6 Ağustos 2014 Çarşamba

Bastogne

Jelena, arabadan iner inmez sağını solunu kolaçan etti ve hemen bana dönüp bağırdı:

"Aaaa! Sherman!" 
"Aaaa! Sherman!"

Gerçekten de meydanın tam ortasında koskoca, yemyeşil bir Sherman (Şörmın) tankı duruyordu.

Bunda da şaşırtıcı bir tarafı yoktu. İkinci dünya savaşının bir simgesi haline gelmiş bu tankın, yine ikinci dünya savaşının başka simgesel bir kenti olan Bastogne'da (Baston) bulunması kadar normal birşey olamazdı.

Benim için çok normal olmayan, hatta fazlasıyla sevindirici olan nokta, karım Jelena'nın bir Sherman tankını uzaktan görünce tanıyabilmesiydi. İlk tanıştığımız günlerde Jelena, bir tankı çöp kamyonundan ayıramayacak kadar ilgisizdi bu askeri işlere. Demek dokuz yıl sonra biraz da olsa bir etkim olmuştu karımın üzerinde.

Yine yanlış anlamayın, "Ben seviyorsam, karım da sevecek!." gibi şovenlik yapmıyorum, ancak niye yalan söyleyeyim, bu olaydan ufak bir haz almamış da değilim. Nasıl ben Jelena'nın sayesinde Louis Vuitton'un eski bir Fransız kralı olmadığını ya da Christian Louboutin'ın kırmızı tabanlı ayakkabı yaptığını öğrendiysem, o da bir Sherman'ı görünce tanısın dimi? :)

Bir gün öncesinin yorgunluğu hala ikimizin de üzerindeydi. Avrupa'nın bu bölümü için nadir sayılabilecek hem güneşli hem de tatil olan bir Cuma gününden faydalanabilmek için erkenden arabaya atlamış, yönümüzü Lüksemburg'a çevirmiştik.

Lüksemburg'a ulaştık
Yolda zaman kaybetmemek için bir gün öncesinden hazırladığımız sandviç ve içecekleri portatif buz kutumuza koymuştuk. Planımız sadece bir kere, şoför değişimi için durarak, saat öğleden sonra bir gibi Lüksemburg'a varmaktı.

Vardık da...

Ancak hemen otele gitmek yerine, arabayı bırakmadan Amerikan Ordu Mezarlığı'mı ziyaret edelim dedik ve yolumuzu pek uzatmayacak küçük bir sapmayla mezarlığa ulaştık.

Mezarlık ziyaret etmekten açıkçası pek haz etmem. Normandiya'daki mezarlığı sadece Saving Private Ryan (Seyving Prayvıt Rayın) filminin açılış sahnesinin anısına ziyaret etmiştik. Bu mezarlığı ise sadece General George S. Patton'ın (Corc Es Pettın) mezarı için ziyaret ettik.

Millyeti ne olursa olsun, her kahraman askerin kalbimde bir yeri vardır. Patton, hayatım boyunca etkilendiğim gerçek bir militarist, içgüdüsel bir askeri kişilik olmuştu. O yüzden bu ziyaret fırsatını kaçırmak istemedim.

General Patton'ın mezarı
"Beni birlikte savaştığım askerlerimle gömün." vasiyeti üzerine Lüksemburg'daki Askeri Mezarlığa, Üçüncü Ordusunun hayatlarını kaybetmiş askerleri ile birlikte defnedilmişti. Mezarının yeri en öndeydi. Arkasında ise birlikte savaştığı binlerce askerin mezarı, gerçekten etkileyici bir görüntü oluşturuyordu.

Geri arabaya döndük ve yolumuza devam ettik.

Otelimizi elimizle koymuş gibi bulduk. Çek-in, valizleri bırakma, odanın keşfi gibi geleneksel işlemleri tamamlayıp, bir otobüsle şehir merkezine attık kendimizi.

Lüksemburg, yarım milyon nüfusuyla, ufacık bir ülke. Başkenti yine Lüksemburg, biz de oradayız zaten.

Ülke teknik olarak monarşik, doğru deyişiyle bir dükalık. Haliyle, başında da bir dük var. Ülke ufacık da olsa, üç beş dil konuşuluyor, ancak benim bulunduğum yerlerde Fransızca hep asli dildi.

Lüksemburg yemyeşil bir kent
Lüksemburg, her yeri yemyeşil, doğal bir cennet. Kentin yerleşik bölgeleri ise biraz Karadenizli mütheait işini andıran, otuz-kırk sene öncelerinin tarzı binalarla kaplı, ancak şehrin eski merkezi inanılmaz etkileyici. Yetmişli yıllarda sahip olduğu cazibesini biraz yitirmiş de olsa hala adı gibi "lüks" ve havalı bir yer.

Haliyle alış veriş bakımından fiyatlar da biraz "lüks" - ve bunu size İsviçre gibi Avrupa'nın en pahalı ülkelerimden birinde yaşayan biri olarak söylüyorum, anlayın artık. Eğer amacınız alış veriş ise, başka kentlere yönelin derim.

Uzun bir yürüyüşün ardından ikimizin de canının çıktığı bir anda, kendimizi bir bara attık. Yeterli miktarda şarap, bizi biraz da olsa kendimize getirdi. Dört sene önce geldiğimizde bulunduğumuz bir iki cafe, bar ve restoranı görünce o gezimizi yeniden hatırladık, o zamanlar yanımızda olan Koni'yi andık ve sonrasında bizi otele götürecek otobüste bulduk kendimizi.

Kendimizi bir bara attık
Ertesi sabah kahvaltının ardından bir saatlik araba yolculuğu bizi ilk durağımız olan Bastogne'a getirdi ve Jelena'nın bulduğu Sherman tankının yanına bıraktı.

Bastogne çok küçük bir yerleşim merkezi, ancak küçük olduğu kadar da sevimli. Kentin merkezi hafifçe yüksek bir tepenin üzerinde. Burada, ismimi İkinci Dünya Savaşı sırasında kenti koruyan Amerikan birliklerinin komutanı General McAuliffe'den (Mekolif) almış.

Yönetmenliğini Steven Spielberg (Stivın Spiilbörg) ve Tom Hanks'in (Tom Henks) yaptığı Band of Brothers (Bend ov Bradırs) isimli, mini televizyon dizisinin bir bölümü Bastogne kentinin kuşatmasını anlatır. Kentin içinde ve etrafında, bu dizide anlatılan olayların geçtiği bazı yerleri görmek mümkün.

Dizide revir olarak kullanılan kilise
Bunlardan biri, dizide revir olarak kullanılan kilise. Meydana on beş dakika yürüyüş uzaklığında, koca bir yapı. Bahçesinde kuşatma günlerini hatırlatan bir heykel var. Kilisenin içi de çok güzel. Jelena ile birlikte heyecanla içeri girerken o şapkasını, ben bandanamı çıkarmayı unutmuştuk. Yaşlı bir adam bizi kibarca uyardı, biz de kafamızdakileri çıkardık.

Meydanın diğer tarafında ise üçüncü ordunun toplanma yerini ziyaret ettik.

Hava raporuna göre, öğleden sonrası yağmurlu olacaktı. O yüzden biraz da acele ederek arabaya bindik ve bizi Foy (Fua) köyü yakınındaki, 101 inci Paraşütçü Tümeni'nin mevzilendiği ormanlık bölgeye götürecek koordinatları GPS cihazına girdik. Bu alanda, askerlerin kazdığı foxhole (fakshool) isimli siperleri de görebilecektik.

Bastogne kenti, bu İkinci Dünya Savaşı ziyaretleri için hiç de hazır değildi. Savaşın geçtiği önemli noktalar için ne bir işaret, ne de bir reklam vardı. Eğer ne aradığınızı bilmiyorsanız işiniz biraz zor yani.

Ancak Normandiya'daki İngiliz kumsallarından edindiğimiz acı deneyim sonucunda, Bastogne civarındaki biri hariç tüm İkinci Dünya Savaşı noktalarını GPS koordinatlarına kadar belirlemiştim.

Foy civarındaki orman
Foy civarındaki foxhole'ların bulunduğu bu alan kentin oldukça dışında, o yüzden ulaşmak için mutlaka bir araba gerekiyor. Koordinatların gösterdiği noktaya ise ancak yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Biz de yol kenarında uygun bir nokta bulup arabayı parkettik ve Jelena ile birlikte ormanın içlerine doğru yürümeye başladık.

O güne kadar görmediğim, değişik bir ormandı bu. Zannedersem bir tür çam ağaçlarından oluşmuş, ancak bu ağaçlar bildiğimiz çamlar gibi değil, daha çok kavak gibi ince ve uzunlardı. Bir de oldukça yoğun bir biçimde toplanmışlardı. Ağaçların gövdeleri yeşil, toprak ise kırmızıya çalan kahverengi rengindeydi.

Band of Brothers'i seyredip de bu manzaranın etkisi altında kalmamak imkansız. Topçu ateşi altında patlayan ağaçlar, bir foxhole'dan diğerine koşan sıhhiyeci, hep tek tek gözümde canlandı. Bütün foxhole'ları gezdik, Jelena'yla içlerine girip fotoğraf çektik.

Easy Company foxhole'ları
Az ileride de, bütün dizinin konusu olan Easy Company (İyizi Kampıni) için ağaçların altına konulmuş bir haç doğru yerde olduğumuzu bir kez daha kanıtlamıştı.

Yürümeye devam ettik.

Tam bu anda ağır bir Alman aksanıyla, "Bunlar Easy Company'nin foxhole'ları mı?" diye bir soru işittim. Dönüp bakınca bu orta yaşlı iki herifi gördüm. Sanki mahalle arkadaşlığından biraz ilerisi (!) gibiydiler.

Kamuflajlı pantolon giydim diye bölük yazıcısı mı zannettilerse... Ne bileyim hangi foxhole, hangi Company'nin?

İçimden "He babacım, Malarkey'le Perconte çişe gittiler, gelirler şimdi..." desem de, hernedense aksilik etmedim ve ağızımdan "Bunlar foxhole, ama Easy Company mi bilmiyorum." çıktı.

İkisinden konuşkan olanı "Biz hem kitabını okuduk, hem de televizyomda seyrettik, çok etkilendik." dedi.

Şimdi ne söylesem bilmiyorum, kaldım ortada. Adamlar Alman, ama Amerikan Easy Company"yi sempatik buluyorlar gibi. Hadi dedim, taraf olacağıma, bitaraf olayım. "Burada mücadele çok çetin geçmiş." falan gibi orta yolda birşeyler geveledim. Neyse, hemen sonra Easy Company'nin haçını gördüler de içleri rahatladı.

101'inci Paraşütçü Tümeni'nin siperleri hiçbir şekilde işaretlenmemiş ve bakımsız bırakılmış olsa da, 101'inci Paraşütçü Tümeni için yol kenarına dikilen bir anıt gayet iyi bakılmıştı. Defalarca yazdığım gibi ben bu anıtları hiç de işe yarar bulmuyorum. Geometrik taşlar ve bayraklar, anın ve olayın anlaşılması için hiç fayda sağlamıyor, hatta insanı trajedi, zafer, mutluluk gibi artık konu ne ise, bu olayın ortamından alıp alakasız, soyut, sanatsal bir beğeniye taşıyor. Ben özel olarak bu anıtları ziyaret etmeyi bıraktım. Yoluma çıkarsa ancak gidip görüyorum.

Bu anıt da böyle oldu işte. Yakınındayken görmüş olduk. Geometrik kesilmiş siyah mermerler, paraşütçü kartalı ve bayraklar var.

Hala yağmur başlamamıştı. Acaba Alman tanklarını da kuru bir havada görebilir miyiz diye düşündük. Olur mu olur, atladık arabaya ve bastık gaza.

Bu tank, top, uçak işlerine beş yaşımdan beri tutku ile bağlıyımdır. Hayatım boyunca fırsat bulduğum her zaman, askeri müzeleri, savaş noktalarını, ordu sergilerini gezdim, izledim. Ancak elli yaşına merdiven dayadığımız şu uzun sayılabilecek hayatımda daha bir kez bile bir Alman tankı görmüş değildim. O yüzden bu geziyi planlarken yakınlarda iki Alman tankının sergilendiğini duyunca çocuk gibi sevinmiş, içim kıpır kıpır olmuştu.

Yakınlık, tabii ki göreceli bir kavram. İlk tank aşağı yukarı yüz kilometre kuzeyimizdeydi.

Çoğunluğu otoyol olan bu yüz kilometre çabuk geçti. GPS bizi tankın dibine kadar getirip bıraktı.

King Tiger
Bu tank, Tiger II, ya da bilinen adı ile bir King Tiger'dı (King Taygır). İnanılmayacak kadar da iyi bir durumdaydı.

Savaşın sonuna doğru üretimine başlanmış, zamanına göre modern sayılabilecek bir tank, bu King Tiger. 10 metre boyunda, 68.5 ton ağırlığında devasa bir araç. 12 silindirli, 700 beygirlik bir motoru var. Ön tarafındaki zırhı 20 cm'e yakın kalınlıkta. Bu tankı önden vurarak etkisiz hale getirmek imkansız gibi.

Sergilenen tank, tam cepheden iki direkt isabet almıştı. Mermi izleri hala zırhın üzerinde duruyordu, ancak zırha sadece bir-iki santim girebilmişlerdi.

Elimle bu zırha dokundum. Daha önce denemediyseniz, bu zırhlara ilk dukunuş çok ilginç bir etki bırakır insanda. Diğer motorlu araçlara dokununduğunuzda hissettiğiniz tenekemsi duygu yerini bir dağa dokunuyormuş hissine bırakır. Bu King Tiger'ın zırhı ise sanki Himalayalar'dı.

8.8 cm çapındaki devasa topunun savaş alanında yok edemeyeceği bir araç yoktu. Müttefik tanklar ise King Tiger'a saatlerce ateş etseler bile önündeki zırhına zarar veremiyordu. Kısacası bu tankı durdurmak mümkün değildi. İşte bu yüzden King Tiger, Amerikan piyadesinin en çok koktuğu Alman tankı haline gelmişti.

Hala yağmur başlamamıştı. "Acaba.", dedik ve atladık arabaya. Hedefimiz ikinci Alman tankı, efsanevi Panther'di. Panther, King Tiger kadar "kodumu oturtan" bir tank olmasa da, Almanların hemen her harekatında kullanılmış, tam bir İkinci Dünya Savaşı simgesiydi.

Ancak yine bir yüz kilometre daha gitmemiz gerekiyordu, hem de otoyolda değil, köy yollarında. Bir de üstüne Tour de France (Tuur dö Frans) artığı binlerce bisikletliyi eklerseniz, niye iki saat yolarda tırmalandığımızı anlarsınız.

Avrupa'da yeni gelişen bir tür isyan, elegant bir asilik bu bisikletliler. Eski günlerde adamlar deri giyer, Harley'lere binerlerdi, biz de anlardık kim asi, kim değil. Evrim işte böyle, bu yeni "zarif" asileri yarattı.

Adamların hiç eyvallahı yok. Tek şeritli yolda, bir anda önünüzde saatte yirmi ile giden bir bisikletli buluyorsunuz. Adamın ipinde değil, yolun ortasında oflaya, puflaya, basıyor pedala. Arkasında yirmi araba konvoy olmuş, takmıyor bile.

Gözünü sevdiğimin memleketim, bunlar doğal yollardan elenir bizde. On dakika dayanamaz, ya bir kamyon ezer, ya da bir taksici döver, bir daha çıkmaz trafiğe :)

Şakası bir kenara, bisikletliler Avrupa'da gerçekten trafiği tehlikeye atıyorlar.

Bisikletlilerin arkasında, iki saatten sonra bir yol ayrımında, trafik polisinin işaretiyle durduk. Biz sola dönen şeritin en başındayız, bisikletliler de sağa dönen şeritte. Polis bize git dedi, ancak tam bu anda bisikletlilerden biri sağdaki şeriti bırakıp bizim şeride girdi, tam önümüzde durdu, tek ayağının üstüne bisikletini dayadı ve başladı su içmeye.

İşte tam bu anda Jelena'nın gözünü kan bürüdü. Öyle bir bastı ki kornaya, ben yerimde zıpladım. Ancak, bisikletlinin kılı bile kıpırdamıyor, suyunu içmeye devam ediyordu.

Ben eyvah, bu polis bizi karakola götürür dedim ama belli ki polis de bezmişti. İki elini iki yanına açıp "N'apayım?" gibisinden bize baktı.

Bisikletli hayvan suyunu bitirdi ve yavaş yavaş, ayaklarını sürüye sürüye, sağa, kendi şeridine girdi. Biz de yolumuza devam edebildik. Kısa bir süre sonra ikinci Alman tankının yanındaydık.

Panther tankı, ne yazık ki King Tiger kadar şanslı değildi. Yanındaki plaketten okuduğumuz kadarıyla, savaşta canı çıkmış, taklalar atıp ters dönmüş bir şekilde bulunmuştu. Tureti ve topu hala görülebilir olsa da tekerlekleri ve paletleri yoktu. Bir tanktan ziyade, terkedilmiş bir kulübeyi andırıyordu.

Panther Tankı
Yine de bir Panther'in yanındaydık ve sağlam kalmış taraflarını inceleyip, bol bol resim çektik.

Yağmur hala başlamamıştı...

Otoyoldan Bastogne'a dönmek çok zaman almadı.

Bastogne'a ulaştığımızda, sıra planın en zor ve en umutsuz bölümüne gelmişti. Size daha önce bahsetmiştim, kuşatma esnasında Alman komutan, Bastogne'u savunan Amerikalı General McAuliffe'e teslim olması için uzun bir mesaj göndermiş, McAuliffe de bu mesaja "NUTS!", yani "defol git" şeklinde cevap vermişti.

İşte sıradaki ziyaret noktası, bu olayın gerçekleştiği çiftlikti.

İşin beteri, bu çiftliğin koordinatlarını İnternet'ten bulamamıştım. Elimdeki tek ipucu çiftliğin ismi, yani 25 Kessler, ve bir de fotoğrafıydı. Resimde beyaz bir çiftlik evi, bu eve bitişik bir ahır ile depo karışımı ahşap bir yapı ve bol bol da ekili arazi vardı.

İlk önce turist bilgi merkezine gittik. Bastogne'lu, gençten bir çocuk görevliydi. "Bu 'Nuts' olayının gerçekleştiği çiftlik nerede?" diye sorduk.

Önce bilmiyorum dedi. Sonra da bilgisayarının başına geçti. Bir on dakika, oraya klik, buraya klik, sonra geldi yanımıza.

"Resmini buldum ama adresi yok." dedi. Eh, demek ki Google yeteneklerimde bir problem yokmuş, içim rahatladı.

"Resmi biz de gördük ama adresini bulamamıştık." dedik.

"Ben de..." dedi.

Olayı tespit etmiştik. Bu yüzden arkadaş da kendi görevini tamamlamış saydı ve bizi uğurladı.

Jelena'nın aklına bir anda mükemmel bir fikir geldi. "Haydi Bugi, 101st Airborne Müzesine soralım, adamlar sonuçta Amerikalı, bilirler mutlaka." dedi.

Atladık, gittik müzeye ve girişteki hatuna sorduk, "Bu 'Nuts' olayının geçtiği çiftlik nerede?" diye. Kız da bize "Yok, o olay çiftlikte değil, Bastogne'daki barakalarda geçti. Rehberli bir turla gezebilirsiniz." cevabını verdi.

İpe sapa gelir tarafı yok söylediklerinin. Bütün olayı satır satır okumuştum. Herşey kent dışında bir çiftlikte geçiyordu.

"Yok ablacım, olay 25 Kessler isimli bir çiftlikte geçmiş."

"Hangi köy?"

Eh işte, köyü bilsek, 25'e kadar sayma kısmını kıvıracağız da...

N'apalım, çıktık geri, arabaya yürümeye başladık. Ne var ki Jelena çoktan yaratıcılık moduna geçmişti. Böyle zamanlarda gerçekten büyük hayranlık duyarım ona. Altımdan girer, üstünden çıkar, sonuca ulaşır.

"Meydanda bir 'Nuts Cafe' gördüm. Onlar bilebilir."

Oturduk cafe'ye. Gerçekten ismi Nuts Cafe. Kahvelerimizi söyledik, garsonla muhabbet ediyoruz.

"Bu Nuts olayının geçtiği çiftlik nerede?"

"Tam yerini çok yakın zamanda tesbit ettiler ama ben bilmiyorum. 101st Airborne Müzesine sorun, onlar bilir."

Güldük. "Onlar da bilmiyor.", dedik.

Hazır wi-fi varken resimleri post ediyor, Facebook'ta yeni bir şey var mı, ona bakıyordum. Yine şeytan dürttü, gittim bir U.S. Veterans forumundan öyküye ve yorumlara bir daha baktım, belki bir ipucu buluruz diye.

Bir on dakika kadar okudum ve sonunda Eureka!, şöyle bir cümleye denk geldim.

"Arlon yolu üzerinde, Bastogne'dan iki kilometre sonra."

Hemen hesabı ödedik, koştuk arabaya. Kilometre sayacını sıfırlayıp Arlon'a doğru iki kilometre gittik. Hafif kent dışı gibi duruyor ama fotoğraftaki gibi etrafı araziyle çevrili bir çiftlik yoktu ortada.

Anayoldan çıkıp içerilere girdik, bir yarım saat dolandık, ancak "nada"... Bizim çiftliğe benzer en az on tane çiftlik bulsak da hiçbiri aradığımız çiftlik değil.

Jelena yine bir yaratıcılık halesi altında, "Biz Arlon'a doğru iki kilometre gitsek de, Arlon yolunun üzerindeki ikinci kilometrede değiliz.", dedi.

Haklıydı. Arlon yolu hemen yakınımızdaki bir kavşaktan başlıyordu. Hemen kavşağa gidip, kilometreyi sıfırladık ve iki kilometre daha gittik.

Sonunda fotoğraftakine benzer tarım arazileri üzerindeydik.

"Kessler çiftliği nerede mösyö?"
Bizimkine benzer bir çiftlik gördük ve hemen durduk, ancak yakınına gittiğimizde bizim aradığımız çiftliğin olmadığını anladık. Jelena, çiftliğin sahibi olduğunu tahmin ettiğimiz, en az seksen yaşında bir dede gördü, hemen yanına koşup sordu.

"Kessler çiftliği nerede mösyö?"

Dede "Şu Almanların geldiği çiftlik mi?" diye sorunca, kalbime bir ferahlık geldi.

"Evet, evet o çiftlik."

Dede bizim geldiğimiz yönde bir tepeyi işaret etti.

"Bak şu beyaz binayı görüyor musunuz? Orası işte."

Dedeye sarıldık, elini sıktık. Otoyolda bir "U" çekip, geri, dedenin gösterdiği tepeye ulaştık.

Çiftliğin etrafı benim boyundan yüksek mısırlarla kaplıydı. Eve doğru giden yolda bir süre yürüdük ve sonunda evi gördük.

Vallaha da burasıydı...

Eve yaklaşırken, beyaz üstüne kırmızı bir tabela üzerinde "Özel Arazi, Girmek KESİNLİKLE Yasak!" yazıyordu. Belli ki bir iki kişi "Nuts" aşkına bunları taciz etmişti.

Ancak bu açıdan çiftliğin düzgün bir fotoğrafını çekmek mümkün değildi. Biz de geri dönüp, etrafı çitle çevrili arazi tarafından yaklaşmayı denedik. Çitlerin altından geçerken "Cart" diye elektrik çarptı. Arazide inekler otluyordu ve kaçmamaları için çitlere elektrik vermişlerdi.

"Nuts" Çiftliği
Bu arazi tepenin oldukça altında kalıyordu ve yine fotoğraf için uygun bir açı bulamamıştım.

Sonunda otoyoldan bir kilometre kadar aşağı yürüdüm ve uzaktan telefoto bir objektifle çiftliğin tamamının resmini çekebildim.

Ben geri yürürken, Jelena da otoyolun kenarına oturmuş, gülüyordu.

"Ne oldu?" diye sorunca anlattı. Doğru yerde olduğumuza emin olmak için evden çıkan bir kıza "Kessler Çiftliği burası mı?" diye sormuş. Kız da "Nuts çiftliği mi? Evet burası." demiş. İngilizce "The Nuts Farm" (Dı Nats Farm) aynı zamanda "Deliler Çiftliği" gibi anlaşılıyor, ona gülüyormuş.

Görev başarılmıştı. Rotamızı otele çevirdik. Artık biraz huzur bulabilirdik.

Ardennes bölgesi işte böyle.

İkinci Dünya Savaşı'na ilginiz varsa zaten ziyaretin kaçınılmaz olduğunu biliyorsunuzdur. Ancak lütfen hazırlıksız gitmeyin, ne göreceğinizi koordinatlara kadar önceden planlayın, çünkü pek lokal yardım bulamayacaksınız.

Bir de Bastogne'lular tarihe sahip çıkmaya pek gönüllü görünmediler gözüme. Örneğin Patton anıtının etrafını bir sirk için park yeri olarak kullanmışlardı. Her yer karavan, kablo, jeneratör dolmuştu. Patton herhalde mezarında ters dönmüştür...

Eğer İkinci Dünya Savaşı ilginizi çekmiyorsa, bu güzel kenti yolunuzu çok fazla değiştirmeden görün derim. Hatta bizim gibi bir Lüksemburg ziyareti ile birleştirebilirsiniz.

Sağlıcakla kalın...

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Çıkıntı...

The Battle of the Bulge, yani Çıkıntı Savaşı, 16 Aralık 1944 sabahı, saat 5:30'da, bin altı yüz Alman topunun aynı anda ateşiyle başladı. Bir buçuk saat süren bu ateşi, başta bölgedeki birliklerin komutanı, Amerikalı General Omar Bradley olmak üzere bir çok Müttefik komutan önemsemedi. Bradley, zaten Paris'te, arkadaşı ve amiri, Müttefik Kuvvetlerin Üst Komutanı General Dweight D. Eisenhower'ın doğum gününü kutlamaktaydı.

Komutanlara göre bu sadece bir Spoiling Attack, yani iş bozma saldırısıydı. Cephedeki savaşan ordular, arada karşı tarafı alarma geçirip, canlarını sıkmak ve uykularını kaçırmak için üç beş top atarlar böyle. Yoksa, hangi akıllı, Ardennes gibi ormanlık bir alandan, buz gibi havada, Noel'e bir hafta kala saldırıya geçerdi?

Bir tek Eisenhower kıllanmıştı bu habere. Hem bir buçuk saat uzun bir zamandı, hem de istihbarata göre top mermileri çok uzaktan gelmiyordu. Bradley, "Yapma Paşam, bozma keyfini..." dese de, Eisenhower alarma geçti.

Bu yoğun topçu ateşi, piyade için çok tehlikelidir. Kurtulmanın neredeyse tek yöntemi, yer altına, siperlere inmektir, çünkü top mermisi düştüğününde sadece patlamanın şiddeti değil, bir de merminin başından yayılan şarapnel isimli metal parçaları ile, merminin düştüğü yerde bulunan ne varsa askerlerin üstüne büyük bir şiddetle yağar.

Ardennes gibi yoğun ormanlık bir alanda ise her yer patlayıp sağa sola mızrak gibi fırlayan ağaçlarla doluydu.

Savunmadaki Amerikan birlikleri, Foxhole, yani tilki deliği adı verilen, bir-iki kişilik siperlerin içindeydiler. Dışarda yakalananlar ise deliklerinde olmadıklarına bayağı pişman olmuşlardı.

Topçu ateşinin ardından çeyrek milyon Alman askeri binlerce araçla Amerikan birliklerinin üzerine aktı. Yedi binden fazla Amerikan askeri daha ne olduğunu anlayamadan teslim olmak zorunda kaldı. Bulge savaşı, Amerikalıların bir kerede en fazla esir düştükleri savaş olarak tarihe geçti.

Almanlar, bu saldırı esnasında, çok akıllıca başka bir planı da uygulamaya koydular. İngilizce konuşan ve esir yada ölü Amerikan askerlerinden topladıkları künye ve üniformaları giyen Alman askerleri, Amerikan bölgesine sızıp ortalığı karıştırmaya başlamışlardı. Bu askerler yönleri gösteren levhaları değiştiriyor, ikmal üslerinin ve malzeme depolarının yerlerini belirliyor, haberleşme hatlarını kesiyor ve başkaca düzen bozucu istihbarat faaliyetlerinde bulunuyorlardı.

Bu kılık değiştirmiş askerler fiziksel olarak çok fazla zarar veremeseler de, Amerikan ordusu içerisinde önemli karışıklık yarattılar. Yakalanan birkaçı, planları arasında yüksek rütbeli Amerikan generallerine suikastler olduğunu söyleyince, Eisenhower ve Bradley dahil birçoğu paniğe kapıldı ve ya karargahlarına kapandı, ya da rütbelerini gizleyen giysilerle gezmeye başladı.

Bu gizli harekat gücünün farkına varılmasından sonra Amerikalılar bölgedeki bütün kuvvetlerini uyardılar. Kılık değiştirmiş Alman askerlerinin önemli bir bölümü yakalandı ve yakalananların çoğu da casusluk suçuyla vurularak infaz edildi.

Saldırının başlamasıyla Alman birliklerinin bir kolu güneyden Lüksemburg'a doğru yöneldi. Başka bir panzer birliği ise Ardennes bölgesinin stratejik olarak belki de en önemli kenti olan Bastogne'a (Baston - Eşimin uyarısıyla, bu sözcüğün tam doğru okunuşu "Baston-nyı" gibi, bize biraz komik gelebilecek şekilde, ancak "Baston" affedilebilecek kadar doğru, çok takılmama taraftarıyım) ulaşmıştı.

Ardennes bölgesinin yoğun ormanlık olması nedeniyle, ağır silahlarla donanmış ordular sadece bu ormanların içerisinde açılmış yolları kullanarak hareket edebiliyordu. İşte bu yolların hepsi de Bastogne kentinden geçmekteydi. Yani Bastogne kentine hakim olan, Ardennes'deki askeri trafiğin önemli bir bölümünü kontrol edebilirdi.

Bu sebeple Bastogne kenti, Alman karşı saldırısının akibetini belirleyecekti.

Dört sene öncesinin yıldırım saldırılarını aratmayan bu Alman harekatına karşı ilk direniş Bastogne'dan değil, Elsenborn kenti yakınlarındaki Amerikan kuvvetlerinden geldi. Alman saldırısının kuzey kolunu oluşturan SS Panzer birlikleri, Liege kentindeki ikmal depolarına ulaşamadan, bu kent yakınındaki bir yamaçta gerçekleşen mücadele sonucunda durduruldu.

SS'ler, ilerleyişleri sırasında Malmedy kenti yakınlarında karşılaştıkları, 150 kişilik, hafif silahlı bir Amerikan topçu birliğini esir almışlardı. Çatışma tamamen bittikten sonra SS'ler bu esirlerin üzerine soğuk kanlılıkla ateş açtılar ve 84 savaş esiri bu ateş sonucunda katledildi. Kaçan esirlerin tanıklıkları sonucunda, kısa zamanda tüm Amerikan birliklerinin bu katliamdan haberleri olmuştu.

Etik olarak kabul edilemez olmasının yanısıra, taktik olarak da aptalca bir hareketti bu katliam. Olayı duyan Amerikalı askerler hırslarından dolayı, daha da çetin savaşır olmuşlardı. Tamamen unutsuz duruma gelenler bile, aynı şeyin kendi başlarına geleceğini düşünerek, Almanlar'a teslim olmaktansa ölene kadar savaşıyorlardı.

Benzeri şekilde, 1 Ocak 1945'de Amerikan birlikleri Chenogne kenti yakınlarında 60 Alman askerini esir aldıktan sonra aynı soğuk kanlılıkla vurarak katlettiler. Emirleri "Take no prisoners", yani "Esir alınmayacak" 'tı.

Savaşın gerçek yüzü bu işte...

Kuzeyden saldıran Alman birliklerinin hemen altında, ikinci kol olarak ortadan batıya hareket eden Alman birlikleri, harekatın ilk zamanlarındaki en başarılı birliklerdi. Müttefik cephesine otuz kilometre girmiş, Amerikan ordusuna tarihindeki en büyük kayıplarından biri olan yedi bin askeri verdirmişti.

En güneydeki üçüncü saldırı kolunun hedefi ise Bastogne'du.

Hem Müttefikler, hem de Almanlar, Bastogne'un stratejik öneminin farkındaydılar. Başta Eisenhower, Amerikalılar durumun kritikleştiğini anlayınca kentin savunması için belkide ordunun en havalı birliği olan 101'inci Paraşütçü Tümenini, ve az biraz da en az onlar kadar havalı olan 82. Tümenin bir bölümü ile birlikte Bastogne'a gönderme fırsatını kullandılar. Paraşütçüler, geleneksel olarak paraşütlerini yerine, kamyonlarla Alman kuvvetlerinin tam olarak toparlanamadıkları bir anda Bastogne'a girdiler ve hemen kentin çevresinde mevzilendiler.

Bu paraşütçülere, "Bakın oraya gittiğinizde kuşatılmış olacaksınız, korkmuyor musunuz?", diye sorduklarında hepsi "Biz paraşütçüyüz, biz her zaman kuşatma altındayız zaten." diyorlardı. Havalı olsalar da, bu birlikler gerçekten işlerini çok iyi bilen, yetenekli askerlerden oluşmaktaydı.

Komuta kademesinde ise Eisenhower, Almanların saldırıya geçtikleri bu anda yenilmelerinin, ülkelerini savunurken yapılan bir saldırıyla yenilmelerinden çok daha kolay olacağının farkındaydı. Patton ve Bradley başta olmak üzere, bir çok üst düzey generalin katıldığı bir toplantıda bu görüşlerini komutanlarıyla paylaştı.

Patton'a Üçüncü Ordu'sunun ne kadar zamanda Ardennes'e gidip savaşa katılabileceğini sordu. Patton'un Üçüncü Ordusu bu sırada kuzeydoğu Fransa'da fiilen bir çatışma içerisindeydi. Patton iki tümenle kırk sekiz saat içerisinde Bastogne'da olabileceğini söyledi.

Masa etrafında ayaklar bir anda toplanmış, hafif öksürükler ve gülümsemeler eşliğinde generaller Paton"a takılmaya başlamıştı. "Yapma George, iki tümen şu anda çatışmayı bırakıp kırk sekiz saat içinde yüzlerce kilometre kat ettikten sonra hiç dinlenmeden nasıl tekrar savaşa girer?"

Patton, "Ben onları bu durumlar için eğittim.", dedi. Eisenhower'a dönüp, "Bu olasılığı düşünerek zaten bu harekatın detaylarını planlamıştık. Git dersen giderim.", dedi. Aslında bu toplantıdan önce Patton durumu farkedip, iki tümenini yola çıkarmıştı bile. İçgüdüsel bir asker olmak böyle birşey işte.

Bu arada Eisenhower, içgüdüsel değil, bürokrat bir asker olan Bradley'ye sonunda sinirlenmiş, Bradley'in önemli birşey değil dediği bu büyük Alman saldırısının böldüğü hattın kuzeyinde kalan birliklerin komutasını Bradley'den alıp, Montgomery'ye vermişti.

Bu arada Bastogne'da isler gitgide zorlaşmaktaydı. Şehir artık tamamen çembere alınmış, karadan ulaşmak imkansız hale gelmişti. Havanın açtığı bir aralıkta, Amerikan birliklerine uçaklardan paraşütle atılarak malzeme ikmali yapıldı da, savunma devam edebildi.

Hava dondurucu derecede soğuktu. foxhole'lar içerisindeki paraşütçü ve piyadeler, sürekli Alman topçu ateşi altında Alman tanklarının saldırılarıyla baş etmeye çalışıyor, bir taraftan da trench foot adı verilen, ayak parmaklarının donmasıyla mücadele ediyorlardı.

Steven Spielberg ve Tom Hanks'ın çektiği, Band of Brothers isimli mini TV dizisinin bir bölümü Bastogne'da geçer. Bu bölümde Amerikan askerlerinin yaşadığı güçlükler çok etkileyici bir biçimde dramatize edilir. Dizinin konusu 101'inci Paraşütçü Tümeni'nin Easy Company adlı bölüğünün kazdığı foxhole'lar bugün hala Foy köyünün yakınında ziyaret edilebilir.

Kuşatmaya komuta eden Alman General Heinrich Freiherr von Lüttwitz, savunmadaki Amerikan General Anthony McAuliffe'e teslim olması için beyaz bayraklı iki Alman Subayı ile bir mesaj gönderdi. Bu mesaj "Amerikan Komutanına" diye başlıyor, bayağı uzun, detaylı bir biçimde teslim olmanın gereklerini sıralıyordu. Mesaj "Alman Komutanı" şeklinde son buluyordu.

Mesajdan haberdar edilen McAuliffe, sinirlenip, istemsiz olarak "Nuts!" yani "Ne lan bu?" anlamında tepki gösterdi. Daha sonra da oturup Alman komutana resmi bir cevap yazmaya başladı. Hemen ardından McAuliffe, uzun uzun cevap yazmayı bıraktı ve yerine aşağıdaki mesajı gönderdi.

"Alman Komutanına,


NUTS!


Amerikan Komutanı"

Bu "Nuts" sözcüğü oldukça renkli ve Amerikan diline özgü, argo bir cevaptı. Nuts kelime anlamıyla kabuklu yemiş demektir. Ancak argo'da testis'den tutun, çılgına, deli saçmasına kadar farklı anlamları vardır.

Bugün hala askeri forumlarda, McAuliffe'in "Nuts" ile tam anlamıyla ne demek istediğini tartışanlar var. Ancak McAuliffe, tabii ki 'Ay ne çılgınsın Alman Komutan" demek istemedi. McAuliffe'in cevabını en anlaşılır biçimde "S...tir Lan!", şeklinde çevirebiliriz.

Zaten, mesajı getiren Alman Subaylar da cevabı tam olarak anlayamamışlardı. Bir Amerikan Subayı "Cehennem ol!" şeklinde spontane olarak çevirdi.

Ulusu, kimliği ne olursa olsun, çok severim böyle kıçı yiyen insanları. McAuliffe, benim gözümde gerçek bir asker olarak kalacaktır. Bugün, Bastogne kentinin merkezinde, bir Sherman tankının yanında McAuliffe'in bir heykeli yer alır. Meydanın ismi de Place Général McAuliffe'dir.

Patton'ın Üçüncü Ordusu gerçekten de savaşı bırakıp, kırk sekiz saat boyunca hiç dinlenmeden kuzey doğuya yürüdü ve yine hiç dinlenmeden Bastogne'u kuşatmış Alman kuvvetlerine saldırdı. 26 Aralık'ta Üçüncü Ordu Bastogne'a bir koridor açıp kuşatmayı sonlandırdı.

Buna rağmen hiçbir 101'inci Paraşüt Tümeni askeri Patton'ın kendilerini kurtardığını kabul etmedi. "Eğer gelmeseydi, biz hala Bastogne'u sorunsuz koruyacaktık.", dediler.

Havanın açması sadece Bastogne'a havadan yardım atılmasını olanaklı kılmamış, Müttefik uçakların da Antwerp'e doğru ilerleyen Alman birliklerini bombalamak için bulunmaz bir fırsat yaratmıştı. Amerikan ve İngiliz uçakları hem Alman birliklerini, hem de bu birliklerin tedarik depolarını amansız bir bombardıman'a tabi tuttular.

Zaten Antwerp'e kadar yetecek yakıtları olmayan Almanlar, bu bombardımanın da yol açtığı kayıplar sonucu Meuse nehrine bile gelemeden durmak zorunda kaldılar. Alman komutanlarının geri çekilme önerisi Hitler tarafından kayıtsız red edilince bundan sonrası Amerikalıların zaferi için bir zaman meselesi haline dönüştü.

Hitler bu kez Müttefiklere karşı kapsamlı bir hava harekatı başlattı. Bu harekat sonunda Almanlar 465 müttefik uçağı tahrip etse de kendileri de 277 uçak kaybetmişlerdi. Amerikalıların göreceli olarak sınırsız kaynakları için bu kayıp hiç birşeydi. Hitler ise tüm fabrikaları ateş altındayken, bu kaybedilen uçakları yerine koyabilecek durumda değildi.

Hitler, hava harekatıyla hemen hemen aynı zamanda, Amerikan Yedimci Ordusuna karşı bir karşı saldırı daha başlattı. Operation North Wind isimli bu harekat, Almanların batıdaki son saldırısı olacaktı.

Eisenhower, Bulge Savaşı'nı bitirmek üzere Bastogne'da bulunan Patton'ın Üçüncü ordusuna kuzeye, Daha kuzeyde bulunan Montgomery'ye de güneye ilerleme emri verdi. Plana göre bu ordular Alman Birliklerini kıstırıp ortadan kaldıracaklar ve orta yerde buluşacaklardı.

Patton bu emir sonucu harekete geçse de, Momtgomery, yine geleneksel olarak, havanın soğukluğundan ötürü planı riskli bulup tek taraflı bir kararla ilerlemeyi red etti. Almanlar da tank ve top gibi ağır silahlarını bırakmak pahasına, bu fırsatı kullanıp geri Almanya'ya kaçabildi.

Bulge savaşının İngiliz Başbakanı Winston Churchill'in 25 Ocak'da yaptığı bir konuşması ile bittiğini söylersek herhalde yanılmış olmayız. Bu konuşmasında Churchill, Bulge Savaşı'nın tarihe Amerikan Ordu'sunun kazandığı en büyük savaşlardan biri olarak geçeceğini söylemişti.

Bu noktada Alman karşı saldırısının harita üzerinde yarattığı "Bulge", yani çıkıntı kaybolmuş, Almanlar, Montgomery'nin de yardımıyla eski savunma hatlarına çekilmişlerdi.

Bulge Savaşı, Alman Ordusunun insan gücü, silah, cephane ve diğer rezervlerini tüketmişti. Alman hava kuvvetleri Luftwafe bozguna uğramış, tüm ordu ve ulusun morali bozulmuştu.

Bu savaşın hemen ardından, 12 Ocak'da Ruslar, Berlin'de son bulacak saldırılarını başlatacaktı.

Savaşın başka önemli sonuçları da Patton'ın sonunda geçmişte bedenlerinde yaşadığına inandığı tarihi kişilikler gibi tarihe geçmesi, Bradley'in, resmi olarak kayıtlara geçmese de, prestij ve havasının alınması, Montgomery'nin de boşboğaz söz ve hareketleri yüzünden komutasını kaybetmektense özür dilemeye razı olması olacaktı.

İşte çıkıntı savaşı dilimin döndüğünce böyle arkadaşlar. Canınızı sıkmadığımı umarım. Sonraki yazı bizim hikayelerimiz olacak.

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Çıkıntı Öncesi...

Adolf Hitler tam anlamıyla sosyopat biriydi. BBC'de izlediğim bir belgeselde, savaş sırasında Walter C. Langer (Oltır Si Lengır) isimli bir psiko-analistin hazırladığı, Hitlerin psikolojik profili anlatılıyordu.

Çocukluğundan, anne ve babasının ona karşı davranışlarından, sonrasında intihar eden bir akrabasıyla yaşadığı sapık, ensest sayılabilecek bir ilişkiye kadar hayatının detayları araştırılmış, hala yaşayan kişilerin tanıklığına başvurulmuştu. Yahudilere duyduğu nefretin nedenini homoseksüel eğilimlerine, iktidarsızlığına ve Eva Braun ile yaşadığı asexsüel, yani sekssiz ilişkiye kadar bağlayan iddialı bir programdı.

Belgeselde ileri sürülen iddiaların birçoğu akla yakın gelse de işin doğasından, yani konusu geçen birçok kişinin ölmüş ve olayların unutulmuş olmasından ötürü, baştan sona kanıtlanmış değiller. Yine de çok ilginç bir saat geçirtmişti bana.

Bu analizin homoseksüellik ve iktidarsızlık iddiaları kadar magazin olmasa da en önemli sonucu, Hitlerin paranoyak oluşu ve bunun zaman geçtikçe ilerleyecek olmasıydı.

Gerçekten de Hitler'in iktidarı boyunca yavaş yavaş paranoyasının arttığı, etrafındakilerden kuşkulanmaya başladığı, topluluklardan uzaklaştığı ve daha fazla kontrol etmeye kaydığı bir gerçektir.

Alman generallerinin savaşın başındaki harekatlarda yetki alanları çok genişti. İnisiyatif alıyorlar, değişen koşullara göre cephede taktik değiştirip üstünlüklerini koruyabiliyorlardı.

Zaman geçtikçe Hitler çok daha fazla günlük olaylara taraf olmaya başladı. Generallerin işlerine karışıyor, her kararı kendisi vermek istiyordu.

Örneğin, koşulsuz kendisine bağladığı tank birlikleri Normandiya çıkarması esnasında Hitler uyuduğu için savaşa girememişlerdi.

Benzeri bir şekilde bir Alman mühendislik harikası olan ilk operasyonel jet uçağı Messerschimit ME-262'ler hız ve yükseklik bakımından müttefiklerin elindeki her uçaktan kat be kat üstünlerdi. Alman generaller bu yeni uçakları, tüm orduya kan kusturan Amerikan B-17 Uçan Kale bombarduman uçaklarına karşı kullanmak istemişlerse de Hitler, kafayı bozduğu için bu yeni jetlerin burunlarının altına iki ufak bomba takıp yere saldırı amaçlı kullandırmıştı. Eğer bu uçaklar yeter sayıda üretilip Müttefik bombardıman uçaklarını önleme için kullanılabilseydi, savaşın kaderi değişebilirdi.

ME-262'ler Almanların tek askeri üstünlükleri değildi. Almanlar askeri teknolojinin sözkonusu olduğu her alanda müttefiklerden üstünlerdi.

King Tiger (King Taygır) tankları, müttefik kara birliklerin tam anlamıyla korkulu rüyalarıydı. Bu tankların topları müttefiklerin elindeki her tankı iki kilometreden delik deşik edecek kadar güçlü, zırhları ise bir müttefik tankının iki metreden yarım saat boyunca ateş etse de zarar veremeyeceği kadar sağlamdı. Ne var ki öncelik verilmediğinden yeteri sayıda imal edilmemişlerdi.

Almanlar yine savaşın sonuna doğru dahiyane bir silah tasarımlamışlardı. Bu yeni silah öyle uçan nükleer bombalar, yada Indiana Jones'vari biyolojik silahlar değil, bildiğimiz bitli piyade tüfeği idi. Yada doğru ismiyle taarruz tüfeği.

O güne kadar piyadeler iki tür genel maksat silahlarından birini seçmek durumundaydılar. Ya her defasında tek bir mermi atan, yavaş ancak uzun menzilli ve yüksek isabetli piyade tüfeklerini, yani Mauser - bizdeki adlarıyla Mavzer, ya da çok sayıda mermiyi kısa bir süre içerisinde atabilen, ancak kısa menzilli ve isabeti düşük makineli tüfekleri, örneğin MP-40, kullanıyorlardı.

Alman mühendisleri bu iki silahı birleştirip, istendiğinde uzun menzilli, nokta atışı yapabilen, bir anahtarı çevirerek de otomatik hale dönüp ateş kusan Sturmgewehr 44 (Şturmgevier) yada MP-44 isimli bu taarruz tüfeklerini tasarımlamışlardı. Günümüzün modern orduları hala bu konseptteki tüfekleri kullanmaktadırlar.

Gelin görün ki bu her genç piyadenin rüyası tüfeklerden yine yeterli sayıda üretilememişti.

Kaynaklar, Rusyada çatır çatır Alman askerleri ölürken. Churchill'e (Çörçhil) inat Britanyaya gönderilen V1 ve V2 roketlerine, ve başka bir dolu Zihni Sinir projesine harcanmış, savaşın gidişatını değiştirebilecek birçok yenilik ya gözardı edilmiş, ya da yeterli sayıda üretilememişti.

Bu kararları veren de bizim Hitler'den başkası değildi.

1944 yılının Temmuzunda Hitlere yapılan suikast teşebbüsü Hitler'in paranoyasını artık son safhasına getirmişti. Suikastle ilgili olduğu iddia edilen beş bine yakın üst düzey Alman general ve sivil yetkili ortadan kaldırılmıştı. Hitler artık tamamen önceden kestirilemez bir kişilik olmuştu.

Batıda İngiliz ve Amerikalılar, doğuda da Ruslarla savaşan Alman ordusunun iki cephede savaşa devam etmesi olanaklı değildi. Hitler bu cepheden kolayını, yani batı cephesini kapatıp tüm kuvvetlerini Rusları durdurmak için kullanmayı hedefledi. Bunun için de bir karşı saldırı planladı.

Bu plana göre, Hitler Almanya sınırından başlayacak ve Belçika üzerinden batıya doğru yönelecek sürpriz bir saldırıyla Müttefik kuvvetleri ikiye bölecek, 200 kilometre civarı bir uzaklığı katedip, Antwerp limanını ele geçirecekti.

Antwerp, Müttefiklerin tüm gereksinimlerinin varış limanıydı ve Almanlar bu limanı ele geçirirse Müttefik kuvvetler yavaşlayabilir, Alman ordusu da bir üstünlük sağlayabilir ve belki de bir anlaşma ile batı cephesi kapanabilirdi.

Askeri tarihçiler bu planı biraz fazla hırslı şeklinde tanımlarlar. İşin aslı, plan baştan aşağı aptalcadır.

Bir kere Alman ordusunun hiç savaşmadığını düşünsek bile, Antwerp'e gidecek kadar benzini yoktu. Hitler eksik benzinin yolda Amerikalılardan ele geçirilmesini planlamıştı. Bu Ankaradan İstanbula giderken sadece Bolu'ya kadar bilet alıp, gerisini Bolu'da düşünürüz demek gibi birşey.

İkinci olarak, bu hayalin gerçekleşip, Alman ordusunun Antwerp'i ele geçirdiğini düşünsek bile, doğru düzgün bir hava kuvveti olmadan bu limanı elde tutmaları mümkün olmayacaktı. Zaten Müttefikler de Almanya'dan Antwerp'e kadar uzanan bu koridoru seyretmeyecek, hemen saldırıp kapayacaktı.

Bu planın gerçekleşmesinin tek koşulu Almanların tüm Belçika, Hollamda, Lüksemburg ve Fransanın kuzeyini yeniden ele geçirmesiydi ki bu da düşünülmeyecek kadar saçma bir olasılıktı. Almanya eğer bu kadar kuvvetli olsaydı, zaten bu bölgeleri kaybetmezdi.

Ama Hitler de Hitler'di işte. Gel de Hayır de...

Harekatın komutanı olarak atadığı Rusya cephesinden gelme, deneyimli ve başarılı Mareşal Walter Model hedefleri daha mütevazi ancak çok daha gerçekçi olan bir iki alternatif plan önerse de Hitler fikrini değiştirmedi. Harekat Hitler'in istediği şekilde, yavaş yavaş hayata geçiyordu.

Bu harekata Unternehmen Wacht am Rhein (Ünternemen Vaht Rayn), yani Ren nehrini gözetleme ismi verilmişti. Ren nehri, Alman birliklerinin çekilip, Almanya sınırları içerisinde mevzilendiği savunma hattıydı ve harekata verilen bu isim, onu bir savunma inisiyatifi gibi gösteriyordu.

Bu harekatın belki de en önemli unsuru sürpriz faktörüydü.

Bir kere başlangıç noktası Belçika'nın Ardennes (Arden) bölgesinin ormanlık alanları olacaktı. Kimse bu bölgeden böyle bir saldırı beklemiyordu. Bunun da geçerli sebepleri vardı.

Tanklarıyla, toplarıyla bir ordu Ormanlık bir alanda sadece yollar üzerinde hareket edebilir. Bir de dev boyutlardaki King Tiger tanklarını düşünürsek bu yolların dar olanları bile yeterli olmayacaktır.

Bu yollarda ilerlerken de eğer önündeki araç isabet alır yada bozulursa tüm konvoy hareketsiz hale gelir. Bundan sonrası da Müttefiklerin atış eğitimine dönüşür.

Zaten bu yüzden bu bölgede o güne kadar herhangi bir çatışma olmamıştı. Amerikan askerleri bu cepheye The Ghost Front (Dı Goost Front), yani Hayalet Cephe ismini vermişlerdi ve asıl saldırı başladığımda, bölgede ağır çatışma sonrası dinlenmek için gelmiş birlikler vardı.

Sürpriz için kulağa güzel gelen bir yer ilk bakışta, ancak sürprizin gerçekleşmesi iki önemli koşula bağlıydı. Bir, kötü hava, ve iki, herkesin ağızını sıkı tutması.

Kötü hava, Müttefik keşif uçaklarının uçamaması yada uçsalar bile aşağıda ne olduğunu görememesi için gerekliydi. Çünkü çeyrek milyon kişilik ve binlerce araçlık bir askeri topluluğu uçaklardan gizleyemezsiniz.

Hitler bu kötü havada saldırma işini zaten adet haline getirmişti. Atlas okyanusunun üzerinde belirlenen, ve dört gün içerisinde içerilere gelecek kötü havayı kaçırmadı. Müttefik uçakları yoğun bulut tabakası yüzünden hiçbir şey göremiyordu.

Gizliliği sağlamak, kötü havadan biraz daha zordu çünkü hem heryer casus doluydu, hem de insanlar, her çağda, ülkede, dinde ve etnik kökende olduğu gibi, kendilerini önemli hissetmek için fazla konuşmayı seviyorlardı.

Hitler bu işi kısa yoldan halletti. Planlardan haberdar tüm komuta subaylara, birer SS subayının önünde bir kağıt imzaladı. Bu kağıtta, eğer operasyonla ilgili bir sızma olursa sadece kendilerinin değil, ailelerinin de sorumlu tutulacağı yazıyordu. Yani bir laf kaçarsa kendileri vurulacak, aileleri de en iyi ihtimalle bir toplama kampına gidecekti.

Bu taktik işe yaradı ve operasyon gününe kadar sızma, mızma olmadı.

İki yüz bin asker, üç yüz elli tank, üç yüz diğer zırhlı araç, bin altı yüz top ve bin roket bataryası sessizce Ardennes Ormanının içinden batıya doğru hareket etti. Bu birlikler sadece gece hareket ediyor, gündüzleri kamuflaj altında gizleniyordu.

Ardennes ormanı ve batısı, Amerikan General Omar Bradley'in (Omar Bredli) Birinci Ordu'su tarafından elde tutuluyordu. Bradley'in kuzeyinde, İngiliz Mareşal Bernard Law Montgomery'nin (Börnard Lo Montgomri) kuvvetleri ve çok daha uzak güneyde de Patton'ın (Pettın) üçüncü ordusu vardı.

Ardennes'deki Amerikan birlikleri Foxhole (Fakshool) denilen ve içinde bir-iki kişinin bulunduğu, kuyu biçiminde siperlerde mevzilenmişlerdi. Dondurucu soğuk ve kar, bu askerleri fazlasıyla olumsuz etkiliyordu.

Bu hava koşullarında, askerleri, daha önce pek kimsenin önemsemediği yeni bir sorun bekliyordu.

Amerikan askerlerine dağıtılan postallar günümüzdeki postallardan biraz farklı tasarımlanmıştı. Bugün aldığınız bir ayakkabının derisinin parlak tarafı dışta, tüylü, mat tarafı da içte olur. Dışardaki parlak tabaka, üzerine sıçrayan suyun akıp, ayakkabı tarafından emilmesini önler.

O günkü Amerikan postalları ise tam tersine, derinin parlak tarafı içerde, mat, tüylü tarafı dışarda üretiliyordu. Kaygan olmayan bu dış deri yüzey hem karı tutuyor, hem de eriyen suyu emiyordu. Soğuk havayla donan bu ıslak ayakkabılar Trench Foot (Trenç Fuut) yani Siper Ayağı denilen sağlık problemini birlikte getiriyordu.

Askerler çoraplarını çıkardığında ayak parmakları da çıkan çorapla birlikte geliyordu.

Aylardan Aralık, günlerden 15'di. Noel'e netedeyse bir hafta kalmıştı.

29 Temmuz 2014 Salı

Çıkıntıya Doğru...

Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'nı kaybettiği nokta Berlin'in düşmesi, Hitler"in (eğer gerçekse) intahar etmesi yada Almanların kayıtsız şartsız teslim olmaları değil, 1944 yılında müttefiklerin zaferiyle sonuçlanan Bulge (Balc) savaşıdır. Tam İngilizce ismiyle The Battle of the Bulge (Dı Bettıl ov dı Balc).

Bulge, çıkıntı yada şişkinlik anlamına gelir. Aslında bir savaş için pek de alışık olmadığımız, komik bir isim. Gelin size bu savaşa neden çıkıntı dendiğini anlatayım.

Hitler'in Nazi Almanyası bütün Batı Avrupa'yı, haritanın üzerine dökülüp yayılan kırmızı mürekkep gibi baştan aşağı ele geçirmişti. En batıda İngiltere'ye havadan saldırıyor, doğuda da Rusyayla savaşıyordu.

Savaşın ilerlemesiyle Almanlar, Kuzey Afrika'da üstünlüğünü kaybetmişti. Amerikalılar da İngilizlerle birlikte Sicilya adasını ele geçirip, Kara Avrupa'sının kapısına ayaklarını koymak üzereydiler.

Sonrasında Normandiya çıkarması geldi. Amerikalılar Fransa'nın kuzeyinden Avrupa'ya girdiler. Alman ordusu Normandiya'da önemli bir yenilgi aldı ve Kıta Avrupasında da üstünlüğünü kaybetti.

Normandiya çıkarması sonrası, Alman ordusu Batı Avrupa'dan püskürtülmüş ve Almanya sınırına kadar geri çekilmiş, Almanya'nın batı sınırında, kuzey-güney doğrultusunda düz bir çizgi sayılabilecek bir hat oluşturmuştu.

Bu hat Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve Fransa ile komşuydu.

Müttefik askerler bu hattın üzerindeki Belçika, Lüksemburg ve Kuzey-doğu Fransa sınırındaki Ardennes (Arden) bölgesine Hayalet Cephe ismini vermişlerdi, çünkü bu bölge hattın en sessiz bölgesiydi. Herhangi kayda değer bir çatışma gerçekleşmemişti.

Bunun da geçerli bir sebebi vardı. Ardennes bölgesi yoğun bir ormanla kaplıydı.

Ormanlık alanlarda savaşmak çok zordur. Ağaçlar askerlere saklanmak için birçok seçenek sunar. Yine ağaçlık alanda cipler, kamyonlar, tanklar ve diğer tekerlekli araçlar çok zor hareket eder. Ormanın içinde açılmış yollarda ilerleyen askeri konvoyların önündeki aracı vurun, tüm konvoy hareket edemez hale gelir. Sonrası da İngilizcede dedikleri gibi "Sitting Duck" (Sitting Dak/Oturan Ördek, yani gel beni vur diye bekleyen ördek) durumları ortaya çıkar.

İşte buna rağmen, 1944 yılının Aralık ayında, herkesin artık bitti dediği Alman ordusu bu savaşması zor bölgede muazzam bir karşı saldırı başlattı. Alman birlikleri önlerine gelen herşeyi silip süpürdü, Belçikaya girdi ve önemli bir kent olan Bastogne'u (Baston) kuşatıp batıya doğru ilerlemesini sürdürdü.

Bu ilerleyiş, günün haritasında da komik bir görüntü oluşturdu. Göreceli olarak düz olan kuzay-güney doğrultusundaki bu hat, Alman karşı saldırısı sonucunda batıya doğru pipi gibi bir çıkıntı oluşturmuştu. İşte bu yüzden bu savaşın adı Çıkıntı Savaşı kaldı.

Battle of the Bulge, orduların olduğu kadar, bu orduları yöneten liderlerin de kişisel bir savaşı haline dönüşmüştü, hem de ilk akla gelecek şekilde Alman ve Müttefik liderlerin birbirleriyle savaşından ziyade, Alman ve Müttefik liderlerin kendi içlerinde bir savaş.

Bu savaşın en öne çıkan lideri için Amerikalı General George S. Patron Jr. (Corc Es Pettın Cuniyır), kısacası General Patton dersek çok fazla yanılmış olmayız.

Gelin zamanı geri alıp bu ilginç kişiliğin öyküsüne bir bakalım.

Patton, asker bir ailenin çocuğu olarak 1885 yılında doğdu. Amerika'nın en havalı askeri okulu olan West Point Akademisi'ni bitirdi.

Patton bir süvari idi. Süvari'nin İngilizce karşılığı olan Cavalry (Kevlıri) sözcüğü, Fransızca Cheval (Şeval), yani At sözcüğünden gelir ve at üzerinde savaşan asker demektir. Ne var ki Patton'ın ilk savaş deneyimi, ilk defa at yerine motorlu araçların kullanıldığı Pancho Villa (Panço Viya) seferi esnasında, Meksika'da yaşadı.

Bu mekanik atlar Patton'un fazlasıyla ilgisini çekmişti. Kara savaşında geleceğin başta tank, bu motorlu kara taşıtlarında olduğunu görmüştü. Bu yüzden birinci dünya savaşı esnasında yeni kurulmuş olan Amerikan Tank Birlikleri'ne katıldı, sonrasında Fransa'da kurulmuş Amerikan Tank Okulu'na komuta etti.

Savaş bittiğinde Amerikan ordusunun tank doktrininin geliştirilmesinde önemli rol oynadı. Patton, orduya o kadar büyük bir tutkuyla bağlıydı ki, tankçıların ünüformalarını bile kendisi tasarımladı.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ilk olarak Kazablanka'ya bir çıkarma yapıp Fas'ı kurtardı. Fas Sultanı ona "Les Lions Dans Leurs Tanières Tremblent En Le Voyant Approcher" (Le Lion Dan Lör Tanier Tromblö An Lö Vuayan Aproşe), yani "Yaklaştığında, Aslanların İnlerinde Titrediği (adam)" nişanını verdi :)

Bu arada Amerikan birlikleri Alman birlikleriyle savaş sırasında ilk defa Kaserin geçidinde karşı karşıya gelmiş, Almanlar, Amerikalıların tozunu atmıştı. Bu yenilginin ardından Patton, Kuzey Afrika'da Amerikan birliklerinin komutasını aldı. Patton'ın altında, ikinci komutan olarak yine Bulge Savaşının önemli bir karekteri olan Omar Bradley (Omar Bredli) yer alıyordu.

Patton, bu morali bozuk askerleri kendine has önderliğiyle disipline aldı ve sıkı bir eğitime tabi tuttu. Bu eğitim başarılı olmuştu. Amerikan birlikleri El Guettar'da, ünlü Alman Mareşali Erwin Rommel'ın (Ervin Romel) tank birliklerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Patton daha sonra Kuzey Afrika'nın kurtarılması esnasında birçok farklı yerde önemli roller oynadı.

Patton'un savaş esnasındaki ikinci önemli dönüm noktası Sicilya'nın kurtarılması oldu. Bu harekat esnasında Patton Yedinci Ordu'nun komutanlığını yapıyordu.

Patton'un başında olduğu birliklerin görevi, başlarında yine ünlü bir askeri karekter olan Bernard Law Montgomery'nin (Börnard Lo Montgomri) olduğu, işgali gerçekleştirecek İngiliz birliklerini korumaktı.

Geleneksel beceriksizliği ile Momtgomery yine savaşın ortasında bir yerde çakılıp kalmış, ilerleyemiyordu. Bu yüzden Patton'a Palermo kentini alma "izni" verildi. Palermo'yu alan Patton, bu kez izin mizin beklemeden yönünü Messina'ya çevirdi ve bu kenti de Montgomery'den önce ele geçirdi.

Patton, Alman ordusunun üst yönetimi içerisinde neredeyse en fazla önemsenen Amerikan generali haline gelmişti ve artık her an gerçekleşmesi beklenen Avrupa çıkarmasına komuta etmesine kesin gözüyle bakılıyordu.

Hem bu algıdan faydalanmak, hem de çıkarma hatekatına, aklına yatmadığında emirlere uymayan Patton gibi asi biri yerine askeri açıdan Patton kadar yetenekli olmasa da en azından daha fazla güvenebileceği biri olan Omar Bradley'i getirmek için, Muttefik Orduları Komutanı Dwight D. Eisenhoower (Duayt Di Ayzınhauır), Patton'a biraz olağandışı bir görev verdi.

Patton'ın bir sonraki görevi Amerikan Birinci Ordu Grubuna komuta etmekti. Ancak bu ordunun askerleri, tankları, topları yoktu. Birinci ordu tamamen hayali bir orduydu. Müttefikler yüzyılın en büyük kandırma harekatlarından birini gerçekleştirmiş, hergün binlerce hayali radyo mesajı, yazılı döküman ve dedi-kodu Alman ajanlarının önlerine atılmıştı.

Birinci ordunun tek gerçek ferdi aynı zamanda da komutanı olan General Patton'dı.

Patton, gerçek çıkarma Normandiya'dan çıkarma başlayıncaya kadar kuzeydeki Fransa'nın Pas de Calais (Pa dö Kale) kenti karşısında bulunan İngiliz Dover (Dovır) kentinde boy gösterip, Almanlar'a yanlış izlenim vermeyi sürdürdü.

Bu hareket işe de yaradı. Almanlar, Patton gibi bir askeri dehanın çıkarmaya komuta edeceğinden o kadar eminlerdi ki, Normandiya çıkarmasından sonra bile, Patton'ın asıl işgal kuvvetlerinin başında Pas de Calais'ye çıkmasını bekliyorlardı.

Bradley'nin komutasındaki müttefikler 6 Haziran 1944'de Normandiya'ya çıktı. İlk gün on bin civarı kayıp verdilerse de yine de sahil başını tutabildiler.

Ancak aradan yedi hafta geçmesine rağmen Amerikalılar Normandiya'da sadece on mil ilerleyebilmişlerdi. Beklenen kırılma ve hızlı işgal bir türlü gerçekleşmiyordu.

Ucuz etin yahnisi işte bu kadar oluyordu. Patton gibi askeri bir deha dururken, çıkarmanın komutasını sadece laf dinliyor diye Bradley gibi bir bürokrata verince ortaya böyle acayip bir manzara çıktı.

Bu uzun bekleyişin sonunda, Bradley, her başarısız ve vizyonsuz askerin yaptığını tekrarladı. Yani yüz asker yapamıyorsa bin asker gelsin, bin uçak yetmiyorsa üç bin uçak bombalasın mantığıyla Kobra kod adlı büyük bir operasyon başlattı. Binlerce Amerikan uçağı, Alman birliklerinin üzerine milyonlarca kilo bomba yağdırdı.

Bu arada Bradley, eski komutanı, yeni altında çalışan subayı Patton'ın sürekli fikrini alıyor, planlarını revize ediyordu. Ancak bu noktada Patton hala bir komuta pozisyonundan yoksundu.

Sonunda biraz da çaresizlikten beklenen gerçekleşti, Patton, Normandiya'ya uçtu ve zaren birkaç aydır eğitimini üstlendiği, bu kez gerçek bir askeri bir birlik olan, Amerikan Üçüncü Ordusunun komutasını aldı. Bradley hala Patton'ın komutanıydı ve Amerikan Birinci Ordusuna (Gerçek Birinci Ordu) komuta ediyordu.

Patton'la birlikte beklenen kırılma sonunda gerçekleşti. Amerikan ordusu Normandiya'nın içlerine doğru harekete geçti, ve hava desteğinin de sonucunda Alman ordusu doğuya doğru çekilmeye başladı.

Başında olduğu Üçüncü Ordu'ya verilen yeni görev, Normandiya'nın güney batısında kalan Britanya bölgesini kurtarmaktı. Doğuda geri çekilen Alman ordusunun asıl güçlerine saldırmak dururken, dost güçleri bölüp batıda stratejik bir önemi olmayan Britanya'ya saldırmak aptalca bir hareket olsa da Patton, komutasındaki orduyu bir daha kaybetmemek için bu saçma emre uydu ve Britanya bölgesini ele geçirdi.

Britanya sonrası Patton, ordusunun yönünü doğuya çevirip, geri çekilen Almanlara saldıran Bradley'nin Birinci ordusunun güneyinden, doğuya doğru çılgın bir hareket başlattı. Üçüncü ordu, iki hafta içerisinde dünyada hiçbir ordunun ulaşamadığı bir hızla yüz bin askere yakın Alman yedinci ordusunu kovalıyordu.

Tam Alman birliklerini Falais (Fale) ve Argentan (Arjentan) şehirleri arasında kıstırmak üzereyken Patton anlamsız bir şekilde "Dur" emri aldı. Bradley, iki Amerikan ordusunun karşılaştığında, ortaya çıkabilecek dost ateşinden kaynaklanabilecek kayıplardan korkmuş, üçüncü orduyu durdurmuştu.

Patton çaresiz durdu, Alman ordusu da bu zor bulunur kaçma fırsatını kullandı. Yüzbinlerce Alman askerinin kaçmasına rağmen, Patton'ın Üçüncü Ordu'su Almanlara on binden fazla kayıp verdirmiş, yirmi bin civarında da esir almıştı

Tarih kitapları bu koşulsuz yok edilmekten aptalca bir karar yüzünden kurtulan Alman kuvvetlerinin sonrasında kaç Amerikan askeri öldürdüklerini yazmaz. Çünkü zaferler önemlidir ve lekesiz kalmalıdır. Bradley bir Amerikan kahramanı olmak zorundadır çünkü beceriksiz bir Amerikan generali olamaz.

Patton, Fransayı baştan başa geçtiği bu Amerikan tarzı "Bliıtzkreig" (Blitzkriig/Şimşek) harekatında yüzlerce kent, kasaba ve köy kurtardı. Üçüncü Ordu'dan kaçan Alman birliklerinin bölgeyi boşaltması sonucunda Paris'e sadece girmek kalmışken Patton'a Parisi alma izni verilmedi. Eisenhoower, Paris'in kurtarılması başarısını, Özgür Fransız Ordusu'nun göstermesi gerektiğine karar verdi ve böylece Paris'i Fransızlar "kurtardı".

Patton'ın Üçüncü Ordusunun bu delice koşusu Metz kenti yakınlarında, Moselle (Mozel) nehrinin kıyısında, birden bire son buldu. Hem de tam Almanya'ya girecekken.

Çünkü ordunun benzini bitmişti.

Üçüncü Ordu'nun bu hızının sırrı, fazlasıyla mekanize, mobil bir yapısının olmasıydı. Yani, bol bol tank, top, kamyon gibi araçları vardı. Her gün bu araçların depolarının dolması için de yedi yüz elli bin litrelik benzine ihtiyaç duyuyordu. Normal bir arabanın deposunun altmış litre benzinle dolduğunu düşünürseniz, bu miktarın büyüklüğünü gözünüzde canlandırabilirsiniz.

İşte bu derece yoğun talebi olan benzin, Eisenhower'ın ani bir kararı ile Patton'ın üçüncü ordusundan alınıp, İngiliz Mareşal Montgomery'nin Almanya'ya kuzeyden, Belçika üzerinden planladığı bir saldırı için ayrıldı.

Montgomery'nin bu sarsakça planı, hem de Müttefiklerin Almanlara göre fazlasıyla üstün olduğu bir dönemde, Pearl Harbor (Pörl Harbır), Dunkirk (Dankörk) ve Normandiya dahil İkinci Dünya Savaşında aldıkları en önemli yenilgisi olacaktı. Size bir gün Hollanda'nın Arnhem bölgesine yolumuz düştüğünde, bu saldırıyı ve en önemli parçası olan Market Garden (Markıt Gardın) harekatını da anlatırım.

Ama orduda emir demiri keser, bildiğiniz gibi. Üçüncü Ordu durmuş, Almanya ele geçirebilinecekken İngilizlere ayıp olmasın, onların da bir kahramanları olsun diye Momtgomery'ye yeşil ışık yakılmıştı.

Savaş böyle birşey işte arkadaşlar. Generaller birbirleriyle flört etsin diye cephede on binlerce gariban asker Niyazi oluyor sizin anlayacağınız.

Trajikomik bir biçimde, Patton'ın benzinsiz Üçüncü Ordu'su, Almanların Patton'u durdurmak üzere Panzerlerle başlattığı Arracourt (Arakort) Savaşı isimli çok önemli bir karşı saldırıda Almanları yenilgiye uğratarak büyük bir başarı kazanmış, ancak Almanların durduramadığı Patton'ı sonrasında Eisenhower durdurmuştu.

Eylül ayındaki bu bekleme, Almanlar'a toparlanıp savunmalarını güçlendirmek için çok önemli bir fırsat verdi. Çatışmalar yeniden başladığında Metz savaşı her iki tarafın da önemli kayıplar vermesi pahasına aylar sürdü ve ancak Kasım ayında Amerikalıların üstünlüğüyle sonuçlandı.

Patton, gerekli benzini ancak Aralık ayının ortasında Antwerp (Antvörp) limanı işlemeye başladığımda elde edebilecekti.

Patton, Almanların sonsuza dek geri çekilmeyeceğinin farkındaydı. Mutlaka, bir noktada önemli bir karşı saldırı yapacaklarını sezmişti. İsmi, yazımızın konusu olacak Bulge yani Çıkıntı Savaşı olan bu karşı saldırı ile ilgili hiçbir bilgi yada işaret yokken bile kurmaylarıyla Almanları karşılayabilmek üzere plan yapmaya başlamış, Üçüncü Ordu'nun eğitimine hız vermişti.

Patton'ın Bulge Savaşı'na kadarki hikayesi işte böyle. Yukardaki kuru haliyle sadece içgüdüsel ve başarılı bir askerin hikayesi gibi geliyor insanın kulağına. Ancak Patton, kuru bir tarih öyküsünün çok ilerisinde bir kişilik.

Gelin biraz Patton'ın iç dünyasına girelim beraber. Hikayemizin bu kısmı çok daha eğlenceli.

Patton, beni en çok etkileyen askeri liderlerden biridir.

Patton ismini daha ilkokuldayken duymuştum, ancak onunla ilk teşvik-i mesaim, karekterini George C. Scott'ın (Corc Si Skat) canlandırdığı Patton isimli unutulmaz filmiyle olmuştu. Bu film, çekimde kullanılan tankların ikinci dünya savaşında kullanılanlarla ilgisi olmaması ve özellikle aynı zamanda filmin danışmanlığını yapan General Omar Bradley'nin yer aldığı sahnelerin gerçeğe uygun olmaması dışında, Patton'ın kişiliğini aslına çok yakın bir biçimde aktaran, izlemesi çok zevkli bir filmdir.

Gerçekten de Patton, çok özel bir kişilikti. Sonuna "manyak" ekleyebileceğimiz birçok sıfatı vardı, egomanyak, megalomanyak, savaş-manyak yada genel anlamda jenerik-manyak.

Oldukça dindar birisiydi. Reinkarinasyona (yeniden hayata dönmeye) inanır, kendisinin geçmişte önemli askeri kişilikler olarak yaşadığını düşünürdü.

Ağızı feci halde bozuktu. Filmin açılışında da fazlasıyla sansürlendikten sonra gösterilen, üçüncü orduya yaptığı "tarihi" bir konuşma vardır ki, hala çok popülerdir.

Bu konuşma şöyle başlar.

"Hiçbir piç ülkesi için ölerek bir savaşı kazanmamıştır. Savaş, karşıdaki zavallı salak piçleri ülkeleri için öldürerek kazanılır."

Bu konuşma aynı renklilikle devam eder.

"Bu savaş bitip eve gittiğinizde torununuz şöminenin başında size soracak, 'Dede, savaşta ne yaptın?' diye. Siz de utanıp sıkılıp, 'Deden savaş sırasında Luizyana'da bok küredi.' demek zorunda kalmayacaksınız. Hayır aslanım, sen torununun gözünün içine bakıp, 'Çocuğum, deden savaşta, başında Patton isimli tanrının cezası bir orospu çocuğunun olduğu muhteşem üçüncü orduyla ilerliyordu...' diyeceksin."

Ve final...

"Eveet, orospu çocukları, şimdi anladınız beni herhalde. Hepinizi heryerde, her zaman savaşa götürmekten gurur duyacağım. Hepsi bu..."

Ağızı bozuk olduğu kadar eli de ağırdı. Yani askerleri döverdi.

Bir çatışmadan sonra geleneksel olarak yaralı askerleri tek tek ziyaret ederken, gözü kenarda oturan bir askere takıldı.

"Neyin var çocuğum senin?" diye sorduğunda, asker "Bu topçu ateşine artık dayanamıyorum." diye cevap verdi.

Patton, bu askerin derdinin Battle Fatigue (Bettıl Fatiig/Savaş Yorgunluğu) olduğunu anlamıştı. Yani fiziksel bir problemi, yarası, kırığı, çıkığı yoktu, sadece korkudan kafayı yemişti.

Eldivenini çıkarıp "Çaat" diye çaktı tokadı buna.

Küfürün bini bir para tabii. "Atın bunu dışarı, bu korkak piçlerin bu kutsal yerde (sahra hastanesini kastediyor), bu kahramanların arasında (gerçek yaralı askerleri kastediyor) işleri yok." diye doktorlara bağırıyordu. Sonrasında yanındaki komutana bu askeri cepheye geri gönderin diye talimat verdi.

Benzeri bir olay birkaç hafta sonra yeniden gerçekleşti.

Bu tokat olayları, sonrasında basına sızdı ve Patton'ın başına çok iş açtı. Müttefiklerin komutanı ve eski arkadaşı General Eisenhower'ın emriyle, o zaman komutanı olduğu Yedinci Ordunun tümünün karşısında özür dilemek zorunda kaldı.

Askerliğe tutkuyla bağlıydı. Terfi edeceğini duyduğunda, resmi onayı beklemeden kendi kendini terfi ettirmiş, üniformasına ve arabasına kendiliğinden birer yıldız eklemişti.

Patton, ilk subaylık yıllarında .45 kalibrelik bir Colt (Kolt) tabanca taşıyordu. Yani bildiğimiz Tommiks tabancası. Bu silahı da herkes gibi kılıfına koymuyor, kovboylar gibi kemerine takıp geziyordu.

Birgün bu tabanca kazayla patladı. Patton da bu silahı atıp yerine ordu işi, yine 45'lik başka bir Colt aldı. Bu yeni tabancanın kabzası fildişi işlemeliydi ve ileride Patton'un en fazla tanınan ve bilinen simgesi olacaktı.

Bütün savaş boyunca detaylı bir hatıra defteri tutmuştu. Bu defter sayesinde Patton ne zaman ne hissetti, ordu disiplini yüzünden neyi düşünüp söyleyemedi, hepsini biliyoruz.

Lakabı "Blood and Guts" (Blad end Gats) dı, yani "Kan ve Bağırsaklar" (yaralanmış askerin betimlemesi). Bu lakap askerler arasında "Our blood and his guts" (Aur blad end hiz gats), yani bizim kanımız ve onun cesareti (İngilizce'de bağırsak anlamına gelen Gut kelimesi aynı zamanda cesaret de demek) şekline dönüşmüştü.

Kuzey afrikada bir toplantı esnasında Patton, İngiliz Hava Mareşaline, hava desteğinin eksikliğinden dolayı fırça çekiyordu. İngiliz komutan, "Endişeniz olmasın, havada bir tane bile Nazi uçağı görmeyeceksiniz.", dediği anda iki Nazi uçağı toplantının yapıldığı binayı makineli tüfek ateşine tutmuştu. Herkes kendisini masanın altına atıp korunmaya çalıştı. Odadaki herşey kırılıp dökülmüştü.

Patton nasıl sinirlendiyse, masanın altından çıkıp herkes siper almışken, binanın dışındaki açık alanda tabancasını çekti ve ayakta uçakların turlarını tamamlayıp, yeniden saldırıya geçmelerini bekledi. Uçaklar yine aynı hızla ateşe başlayıp, ortalığı toz duman ederken, bu da ayakta, dimdik, ufacık tabancasıyla hem küfür ediyor, hem de uçaklara ateş ediyordu.

Uçaklar gittikten sonra da hem bağırıyor hem de gülüyordu.

"Bu Nazi orospu çocukları eğer benim askerlerim olsaydı onlara madalya takardım!"

Sicilya Harekatı sırasında Patton ve Montgomery Messina'yı kim alacak diye yarıştaydılar. Patton'ın Messina'yı alacağını sezen komutanı, radyoyla ona Mesina'yı almamasını emreder. Patton ise bu mesajın parazitler içinde kaybolduğunu söyleyip, gider ve Messina'yı ele geçirir.

Sonrasında emir suayı, Messina'yı alma diyen generalin çok kızgın olduğunu ve Messina'yı aksi emre rağmen niye aldığını sorduğunu söyler.

Patton'ın cevabı şöyledir.

"Komutana sor, Messina'yı Almanlara geri mi vereyim?"

Bu Messina'nın alınma sahnesi filmde de çok dramatik bir biçimde gösterilir. Montgomery'nin birlikleri Messina'ya girdiğimde Patton"ın tankları meydanda sıraya dizilip, sözde bir karşılama töreni yaparlar.

Bu sahne oldukça eğlenceli olsa da gerçek değildir. Evet, Patton, Messina'yı Montgomery'den önce ele geçirmiştir ama arada ancak dakikalar vardı. Öyle tanklarla geçit töreni falan yapılmamıştı.

İşte Patton böyle ilginç bir kişilikti.

Ancak Bulge Savaşı'nın tek renkli kişiliği değildi.

Bulge savaşı Almanlar için de cephedeki askerlerden çok, komutanların kişiliklerinin bir savaşı olmuştu.

Bir sonraki yazıda Bulge Savaşı nasıl başladı, bir de Almanların tarafından bakacağız.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Teide

Günümüzde artık varolmayan Kanarya Adalarının yerlileri Guanche'ler (Guançe), Teide volkanının, şeytanın yattığı yer olduğuna inanırlardı.

İnançlarına göre şeytan, güneş ve ışık tanrısını kaçırmış, bu dağa hapsetmişti. Sonrasında, araya baş tanrıları girip güneş ve ışık tanrısını kurtarmış, sonrasında ise şeytanı dağın içine kapayıp, Teide'nin krateriyle de çıkış yolunu tıkamıştı. Bu teoriye göre şeytan bugün hala dağın içinde hapis.

Efsane ve batıl inançları bir kenara bırakırsak, Teide volkanı hiç de şeytani bir volkan sayılmaz.

Teide, muazzam büyük bir volkan. Dünyada kapladığı alan bakımından, Hawaii'deki iki volkandan sonra üç numara. Avrupa'nın en büyüğü Etna'dan büyük yani.

Bir de üstüne hala aktif. En son 1909 yılında faaliyete geçmiş. Başka önemli bir faaliyeti de 1706 yılında olmuş ve lavlar Garachico kentinin önemli bir bölümü ile etraftaki birkaç köyü ortadan kaldırmış. Bunlardan başka bilinen çok sayıda faaliyeti var.

Tüm bunlara rağmen, bu volkana şeytani değil dememin nedeni, patlama ve püskürmelerin yavaş ve önceden tahmin edilebilir olması. Bilinen tarih boyunca Teide volkanı kimsenin ölümüne sebep olmamış. Bu haliyle Sicilya'daki Etna volkanına çok benziyor.

Şeytani bir volkan isterseniz, Vezüv'e bakın derim. Ne zaman, hangi şiddette patlayacağını kestirmek imkansız. Bir faaliyete geçti mi, ölümcül miktarda volkanik gaz, kül ve lav kusabilen bir volkan. Pyroclastic (Payroklastik) akım denilen, dokunduğu herşeyi cayır cayır yakan püskürmeler yapabiliyor. M.S. 76 yılında Pompeii ve Herculenium isimli iki Roma şehrini haritadan silmiş.

Teide volkanı, aynı Etna gibi, volkanik bir şebeke, yada günümüzdeki ismiyle network. O yüzden Vezüv gibi tek bir krateri, tek bir faaliyet noktası yok. Volkanın çevresinde, hatta tüm adanın üzerinde, tarihin herhangi bir noktasında faaliyete geçmiş "baca" 'ları var. Bu bacaları görüp kaçırmak mümkün değil. Hepsi birbirinin kopyası, kara, deve hörgücü gibi tepeler. Hatta bunlardan bir tanesi hemen otelimizin dibindeydi.

Teide Volkanı
Bu sistemin en yüksek noktası Pico del Teide (Piko del Teide) isimli zirve. Bu zirve 3718 metre ile İspanya'nın da en yüksek noktası. İkinci önemli bir zirve ve faliyet noktası ise Pico Viejo (Piko Vieho/Eski Zirve), ve 3134 metre yüksekliğiyle Pico del Teide'nin henen batısında yer alıyor. İsmi Eski Zirve olsa da aslen Pico del Teido'dan yeni.

Adanın neredeyse tam ortasındaki Teide volkanının çevresinde Parque Nacional del Teide (Park Nasiyonal del Teide), yani Teide Ulusal Parkı yer almakta.

UNESCO'nun dünya mirası listesinde bulunan bu park, güneşli bir Tenerife gününün ilk hedefiydi.

Bu parkın öyküsü anlatmakla bitecek gibi değil.

Bir kere dünyanın en çok ziyaret edişen ulusal parklarımdan biri.

Kaya oluşumları ve Jelena
Kaya oluşumlarıyla, doğasıyla, bitki örtüsüyle kendine özgü, çok ilginç bir yer. Bu bölgede, birkaç milyon yıl önce, adanın oluşumu esnasında, büyük olanının yüksekliğinin beş bin metreyi aştığı tahmin edilen iki volkan bulunuyormuş. Ağrı dağından yüksek yani. Bu iki volkan arkalarında iki koca krater bırakarak çökmüş, çökerken de ortaya, dünya üzerinde eşi az bulunur kaya şekilleri çıkmış.

Hal böyle olunca da, mekanları tarih öncesi yada dünya dışı olan birçok filim bu bölgede çekilmiş. Bu filmlerin arasında Planet of Apes (Plenit ov Eyps/Maymunlar Gezegeni), One Million Years B.C. (Uan Milliyın Yiırz Bii Sii/Milattan Önce Bir Milyon Yıl), Clash of the Titans (Kleş ov dı Taytıns/Devlerin Çarpışması), Wrath of the Titans (Ret ov dı Taytıns/Devlerin Gazabı), The Fast and the Furious'ın (Dı Fest end Fiyuriyıs/Hızlı ve Öfkeli) altıncı bölümü var.

Yine bu parkta, bulut seviyesinin üzerinde, gökyüzünü izlemeye çok uygun bir noktaya yapılmış Observatorio del Teide at Izaña (Obzervatorio del Teide İzanya) isimli bir gözlemevi bulunmakta.

1971 yılında bir İngiliz bilim adamı, astrofizik dalında doktora tezini hazırlamak üzere bu gözlemevine gelmişti. Çalışmaları esnasında, kendi ev yapımı gitarıyla bir de şarkı besteledi.

Ne yazık ki bu bilim adamı tezini tamamlayıp en azından o yıllarda doktor ünvanını alamadı. İsminin başına Doktor yazabilmek için kırk yıl kadar beklemesi gerekti ve ancak 2010 yılında çalışmalarını bitirme şansı bulabildi.

Bunun yanında, gözlem evindeyken yazdığı şarkı bir müzik klasiği oldu ve o günden bu güne, sayısız kez, dünyanın her yerinde çalındı.

Bu bilim adamı Queen (Kuiin) gurubunun gitaristi Brian May (Brayın Mey) ve yazdığı şarkı da A Day At The Races (E Dey Et Dı Reysiz) albümünün efsanevi müziği Tie Your Mother Down'du (Tay Yoor Madır Daun).

Kader işte...

Parkta yol alırken, içinde bulunduğumuz otobüs, insanların yolun iki kenarındaki ilginç kayaları izlemek için devamlı yer değiştirmeleri yüzünden bir tekne gibi bir sola, bir sağa yatıyordu.

Rehberimiz İngilizceyi korkunç bir aksanla konuşuyordu ve ne dediğini anlamak için yüzde kırk duyduklarımı, yüzde altmış da hayal gücümü kullanıyordum.

Bir ara Siyah Çam yada Siyah Palmiye gibi endemik bir ağaç türünden bahsetti. Çam İngilizce'de "pine" (payn), palmiye ise "palm" demek. Öyle geveliyordu ki hangisinden bahsettiğini anlamamıştım.

Ancak bu az bulunur ağacın her tarafı siyahmış, o kadarını anlamış, hatta oldukça da heyecanlanmıştım, çünkü şimdiye kadar her yeri siyah olan bir ağacı hayatımda görmemiştim. Çam da olsa, palmiye de olsa, heryeri siyah olduğu sürece kabulümdü.

Sonra bu yine başladı gevelemeye. Anlatıyor da anlatıyor. Arada sanki "Yıldırım çarpmış, ağaç ondan kara, Ho! Ho! Ho!" şeklinde birşeyler duyar gibi oldum.

İtoğluit büyük olasılıkla şaka yapıyordu... Hem kekeme, hem geveze yani.

Ama ne dediğini anlamadığım için hala emin değildim. Bu şaka kara ağaçın yerine mi, yoksa kara ağaça rağmen mi yapılıyor, çözmeye çalışıyordum. Otobüsün geri kalanı da benim kadar şaşkındı. Kimse gülmüyor, herkes "Aman, arada kara ağaç'ı kaçırmayayım." diye pür dikkat, sağa sola bakıyordu.

Yolculuk boyunca en azından ben, ne yıldırım çarpmış, ne de doğal ve endemik olan herhangi bir kara ağaç görmedim. Sonrasında İnternet'e de bakındım, ama 'nada'. Böyle bir ağaç yok kayıtlarda.

Ancak içimi hala bir kurt kemiriyor, acaba ben mi kaçırdım diye. O yüzden Teide Ulusal Parkı'na yolunuz düşerse lütfen benim için de etrafınıza bakın ve bu kara ağacı görürseniz n'olur haber verin :)

Otobüsümüz Los Roques de Garcia (Los Rokes de Garsiya/Garsiya'nın Kayaları) isimli bölgede durdu. Burası, yukarda söz ettiğim, çöküp kaybolmuş iki eski volkanın oluşturduğu kraterlerin arasında bir düzlük. Buradan birkaç milyon yaşındaki bu kraterleri görebilir, düzlüğün üzerinde, anlatmaya edebi potansiyelimin yetmeyeceği güzellikteki dev kayaları ziyaret edebilirsiniz.

Tenerife gezimizi altın aydan uzun bir süre öncesinde planlamıştık. volkano-manyak kişiliğim yüzünden, Teide'nin tepesine nasıl çıkılır, ne görülür, en ince detayına kadar araştırmıştım. Ancak ne kadar dikkatli olursanız olun, demek kötü şansa da bir şans tanımak gerekiyormuş.

Park yönetimi, volkanın zirvesine çıkan teleferiği bakıma almış, tüm ziyaretler durdurulmuştu.

Bu dünyada kırk dokuz yıl yaşamış biri olarak bu haber benim hayallerimi yıkmadı tabii ama üzülmedim desem de yalan olur. Eğer bu bakımın olacağını İnternet sayfalarında belirtselerdi, Tenerife'e sadece bir hafta sonra gelerek, volkanın zirvesine çıkabilirdik.

Canımız sağolsun. Tough Luck (Taf Lak/Kötü Şans), Shit Happens (Şit heppınz/Hayatta zaman zaman istenmeyen şeyler yaşanabilir) :)

Çalışmayan teleferiği arkamızda bırakarak adanın kuzeyine doğru yavaş yavaş koca dağ sırasını tırmanmaya başladık. Bu yol boyunca eğer kendi arabamızla gelmiş olsaydık, resim çekmek için her yüz metrede bir durmak zorunda kalırdık.

Bölgenin her noktası ayrı bir ilginç, ayrı bir güzel. Kan kırmızısından, kükürt sarısına kadar etrafta her renkte kaya ve bitki görebiliyorsunuz. Kayalar ise sanki bir heykeltraşın elinden çıkmış gibi, öbek öbek, her biri farklı bir biçime sahip.

Tırmanışı bitirip, dağdan aşağı inmeye başladığımızda ise eşne az bulunur bir fenomenle karşılaştık.

Biz dağın tepesinde, iki bin küsür metre yükseklikteyken güneş gök yüzünde pırıl pırıldı ve üzerimizde bir tek bulut bile yoktu.

Altımız, kalın, yoğun bir bulut tabakasıyla kaplıydı
Ancak altımız, kalın, yoğun bir bulut tabakasıyla kaplıydı.

Sanki aşağı atlasanız, bir pamuk yığınının üzerine düşeceksiniz.

Bu tabakanın üzerinde kalan tepelerin arasındaki bulutlar da bulut değil, sanki deniz gibi duruyor, kart postallarda görmeye alıştığımız türde bir sahil manzarası oluşturuyorlardı.

Adanın kuzeyi, hem Teide volkanının, hem de sahilinden geçen okyanus akıntısının nedeniyle güneydekinden çok farklıydı. Otelimizin de bulunduğu güney sahili, çöl benzeri arazi yapısı ve kuru, güneşli havasıyla Kuzey Afrika'yı, otobüsle ilerlediğimiz kuzey bölgesi ise kapalı, bulutlu havası ve yemyeşil bitki örtüsüyle daha ziyade tropikleri andırıyordu.

Rehberin dayısının işlettiğini tahmin ettiğim bir cafe'de yirmi dakika durduk. Ne bir manzara, ne de gidilebilecek ikinci bir cafe yada restoran vardı. İçecek olarak da sadece fahiş fiyatlara satılan portakal suyu ve Barraquito (Barrakito) isimli yerel bir kahve bulunuyordu.

Rehber daha otobüste bu yerel kahveyi piyazlamaya başlamıştı. İçine rom benzeri yine yerel bir likör, limon kabuğu, tarçın, davul tozu ve yerel minare gölgesi konuyormuş.

Saatlerdir otobüsteyiz. Rehberin dayısı da olsa ne yapalım, içeceğiz birşeyler. Aklımda zaten kahve vardı, bir de bu orijinal kahveyi duyunca daha da bir canım istedi.

İnip sıraya girdik. İlk üç beş kişi kahvesini aldı, sıra bize geldiğinde adam "Kahve yok." dedi.

"Nasıl yok?" diye sorunca, "Yok işte, portakal suyu iç." diye bir de tersledi. Ee, önemli olan vergiyi vermemiz tabii. Karşılığında canınız kahve istemiş, gazoz istemiş, adamın umurunda değil.

"İçmiyorum lan!" diye inat ettim. İçmedim de. İçmem de. :)

Yeniden otobüse bindik ve adanın kuzeyindeki ilk durağımıza ulaştık.

Icod de los Vinos
Icod de los Vinos (İkod de los Vinos) isimli bu köye ilk girdiğimizde, Avrupa'da mı, Afrika'da mı, yoksa Orta Amerika'da mı olduğumuza karar veremedim. Bir Avrupa ülkesi olan İspanya'nın Afrika sahillerindeki toprağı olan Kanarya Adaları'nın, koloni devrinden bu güne hiç değişmemiş bir köyünde bulunduğumuz gerçeği malumunuz biraz karmaşık ve özümlenmesi zor.

Ama işin aslı da böyle. Bir-iki katlı, sarı, kırmızı, mavi, mor yapıları, yemyeşil tropik ağaçların çevrelediği taş yolları, tam ortasındaki parkı ve bembeyaz kilisesi ile bu köy, Orta Amerika'nın kolonileştirildiği dönemin bir dekoru sanki. Benzeri bir köyü Uruguay'da ziyaret etmiştim. Zaten köyün adı da Kolonia idi.

Icod de los Vinos'un merkezinde bulunan bu bir kaç yüz yaşındaki beyaz kilisenin ismi San Marcos (San Markos). Çok güzel, çok cazibeli bir kilise ancak bu kilisenin arka bahçesinde bulunan bir ağaç hem Icod de los Vinos'un simgesi, hem de bu köye gelen ziyaretçilerin ilk durağı.

El Drago Milenario
Bu ağacın ismi El Drago Milenario, anlamı Bin Yıllık Ejder ağacı.

Uzunca bir süre, hem yerliler, hem de ziyaretçiler bu Drago (Ejder) türü ağacın bin yıldan daha yaşlı olduğuna inanmışlar. İşin güzeli, bu tür ağaç, diğer ağaçlar gibi yaşlandıkça gövdesine halkalar eklemediğinden, tam yaşını saptamak olası olmamıştı.

Yeni ölçümler bu ağacın yaşını bin yıllar değil, yüz yıllar seviyesine çekmiş. Bizim rehbere göre ağacın gerçek yaşı yedi yüz imiş, ancak bu adamın söylediklerine inanmadan, yıldırım düşen ağaç hikayesini hatırlamakta fayda var. :)

İnternet deki kaynaklar da bu ağacın yaşını yüz yıllar aralığında koymuş. Rehberin abarttığı gibi yedi yüz olmasa da, ortalama bir rakam olan beş yüz yılı alsak bile, bu çok uzun bir zaman olacaktır.

Bu ağaç çok özel, çok ilginç ve mutlaka görülmesi gerekli bir gezi kalemi arkadaşlar. Zaten UNESCO da ağacı (gülmeyelim lütfen) dünya mirası listesine almış.

Kilise ve ağaçın bulunduğu parkta daha birçok farklı ve Tenerife'e özgü bitki türleri var. Özellikle yine asırlık incir ağaçları çok ilginç.

Her yerde olduğu gibi, bu parkda da bol bol ıvır-zıvır, incik-boncuk satan dükkanlar var (Bu noktada karım Türkçe konuşmadığı için mutluyum).

Ancak Icod de los Vinos'un en önemli özelliğini en sona sakladım.

Köy, volkanik tepelerin ortasındaki bir vadide konumlanmış. Bu vadinin en önemli tarımsal ürünü ise üzüm. Üzüm demek, şarap demek olduğundan, bu köyü adanın şarap merkezi şeklinde tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Ve yanlış olmadı tabii ki.

Yerel şarap, likör ve peynirler
Şarap, hem de olabildiğince kalitelisi. Yine yerel, kuvvetli bir keçi peyniriyle inanılmaz bir tat. Biri muz, diğeri portakal, iki yerel likörü de tatma fırsatı bulduk. Tatları fena değil ama çok da özel sayılmazlar bence.

Yeniden otobüse bindik ve Hit The Road Jack...

Bu kez hedef Garachico köyü.

Bu köyü iki ressam, iki şair, iki de ozan kiralasanız, hepsinin toplam sanatının eşliğinde bile hayal edemezsiniz.

O kadar güzel, o kadar cazibeli bir köy bu, sanki sulu boya resim gibi.

Bütün yapılar tarz olarak yine koloni devrinden, ancak çok daha canlı, çok daha korunmuş, hatta olasılıkla yeniden yapılmış. Çünkü burası1700'lerde bir volkan faaliyeti sonunda lavlara maruz kalıp çok fazla zarar görmüş.

Garachico
Soğuyan lavlar sahilde yine olasılıkla sadece burada görülebilecek banyo küveti biçiminde kaya formasyonları oluşturmuş. Deniz bu volkanik kalıntıları doldurmuş ve adalıların "Doğal Yüzme Havuzları" dediği parça parça minik gölleri oluşturmuş. Simsiyah kayaların içindeki lacivert deniz çok ilginç bir manzara sunuyor görenlere.

Bu kayalıkların hemen içerisinde ise minicik bir kale var. Burçlarıyla, mazgallarıyla aynı bir korsan yada anti-korsan kalesi. İnsanın hafızasına bir kere kazınıp, bir daha çıkmayacak bir güzellik.

Ve hemen arkada, sahil boyunca dizili iki yada üç katlı, çoğu beyaz, aralarında da rengarenk evler.

Bu evlerden herbiri ayrı bir fotoğraf karesi. Yanlarından geçerken, sanki içlerinden birer korsan fırlayacakmış gibi geliyor insana.

Garachico Sahili
Giriş katları ya cafe, ya taverna, ya da mağaza, ancak ne olduklarını anlamak için çoğunlukla içlerine girmeniz yada yanlarına yaklaşmanız gerekiyor. Öyle neonlar, tabelalar, müzik falan yok.

Jelena'yla bu mağazaların birisine girdik (Jelena sonrasında hepsine girdi tabii). Bütün mağaza yeni çağ unsurlarıyla dekore edilmiş. Kıyafetleri 15-16. yüzyıldan olan kadın ve erkek mankenler koymuşlar. Tam ortada, içi deniz kabuğu dahil sattıkları mallarla dolu koca bir sandal var. Tepede bir balık ağı, korsan tabancası, top, kılıç, okısaca dönemden aklınıza ne gelirse yani. Sanki mağaza değil de bir filim seti.

Başka bir mağazadan Jelena kendine yerel bir elbise aldı. Sonrasında o geri kalan mağazaların envanterini yaparken ben de küçük bir botanik bahçesini gezdim.

Bu köy yine adanın yeryüzündeki cennet noktalarından biri.

Jelena Barraquito içiyor
İşimiz bitince sahildeki cafe'lerden birine oturduk ve rehberin dayısının dükkanında içemediğimiz Barraquito isimli yerel kahveyi sipariş ettik.

Bu Tenerife'e özel kahve, kat kat ve birbirine karışmamış, kahve, tatlı bir yerel likör olan Licor Cuarenta y tres (Likor Kuarenta i trez), yani Kırküç Likörü, süt, krema, limon kabuğu ve tarçın dan yapılıyor. "Çok güzel" tanımlamasını tekrar ede ede sulandırdığımın farkındayım ama kusuruma bakmayın, başka şekilde ifade etmem olanaksız. Bu kahvenin tadı "çok güzel".

Otobüs eğer beni almadan gitseydi, ben hayatımın geri kalanını sorunsuz olarak bu köyde geçirebilirdim.

Ne yazık ki otobüs köyden ayrıldığında hem zevcem, hem de ben içindeydik. Rehberimiz, yine felaket aksanıyla bir sonraki hedefimizi "Masca" şeklinde anons etti, ve ekledi, "Masca is a village, in the middle of nowhere (Maska iz e vilic in dı midıl ov noueer)".

"In the middle of nowhere" İngilizce bir deyim, bir yerin uzakta, ıssız, alakasız bir yerde demek.

Masca
Masca toplam nüfusu yetmiş altı kişi olan, minicik, ve gerçekten de in the middle of nowhere bir köy.

Bu köy güzel, şirin falan ama asıl önemi korsanlarla ilgisi.

Masca ne bir sahil köyü, ne de öyle Karayip Korsanları benzeri, define saklamaya uygun, mağaraları, kumsalları olan bir yer. Dağların, tepelerin arasında, otobüsle bile ulaşılması çok zor bir yerleşim merkezi. Hangi akıllı korsan yaşar ki burada diye düşündüm. Olsa olsa Moron John Silver...

Rehberimiz olaya açıklık getirdi.

Amerika ile ticaret rotasının göbeğinde bulunan kanarya adaları gerçekten korsanların cirit attığı bir bölgeymiş. Korsanlar genelde Amerika'dan altın ve değerli diğer taşları getiren gemilere saldırıyorlarmış. Gemileri yağmaladıktan sonra, ganimetlerini saklamak için Tenerife ve diğer adalarda bol bol bulunan volkanik mağaraları kullanıyorlarmış. Bu mağaralar aynı zamanda korunması da kolay yerler olduğundan korsanların popüler inleri olmuşlar.

İşte bu mağaralara gidip bir süre saklanırken, yolda Masca'da durup erzak alıyorlarmış.

Köye girince zaten hemen korsan korsan oluyorsunuz. Eski beyaz evler, önlerindeki şarap fıçıları ve direklerle, çok güzel bir hava yaratmışlar.

Masca'nın bitki örtüsü de çok güzel. İki renkli palmiyeleri, kıpkırmızı çiçekleri, koca incir ağaçlarıyla insana inanılmaz bir haz veriyor.

İki Barraquito daha söyledik. Bu kahve cidden mükemmel bir içecek.

Artık dönüş zamanı gelmişti. Otobüs Masca'dan çıkıp yine dağı tırmanmaya başladı. Burada yol öyle dar ve virajlıydı ki otobüs virajların çoğunu tek hamlede alamıyordu. Yarısına kadar gidip, geri vitese takıp, kıçını topluyor, ancak ikinci hamlede dönüşü tamamlayabiliyordu.

Jelena hem korkudan, hem de araba tutmasından arka koltuğa uzanıp gözlerini kapadı. Bir yarım saat sonra tırmanış ve iniş bitmiş, adanın çöl benzeri güney tarafında ilerliyorduk. Yolda muz bahçeleri ve seraları gördük. Muz Kanarya Adalarında çok popüler bir tarım ürünü. Açık tarımda yılda bir, seralarda ise iki yılda üç kez ürün alabiliyorlarmış.

Kanarya adalarına çok yağmur yağmıyor, ancak dört bin metredeki Teide volkanına bol bol kar düşüyor. Bu karlar ise tüm ada halkının yıllık gereksiniminin bir buçuk katı kadar suyu depolayan yeraltı kaynaklarını besliyor.

Bir milyon nüfuslu ada halkı için yeteri kadar su olsa da, her yıl gelen altı milyon turiste su yetmiyor tabii. Tenerife sakinleri de tatil bölgelerinin su ihtiyacını deniz suyunu arıtarak karşılıyor. Tenerife'de iki su arıtma tesisi var. Biri asıl, diğeri yedek. Yani gelirseniz, susuzluktan korkmanıza gerek yok.

Otele döndüğümüzde mutluyduk. Rehber yalancı olsa da gördüğümüz yerler gerçekten hafızamızdan çıkmayacak kadar etkileyiciydi.

Ertesi gün ise hedefimiz dünyanın gelmiş geçmiş en büyük uçak kazasının yaşandığı, eski adıyla Los Rodeos, yeni adıyla Kuzey Tenerife havaalanı oldu. Benim için çok etkilendiğim, başkası için de haklı gerekçelerle anlamsız olabilecek bu ziyaretin ardından Kanarya Adalarının iki başkentinden Tenerife'de bulunan Santa Cruz de Tenerife kentine geçtik.

Santa Cruz
Santa Cruz, öyle kötü bir yer değil tabii, ancak adanın geri kalanında gördüğümüz güzellik sonrasında açıkçası beni etkilemedi. Hafif modern, temiz, düzenli bir yer ama herhangi bir kimsenin burayı ziyaret etmesi için geçerli bir sebep göremiyorum.

İddialı bir karnavalları varmış, bir de alış veriş için iyi diyorlar. Ben söylemiş olayım da, gider de beğenmezseniz bana kızmayın.

İlerleyen günlerde otelin hemen yanındaki minik bir balıkçı köyü olan Los Abrigos'a gittik. Çok güzel bir iki saat geçirdik. Siyah kumlu bir kumsalı, yine kapkara volkanik kayaların arasında bir limanı ve çok cazibeli yürüyüş yolları var.

Tenerife adası, başta da dediğim gibi, yeryüzünde cennetin güzelliğine yaklaşabileceğiniz sayılı yerlerden biri. Bence her insan yaşamında burayı bir kez görmeli.

Los Abrigos
Ancak beklentilerinizi ayarlamanızda fayda var.

Tenerife volkanik bir ada. Öyle kumlu plajları yok. Suni olarak şurada, burada kum bulabilseniz de plajların fıtratında kum yok, bilesiniz.

İkincisi, okyanusun ortasında olacağınızı hatırlayın. Hava beş dakikada pırıl pırıl bir güneşten fırtınaya, masmavi gökyüzünden kapkara bulutlara dönüşebiliyor. Bir de rüzgar. Kilonuz düşükse, mutlaka çantanıza biraz ağırlık koyun, yoksa uçar gidersiniz. Bu rüzgarlar sörf için çok iyi bu arada.

Lafın kısası, eğer, sıcak güneş, kumlar, sakin deniz ve güzel yemek önceliğinizse Antalya'ya gidin, zaten iklim, deniz ve kum olarak Ege ve Akdeniz'in güzelliğini dünyada geçebilecek başka bir yer yok.

Ancak, aktif bir volkanın gölgesinde, yeni çağın başlangıcına gidebilecek kadar maceracı tarafınız varsa Vamos! Tenerife kaçırılacak bir yer değil.

Herkese sevgiler...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...