2 Mayıs 2012 Çarşamba

Sıralamada Elli Numara

Gitar en çok sevdiğim müzik aletidir. İstisnasız kırk senedir gitarla yapılmış müzikleri hiç usanmadan dinledim, bir kırk sene daha ayni sevkle dinlerim.

Çok sevdiğim için gitarı çalmayı da çok istemişimdir.

Beşinci doğum günümde dayım bana bir gitar almıştı. O gitar beni yirmi yaşıma kadar orada burada takip etti ama gayri-resmi birkaç çaba dışında çalmayı öğrenmeye fırsatım olmadı.

2000 yılında geçirdiğim kazadan sonra bacağım kırılmış, yatakta pineklerken kendime bir Fender Stratocaster aldım, hazır boş zaman varken öğrenirim diye. Ancak bu hevesim, iyi kotu gitar çalan bir arkadaşımın:

“Lan sen bu parmaklarla gitar mitar çalamazsın.”

...seklindeki ulvi desteği karşısında kursağımda kaldı, bir daha da gündeme gelmedi.

Sözün kısası, dünyanın en sadık gitar dinleyicilerinden biri de olsam, bir-iki basit akor dışında gitar çalmaktan anlamam.

Simdi size bunları niye anlatıyorum?

Çünkü, aşağıda biraz gitar ile ilgili kelam edeceğim, söylediklerimin ne kadar güvenilir olduğunu tartın diye.

Bugün Rolling Stone dergisinin tüm zamanların en iyi 100 gitaristi listesine denk geldim.

Fazlasıyla hayal kırıklığı yaşadım.

Çünkü benim “Guitar Hero” ’larımın birçoğu ya yok, ya da sıralamanın altlarında kalmış.

Mesela, bence dünyanın en iyi gitarı olan Ritchie Blackmore (Deep Purple/Rainbow) sıralamada elli numara.

Bir numara ise Jimi Hendrix.

Hadi lan!

Simdi oturup size Jimi Hendrix kotu gitarcı demeyeceğim tabii ama kırk beş yıllık hayatimin hemen her döneminde ne zaman hadi su Hendrix’i bir dinleyeyim dediysem bir şarkının bile sonunu getirememişimdir.

Zorla değil ya, hiç sevemedim.

Daha da fazlası, hiçbir şarkısı aklımda bile kalamamıştır. Ne mırıldanabilirim, ne duysam tanırım. O kadar uyuşmuyor benle yani.

Olur mu, olur.

Gitar beğenmek şarap beğenmek gibidir. Herkesin farklı bir zevki vardır.

Olayın olabilirliğini açıkladık. Sonuçta Jimi Hendrix’i sevmeyebilirmişim.

Peki Blackmore’u niye seviyorum... muşum?

Blackmore, gitara çok hakim. Çok hızlı, çok doğru çalabiliyor. Bu yüzden mi seviyormuşum onun gitarını?

Hayır.

Aksi halde, Blackmore Deep Purple’dan ayrıldıktan sonra yerine alınan Steve Morse’u da Blackmore kadar sevmem gerekirdi.

Morse, Blackmor’u aynen taklit edebiliyor, hatta zaman zaman daha bile iyi Blackmore çalabiliyor.

Ayni gerekçeyle gitarı Blackmore’dan çok daha hızlı ve karmaşık çalabilen Yngwie Malmstein yada Joe Satriani gibi virtüözleri de Blackmore kadar sevmem gerekebilirdi.

Ancak ayni Hendrix gibi yukardaki iki gitaristin de bir şarkisi bile aklımda kalmayı başaramamıştır.

Her ikisi de gitarı çok hızlı, çok ustaca çalar ama öyle bir melodi falan yoktur müziklerinde, şarkı bittikten sonra uçar gider belleğimizden. Bazen bir şarkının bitip diğerinin başladığını bile anlayamaz insan.

Tamam o zaman. Demek olay melodiymiş.

Olabilir.

Kim Smoke on the Water’ın melodisini bilmez? Allah çarpar valla. Bilmiyorum diyen de aslında biliyordur da bildiğinin farkında değildir.

Bu dünyaca ünlü “riff”, öyle sanatsal yada müziksel olarak sofistike yada karmaşık değildir. Üç beş notayı yan yana getirmiş Ritchie ve bu bir dinleyenin bir daha unutamayacağı melodiyi bulmuş.

Hayatınızda elinize gitar almamış olsanız bile, bilen biri yârim saatte size öğretebilir çalmasını.

Ancak olay doğru melodiyi bulmaksa bunun için illa da gitar çalmaya gerek yoktur. Beethoven’in beşi, dokuzu, Mozart’ın Türk Marşı ve Seda Sayan’ın “Şok” cingılı da melodik olarak en az Smoke on the Water kadar başarılı bence.

Burada gitarla çalınan melodiler öne çıktığına göre demek ki gitarın o kendine özel sesi de melodi kadar önemli.

Yine kendi zevkimi analiz ettiğimi unutmadan öyle her gitarın da ayni derecede hoş olmadığını vurgulayalım.

Birçok kişiye göre dünyanın en güzel gitar turu olsa da klasik yada akustik gitar öyle fazlaca çekmiyor beni.

Benim sevdiğim gitar, o mekanik sesli, “punchy” elektrik gitar.

Blackmore benim sevdiğim parçalarında neredeyse tamamen popüler bir elektrik gitar olan Fender Stratocaster çalar (arada Fender Telecaster çaldığı rivayet edilir).

Demek gitarın türü de önemli. Bunu da koyalım cebimize.

Elektrik gitarı genelde sevsem de öyle oynanmış, bozulmuş elektrik gitar seslerinden çok haz etmem.

Melodilerini çok başarılı bulup fazlasıyla sevsem de neredeyse keman yada org sesi zannedebileceğiniz kadar oynanmış gitarlarıyla Judas Priest yada debriyaj balatası bitmiş şanzıman kadar canhıraş sesler çıkaran gitarlarıyla Metallica listemin başlarına ulaşamazlar.

Ve belki de bu analizin en önemli noktasını en sona bıraktık ama müziğin turu de çok önemli.

Doğru gitarla, çok fazla değiştirilmemiş sesi ile ve güzel melodisi ile çalınan mesela bir country şarkı dinlemesi hoş da olsa öyle beni “lan bu çok güzelmiş” derecesine getirmez.

Burada niyesini, nasılını tartışmadan söyleyeyim.

Ben rock severim arkadaş.

Hard, soft, heavy, punk, senfonik hiç fark etmez.

Purple ve Ritchie de tam benim ayarım rock çalarlar.

Biraz uzadı ama sonunda geldik bu geyiğin açılış noktasına.

Sen gel bu adamı elli numaraya koy, sonra, siyahi olmasana rağmen rock yapıyor, dişleriyle gitar çalıyor ve konserin sonunda gitarı sağa sola vurup kırıyor diye ilgi çekmiş Jimmy Boy’u birinci yap.

Ondan içlendim biraz.

30 Nisan 2012 Pazartesi

İstanbul

İstanbul bence dünyanın en güzel şehirlerinden biri. En güzeli olmasına çok az var ama sayemizde bu unvanı alması bu günün koşullarında olanaksız. Nasıl sayemizde sorusunun cevabini hepimiz biliyoruz ondan dolayı burada çarpık yapılaşmayı, toplu taşımayı, trafiği gereksiz yere tekrarlayıp canimizi sıkmayacağım.

İstanbullun eski adi bilirsiniz Konstantinapol, yani Konstantin’in şehri. Ama en azından ben, birisi bana Konstantinapol dediği zaman burun büküp hemen lafı sokarım.

“Şehrin doğru ismi İstanbul. Eskiden Konstantinapol derlermiş.”

Çünkü İstanbul Türkçedeki doğru ismidir şehrin. İstanbul iste, yıllardır biliriz, gideriz, gezeriz. Boru değil ya.

Peki İstanbul ismi nereden gelir bileniniz var mi?

Yoksa ben söyleyeyim.

Yunancadan.

İstanbul sözcüğü, Yunanca “eis -tin- polin” den gelme. “Haydi şehre” demek.

1930’da Atatürk resmi olarak değiştirmiş şehrin adını.

Osmanlı dokümanlarının çoğunda Konstantiniye diye geçermiş şehrin ismi.

Ben hep 1453’de, Fetih’ten sonra İstanbul oldu diye bilirdim şehrin adını. Daha geçenlerde öğrendim doğrusunu.

Fetih dedik ya, filim de var şu günlerde, bakalım nasıl almışız İstanbul’u.

İstanbul’u 1453’de nasıl aldık sorusunun cevabi, İstanbul’u 1453’e kadar nasıl alamadık sorusunun cevabında gizlidir.

İstanbul’u 1453’e kadar almamız mümkün değildi çünkü bütün Hristiyan alemi şehrin Müslümanların eline geçmemesi için yârdim ediyordu.

Ancak Bizans İmparatorluğunun son günlerinde işler biraz değişti. Bunun sebebi, Hristiyan alemi içinde ortaya çıkan liderlik kavgasıydı.

Katolikler Roma’da, Ortodokslar İstanbul’da kim Dünya Hristiyanlarını temsil edecek mücadelesine girdiler.

Katolikler, Osmaninin ortasına sıkışmış İstanbul’a bir anda yardımı kesti ve...

Sonunu siz tahmin edin. Fatih, cart diye girdi ve aldı şehri.

O gün, bu gün, Ortodoksların Hristiyan alemi içerisindeki etkileri azaldı, Katolikler dinin yönetici sınıfı haline donuştu.

Simdi bazılarınız biraz bana kızıyorsunuz.

“Biz İstanbul’u Fatih ve ordusunun kahramanlığı ile aldık. Ulubatlı, surlara bayrağımızı dikerken oklarla delik deşik oldu, sen hala İstanbul’u Hristiyanlar bize verdi diyorsun.”

Peşin peşin cevap vereyim de kızmayın bana.

Ben ordumuzun kahramanlığına herkesten çok güvenir, altını gözüm kapalı imzalarım.

Ama siz söyleyin, bizim ordumuz 1453’e kadar kahraman değimliydi de İstanbul’u alamadı ve sonra bir anda kahraman olup 1453’de bu şehri aldı?

Kahraman olmasaydık, Fatih’in askeri dehası olmasaydı, biz İstanbul’u Katolikler yârdim kesse de alamazdık.

O yüzden ordunun kahramanlığına, Ulubatlı Hasanın fedakârlığına sözüm yok.

Ben sadece isin biraz da siyasal tarafına bakıyorum o kadar.

İşte böyle, Karanlık Çağı da bitirip Rönesans’la, Reform’lu Yeni Çağı başlatmış olduk.

Bir görüşe göre, İstanbul’dan kaçıp Roma’ya sığınan Ortodokslar Rönesans’ı başlatmış ve beslemiştir.

Ne diyelim, kıymetini bilirsek hem böyle bir hazineye sahip olmanın keyfini çıkarır, hem de gelip görenler sayesinde gelirimizi artırırız.

27 Nisan 2012 Cuma

Avrupa Kültürü

Avrupa kültürü, medeniyete sayısız önemli katkılarda bulunmuştur. Rönesans, reform, teknoloji, sanat, müzik hep Avrupa’nın hediyesidir bize.

Bunlara hiçbir sözümüz yok. Sadece teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Burada size Avrupa kültürünün başka bir yüzünden bahsetmek istiyorum.

Bir küçük problemimiz var ancak. Çünkü Avrupa kültürünün bu kötü tarafını anlatacak doğru kelimeyi Türkçede bulamıyorum.

İngilizcesi “integrity”.

Yani tutarlılık, sağlamlık, bütünlük, dürüstlük falan gibi toparlayabiliriz dilimizde.

Avrupa kültüründe ne yazık ki bir söz verip dönmek, yada doğruyu söylememek fazlasıyla normal karşılanır.

Ancak burada Avrupa inceliği olaya girer ve olayı sözden dönmekten yada yalancılıktan çıkarmak için ipe sapa gelmez bir bahane bulur ve bu bahaneye tüm kalbiyle inanarak vicdanini rahatlatır.

Krallar, imzalamak istemedikleri kanunlar önlerine geldiğinde, kendilerini bir günlüğüne “deli” ilan etmiş, başka biri bu kanunları imzaladıktan sonra mucizevi olarak iyileşmişlerdir. Bu aşamada, kimsenin bu olanların etikliği hakkında bir kuşkusu olmamıştır.

Simdi bu bize nasıl dokunuyor, ona bakalım.

Bugün bir Türk vatandaşının Avrupa’da vizesiz gezmesi anlaşmalardan doğan bir haktir.

Hadi alin elinize pasaportunuzu, mesela Paris’e gitmeye bir kalkın da görün.

Uçağa bile binemezsiniz.

Ancak yok kardeşim, ben senin bu anlaşmalardan doğan hakkini geçersiz sayıyorum diyen bir Avrupa ülkesi de bulamazsınız.

Eğer bulabilseydiniz, bu sözden dönmek olurdu ki böyle bir şey kabul edilemez, çünkü “etik” değildir.

Aksine, Avrupa ülkeleri, vicdanlarını rahatlatacak bir bahane bulup, Türklere vizeyi kaldırmayacaktır.

Son günlere kadar bu bahane Türkiye’nin henüz kacak göçmenleri geri kabul anlaşmasını imzalamamış olmasıydı.

Geçenlerde Türk tarafı, tamam lan imzalıyorum kaldırın vizeyi dedi, ama karşılığında Almanya, Fransa ve Avusturya hayır olmaz kardeşim diye cevap verdi.

Ama uygarlığın inceliği işte burada.

Adamlar ben size vizesiz seyahat olmaz demiyorum, sadece bu konuyu görüşmelere almayacağız diyorum diyor.

Adam yalancı mi? Yoo. Sözünde mi durmuyor? Yoo. Kendilerine sorarsanız, dürüstlükleri, sözlerine sağdıklıkları, bir tüm bütün, “lekesiz”.

Ama (aklımda yanlış kalmadıysa) 1995’den beri hakkimiz olan serbest dolaşım neredeyse yirmi senedir ne tanınıyor, ne geçersiz sayılıyor.

Bu arada neredeyse tüm Güney Amerika ülkeleri, Moldovya, Rusya serbest dolaşım hakkini ya aldı yada almak üzere.

Bizim neyimiz eksik diye sorarsanız, cevap olarak bu konuda şimdiye kadar duyduğum en doğru tanımı size aktarayım.

“Bunlar Hristiyan Kulübü.”

Ne Erbakan’ı severim, ne de onun görüşleri ile en ufak bir paralelim vardır. Ancak bozuk saat günde iki kez doğru zamanı gösterirmiş ya.

Necmettin hoca burada haklı.

Tüm Avrupa’da belki de doğruyu söyleyen tek kul şu geçenlerde konuşan Hollandalı faşist.

“Türkiye Avrupa Topluluğuna girmeyecek.”

Diğer “uygarlar” ne diyor?

“Görüşmeler başlamıştır ve hedef tam üyeliktir. Sadece süreç beklediğimizden çok daha yavaş ilerliyor...”

İşin kötüsü ne biliyor musunuz? Bunu söyleyen kendisini de söylediğinin doğru olduğuna inandırıyor...

Ve vicdani rahat ediyor.

Yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim. Bu uygarca kıvırma sadece Türklere karşı değildir, ve coğrafya, din irk ve dile bağlı dereceleri vardır. Biz bu sıralamada en altta olsak da, bizden üsttekiler de bu kıvırmaya bağışıklı değillerdir.

Ben simdi bu kader birliği yaptıkları ve Rusya’dan kurtarıp seneler sonra kucaklayıp kavuştukları Orta Avrupa ülkelerine ne yapacaklar onu merakla bekliyorum.

Bu kavuşma sonrası gümrük duvarları sayesinde bu yeni ülkelerin bütün altyapıları Bati Avrupa tarafından yapıldı, bütün şehirlerinde Avrupa süper market zincirleri mağazalarını açıp satışlarını katladı.

Ancak bu mutluluk kısa sürdü. Çünkü Orta Avrupa’nın batıya göre kat be kat nitelikli ve az paraya çalışmaya razı işgücü bir anda bunlara rakip oldu.

Sarkozy suyu ısıtmaya başladı bile. Schengen kalksın, iş öncelikleri Fransızlara verilsin falan diyor şu sıralar.

Bekleyelim ve görelim bakalım.

26 Nisan 2012 Perşembe

Piramitler

Piramit sözcüğü aslen Yunanca kökenli Pyramis’den tüm dillere yayılmış. Tabanından en yüksek noktasına doğru incelen en az üç düzlemden oluşan üç boyutlu bir geometrik bicim.

Piramitlerin ilginç birçok özelliği olmasına rağmen bunların en önemlisi birçok eski uygarlığın başka isleri yokmuş gibi dünyanın her tarafında piramit yapmalardır.

Bu piramitlerin bazıları boyut ve hacim olarak o kadar büyüktürler ki insan bunlar niye yapılmış diye sormadan edemez. Buna bir de bu piramitlerin yapıldığı tarihteki teknolojinin ilkelliğini eklerseniz, o zamanın insanlarının yaptığı bu yatırıma bir gerekçe bulmak daha da önem kazanır.

Çok geveledik. Buradaki soru “Bu adamlar manyak mi ki islerini güçlerini bırakmış bu piramitleri yapmış?” seklinde özetlenebilir.

Bugün bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Tamam, birçok akla yakın teori var ortada ama bunlar adı üzerinde teori, kimse kesin olarak mesela Mısır piramitleri firavunlara mezar olması için yapılmış diyememektedir.

Hadi, madem Mısır piramitleri ile başladık, onlarla devam edelim.

Şüphesiz, piramitlerin en çok bilinenleri Mısır piramitleri.

Aslında, tüm Mısır piramitleri de değil, Gize ‘deki o üç büyük piramit. Mısırda, o kadar çok piramit var ki elinizi sallasanız piramite çarpıyor.

Bu üç piramidin özelliği Mısır’ın neredeyse en eski piramitleri olmaları. Ama öyle eski diye hor görmeyin.

Bu piramitler geometrik olarak Mısır’daki piramitlerin en kusursuzları.

Ve Mısır piramitlerinin en büyükleri.

Ve bu büyüklük yada kusursuzluk öyle az biraz daha büyük yada azıcık daha düzgün seklinde değil. Kat be kat daha büyük, ve kat be kat daha düzgün.

Bunlardan sonra birçok piramit yapılmış ama hiçbiri ne Giza piramitleri kadar büyük, ne de onlar kadar kusursuz olmuş.

Bu üç piramidin başka önemli bir özelliği daha var. O da ne içlerinde, ne dışlarında bir yazı yada resim bulunmaması.

Simdi ne var bunda diyebilirsiniz.

Açıklayalım.

Eski Mısır uygarlığının kalıntılarına bakarsanız her yerinde, yüzlerce, binlerce hiyeroglif yazi ve resim bulursunuz. Bu resimler o kadar renkli ve çeşitlidirler ki kendinizi çizgi filim seyrediyor zannedersiniz.

Ama her nedense bizim bu üç piramit tamamen kaput.

Ne yazı, ne resim, ne heykel, ne hiyeroglif, ne papirüs. Sadece taş piramit.

Açıp okuyunca bu piramitler yukarda da söylediğimiz üzere firavunların mezarı olsun diye yapılmış diyorlar.

Simdi, size söylemek istediğimi nasıl doğru düzgün ve net olarak yazabilirim bilmiyorum ama deneyelim.

Ben gittim, kendi gözümle gördüm.

Demek istediğim su ki bana pek de öyle mezar olsun diye yapılmış gibi gelmedi.

Piramitlerin içi bastan aşağı tas, yani öyle mozole, mezar gibi bir salon, oda, vs. yok.

Bir iki oda var ama onlar minicik küçücük odalar. Bu odalar da öyle piramitlerin tam ortasında yada her iki piramitte de ayni yerde değil.

Abuk bir bicimde dizlerinizin çenenize çarparak yürüdüğünüz bir dehlizle önce aşağı, sonra da yukarı çıkarak oda kılıklı bir yere ulaşıyorsunuz.

Hatta bu ufak odaların bir tanesi, piramittin içinde bile değil, altında yani tas sınırlarının dışında.

Odaların isimleri Kralın Türbesi, Kraliçenin Mezarı falan olsa da siz bana inanın, bu odalar öyle mezara falan benzemiyor.

Daha ziyada, hazır bunlar buradayken bir iki firavun mumyalayıp gömelim diyerek mezara çevrilmiş gibiler sizin anlayacağınız.

Ha, daha sonra yapılmış piramitler mezara benzeyebilir, bir ikisini gördüm.

Ancak bu piramitlerin ne boyut, ne de geometri olarak Giza piramitleriyle ilgisi var. Asterix ve Cleopatra’daki devamlı sarhoş gezen Imotep’in yaptığı piramitler gibiler...

Ufak, yamuk yumuk ve Gize piramitlerinden yüzyıllarca sonra yapılmış olmalarına rağmen, zamana dayanamamış ve harabeye dönmüşler.

Giza piramitlerin kendimce ne için yapılmadıklarını burada size söylesem de gerçek yapılış amaçlarını maalesef bilmiyorum.

Erich von Däniken yıllarca önce bunların uzay gemileri için iniş platformları olduğunu öne surdu.

Bu fikrin uzantısı olarak Stargate filmi fazlasıyla ilgi çekti.

Bu filmin de devamı olarak Stargate SG-1 dizisi çekildi ki en favori dizilerimden biridir.

MacGayver’den hatırlayacağınız Richard Dean Anderson (Col./Gen. Jack O’Neill), Amanda Tapping (Cap./Maj. Samantha Carter), Michael Shanks (Dr. Daniel Jackson) ve tabii ki Christopher Judge (Teal’c), eski Mısır tanrılarının parazittik canlılar tarafından kontrol edilen insan vücutlarına sahip olduğu bu temayı çok zevkli bir bicimde canlandırırlar.

Ama söylemeye bile gerek yok, bu hikayeler adları üzerinde hikaye. Gerçek olduklarına dair hiçbir kanıt yok.

En bilimselleri diyebileceğimiz Daniken bile, fikirlerini savunmak için isteyenin kendine çekip farklı olarak yorumlayabileceği sözde kanıtlar ileri sürer. İsterseniz okuyup kendi yorumunuzu yapın tabii ama bana sorarsanız hepsi köfte.

İşte ortak dünya kültürünün bir parçası oldukları için Mısır piramitleri çok ilgi çekerler, piramit deyince ilk akla gelirler.

Ama dünyadaki piramitler sadece Mısır’da değildir.

Aslında piramitler dünyanın her tarafında, birbirine göreceli olarak yakın tarihlerde yapılmışlardır.

Mesela dünyanın en büyük piramidi Mısır’da değil Meksika’da, Cholula bölgesinde bulunur. Elli beş metre yüksekliğindedir, dört yüze dört yüz metrelik bir tabanı vardır. Giza’daki piramit ise yüz kırk altı metre yüksekliğinde olsa da tabanı sadece iki yüz otuza iki yüz otuz metre boyundadır.

Orta ve güney Amerika’da maya, Aztek ve Inka’lardan kalma bol bol piramit bulunur.

Bunların bence en ilginci, Meksika’da, Yukatan yarımadasında, eski bir Maya kenti olan Chichen Itza’da bulunan piramittir. İspanyolcadan gelme ismi El Castillo olsa da gerçek adi bu değildir.

Bu piramide Kukulkan tapınağı da derler.

Kukulkan yılan temelli bir Maya tanrısı. Yılan herzedense Mısır tanrı literatüründe de çok popülerdir. Mesela, Mısır tanrısı Apofis bir yılan tanrıdır.

Hem piramitler, hem yılanlar, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta, iki farklı kültürde de benzer şekilde gelişmiş, bu çok enteresan.

Antropolojik bir açıklaması olsa da ben soruyu sormadan edemeyeceğim.

Chichen Itza piramidinin dört bir tarafında merdivenleri var. Bu merdivenlerde, en üst kattaki platformu da sayarsak üç yüz altmış beş basamak bulunur.

Bir güneş yılındaki gün sayısı.

Maya uygarlığı astronomik olarak çok ileri imiş.

Neyse umalım, o kadar da çok ileri olmamış olsunlar, çünkü biliyorsunuzdur, Maya takvimine göre Aralık 2012’de dünyanın sonu gelecekmiş.

Basamak sayısı ile birlikte, yapının güneş doğuşu ve batışına göre düzenimi, gölgelerinin duşumu falan söylendiğine göre hep planlıymış.

Bu sene bir aksilik olmazsa bu piramit gezi planlarımız içerisinde. Gezdikten sonra size daha fazla bilgi vereceğim.

Dönelim Amerika’daki piramitlere.

Arkeologlar Amerika piramitlerinin yapılış amaçları için biraz daha kesin konuşabiliyorlar.

Bu piramitlerin genelde tapınak olduklarını söylerler.

Yani tanrılara insanlar dahil adak adadıkları, dinlerinin gereği ibadetlerini yaptıkları yapılar.

Böyle midir, değil midir, bilemem.

Özellikle tek tanrılı dinlerin öncesi uygarlıklar ortak birçok yapılarını dini motiflerle yapmışlardır. O yüzden bir yapıyı tapınak olarak adlandırmak genelde yanlış olmaz (Bu profesyonel yönetim sorunlarının nedeni olarak komünikasyonu, yani iletişimi göstermeye benzer. Yanılmanız çok zordur.).

Ama ben kendi ufak araştırmamın sonucu, mesela niye piramit sekli benimsenmiş, yada bu sekil nasıl dünya üzerinde birçok farklı uygarlık tarafından uygulanmış gibi sorulara dişe dokunur cevaplar bulamadım.

Her ne olursa olsun, piramit şekilli yapılar, henüz açıklanamamış anlamlarıyla düşüncelerimizi meşgul etmeye devam edecektir.

24 Nisan 2012 Salı

Alice Evine Döndü

Sabah sabah nasıl güldürdüler beni, ben de sizi güldüreyim.

Sarkozy ilk turda ikinci çıkmış sandıktan.

Merkel teyze çok endişeliymiş çünkü Fransa’da Le Pen’in oyları yükseliyormuş.

115 kiloluk biri 117 kiloluk arkadaşının aşırı kiloları için endişeleniyor.

Bu komik konuşma aslında “Demokratik” Almanya’nın Fransa’ya “Ben Sarkozy’yi istiyorum.” mesajının tam Merkel’in zeka seviyesine uygun bir “incelikle” Fransız halkına son bir çaba olarak iletilmesi.

Bu arada Sarkozy efendi yine Ermeni oylarına sarılmak istemiş, ucyuzdoksansekizinci kere Ermeni soykırımı yüzünden ne kadar üzgün olduğunu belirtecekmiş.

Ben Ermenilerin yerinde olsam bayaa kızardım. Bu adam onların zekâlarıyla alay ediyor bana sorarsanız.

Bu arada solcu aday Hollande ilk sırada diye piyasalar endişelenmiş.

Çünkü Hollande çok popülist sözler veriyormuş, bunları yerine getirirse Fransız ekonomisi batarmış.

Yazık bak şu şanssızlığa.

Tecrübesiz popülist sosyalist Hollande, güzelim Fransız ekonomisini batıracak.

Bence, eğer Hollande gelirse bu, Baby Bush’un Amerika’yı dünya üzerinde iki yerde savaşa sokup, tüm dünya insanlarını Amerika’dan nefret eder hale getirip, dış politikasını tamamen bitirip, ekonomisini büyük depresyon seviyelerine getirip batırdıktan sonra yerine gelen Obama’ya dönüp “Hadi ülkeyi kurtar” demeye benzeyecek.

Fransa dönülmez noktayı çoktan geçti.

Bu saatten sonra kimse Fransa’yı kurtaracak kudrette değil.

Hollande, sadece rolünü oynayıp bu geçiş döneminin acısını biraz azaltabilir netekim. Fazlasını beklemek saflık olur.

Dünyanın bu bölgesinde anahtar AB’nin geleceğini nasıl şekillendireceğine bağlı. Sahte mutluluk ancak bu kadar sürebildi.

Alin, Hollanda hükûmeti de düştü, ekonomik başarısızlık nedeniyle.

Harikalar diyarı tadilat nedeniyle kapalı. Alice, evine dondu.

22 Nisan 2012 Pazar

İklim Kafayı Yedi

Bugün Pazar, Nisan 22, 2012.

Sabah kalkıp pencereden dışarı baktığımda, pırıl pırıl bir sabah güneşi ve masmavi gökyüzünü gördüm. Eşime hava çok güzel, bir şeyler yaparız bugün dedim.

Beş dakika sonra Jelena, kopeği yürüyüşe çıkardı. Aradan birkaç dakika ya geçti, ya geçmedi, ikisi de bağırarak eve girdi.

“Çok soğuk, donduk.”

Hadi canim dedim. Pencereden bir baktım ki kar yağıyor.

Hem de öğle mini mini, oyuncak bir kar yağısı değil. Neredeyse lapa lapa.

Hemen bir fotoğraf çekip blog’a yazayım diye telefona koştum. Bu arada Jelena şömineyi yakmak için odun getirdi dışarıdan.

Pencereye geri donup fotoğraf çekmek üzereydim ki, yine pırıl pırıl bir güneş, masmavi bir gökyüzü.

İnanıyorum ki artık resmi olarak sunu söyleyebiliriz.

İklim kafayı yedi.

Bu kafayı yeme olayının boyutunu henüz bilmiyoruz, ancak ciddi olduğu kesin.

Çevreyi koruma, karbon emisyonu, yenilenebilir enerji gibi konular yakın zamana kadar parası bol canları sıkkın hanımlarla homoseksüellerin iştigal sahalarıyken bugün bu konuları ülkeler en üst seviyede tartışıyor.

Bayram değil, seyran değil, Amerika petrol kaynaklarını güvensizleştirme yerine Japonya ile yenilenebilir enerjiyi tartışıyorsa demek ki bu is ciddi.

Hatta “korkarım” biraz geç.

Bu geç argümanımı destekleyecek bilimsel kanıtlara sahip değilim. Hatta bu iklim değişikliklerinin mekanizmasını açıklayacak bilgiye de.

Benimki sadece bir “his”.

Ama hani gözünüzle görseniz daha fazla inanamayacağınız kadar güçlü bir his.

Umarım yanlıştır. Ancak yanlış değilse hepimiz ayvayı yedik demektir.

İklim değişikliklerinin tipik sonucu çölleşme, buzul çağları, açlık, salgın hastalık gibi sevimli olgulardır.

The Day After Tomorrow, yani Yarından Sonraki Gün filmi bu sonuçları fazlasıyla dramatik bir bicimde ortaya koyar. Denk gelirse bir seyredin.

Gelişmiş ülkeler bu önlenemez facia sonucu üçüncü dünya ülkelerinin insafına kalır sonunda.

Olur mu olur.

Ancak ciddi boyutta iklim değişiklikleri dünyanın tümünü etkileyecektir. Buna bağışıklık sahibi hiçbir ülke yoktur.

Amerika’da içilecek su kalmadı Ho! Ho! Ho! deyip hayatımıza devam edemeyiz.

Peki bu facia ile mücadele edebilir miyiz?

Elbette.

Ben hala her şey eskisi gibi olmayacak diyenlerdenim ama mücadelemize başlayarak yada sürdürerek olumsuz etkileri azaltabiliriz.

Yapmamız gereken ilk şey karbon yanması kökenli enerji kaynakları başta olmak üzere enerji kullanımımızı azaltmaktır.

Yani, mümkün olduğunca özel arabamızı kullanmamak, araba alırken düşük yakıt tüketimi olanları, hatta mümkünse hibrid motorları tercih etmek.

Bu söylediğimi yapmak aslında bayağı zordur çünkü alışkanlıklarımızı önemli boyutlarda değiştirmemizi gerektirir.

Mesela burada size bol bol ahkam kessem de ben kendim tuvalete bile arabayla giden, sekiz silindirli motoru olan bir araba kullanan biriyim.

Ben kendim yapabilecek miyim? Göreceğiz. Ancak ciddi olarak düşünmeye başladım.

Bir arkadaşım yeni bir araba aldı. Frene basıp durduğunuzda motor kendi kendine duruyor, yani bayağı kontak anahtarı ile motoru stop etmişsiniz gibi. Daha sonra gaza bastığınızda motor yine kendi kendine çalışmaya başlayıp arabayı hareket ettiriyor.

Neyse. Araba kullanımını azaltmak, atmosfere karbon salınımını düşürmeye ve dünyamızın yükselen ısısını azaltmaya yardımcı olur.

Ha, bir de sizin cebinize faydası dokunur. O da yan yada ikincil fayda olur diyelim.

Başka ne yapabiliriz?

Sadece araba yakıtlarını değil tüm diğer enerji kaynaklarının kullanımını azaltmak.

Her tür enerji kullanımı sonunda ısıya dönüşür. En temiz enerji kaynakları bile, örneğin hidroelektrik santrallerinden yada rüzgâr türbinlerinden elde edilen elektrik bile kullanıldığında en sonunda ısıya dönüşür.

Bu, iki artı iki eşittir dört kadar açık ve doğru bir fizik kuralıdır.

Elektrik lambası yandığında ışık verse de bu ışık sonunda odanızı ısıtır. Televizyonunuz, ütünüz, buzdolabınız, hep sonunda kullandığı tüm enerjiyi ısıya çevirir.

Bu tür fazla enerji kullanımı havaya karbon salınımı yapmasa da dünyanın soğumasını engellemesi sebebiyle dünyanın toplam ısısını artırmasıyla sonuçlanır.

Bu arada, az elektrik kullanırsanız cebiniz de rahat eder.

Az enerji kullanmanın başka bir yöntemi de enerjiyi verimli kullanmaktır.

Evinize yapacağınız doğru ısı izolasyonu düşündüğünüzden çok daha fazla enerji tasarrufu yapar.

Başka?

Size saka gelebilir ama az yiyin. Siz yedikçe bol bol karbon bırakırsınız havaya. Az yerseniz daha da sağlıklı yaşarsınız.

İşte böyle.

Az önce yine pencereden dışarı baktım.

Mavi gökyüzü, pırıl pırıl bir güneş.

Umalım hep öyle kalsın.

21 Nisan 2012 Cumartesi

İşin Kakasını Çıkarmak

Türk milleti olarak çok kotu bir huyumuz vardır.

Bir işe baslar, iyi de ederiz.

Sonra devam eder ve biraz biraz faydasını görürüz.

Ondan sonra da onun kakasını çıkarırız.

Yani uzatır da uzatır, dallandırır, budaklandırır, başlangıçta güzel olan fikri olur olmadık her şeye uygulamaya kalkar, abartır, da abartır, inciğini, cinciğini tartışır, hem insanları bıktırır, hem de fikri işe yaramaz hale getiririz.

Eski bir patronumun bir lafı vardı, çök severim.

Marjinallerde dolaşmak kötüdür, çok çalışmak da, hiç çalışmamakta zararlıdır ortasını bulmazsan problem yasarsın derdi.

Ne kadar çok doğru.

Mesela biz bir renkli TV alır, renklerini sonuna kadar açarız. Yayın neredeyse renklerden görünmez.

Arabaya aldığımız müzik sisteminin sesini hoparlörler patlayana kadar acar , duyma zorluğu geçirir seviyeye geliriz.

Ya çok çalışır, kendimizi, evimizi, hayatimizi unuturuz, yada bütün gün hiçbir şey yapmaz, ne işe ne okula gideriz.

On sekiz yaşındaki kızımızı eve kitler, arkadaşlarını görmesine bile izin vermeyiz.

Bir kamyonu haddinden kat be kat fazla yükler, hem kendi hem de başkalarının hayatını tehlikeye atarız.

İki kadeh yerine 70 santilitrelik bir şişe rakı içer, arkadaşımızı, çoluğumuzu, çocuğumuzu, karımızı, kocamızı kırar, üzeriz.

Canini çıkarsanız 180 kilometre yapabilen arabamızı 179 kilometrede kullanırız.

Ya neredeyse çırılçıplak gezer, ya da sekiz kat giyiniriz.

Arabada ve evde sıcaklık ayarımız ya en soğukta, ya en sıcaktadır.

Ya hiç konuşmaz, ya hiç susmayız.

Alin bakın, son günlerde tabu sayılan bazı kurumlar ve kişiler yavaş yavaş yaptıklarından sorumlu tutulur hale geldi. Demokrasi neredeyse işler duruma geldi derken...

İşin kakası çıktı.

Önlerine gelen herkesi içeri atmaya başladılar.

Bu insanlar yıllarca hüküm giymeden hapiste kaldı.

İşe yarar, yaramaz, manalı, manasız her şeyi delil diye topladılar. İlgili, ilgisiz, her şeyi tartışmaya, insanları rencide etmeye götürdüler isi.

İyi başlayan bu süreç artık yüzümüzün karası oldu.

Ne diyorum...

Marjinaliz vesselam.

Bilmeyiz nerede duracağımızı.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...