin feet'e kadar değişen sınırlar var İnternette. Altı bin feet, al takke, ver külah, iki bin metre. Yani tam bizim yüksekliğimizin sınırında. Bir de çoğunlukla bu yüksekliklerde aktivitelere angaje olduğunuzda, tatil yaptığınızda falan dikkat edin diyorlar. Ne demekse dikkat edin?

Jelena'nın hızlı nefes alması şartıyla yolumuza devam ettik.

Altı kilometrelik tüneli bitirip, İtalyan tarafından dışarı çıktığımızda, İsviçre tarafının karlı, buzlu havasına karşılık, Aosta vadisinin yazdan kalma güneşli bir günü ile karşılaştık.

Bu tünelden bugüne kadar çok kez geçtim, ve hemen hepsinde de İtalyan tarafında güneş, İsviçre tarafında ise yağmur, kar ve kötü hava vardı. Alpler sanki bir perde gibi kapanıp, güneşi İtalya'ya saklamışlardı.

Aosta vadisi de İsviçre tarafı kadar güzel manzaralı bir bölgedir. Buradan geçerken de bol bol gözlerimizi besledik, doyurduk.

Hamileliğin başka bir belirtisi olan unutkanlık yüzünden Jelena yiyecek dolabının ayarını sıcağa getirmişti. Kaynar kola ve haşlanmış sandviçlerli attıktan sonra Cote d'Azur'e doğru yolumuza devam ettik.

Savona'da ilk defa Akdenizin mavisini gördükten sonra, Ventimiglia'ya kadar, İtalyan riviyerasını batıya doğru kat ettik.

Ventimiglia'dan sonra Fransa'ya geçtiğimizde ise İtalyadaki ismi Autostrada dei Fiori yani çiçek yolu olan bu otoyol, L'autoroute des Fleurs, yani yine çiçek yolu ismini alır.

Menton sahili, üçümüz de buradayız
Fransa'ya geçtikten sonra, bu otoyolda araba kullanmak gerçekten güçleşir. Çünkü, ipini koparan funky, neşeli genç, altında, cart renkli Porsche, Ferrari, vesaire, spor bir arabayla kıçınıza yapışıp, 130 km ile giderken, sizi on santimetre geriden takip (ve taciz) etmeye başlar. Fransızların, bir de İsviçre plakalı arabalara alerjisini eklerseniz, Cote d'Azur'ün bu bölgesinde fazlasıyla tatsız bir yolculuğu göze almanız gerekir. 

Neyse ki bir yirmi kilometre sonra ilk konaklama noktamıza ulaşmıştık.

Menton isimli bu kent, Monako'nun hemen yanında, deniz kıyısında, cennet kopma bir köşe. Cote d'Azur'ün Nice, Cannes gibi medyatik kentlerine göre çok daha temiz, sakin ve güvenli bir yer.
Jelena bebek giysilerine bakmaya başladı
Sahil ve antik kent merkezi çok güzeldi. Biz de bol bol yürüyüp, deniz havası aldık. Jelena da yavaş yavaş bebek giysilerini kurcalamaya başladı.

Akşam ise yeni yılı karşılamak için Monaco'ya geçtik. İlk olarak prenslik sarayının bulunduğu tepeye tırmandık. Buradaki eski kent merkezi, eski evleri ve dar sokakları ile dünyanın en cazibeli yerlerinden biri. Saray ise başlı başına bir çekim merkezi.

Sarayın avlusundan Monte Carlo ve yat limanının panoramik bir manzarasına doyabilirsiniz.
Jelena ve Melissa
Prenslik sarayının avlusunda
Sarayın hemen yanında ise Grace Kelly'nin nikahının kıyıldığı devasa katedrali ve bence katedral kadar güzel mahkeme binasını görmek mümkün.

Hemen yakındaki, eski bir mahzenden bozma bir cafe'ye girdik. Ben bir sürahi kırmızı şarabımı içerken, Jelena lokal çay çeşitlerini deniyordu :) bu hamilelik en çok bana yaramıştı. Jelena içki içemediğimden ben içiyor, o da arabayı kullanıyordu.

Saat on buçuk gibi yeni yılı karşılamak için Monte Carlo'ya, James Bond filimlerinin geleneksel mekanı olan kumarhanenin bulunduğu meydana geldik.

Monacolular bu meydanı harika süslemişler. Bütün alanın ışıkları aynı anda renk değiştiriyor, ismini bilmesem de müziklerinden profesyonel oldukları aşikar bir gurup günün popüler şarkılarını çalıyordu.

Saat on ikiye on kala müzik The Beatles'a döndü. Saat oniki itibarı ile de Rolling Stones.

Ve tabii ki havai fişekler...
Jelena ve Melissa Casino'nun bahçesinde
Bir ara kumarhaneye girsek de yer bulmak mümkün olmadığı için milyoner olmayı başka bir güne ertelemek zorunda kaldık.

Ertesi gün ilk durağımız Eze köyü oldu. Bu ortaçağdan kalma köy sanki bir açık hava müzesi. En tepesinde eski bir minik kale, kalenin etrafında da bir botanik bahçesi, köyün girişinde ise ünlü Fragonard parfüm fabrikası var. İlginizi çekerse bir ziyarete değer. Biz birkaç sene önce ziyaret etmiş, güzel de vakit geçirmiştik.

Eze'de ailemizin yeni üyesiyle birlikte gezerken, birkaç sene önce aynı yerlerde yürüdüğümüz ve yakın zaman önce kaybettiğimiz eski üyesini, kızımız Koni'yi de bol bol yad ettik.

Jelena ve Melissa Eze'de
Bir sonraki durağımız olan Nice'e geldiğimizde saat öğlen vaktini biraz geçmişti. Deniz kıyısı boyunca sahil ile yol arasındaki geniş Promenade des Anglais isimli, yaya yolunu her zamanki gibi arşınladık ve eski kente yöneldik.

Uzun sayılabilecek bir yürüyüşün sonumda kendimizi Hard Rock Cafe'ye attık. Burada uzun zamandır gözümüze kestirdiğimiz bir bebek tulumunu almayı kafamıza koymuştuk. Tek sorun, bebeğin cinsiyetini bilmediğimizden tulumu pembe mi, mavi mi alacağımızdı.

Bir çocuk sahibi olmak belki de yaşamım boyunca en çok istediğim şeylerden biri olmuştu. Ancak herkesin çocuk sahibi olamayacağını bilecek kadar da kaşarlanmıştım hayatta. O yüzden, hiçbir zaman çocuk sahibi olmayı bir yaşam nedeni, evliliğimin de nihai hedefi olarak görmedim.
Jelena ve Melissa Nice'de
2013 yılında, pek de kolay günler geçirmediğimiz bir dönemde, Jelena'yla Como gölünün kıyısındaki, aynı isimli kasabada yürüyorduk. Bir hatıra eşya dükkanının önünde, döner bir kafesin üzerine tahtadan melekler gördük. Her meleğin altında da isimi yazılıydı. 

Beraberliğimiz boyunca ikimiz de bir kızımız olsun istemiştik. Ben belki biraz daha fazla, ama söylemeyin bunu Jelenaya :) Neyse, -olursa- kızımızın ismi bile sekiz yıl öncesinden hazırdı.

Meleklere bakınırken Melissa isimlisini bulduk.

Normalde, olası düş kırıklıklarını düşünerek, böyle duygu-yoğun işlere kalkmam, ancak, benim de canım biraz sıkkın olduğundan mıdır nedir, alalım anasını satayım dedim. Jelena biraz kem, küm etti ama ben alalım diye ısrar edince meleği satın aldık.
Como'da, Melissa'nın meleği ile
Böylece Melissa isimli melek envanterimize girdi ve gözden uzak bir çekmecede günlerini geçirmeye başladı.

Nice'e dönersek, Hard Rock Cafe'de olay biraz daha az duygu-yoğun durumdaydı. Jelena zaten hamile olduğundan iş sadece doğru rengi seçmeye kalmıştı.

Jelena corporate ruhlu, maliyet odaklı bir öneri getirdi. Gri renklisini alalım, kız da olsa, oğlan da olsa giyebilir şeklinde.

Yok dedim. Zaten bir meleğe yatırım yaptık, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Bizim bir kızımız olacak, pembesini alalım.

Emin misin? diye bir daha sordu.

Emindim...
Melissa'nın Hard Rock body'si
İlerleyen günlerde, Jelena'nın çevresinde herkes çocuğun erkek olacağı kehanetinde bulundu. Aile, arkadaşlar, iştekiler, hatta Jelena'nın falcıları bile ağız birliği etmişcesine erkek diyorlardı.

Ben hala bir kızımız olacağına emindim.

Bir gün Jelena "Ben rüyamda gördüm, erkek olacak!" diye isyan başlattı.

İster istemez, bebek için, kökleri Tunusa kadar uzanan "Yogi" lakabını tescil etmek zorunda kaldık. Biraz maskülin, yani erkeksi de olsa, sonucunda bir lakap olduğu için bir cinsiyet tesbiti yapmıyordu. Aksi halde, aramızda konuşurken bebeğe Türkçe karşılığı "o" olan İngilizce "he" yada "she" şeklinde hitab etmemiz gerekiyordu ki, bunlardan birini kullanmak cinsiyet belirlediğinden, mutedil de olsa bir hayal kırıklığına yol açabilirdi.

Böylece bir iki hafta Yogi ile idare ettik.
Jelena ve Melissa Nice'de
Sizlere bu satırları yazdığım gün, genetik bozuklukları saptayan ve yan ürün olarak da bebeğin cinsiyetini ortaya çıkaran bir testin sonuçlarını almıştık.

Bir kızımız olacaktı.

Doğru bir yatırım kararı vermiş, Melissa'ya daha doğmadan bir melek ve bir Hard Rock Baby tulumu satın almıştık :)

Yogi ismi - belki ilerde kullanılmak üzere - buzdolabına kalktı. Artık bebeğimiz resmi olarak "Melissa" ve "she" olmuştu.

Erkek olmuş olsaydı, yine hemen aynı derecede sevineceğime emin olabilirsiniz ama kız olması beni tartışmasız dünyanın en mutlu insanı yaptı.

Neyse, biz Nice'e dönelim.

Dünyada (çoğunluğu medeni insanların araç kullandığı şehirler arasında) trafiği en boktan yerlerden biri Nice'dir. Bir kavşakta sekiz-on yol birleşir. Her yer oraya buraya tek yöndür. GPS'in sola dön dediği noktada sola dönen üç farklı yolla karşılaşırsınız.

Nice bu kez de bizi mahçup etmedi. Şehirden çıkıp otoyolu almak iki saatten biraz az sürdü :)

Kısa bir yolculuk bizi Cannes şehrine getirdi. Hemen otelimize gittik ve günü kapattık.

Jelena ve Melissa Cannes'da
Cannes kentini duymayanınız yoktur herhalde. Şu film festivali ile ünlüdür hani. Bir de doğru zamanda giderseniz, plajlarında görebileceklerinizle.

İstanbul'un Bağdat Caddesi ya da Ankaranın Tunalı Hilmisi ne ise Cannes'ın da Croisette'i (Kruazet) odur. Cannes'a gelip bu kıyı yolu üzerinde piyasa yapmamak olmaz.

Biz de ertesi sabah ilk iş, Croisette üzerinde turumuzu tamamladık. Saat sabah on bile olmamıştı ve korktuğum başıma geldi arkadaşlar.

Jelena "Ben Haagen Dazs dondurma istiyorum!" dedi.

İngilizcede bir deyiş vardır bilir misiniz? Hell hath no fury like a woman scorned şeklinde. Aldatılmış kadının gazabı cehennemde bile yoktur anlamıma gelir.

Aldatılmış kadının gazabı hiçbir şey. Hell hath no fury like a woman pregnant and hungry! Siz hamile ve karnı aç kadının gazabından korkun.

Bir hafta önce Lozan'ın tüm marketlerini gezdim, Ocak ayında karpuz bulmak için. Sonunda Kosta Rika'dan ithal, armut boyunda üç beş karpuz bulabildim de Jelena sakinleşebildi.

Bu Haagen Dazs işinin nereye gittiği aşikardı ancak bu noktada başka yapılabilecek hiç birşey yoktu.

"Eh! Madem ki istiyorsun, yiyelim tabii ki karıcım...."

Ve Croisette üzerinde, bir aşağı, bir yukarı başladık yürümeye...

"Emin misin Cannes'da Haagen Dazs olduğuna?"

"Var tabii ki. Bir önceki gelişimizde beraber yemedik mi?"

Ben bir önceki gün ne yediğimi hatırlamıyorum, iki sene önce Cannes'da hangi dondurmacıda ne yediğimi mi hatırlayacağım?...

"Eminim buralarda, Croisette'in üstündeydi..."

"Birine sorsak ya Jelenacım..."

"Sormaya gerek yok, buluruz şimdi kendimiz..."

Bir yarım saat yürüdük. Artık ben kırık Fransızcamla yoldakilere soruyorum.

"U e Hagen Daz?"

"Kua?"

Croisette bitmiş, parelelindeki caddeyi arşınlarken sonunda Jelena iki kadın polise sordu. Onlar da bizi yüz metre ilerdeki bir otelin karşısına yönlendirdiler. Haagen Dazs oradaydı. Sadece Croisette'e bakan girişine Cafe Bilmemne şeklinde bir tabela koymuşlar, Haagen Dazs işareti arka girişinde kalmıştı. İşin komiği, Jelena haklıydı. Dondurmacı Croisette'den bakıldığında tam söylediği yerdeydi.

Jelena siparişini verip bitirdiğinde garson bana dönüp ne istediğimi sordu.

"Dondurma." dedim.

Küfür gibi geldi adama söylediğim. "Nasıl dondurma?" diye bir daha sordu.

"Any" dedim. Getir, ne dondurması istersen...

Jelena ve Melissa Antibes'de
Öğlen yemeğinden sonra hemen yakındaki Antibes'e (Antib) gitmeye karar verdik. Pikasso'nun da bir zamanlar içinde yaşadığı kalesiyle, milyonlarca dolarlık lüks yatlarıyla havalı bir Cote d'Azur kenti Antibes. Cannes'a uzaklığı on kilometre ama biz TGV isimli, saatte ikiyüzelli kilometre yapabilen hızlı trene bilet alıp beş dakika yerine dört buçuk dakikada Antibes'e ulaştık :)

Geçenlerde okuduğum bir kitaptan aklımda kaldı, yeri gelmişken anlatayım size. Bu Pikasso nasıl cin bir adammış biliyor musunuz?

Ünlü olduktan sonra bütün ödemelerini çekle yapmaya başlamış, çünkü biliyormuş ki üzerinde imzası bulunan çekleri birçok alacaklısı bozdurmak için bankaya vermek yerine kendileri için saklayacaklar...

Jelena ve Melissa Antibes'de
Cannes'a döndüğümüzde bir shopping-lite yapıp otele döndük. Barda oturduk, Jelena çaylarını, ben de şarabımı içtik ve geyikledik.

Cote d'Azur gezimizin son durağı ise İtalyanın Sanremo şehri oldu. Sanremo'yu belki geçmişte popüler olan müzik festivaliyle hatırlarsınız.

Sanremo bir kuzey İtalyan şehrinden çok Güney İtalyan şehirlerini hatırlatan bir yer. Daha da spesifik olarak Napoli'ye çok benziyor.

İtalya'nın geri kalanı gibi her yeri tarih. Zaten bence İtalya'nın tümü, içinde insanların da yaşadığı bir müze. Hatta bana sorarsanız Sanremo, o burunları havada Cannes'dan ve Nıce'den çok daha cazibeli bir yer ama... Kader işte.

Sanremo'nun doğal ve tarihi güzelliğinden gayrisi ünlü kumarhanesi, bir de festivali.

Kaldığımız otel üç yıldızlı, sıradan bir otel gibi görünse de, içine girince olay biraz değişti. Otel bakımsızlıktan dağılmak üzere, ancak biraz dikkatli bakınca bazı şeylerin farklı olduğunu görüyor insan.

Sanremo'da eski otelde
Örneğin yaşlı italyanların televizyon seyrettiği bir salonu var ki, Viyanadaki Avusturya kraliçesinin balo salonu gibi. Yine restoran'ın duvarları bir beş metre boyunda.

Bu otelin geçmişte daha iyi günleri gördüğü kesin.

Arka kapısından dışarı çıkarken kirli bir camekanın arkasındaki bir fotoğraf durumu özetledi. The Beatles gurubunun dört üyesi otelin havuzunda.

O günden beri de otele kimse bir çivi bile çakmamış sizin anlayacağınız.

Cote d'Azur gezimiz bize umduğumuz kafa dağıtmasını fazlasıyla sağladı. Bu bölgeye gelmek için zaten benim mutlaka görün dememe gerek yok.

Sağlıcakla kalın.

18 Ekim 2014 Cumartesi

İzlanda - Kuzey Işıkları

Gelin sizi çok fazla baymadan, azıcık The Big Bang Theory (Büyük Patlama Teorisi) geyiği yapalım. Biraz yerçekimi, biraz da nükleer fizik yani.

Evrende her madde birbirini çeker. Madde miktarı arttıkça bu çekim gücü de artar.

Örneğin Dünyamızdaki madde miktarı o kadar fazladır ki üzerinde bulunan herşey güçle merkeze doğru çekilir. Biz buna yerçekimi diyoruz. Yani Newton ve elma hikayesi.

Dünyanın merkezine doğru çekilen maddeler birbirine çarpar ve gırç diye yerlerine oturur. Daha teknik bir söylemle maddenin atomları birbirlerine çarpar ve daha fazla iç içe geçmeden durur. Daha da teknik bir söylemle, atomun çekirdeğinin etrafında dönen elektronlar, birbirlerini iterek atomların daha da fazla birbirlerine yaklaşmasını önlerler. Dünyanın çekim gücü daha fazlasına yetkin değildir.

Yerçekimi sayesinde uzaya savrulmayız, ya da yolda ayaklarımızı kullanarak yürüyebiliriz. Ayaklarımızdaki elektronların kaldırım taşlarındaki elektronlara "çarpması" sayesinde de, yeri delip, arzın merkezine seyahatten kurtuluruz.

Güneş ise dünyamıza göre milyarlarca kat fazla madde içerir. Bu yüzden de çekim gücü dünyamıza göre çok daha yüksektir. Bu yüksek çekim gücü ile çekirdeğe doğru yönelen atomlar birbirlerine çarptıklarında, etraflarındaki elektronların itme gücü bu kuvvetli çekime dayanamaz ve atomların bütünlükleri bozulur. Elektronlar ve çekirdekte bulunan protonlar serbest kalır, madde dejenere diyebileceğimiz ilginç bir hale döner.

Bu Elektronlarını kaybetmiş protonlardan dördü füzyona girip yani birleşip bir helyum atomu oluştururlar ve bu sayede güneş o bildiğimiz ısısını ve ışığını verir. Yine protonların birleşmesi sonucunda ortaya çıkan enerji de güneşin sahip olduğu meddeleri dışa doğru iterek maddenin yerçekimi ile daha da fazla sıkışmasını engeller.

Ancak konumuz bu birleşerek helyum oluşturan protonlar değil, tam tersine birleşemeyip, ortada kalan serbest proton ve elektronlar.

Bu serbest proton ve elektronlar güneşin içerisinde rastgele savrulurlar ve sıklıkla oluşan patlamalar sonucunda uzaya savrulurlar.

Işık hızına yakın bir hızla dört bir yana savrulan bu parçacıklardan bir bölümü sekiz dakikanın biraz üzerinde bir yolculuktan sonra dünyamızın atmosferine ulaşırlar.

Dünyamızın bir manyetik alanı olduğunu biliyorsunuz. Bu manyetik alan sayesinde pusulalar hep kuzeyi gösterir.

İşte bu manyetik alanın kutupları güneşten gelen bu parçacıkları aynı bir mıknatıs gibi çekerler.

İyi de yaparlar, çünkü güneş ve diğer yıldızlardan gelen bu parçacıklar insan DNA'sını değiştirip mutasyona yol açmak gibi zararlı bir özelliğe sahiptirler. Bu yüzden kutuplara yönelen bu parçacıklar, dünyanın geri kalan daha yoğun yerleşik bölgelerine düşmezler, biz de üçüncü bir kulak, altıncı bir parmak, ya da, daha da önemlisi bol bol kanser geliştirmekten kurtuluruz.

Güneşten gelen bu parçacıklar kutup bölgelerinde atmosfere girerler ve onları dünyaya gönderen patlamanın şiddetine göre değişik yükseklikte bulunan oksijen ve nitrojen, yani azot atomlarına çarparlar.

Bu çarpmanın etkisi ile oksijen ve nitrojen atomlarının elektronları enerji kazanıp çekirdeklerinin biraz uzağında, daha büyük çaplı bir yörüngede dönmeye başlarlar.

Fiziğin acımasız kuralları bir süre sonra bu enerjilenmiş oksijen ve nitrojen atomlarının soğumasına, yani elektronların eski yörüngelerine dönmelerine neden olurlar. Elektronlar eski düşük yörüngelerine dönerken enerjilerini bir foton parçacığı ışıyarak kaybederler. Foton bildiğiniz üzere ışık demektir.

Bu ışık da kutup yakınlarında geceleri, dünyanın belkide en güzel ışık gösterisi halinde yeşil, mor ve kırmızı renklerle gökyüzünü kaplar.

Her iki kutup bölgesinde de oluşan bu fenomenin kuzeydekine Aurora Borealis, güneydekine de Aurora Australis ismi verilmiştir. Aurora, Roman şafak tanrıçasının ismi, Borealis ise Yunanca'da Kuzey Rüzgarları demektir. Australis ise Güney demektir.

Aurora'nın çoğulu Aurorae dir ancak birçok kişi İngilizce'de sonuna "s" ekleyerek Auroras şeklinde, yanlış olarak yazar. Fenomen kelimesi de benzeri bir kıyıma uğramıştır. Bir Fenomen Phenomenon, birden fazla fenomen de doğru olarak Phenomena şeklinde söylenmesi gerekirken birçok kişi (zaman zaman ben kulunuz da dahil) bu sözcüğün çoğul halini Phenomons yada Fenomenler şeklinde yanlış olarak kullanır.

İşte bu "hayati önemde" bilgiyi de vermiş olalım ve Aurora' "lara" geri dönelim :)

Zaman zaman Northern Lights yani Kuzey Işıkları da denen Aurora Borealis en iyi İskandinavyanın kuzeyinde, Rusya, Alaska ve Kanadanın kutba yakın bölgelerinde, Greenland'da ve en önemlisi İzlanda'da gözlenebilir.

Aurora Borealis'i gözleyebilmek için iki dünyevi, bir ulvi koşulun oluşması gerekir. Işıkların renklerini tutmak için bulutlu bir hava, ışıkları görmek için bu bulutların arasında açıklıklar ve ışıkların oluşabilmesi için güneş rüzgarları.

Bunların hiçbirini kontrol edemediğimizden, Aurora Borealis'in gözlemlenebilmesi için bol bol şans gerekir demek yanlış olmayacaktır.

İşte bunu bilerek İzlanda gezimizi normalde iki gün yeterli olsa da, şansımızı artırmak için üç gün uzunluğunda planladık. Uçağımız akşam üstü Keflavik havaalanına indiğinde de, daha otelimizin bulunduğu Reykjavik kentine gitmeden akşamki Aurora Borealis turu için kaydımızı yaptırdık.

Bu turun ilginç bir özelliği var. Hava ve güneş koşulları nedeniyle Aurora Borealis'i göremezseniz, bu ışıkları tam anlamıyla görene kadar iki sene boyunca turu ücretsiz tekrarlayabiliyorsunuz.

Tur otobüsü bizi otelimizden almaya geldiğinde bu heyecanlı akşam için tamamen hazırdık.

Zorlu hava koşulları için hazırlik
Üzerimizde, önceki İskandinavya gezisinde deneyip memnun kaldığımız kutup ceketlerimiz, eldivenlerimiz ve berelerimizle dağ komandolarını andırıyorduk.

Aurora Borealis gözlemi için tek bir uygun yer bulunmuyor. Her gün yayınlanan "aurora tahminine" göre, açık gökyüzü hangi bölgedeyse, tur otobüsü sizi oraya götürüyor.

Bir saatlik bir otobüs yolculuğu bizi ilk gözlem noktamıza getirdi. Burası büyük bahçesiyle ahşap yapılı bir restorandı.

Otobüs durur durmaz ben ve üç beş fotoğraf meraklısı attık kendimizi dışarı. Hemen makinaları çıkardık, tripodları kurduk ve beklemeye başladık.

Bir saatlik bir otobüs yolculuğu bizi ilk
gözlem noktamıza getirdi
Bizi gören tur rehberi güldü. "Bulutların açılmasına en az iki saat var. Acele etmeyin.", dedi. Eşim Jelena (Yelena) çoktan restorana girmiş, kahvesini içiyordu.

Ben de ona katıldım ve kendime bir kahve söyledim, ancak kahvemi içerken bile bir gözüm ve bir kulağım dışarıda, Aurora Borealis'i kaçırmamak için tetikte bekliyordum.

Güzel bir fotoğraf ile fotoğrafsızlığın arasındaki fark bir kaç saniye olabilirdi. O yüzden yarım kahvemi alıp, yeniden dışarı çıktım.

Aradan bir saat geçmişti. Ben ve bahçedeki diğer fotoğraf meraklıları sıkıntıdan dağların taşların resmini çekiyorduk. Jelena bir ara geldi, "Ne var ne yok?" diye sordu. "Bekliyoruz" dedim. "İçeri gel" dedi, reddettim.

Bir saat daha geçti. Ortada Aurora, maurora yoktu. Artık kıçımız donmaya başlamıştı, o yüzden içeri girdim ve kendime bir kahve aldım. Kahve bitmek üzereydi ki rehberimiz bağırarak bir anons yaptı. Meteoroloji'den yeni tahmin gelmişti. Buna göre bulutlar arasında açıklık başka bir bölgede olacaktı.

Herkes otobüse koştu ve yeniden yola koyulduk. Saat on iki olmuştu. Üstüne iki saatlik farkı da eklediğinizde, İsviçre zamanına göre saat iki olmuştu ki, sabahın altısında kalktığımızı da düşünürseniz, vücudum "Artık yeter!" noktasına gelmişti.

İkinci gözlem noktası da umutsuz görünüyordu. Bütün gökyüzü bulutla kaplıydı. Saat bir civarında rehberimiz bir daire oluşturup İzlanda dansı yapmayı önerdiğinde içimden küfür etmek geldi. Kimse bu fikre sıcak bakmayınca, bir hayalet hikayesi anlatmaya başladı. Ben o anda gerçek anlamda küfür ettim.

Saat iki civarlarında pes etmiş, geri yola koyulmuştuk. Gezimiz için hiç de iyi bir başlangıç olmamıştı.

Ertesi gün Golden Circle (Altın Çember) isimli tura katıldık ve çok güzel bir gün geçirdik. Gördüklerimiz inanılmaz doğa harikaları olsa da, yorucu bir gün olmuştu. Üzerine, önceki gecenin uykusuzluğu da eklendiğinde, akşamki ikinci Aurora Borealis seferi çok karanlık göründü gözüme.

Golden Circle, neyse ki biraz erken sonlandı ve biz de otele gidip bir saat kadar dinlenme fırsatı bulduk. Saat yedi buçuk olduğunda, yine tam teçhizat otobüsteydik.

Gözlem noktamız bu kez bir deniz fenerinin dibindeki bir restorandı.

Kuzey Işıkları
Otobüs durduğunda, terasa çıkıp ışıkları beklemek yerine, restorana girip kendime bir kahve aldım. Ne de olsa artık tecrübeliydik, öyle heyecanlanmaya falan gerek yoktu. Turun büyük çoğunluğu zaten bizim gibi bir önceki geceden göremeyenlerdi ve onların da bir çoğu benim gibi ağırdan alıyordu.

Kahvenin yarısında otobüs şoförü geldi ve sakin bir sesle "Siz bu turu niye aldınız bilmiyorum ama Kuzey Işıklarını görmek isteyeniniz varsa dışarı gelsin." dedi.

Bu çağrı bütün restoranda bir Eksodüs etkisi yarattı. Herkes ayağa fırlayıp terasa hücum etti. Ben biraz da kütlemi kullanarak balkonun en ucunda, kol demirinin hemen yanında bir yer buldum kendime.

Kuzey Işıkları
Kafamı kaldırdığımda ise bir doğa mucizesine tanıklık ediyordum. Gökyüzü bir baştan diğer başa açık yeşil bir ışık dizisi ile bezenmişti. Ufka doğru ise bir ark şeklini almış, kırmızı bir hale oluşmuştu. Baştan başa aydınlık gökyüzünde bu ışıklar neredeyse dans ederek bize izlemesine doyum olmayacak bir gösteri sunuyorlardı.

Böyle bir mucizeyi ölmeden görebildiğim için kendimi şanslı saydım.

Hemen fotoğraf makinesini kurdum ve birkaç resim çektim.

İzlanda'ya gelmeden Aurora Borealis'in doğru olarak fotoğraflanması için hangi fotoğraf gereçlerinin gerektiğini, kameranın hangi ayarlarla kullanılacağını öğrenmiştim.

İlk denemede on ikiden vurdum.

Kuzey Işıkları
Aurora Borealis fotoğrafları hep canlı ve parlak, yeşil, mor ve kırmızı renklerdedir. İnsan gözü ile bu renkleri fotoğraflardaki kadar canlı görmek olanaksızdır.

Bu canlı renkleri fotoğraflarda elde edebilmek için, makinenin objektifini yirmi saniye boyunca açık tutmanız gerekir ki, fotoğraf, renkleri canlı olarak gösterebilmek için yeteri kadar ışık toplayabilsin. Makineyi bu kadar uzun bir süre boyunca elinizde, kımıldatmadan tutmanız imkansızdır. Bu yüzden de mutlaka bir tripod kullanmak gerekir.

Ev ödevimi yaptığımdan, gerçekten işe yarar Aurora Borealis resimleri çekebildim. Deniz feneri de resimlere tatlı bir çeşni kattı.

Yeteri kadar fotoğraftan sonra restorana geri döndüm ve Jelena ile bu kez bir keyif kahvesi içmeye başladık.

iPad ile fotoğraf makinesine bir wi-fi bağlantısı kurmuş, resimleri bir de büyük ekranda inceliyordum ki, Asya'lı genç bir çocuk geldi ve "Bu resimleri nasıl çekebildin?" diye sordu. Ben de ona makine ayarlarını söylerken, elindeki iPad'i uzatıp "Burda ayarlarmısın?" diye sordu.

"İPad'le bu resimleri çekemezsin." dediğimde "Ama sen çekmişsin." dedi. Uzun bir süre iPad'imin resimleri fotoğraf makinesinden wi-fi ile taşıdığını anlatmaya çalıştım ama ikna edemedim. O hala benim resimleri iPad ile çektiğimi ama ayarları söylemek istemediğimi düşünmeye devam etti.

Birkaç kişi konuşmamızı duyup ne oluyor diye baktıklarında resimleri gördüler. Email adreslerini verip postalar mısın diye rica ettiler. Bir gurup genç kız etrafıma toplanıp cep telefonları ile iPad ekranındaki Aurora resimlerini çektiler.

Bir anda "uzman fotoğrafçı" mertebesine yükselmiştim. İnsanlar iltifat ediyor, yeniden dışarı çıkıp bir daha resim çekmeyi deniyorlardı.

Tanıyanlarınız bilir, böyle ortamları hiç iyi idare edemem. Kızardım, utandım, "Thank you" falan diye kem-küm etmeye başladım. Genelde Jelena"ya takılmak için ona Sırpça "Ti si svezda", yani "Sen bir yıldızsın" derim, hikayesi uzun, bir gün anlatırım. Ancak o anda Jelena gülmekten yerlere yatmış, yan masadan bana "Ti si svezda!" diye bağırıyordu.

İşte tam o sırada sol tarafımdan bir kırk boyunda, sekseninin üzerinde yaşlı bir kadın yaklaştı ve anlamadığım bir dilde bana birşeyler söyledi.

"I am sorry, I don't understand" yani anlayamadım dedim.

Kadın sesini biraz daha yükseltip, birşeyler daha söyledi.

Yine anlamamıştım. Kadın sinirlendi ve yavaş yavaş birşeyler daha söyledi.

Öğrenciliğim boyunca yedi sene İngilizce okudum. Yaşamımın on sekiz senesini yurt dışında geçirdim. Yirmi seneden fazla çalışma dili İngilizce olan çok uluslu bir şirkette çalıştım ve kariyerimin uzun sayılabilecek bir döneminde yatırım projelerinin onaylanması için gereken, ilk kriteri anlaşılırlık olan İngilizce dökümantasyon yazdım.

Bunları size "Arkadaş ben iyi İngilizce bilirim." demek için anlatmıyorum. Ama en azından yanımda konuşulan dilin İngilizce olup olmadığını anlayacak kadar İngilizce bilirim demek istiyorum.

Kadın, biraz da sinirle, hem yüksek, hem yavaş konuştuğunda, beynimdeki tüm mikro-işlemcileri aynı anda çalıştırıp analiz ettim ve söylediklerini anlayabildim.

Kadın İngilizce konuşuyordu!

Bana son söylediği "Can you understand English?" (İngilizce anlayabiliyormusun?) sorusuydu. Bu soruyu da Kolomb'un yerlilerle konuştuğu tonda sormuştu.

Olasılıkla baba Cockney, anne Belfast'lıydı. Bunu da herhalde İngilizce öğrensin diye Hindistan'a göndermişlerdi. Hayatımda böyle bir aksan duymamıştım!

"I thought I could." (Anlayabildiğimi zannediyordum) dedim.

Bu da bana yine koloni tonuyla, iPad'deki fotoğrafı işaret ederek kızgınlıkla sordu.

"Ben niye dışarıda bunu göremedim?"

Fotoğraftaki canlı yeşil ve kırmızı renkleri kastediyordu. Soruş tarzıyla da sanki o renkleri görememesinin sorumlusunun ben olduğumu ima ediyordu.

Jelena, gülmekten masanın altına girmişti.

Can pahalı, "Bak teyzecim..." diye başlayıp, insan gözüyle makinenin sensörü arasındaki farkı anlatmaya başladım.

Sahil
Sunumumu bitirdiğimde teyzem neredeyse renkleri göremeyişinin doğal olduğuna kani olmuştu. Bana sarıldı ve teşekkür etti, sonra da Jelena'ya dönüp, bana sarılmasını kast ederek "Yanlış anlamadın değil mi?" diye sordu.

Biz artık kibarlığı bırakmış, katıla katıla gülüyorduk.

Aynı otobüsle Reykjavik'e döndük. Beni gördüğünde "My expert!" (Uzmanım benim) diye laf atıyordu. Ertesi gün yine tesadüf, Reykjavik'in merkezinde bir daha karşılaştık. Yine bize bakıp güldü.

Gördüklerimiz, uykusuz geçirdiğimiz iki geceye fazlasıyla değmişti. O akşam rahat uyuduk.

Ertesi gün Blue Lagoon isimli bir kaplıcaya gitmek yerine Reykjavik'i görmeyi tercih etmiştik. Bütün günü bir havuzda geçirmek yerine daha önce görmediğimiz bir kenti keşfetmek daha çekici gelmişti.

Kilise
Reykjavik, çok küçük ama çok cazibeli bir kent. Aynı anlamda İzlanda da çok küçük bir ülke, o yüzden başkent büyük, şatafatlı ve aktif bir yer değil. Düşünün, parlemento binasının üzerinde on tane pencere yok!

Şehrin ilginç sayılabilecek, modern tarzda yapılmış bir katedrali var. İçi büyük olsada, o kadar sade ki, hiçbir süsleme, hiçbir dekorasyon yok desem yeri.

Çok yüksek bir çan kulesi var ve bu kuleye çıkabiliyorsunuz. Çıkış ücrete tabi ama kimse bilet falan kontrol etmiyor. Bilet satan kioskun önünde "Eğer kapalıysak, kuleye çıkış ücretini kumbaraya atın." şeklinde bir tabela var.

Bu kuleden, Reykjavik'in kuşbakışı bir manzarasını görmek mümkün.

Reykjavik
Reykjavik'in başka bir güzelliği ise Cafe'leri. Tüm İskandinavyada olduğu gibi kahveler çok güzel. Bir de bir fincan aldıktan sonra istediğiniz kadar kahveyi ücretsiz içebiliyorsunuz. Bu cafe'ler sosyalleşmek için birebir Ve bildiğimiz anlamda cafe'lere hiç benzemiyorlar. Hatta dışardan baktığınızda cafe olduklarını bile anlayamıyorsunuz,

Bir kere masalardan çok kitaplıklar var. Herkes hem kahvesini içiyor, hem kitabını okuyor, hem de İnternet'de geziniyor.

İnternet demişken, İzlanda'nın şimdiye kadar gördüğüm en yaygın wi-fi kapsamasına sahip olduğunu söyleyebilirim. Hepsi tamamen ücretsiz olmak üzere, online olamadığımız hiçbir yer yoktu. Issız dağlarda, Orta Atlantik Sırtında, otobüslerde, hatta tuvaletlerde bile wi-fi kapsamı içindeydik.

Şehrin girişinde, yine İskandinavya'da görmeye alıştığımız koca bir opera binası yada gösteri merkezi var.

Kiralık kutup araçları
Bahçesinde ise kışın kiralayabileceğiniz bir dolu havalı kar aracı. Koca tekerlekli SUV'lerden tutun, paletli ciplere, jetskilere hatta hovercraftlara kadar onlarca, fazlasıyla "Cool" araç. Doğru mevsimde gelirseniz, kaçırmamanız gerekli bir aktivite bence.

Yine Reykjavik'e özgü bir aktivite olan yanardağ safarisini de not edin derim. Biz oradayken kapalıydı ancak yaz aylarında açık oluyormuş ve çok ilginçmiş. Ne yazık ki yaz aylarında da Aurora Borealis'i görmek mümkün değil, o yüzden birinden birini seçmeniz gerekiyor.

Son olarak balina gözlemleme turlarınında bir seçenek olduğunu söyleyelim. Bizim konuştuğumuz bir-iki tekneci, yunusları görebileceğimizi garanti etti, ancak balinalar için biraz temkinli konuştu. Biz de yarım günümüzü riske etmek istemedik.

İzlanda'nın bir de kendisine özgü kazakları çok ünlü. Yolunuz düşerse bir denemenizi öneririm.

Jelena sahilde
Yemekleri ise bana sormayın. Beklendiği üzere çoğunluğu deniz mahsulü. Yiyenler memnun görünüyor ama ben onların yalancısıyım.

Reykjavik, yada geniş anlamıyla İzlanda doğa harikası bir ülke. Yılın her döneminde görecek bir yeri, yapacak bir şeyi var. Doğayla iç içe olmak, biraz hareketli zaman geçirmek isteyen maceracı bir tarafınız varsa, ziyaret listenizin başına koymanız gerekli bir destinasyon.

Ancak gürültülü İngiliz yada İrlanda pub'larını saymazsanız, ülke sadece "doğa ve macera". O yüzden akşam üstü "Gourmet" bir yemek yada alış-veriş seven bir tarafınız varsa aman dikkat.

Biz bu buz ülkesini sımsıcak bir kalple arkamızda bıraktık, hem de kesinlikle geri dönmek üzere. Size de kuvvetle gitmenizi öneriyoruz.

Sağlıcakla kalın.

17 Ekim 2014 Cuma

İzlandal - Kıtaların Kıyısında

1800'lü yılların sonuna doğru, elektriğin de bulunup geliştirilmesiyle, uzun yıllardır süregelen bir rüya gerçek olma yoluna girdi.

Avrupa ile Amerika, deniz altından geçen bir kabloyla birbirine bağlanacak, okyanusun iki yakasındaki akrabalar bu kablo üzerinden telgraf yoluyla haberleşebilecekti.

Bu kıtalar arası telgraf kablosu, Atlantik okyanusu üzerinden, gemilerle aylar süren posta gönderilerine göre inanılmaz bir hız ve kolaylık sağlayacaktı.

1872 yılında Kraliyet donanmasına bağlı HMS Challenger gemisi bu kablonun güzergahını belirlemek üzere sefere çıktı.

O zamanlar, sonar gibi teknolojiler henüz bulunmadığından, suyun derinliği iskandil atarak, yani ucuna ağırlık bağlanmış iplerli batırdıktan sonra, ağırlık dibe vurduğunda ipin uzunluğunu ölçerek belirleniyordu.

Ana karadan uzaklaşıp, okyanusun ortasına yaklaştıkça, beklendiği üzere, suyun derinliği artıyor, buna göre de gerekli kablo uzunluğu hesaplanıyordu.

Ancak HMS Challenger'ın seferileri, kabaca Avrupa ve Kuzey Amerika'nın arasındaki uzaklığın tam ortasına ulaştıklarında, kimsenin beklemediği bir sürprizle karşılaştılar.

Okyanus burada, anakara yakınlarından bile daha sığıydı.

Acaba bu sığlık noktasal bir fenomen mi diye kuzeye ve güneye yönelip yeniden ölçüm yaptıklarında, aynı sığlığın her iki yöne doğru da süregeldiğini gözlemlediler.

1925 yılında, sonar'ın da keşfiyle, bu sığlığın bütün Kuzey ve Güney Amerika boyunca dünyamızı ikiye böldüğü anlaşıldı.

Bu çıkıntıya Mid-Atlantic Ridge, yani Orta Atlantik Sırtı adını verdiler.

Bu sırt aslında dünyanın en uzun ve en yüksek dağ sırasını oluşturuyordu. Ancak bu dağ sırasının neredeyse tümü su altındaydı. Sadece az sayıda yüksek zirveleri su üstünde kalabilmişti.

Bunlardan en önemlisi de İzlanda adasıydı.

Kıtaların oluşumundaki en önemli giz olan bu sualtı dağları, aslında, kıtaların üzerlerine oturduğu tektonik tabakaların arasından sızan volkanlardır. Magma, bu aralardan yüzeye çıkıp katılaştıkça, kıtaların bağlı oldukları bu tabakaları iterek ayırır ve kıtalar da bu sayede birbirinden uzaklaşır.

Milyonlarca yıl önce Afrika ile Güney Amerika ve Avrasya ile Kuzey Amerika tek bir kara parçasıydı. Bugün bile haritaya bakarsanız, özellikle Güney Amerika'nın batısı ile Afrikanın doğusunun makasla kesilmiş gibi birbirine uyacağını görürsünüz.

Bu milyonlarca yıl yaşındaki fazlaca bilinmeyen okyanus sırtı fenomeni, İzlanda gezimiz öncesi beni en fazla heyecanlandıran ziyaret kalemlerinden biri olmuştu. Çünkü bu dağ sırası İzlanda'dan geçmekle kalmıyor, hedefimiz Reykjavík kentinde ilk kez su üzerine çıkıp, ziyaret edilebilir bir duruma geliyordu.

Avrasya ile Amerika sınırı
Tur otobüsü geniş bir alanın bir köşesine park ettiğinde, işte bu yüzden bin atlı akınlar örneği, çocuklar gibi şen olmuştum. Öyle ya, koskoca Kuzey Amerika kıtasıyla daha da koskoca Avrasya kıtasının birleştiği, su altında kalmamış tek noktadaydık.

Bu iki kıta her yıl birkaç santim birbirinden uzaklaşmakta. Bunun sebebi de, iki kıtanın üzerinde bulunduğu tektonik tabakaların arasına dolan volkanik katı madde. Bilimsel açıklamasını bilsem de, bu ayrımı, bu kadar net görebileceğim aklıma gelmemişti doğrusu.

Otobüsün bizi bıraktığı yer Kuzey Amerika kıtasının bir parçasıydı. Biraz yürüyüp bir platforma çıktığımızda ise, Kuzey Amerika kıtasını terketmiş, ancak Avrasya kıtasına henüz ayak basmamış durumunda, ne idüğü belirsiz bir kara parçasının üzerinde bulunuyorduk.

Devletler hukukunda böyle alanlara "No man's land" (hiçkimsenin toprağı) derler. Eğer arabayla bir sınır geçtiyseniz bu ara bölgeleri görmüşsünüzdür. Örneğin gümrük kontrolünden sonra İsviçre'den çıkar, ancak Fransa'ya girmek için arabayla bu "hiçkimsenin toprağında" bir kaç yüz metre yol almanız gerekir.

Bu her iki ülkeye de ait olmayan toprak parçası her nedense fazlasıyla ilgimi çekmiştir.

Örneğin, bu ara bölgede bir suç işleseniz hangi devletin kanunlarına göre yargılanırsınız, ya da kimin hapisanesinde yatarsınız? Bu bölgeye bir ev yapıp oturmaya başlasanız, hangi ülkenin vatandaşı sayılır, kime vergi verirsiniz?, vesaire, vesaire. Eminim, uluslararası hukukta bunların bir karşılığı vardır ama ben bilmediğim için bana ilginç gelir işte.

Lafı uzatmayalım. Biz de bu platforma çıktığımızda, "No Man's Land" olmasa da, "No Man's Continent" 'a ayak basmış olduk.

Resmen Orta Atlantik Sırtın'nın üzerinde yürüyorduk.

Bu önemli bir olay arkadaşlar. Öyle Boğaz Köprüsü'nden geçip, "Kıta değiştirdim!" demek gibi sembolik bir şey değil.

Avrupa, jeolojik olarak bir kıta değildir. Gerçek anlamda kıta olan Avrasyadır. Bu yüzden Boğaz Köprüsü'nü geçtiğinizde aslında Avrasya'dan Avrasya'ya geçmiş oluyor, yani tüm dünyaya piyazladığımızın aksine kıta değiştirmiş olmuyorsunuz.

Reykjavik de ise, gerçek anlamda bir tektonik plakadan bir başkasına yürüyerek geçebiliyorsunuz.

İşin en önemli kısmı da, bu ayrımı görsel olarak kanıyla, canıyla hissedebilmeniz. Yani "Sayın yolcular, şu anda Yengeç Dönencesinden geçtik." gibi afaki olarak, biri söyledi diye değil, kendi gözünüzle, net olarak görebiliyorsunuz.

Amerika kıtasının bittiği yerde, kayalar, testereyle kesilmiş gibi dimdik bir yamaçla bir hendeğe gömülüyor, bu yamaç ise alabildiğince uzayıp, kıtanın sınırını şüpheye meydan bırakmayacak bir biçimde belirliyor.

Orta Atlantik Sırıtı ise bu noktada alçak bir düzlük halinde.

Sırtın beş-on kilometre ilerisinde de, Avrasya kıtasının sınırı, benzer bir hendeğin ardından dimdik bir yamaç şeklinde yükseliyor.

Amerika'nın rengi kapkara
Orta Atlantik Sırtı, diğer iki kara parçasından geceyle gündüz kadar farklı.

Örneğin, Amerika'nın rengi kapkara, Orta Atlantik Sırtı ise sarıya çalan, açık bir renk. Amerika ve Avrasya sert, keskin kayalıklardan oluşmuş, Orta Atlantik Sırtı ise düz, yumuşak çizgileri ile çok daha uysal.

Orta Atlantik Sırtı, doğası nedeniyle çok hareketli bir bölge.

İki kıtayı hareket ettirebilecek güç, gözünüzde canlandıramayacağımız kadar büyük arkadaşlar. Bunun için gerekli enerji, öyle bilmem kaç atom bombası ya da hidrojen bombası gücünde gibi bilinen insani ölçüleri aşıyor. Dünyanın merkezinden kaynaklanan, Güneşin yüzeyindeki sıcaklığa eşit bir güçten sözediyoruz.

Durum böyle olunca da, bu iki kıtanın arasındaki alanda bol bol depremler, volkanlar, toprak kaymaları yer alıyor sizin anlayacağınız.

İşin aslı, zaman geçtikçe, magmanın da soğuması nedeniyle, Orta Atlantik Sırtı yavaş yavaş yerine oturmakta, yani dibe çökmekte. Bu yüzden de, yüzlerce kilometrekarelik bu alanın üzerine kimse birşey inşa etmemiş. Bir kilise ve yanında bir ufak bina gördük, o kadar.

Gölleri, nehirleri, kanyonları ve şelaleleri ile bir doğa harikası
Orta Atlantik Sırtı, üzerindeki gölleri, nehirleri, kanyonları ve şelaleleri ile doğa harikası bir yer. Kendine has, çalı türü, canlı sarı renkli bir bitki örtüsü var.

Göller ve nehirler pırıl pırıl ancak buzullardan gelen su yüzünden sondurucu soğuk. Birkaç metrekare alanında, minicik göllerde bile boyları bir metreye yakın balıkları net olarak görebiliyorsunuz. Elinizi uzatıp yakalayabilirsiniz sanki. Ancak denerseniz, büyük olasılıkla koca balık sizin elinizi yiyecektir.

Dünyanın başka herhangi bir yerinde görmenin olanaksız olduğu bu özel yerin tadını doya doya çıkararak eşim Jelena ile kırk beş dakika yürüdük.

Rehberimiz olan yaşlı hanım (evet bana göre bile yaşlı), bize Orta Atlantik Sırtıyla baştan sona ilgisiz hikayelerini anlatırken, biz de doğaya konsantre olmaya çalışıyorduk.

Jelena bir gölün yanında
Ancak kadın bir türlü susmadı.

"...iki İzlandalı genç, aşık oldukları genç kız için düello etmeye karar verdiler ve buraya geldiler. Düello saatler sürdü. İkisi de yorgun düşmüşlerdi. İzlanda valisi bunlara düelloyu durdurma emri verdi. Gençler kavgalarını bitirebilmek için taa Norveç'e gittiler, ancak gittikten sonra öğrendiler ki Norveç'te düelloda rakibi öldürmek yasakmış. İki genç bu kez de İsveç'e geçmişler. Düello sona erdiğinde her ikisi de ölmek üzereyken aşık oldukları kız başka bir erkek bulmuş. Bu ikisi de öldükleriyle kalmışlar, vesaire, vesaire...."

İlginç insanlar yani İzlandalılar.

İzlandalılar kimdirler, kökleri nerededir diye sorarsanız, tek sözcükle Vikingler diyebiliriz.

Evet, İzlanda Norveç'den denize açılmış Vikinglerin kolonileştirdiği bir ada. İzlandaca ya da doğru değişiyle İzlandik de, eski bir Norveç diyalekti zaten.

İzlanda, kuş bakışı Avrupa ile Amerika'nın tam ortasında bir ada. Oldukça kuzeyde, kutup dairesinin hemen altında konumlanmış. Hem Jelena'nın, hem de benim, kuzey kutbuna en çok yaklaştığımız nokta. Tarihini henüz belirlemediğimiz Finlandiya'da bulunan Laponya gezimize kadar da öyle kalacak.

Adanın alanı neredeyse Britanya adası kadar, ancak nüfusu sadece üç yüz yirmi bin, ve bunların üçte ikisi de başkent Reykjavik'de yaşıyor.

Ülkenin en önemli geçim kaynağı balıkçılık.

İzlanda, enerji ihtiyacının önemli bir bölümünü jeotermal kaynaklardan karşılıyor. Yukarda anlattığım gibi, ayağınızı hızlıca yere vurunca topraktan sıcak su fışkırıyor. İzlandalılar bu sıcak suyu elektrik üretiminden ısınmaya kadar birçok yerde kullanıyorlar. Jeotermal sıcak suyun en güzel tarafı bedava olması. Kadı kızlık kusuru ise kükürt kokması. Bir duş alınca burnunuz düşüyor. Soğuk su ise buzullardan sağlanıyor. Bu su tatsız ve kokusuz.

İzlanda Birleşik Krallık ve ABD'li turistlerin gözde destinasyonu. İngilizce her yerde geçerli ancak İzlandik aksana alışmak biraz zaman alıyor.

İşte, bir nefeste, İzlanda böyle bir yer.

Güneşli bir Reykjavik sabahında Golden Circle (Altın Çember) turumuz Orta Atlantik Sırtı'na yaptığımız ziyaret ile başladı.

İzlanda'yı gelen hemen her turistin aldığı bu tur, adanın doğal güzelliklerimden en önemlilerini yarım ya da bir gün gibi kısa bir süre içerisinde ziyaretçilerine gösteriyor. Kısaca yolunuz düştüğünde kesinlikle kaçırmamanız gerekli bir aktivite.

Gullfoss
Golden Circle'ın ikinci durağı ise, yine gerçek bir dünya harikası olan Hvítá nehrinin üzerindeki Gullfoss, yanı Altın Şelale.

Şelaleye giden patikada yürümeye başladığınızda suyun gürültüsü ve havadaki nem, şelalenin boyutları hakkındaki ilk ipuçlarını veriyor. Biraz ilerlediğinizde ise Hvítá nehrini ve içinde aktığı kanyonu görebiliyorsunuz.

Şelaleye yaklaşıp suyun düştüğü noktayı görmene kadar, nehrin akarken birden bire kaybolduğu izlenimini alıyorsunuz. Suların düşmeye başladığı noktayı gördüğünüzde ise, şelalenin devasa boyutunu anlayabiliyorsunuz.

Sular önce dışbükey bir ark üzerinden on metre kadar yüksekten düşüyor, sonrasında bir merdivenin basamağı gibi, kısa bir düzlemin arkasından, yirmi metrelik bir yükseklikte daha büyük, ikinci bir şelale oluşturuyor.

Gullfoss
Nehirden akan suyun miktarı, beynimin algılama kapasitesini zorlamıştı. Gerçek anlamda bir su bulutu, şelalenin etrafını kaplıyor ve gözlerimizi açmamızı yada konuşmamızı neredeyse imkansız hale getiriyordu. Birçok noktada, fotoğraf makinesinin objektifi su damlalarıyla kaplanmadan tek bir fotoğrafı zar zor çekebilmiştim.

İzlandalılar, alanı ziyaretçiler için hazırlarken oldukça başarılı bir iş yapmışlar. Yollar, korkuluklar ve izleme platformları ortamın ambiantı içerisinde neredeyse görülmez durumda. Ziyaretçilerin güvenliği için gerekli uyarılar ve işaretlerin tümü bulunsa da, bunlar büyük bir başarıyla kamufle edilmiş. Kurgu-bilim tarzı metalik yürüme yolları ve yanıp sönen yeşil tahliye işaretleri yok, sizin anlayacağınız.

Bu dünya harikasına beş dakika uzaklıkta, Haukadalur isimli, bambaşka ve çok daha ilginç, ikinci bir dünya harikası yer var.

Haukadalur, jeotermal bir alan.
Haukadalur, jeotermal bir alan. Alçak bir tepe üzerine konumlanmış, kayalık bir yapısı var. Size, bir çaydanlığın üzerinde yürüyormuşsunuz izlenimini veriyor. Ortalık sıcak su birikintileri ile dolu ve her on beş-yirmi metrede bir yerden buharlar yükseliyor.

Yürümeye başlayalı bir iki dakika olmamıştı ki doğa ana, bize en görkemli, en ilginç gösterilerinden birini yaptı.

Bir su sütunu "puff" diye yerden fışkırdı ve yirmi metre kadar yükseldi. Ortalık bir anda su buharı ile kaplandı. Su sütunu, bir kaç saniye kadar daha fışkırdı ve kaybolup gitti.

Hayatımda ilk kez bir gayzer fışkırmasını canlı olarak görmüştüm.

İlk kez bir gayzer fışkırmasını görmüştüm
Strokkur İsimli bu gayzer, Haukadalur alanının en popüler gayzeri, çünkü hiç aksatmadan dört ile sekiz dakika arasında değişen aralıklarla fışkırıyor. Bu yüzden de, etrafında devamlı bir sonraki fışkırmayı bekleyen bir kalabalık oluşuyor. Bizim şansımıza, aynı anda dört kez üst üste fışkırdı. Rehberimiz, bunun pek olağan olmadığını söyledi.

Strokkur, Haukadalur'daki en tutarlısı ve en öngörülebileni olsa da, bu alandaki tek gayzer değil.

Geysir isimli başka bir gayzer var ki, Strokkur'dan daha azametli, ancak günde sadece bir kaç kez fışkırıyor ve bu fışkırmalar önceden öngörülemeyen zaman aralıklarında gerçekleşiyor.

Geysir biz oradayken fışkırmadı
Geysir, ne yazık ki, biz oradayken fışkırmadı.

İzlandalılar, parktaki her gayzer'in dibine, kayalarla aynı renkte bir plaketin üzerine isimlerini yazmışlar. Ben İzlandaca gayzer anlamına gelen geysir'i görünce, onun bir gayzer ismi olduğunu anlamadım ve "İyi ki gayzer yazmışsınız, yoksa ben sürahi zannedecektim", gibi ukalalık bile ettim.

Sonradan Geysir'in özel bir isim olduğunu anlamakla kalmadım, Avrupalıların gördüğü ilk gayzer olmasından dolayı, tüm dünya dillerine geçen gayzer sözcüğünün bu gayzerden kaynaklandığını öğrendim.

Bu buharlarla kaplı dünya dışı, mistik ortamda bir saat kadar kaldık. Her ikimiz de çok güzel zaman geçirip, yüzlerce fotoğraf çektik.

Tur esnasında otobüsle bir noktadan diğerine giderken İzlanda'nın kendine özgü jeolojik yapısını ve bitki örtüsünü yakından görme şansımız oldu.

Volkanik bir ada olmasından dolayı, kayalar ve hatta kumsallar siyah renkli. Düz alanda anlamsız bir şekilde yükselen tepeler mini volkanik fışkırma noktaları. Benzer bir yapıyı Kanarya Adalarından Tenerife'de de görmüştük.

Bitki örtüsü ise ağaç bakımından çok fakir. Buna şaşırmamak gerekir çünkü kuzey kutbunun bu kadar yakınında, kışın günler çok kısalıyor ve ağaçların ihtiyacı olan ışık yeterli miktarda ulaşmıyor.

İşin aslı, kuzey kutbunun bu kadar yakınında insanların yaşayabileceği bir bölge olması bile büyük şans. İzlanda, Gulf Stream (Ben öğrenciyken ders kitaplarında Golfistirim diye de geçerdi) isimli sıcak okyanus akıntısı ve jeotermal özelliği sayesinde yaşanabilir düzeylerde sıcaklıklara sahip olabilmiş.

Golden Circle turumuz bir kilise ziyareti ile sonlandı.

İzlanda da kiliseler çok sade. İçlerinde inançları gereği, estetik olarak güzel, gösterişli hiçbir şey yok. Bununla birlikte, kilisenin bulunduğu alan denizin kıyısında çok güzel bir konuma sahipti. Bol bol resim çektik ve güneşin batışını izledik.

İzlanda'da ilk günümüz işte böyle geçti arkadaşlar. Ancak gün henüz bitmiş sayılmazdı, çünkü geldiğimiz günün akşamı başladığımız çok önemli bir işi bitirmemiz gerekiyordu.

O da bir sonraki yazının konusu olsun...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...