7 Mart 2012 Çarşamba

Bilimsel Kader ve Alınyazısı

Üfürmeye başladık ya gerisi gelecek tabii. Bir önceki yazıda ayni anda değişen çok sayıda öge olduğunda öngörü yapmanın güçlüğünden bahsetmiştim, hatta tekillik falan gibi teorik fizik ilkelerine atıfta bulunmuştum.

Hadi laf açılmışken biraz daha fizik yapalım isterseniz. Hatta uçuk yüksek teorik fizik yada filozofik fizik.

Filozofik fizik terimini ilk defa kullandım. Tamamen kıçımdan uydurdum. Ama güzel durdu bana sorarsanız netekim. Niye olmasın, bakarsınız terim tutar, yarından itibaren herkes filozofik fizik tartışmaya baslar.

Neyse, dönelim gelecek öngörülerine.

Bütün dinlerde ve dillerde geleceğin önceden planlandığına ilişkin inançlar vardır. Kader, alın yazısı yani fate, destiny, karma.

İbresi biraz bilimselliğe kayan bir çoğumuz bu kavramlara biraz burun bükerek bakarız. İlkel, batıl buluruz.

Ama bir de gerçekten önceden belli bir gelecek varsa, yazılmışsa bir kenara? Olur muyuz mosmor? Öyle Darwin, Einstein falan diye söylev verirken Tevrat doğru cikarsa mahcup olurmuyuz?

Olur mu, olur.

Gelin biraz klişeden kopup bu çoğunluğu teokratik yani dinsel kökenli kavramlara bilimle yaklaşmaya çalışalım. Yıllar önce Ahmet Kayanın bir şarkısında dediği gibi “beni bilimle yargıla iki gözüm, tarihle sorgula, yorgun demokrat...” :)

Atiğimiz her adım, verdiğimiz her karar, beynimizin vücudumuza verdiği komutlarla gerçekleşir. Beynimiz aslında sinirlerin yada bilimsel adıyla nöronların elektriksel etkileşimiyle tabiri caizse düşünür ve hareket emirlerini verir. Nöronların elektriksel etkileşimleri molekül ve atomların hareketleri sonunda gerçekleşir. Atomların hareketleri sonuçta başka atomların itmelerine ve çekmelerine bağlıdır, yani serbest yada kullanılabilir enerjiye.

Bu enerji de tesadüfi olarak gelip giden bir olgu yada seksi deyimiyle fenomen değildir. Her zaman ölçülebilir. Başka bir deyişle evrende olan her şey enerjinin - ki madde de enerjinin bir şekli olduğuna göre maddelerin ve onları oluşturan parçacıkların, etkileşimiyle gerçekleşir.

Bilgisayarın klavyesindeki tuşlara basarken, beynim icindeki birkac quark ve elektronun yer degistirmesi sonucunda klavyedeki harflere basma sonucunu doguran bir dizi eylemi baslatir.

“Hadi lan biraz quantum-manyak yazı yazayım” fikrini kafamda oluşturan da aslında bu yer değiştiren parçacıklardan başkası değildir..

Bu parçacıklar yani bilimsel adlarıyla quark ve elektronlar aslında çok basit hareketlerde bulunurlar. Bunlar genelde dönme eğilimindedirler ama bazen ileri geri de giderler. Bu yüzden bir quarkin yeri ve hızını biliyorsanız gelecekteki yeri ve hızını çok hassas olarak hesaplayabilirsiniz.

Evrende olan biten her şey, beynimizin düşünme eylemi dahil, quark ve elektronların hareketleri sonucunda gerçekleştiğinden evrendeki her quarkin yeri ve hızını bilirsek gelecekte nerede ve hangi hızda olacaklarını da bilebiliriz.

Alin size fazlasıyla bilimsel kader, alin yazısı.

Bu bir gerçektir sevgili arkadaşlar. Hayatimiz ve doğrusu evrende olan biten her şey su anki bilgi seviyemiz ve anlayışımıza göre bellidir yani önceden planlanmıştır.

Planlanmasına planlanmıştır da biz bunu bilebilir miyiz? Kritik soru bu.

Düşünsenize evrende olan biten her şeyi durdurup quark ve elektronların gelecekteki yerlerini ve hızlarını hesaplamak için su anki yerlerini ve hızlarını bir yere kaydedebileceğimizi düşünelim (bu fazlasıyla saçma bir önergedir çünkü bu kayıt ortamı için en az evrendeki tüm madde kadar maddeye ihtiyaç duyardık ama şimdilik idare edelim). Biz kendimiz de evrenin bir parçası olduğumuza göre bu hesaplama da ayni hesaplamanın bir parçası olurdu ve hesaplamayı sonsuza dek bitiremezdik. Aslında her şeyi durdurduğumuz için hesaplamayı da durdurmuş olmamız gerekirdi falan…

Yumurta mi tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan? To be or not to be. Alin size felsefe yani filozofik fizik :)

Neyse, kıssadan çıkacak hisse, evrenin bir parçası olan hiç bir birey evrenin tümünü oluşturan parçacıkların hızını ve yerini ayni anda bilemez, böylece gelecekte ne olacağını kesin olarak hesaplayamaz.

Yukardaki kural evrenin dışındaki kavramları kapsamadığından, tek tanrılı her dinin öngördüğü her şeyi bilen ve geleceği gören tanrı inancına da aykırı düşmez.

İşte bu yüzden kadere, alın yazısına burun bükerken dikkat.

Bu arada yeri gelmişken dokunduralım. Biraz fizik bilen ama olayın özünü anlamayan birçok kişi evrendeki tüm parçacıkların yeri ve hızının ayni anda bilindiğinde gelecekte ne olacağının kesin öngörüsü kavramına karşı çıkmak için Heisenberg (Hay-zın-börg) isimli bir bilim adamının uncertainity yani belirsizlik ilkesini ileri sürer.

Bu ilkeye göre bir parçacığın hızını ne kadar çok hassas ölçerseniz yerinin olçumu o derece az hassas olacaktır – yada tersi. Bunun sebebi ise olçumu hassas yaparken kullanılan yöntemin kendisinin parçacıkların hızlarının yada yerlerinin değişmesine yol açacağıdır. Bu yüzden uzay yolunun maddeyi bir yerden bir yere taşıyan yani her parçacığın yerini ve hızını hesaplayan ışınlama cihazında Heisenberg Compensator yani belirsizlik problemini gideren hayali bir parça bulunur.

Belirsizlik ilkesi evrendeki tüm parçacıkların yer ve hızları bilindiğinde gelecekteki yer ve hızlarının hesaplanabileceği kısaca geleceğin hassas olarak öngörülebileceği kavramına ters düşmez, sadece olçumun gerçekte yapılamayacağını ileri sürer. Yani lütfen bu yazıyı Heisenberglemeyin.

Başka bir rica, sadece electron ve quarklardan bahsederken can sıkıci bir cok parca adı saymamak için bir basitleştirme yaptım. Lütfen yine “Sadece electron ve quarklar yetmez, muon ve neutrino’ların da yerini ve hızını hesaplamak gerekir.” falan da demeyin. Hatta ölçülen verilerin de yer ve hız değil pozisyon ve momentum olduğu falan da.. Sözün kısası, bir fizik kitabi değil, vakit geçirmek için yazılmış bir yazı okuduğunuzu lütfen unutmayın.

Bu arada, eğer bu konu biraz ilginizi çektiyse Isaac Asimov’un Foundation (yani Vakıf) diye bir dizi romanını okumanızı tavsiye ederim. Asimov, Foundation serisinde Hari Seldon isimli kahramanının psychohistory yani pisiko-tarih isimli bir bilim dalı çerçevesinde evrendeki tüm parçacıkların yer ve hızlarını hesaplamadan matematiksel yöntemlerle gelecekle ilgili yaptığı öngörüleri zevkli detaylarla anlatır.

6 Mart 2012 Salı

Öngörü

İlginç zamanlardan geçiyoruz. Olan biten birbirinden önemli o kadar fazla şey var ki insan hangi birine bakacağını şaşırıyor.

Suriye’de olanlar ortada. Cin askeri harcamaları %11’e çıkarmış. Amerika Iranı bombalarız diyor.

Böyle birçok önemli olay ayni anda olduğu için artık bunların sonuçlarını da tahmin etmek imkânsız hale geldi.

Burada, ayni anda değişen o kadar çok öge, parametre, ortaya çıkar ki insan beyni “bu gerçekleşirse sonucu şu olur” gibi sonuçlara varma yeteneğini kaybeder.

Yunanistan önce battı, sonra da sözüm ona iki nesilim sefaleti pahasına kurtarıldı. Portekiz, İspanya sıra bekliyor. Avrupa topluluğu, bir Hintli, bir Cinli bir de Brezilyalı saldırganın hedefi olan temiz beyaz Avrupalı katinin on bir başka Avrupalı kadın tarafından kurtarıldığı sözüm ona Avrupa birliğinin bütünlüğünü konu alan tanıtım filmleri yapıyor...

Amerika Iranı bombalar, Avrupa da ekonomik krizden çıkmak için Cine saldırırsa ne olur? Yada Rusya’da Putin yüzünden bir iç savaş çıkar mi?

Bilmemekteyim.

Quantum fiziğinde kütlenin sonsuz olduğu tekillikler yada Frenkçesiyle “singularity”’ler vardır, kara deliklerin tam merkezi gibi. Buralarda bilinen fizik yasaları artık islemez hale gelir çünkü kaos başlamıştır. Hız, ağırlık, zaman, kuvvet yani bildiğimiz dünyevi fiziksel ögeler anlamlarını kaybetmiştir.

Fizik dersini birikip biraz daha dünyevi bir örnek verelim. Bir sekiz yüz metre yarışını duşunun, ilk iki yüz metreden sonra bir atlet guruptan kopar, yarışı önde götürmeye baslar. Başka biri düşüp sakatlanır. Geri kalan atletler genelde birbirleriyle denk bir gurup oluşturur, koşmaya devam ederler.

Burada gerçeğe yaklaşan bir öngörü yapmak olasıdır. Düsen atletin yarışı kazanamayacağı öngörüsü neredeyse kesin olarak gerçekleşecektir. Birinci ise güçlü bir olasılıkla guruptan kopup yarışı önde götüren atlet olacaktır.

Bu örnekte olağan bir sekiz yüz metre yarışında farklı olarak gelişen sadece iki olay gerçekleşmiştir.

Bu iki olay insan beyninin ve düşünce gücünün bahsedebileceği kadar büyüktür (yada küçüktür).

Değişen bu iki parametreyi kullanarak gelecekle ilgili bir öngörü yapabiliriz.

Simdi de aksi bir örneğe bakalım. Yukardaki sekiz yüz metre yarışının iki yüz metresinden sonra atletlerden biri yanındaki atletin ağzının ortasına bir yumruk atar, bu anda bir deprem olmaya baslar ve tüm bunlar olurken stadyuma bir uzay gemisi inerse bu yârinsin birincisinin kim olacağı, kimin yarışı sonuncu tamamlayacak, hatta yârisin tamamlanıp tamamlanmayacağını bile öngörmek imkânsız hale gelir.

Bu demek değildir ki insanlar öngörüde bulunmayı bırakacaktır. Özellikle ülkemizde hayatında sürücü koltuğuna bile oturmamış bir baltaya motorum bozuldu anlar misin bu islerden dediğinizde kaputu açıp motoru tamir etmeye soyunan daha da kötüsü bunu başarabileceğine inanan en az altmış milyon insan varken koşullar ne olursa olsun ortalıkta binlerce öngörü bulunacaktır.

Bunların büyük çoğunluğu ise yaramaz da olsa.

21 Şubat 2012 Salı

Issız Ada

Soru:

Issız bir ada devletinin merkez bankası sadece 10 TL’lik bir banknot para basar. Yani sadece bir tane on liralık banknot. Bu tek banknot adanın tek memuruna maaş olarak verilir. Adada bir bakkal, bir kasap, bir manav dükkânı bulunmaktadır. Bu üç dükkânda sırası ile on liralık ekmek, kıyma ve domates satılmaktadır. Adada bir de yeni açılmış bir banka bulunmaktadır. Bankanın kasasında hiç para yoktur.

Memurumuzun evinde üç çocuğu vardır. Bu üç çocuklardan biri babasından ekmek, diğeri kıyma ve üçüncüsü de domates istemektedir.

Sorumuz şu.

Bu memur cebindeki on lirayla üç çocuğunu da birden istediklerini alarak nasıl mutlu eder?

İsteyen cevabini aşağıya yorum olarak yazsın. Utananlar mail/mesaj gönderebilir. Asosyaller hiçbir şey yazıp göndermese de olur (bu son olasılığın gerçekleşeceğini düşünüyorum ama yine de deneyelim).

Sorunun cevabi şöyle. Memurumuz önce bakkala gider. On lirayı ödeyip ekmek alır. Bakkal bu on lirayı bankaya yatırır. Memurumuz bankaya gider, on lira kredi alır, aldığı bu krediyi kasaptan kıyma almak için kullanır, kasap parayı bankaya yatırır, memur yine on liralık kredi alır ve bunu domates almak için kullanır.

Yukardaki örnekte on liralık banknot, otuz liralık harcama yarattı. Ekonomi bilimi, basili paraya asli (gerçek) para, bu paranın yarattığı harcama hacmine ise kaydi (sanal) para isimlerini verir.

Bu kaydi paranın yaratılmasında bankanın rolü çok ama çok önemlidir.

Aslında memur ve esnaf sayısını artırırsak, ilk basili para sonsuz seviyede harcama yaratacaktır. Hatta bir memurun bankadaki tasarrufu başka bir memurun aldığı kredi haline dönüşecektir. Kafası orta cağlarda kalmış parasını yastığının altına saklayan bir gurubun olmadığını varsayarsak tüm asli paralar bankalara dönecek ve misliyle kaydi para yaratacaktır.

Nihanın akıllıca verdiği kredi kartı çözümü bir numara fazla doğru geldi soruya.

Kredi kartları kaydi para yaratmakta kullanılan en verimli enstrümanlardan biridir. Niye derseniz, kredi kartları, kaydi para yaratmak için asli paraya ihtiyaç duymaz. Kredi alabilmek için ise önce bankaların mevduat toplaması gerekir.

Bilmecede, memurumuz evinin tüm ihtiyaçlarını kredi kartıyla ödeyerek alır, ilk bastaki on liraya gerek de kalmaz.

Bir ülkede ne kadar ticaret olursa, ekonomi o kadar hızlanır. Üretim tüketimden fazla ise ekonomi buyur. Kaydi paranın bu olaydaki rolü çok önemlidir. Piyasalarda ne kadar asli artı kaydi para olursa o kadar ticaret artar.

Yukardaki örneğimizde asli para sonsuz hacimde kaydi para yaratacağı için, piyasalardaki para miktarı sonsuz olacak, ekonomi de sonsuz büyüyecektir diyebiliriz.

Miyiz?

Piyasada para sonsuz olursa para kazanmanın bir önemi kalmaz. Öyle değil mi? Bakkal niye ekmek satıp para kazanmak için uğraşsın, gider kredi alır. Para sonsuz değil mi?

Bu saçma örnekte ekmeğin lira cinsinden değeri, yani fiyatı da sonsuz olacaktır. Başka bir değişle paranın değeri düşecek, enflasyon sonsuza fırlayacaktır.

Hop size ikinci kural. Bir ekonomide asli artı kaydi para miktarı arttıkça paranın değeri düşer, enflasyon artar.

Merkez bankaları asli parayı çok hassas olarak kontrol edebilirler, çünkü bir ülkede parayı merkez bankası basar. Para basmazsa, asli para miktarı artmaz. Piyasadaki asli parayı geri toplamanın da kolay yöntemleri vardır ama bunları başka bir yazıya bırakalım.

Merkez bankasının problemi kaydi parayı kontrol altında tutmaktır. Öyle ya, ufak bir asli para bile kalsa piyasalarda, bu ufak asli para sonsuz büyüklükte kaydi para yaratır.

Merkez bankaları da bu kaydi parayı kontrol etmek için, bankalara yatan tasarrufların bir bölümünü karşılık olarak saklama zorunluluğu getirir.

Yukardaki bilmecede merkez bankası bankaya der ki, tasarrufların yüzde 40'ini karşılık olarak tutacaksın, ancak yüzde 60'ini kredi olarak verebilirsin.

Böylece ilk alış verişten sonra bakkal on lirayı bankaya yatırdığında banka bunun ancak altı lirasını kredi olarak kullandıracaktır. Memur bankaya gittiğinde ancak altı lira alabilecek ve çocuğuna kıyma yada domates alamayacaktır.

Ista bankaların mevduatlarının kredi olarak kullandıramayacakları yani saklayacakları bu miktara “Munzam karşılık” denir.

Merkez bankaları munzam karşılıkları artırdığında, piyasadaki kaydi para miktarı düşer, para değerlenir, enflasyon azalır.

Munzam karşılıklar düştüğünde, piyasadaki kaydi para yükselir, paranın değeri düşer ve enflasyon artar.

Simdi bunların işliği altında aşağıdaki haberi okuyalım.

http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1086331-yuan-munzam-karsilik-indirimiyle-degerlendi

Çin in merkez bankası munzam karşılıkları düşürmüş.

Buraya kadar tamam.

Ama artık biliyoruz ki bu yüzden Cin para birimi olan Yunan’ın değeri düşecek, paranın değeri düştüğünde enflasyon da artacak.

Peki, Çin merkez bankası aklini mi kaybetti ki enflasyonu körüklüyor?

Bunun cevabi da başka bir yazıda.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Gözünü Sevdiğimin İstatistik bilimi

Babamın birbirinden değerli sayısız erdemleri dururken ala ala kronik mide ağrısını almışım ondan miras olarak. Gecenin bir saatinde uyandık yine. Ne yapalım, ekonomi geyiğimize devam edelim o zaman.

Bir suredir Avrupa çalışmıyor, üretmiyor ondan batma noktasına geldi diyorum her fırsatta. Ancak dikkat ettiyseniz Almanya’nın ekonomisini Avrupa’nın geri kalanından ayrı tutmaktayım.

Evet, Avrupa’da ekonomisi çok da kötüye gitmeyen bir ülke varsa o da Almanya.

Peki bu nasıl oluyor da oluyor?

Taşı toprağı altın mı da Almanya batmıyor, koca Fransa batmış ama saklarken, İtalya alenen pes etmişken, İspanya, Portekiz sıra beklerken ve Yunanistan da bir spot ışığı altında, sahnede “Show ”’unu yaparken?…

Almanya’nın sihirlini anlamak için biraz isin özüne inmek gerekecek.

Ailemizin finansal olarak rahat olması ya da güçlük çekmesinin bir tek temel nedeni vardır. Gelir ve harcamaların dengesi.

Yani kazandığımız kadarını ya da daha azını harcıyorsak finansal problemimiz yok demektir. Kazandığımızdan fazlasını harcıyorsak işler kötüdür.

Bu denklemde maaşımızın az ya da fazla olmasının bir önemi yoktur. Maaşımız az iken harcamalarımızı da az tutabiliyorsak finansal güçlüğe düşmeyiz.

Bu senaryoda, almak istediğimiz ev, eşya, araba, tatil, vs. gibi eşya ve harcamaları alamamak ya da yapamamak problemini yasasak da - ki bu fazlasıyla önemli bir problemdir, bir ödeme güçlüğünden söz edemeyiz. Yani kapımıza icra dayanmaz.

Bu basit denklem, ulusal ekonomilerde de aynen geçerliliğini korur.

Yunanistan in batma nedeni üretmemesi değil, ürettiğinden fazlasını harcamasıdır. Komsuyu yerden yere vursak da, unutmayalım, o tembel dediğimiz Yunanlı kelle başına bir Türk’ten neredeyse iki kat daha fazla üretmekte.

Bu kıssanın hissesi de bir ülkenin finansal durumunu incelerken hem gelirine hem de harcamalarına bakmanın gerektiğidir.

Dönelim Almanya’ya.

Alman ekonomisinin gelir tarafına bakarsak Alman halkının düzeni, sistematik ve verimli bir şekilde ürettiğini görürüz.

Piyer’le Fransuva her gün işinden bir saat erken kaçar ve şarabını içer, Hoze’yle Huan her gün birkaç saat siestasını yapar. Adriyano’yla Stefano işe bir gün gelir, ertesi gün gelmez, Spiros’la Yorgo rüşvet verip rapor alır ve ise gelmediği gibi bir de tedavi için üste para ister. Avrupalı olmasak da kendimize de dokunduralım. Abbas’la Ökkeş çalıştıkları işyerine bilmem kimin tanıdığı ya da akrabası diye girmiştir, işini yapacak yeteneği, tahsili ve bilgisi yoktur. İş yapmadığı gibi yürüyen işi de bozar, yavaşlatır. Kavga çıkarır, ortalığa zarar verir…

Hanz’la Franz ise paydos saatine kadar çalışır. İşi yoksa bile bekler. Eve git dersiniz, Nayn, gitmiyorum der. İyi de çalışır Almanyalı. Almancada en sık kullanılan kelimelerden biri “Şnel”’dir. Yani “Çabuk”! Bu arada belirtmeden edemeyeceğim, birkaç on yıllık beraberliğimiz ile gelen kültürel yakınlaşma sonucunda Almanlar da biraz biraz yumuşamaya başladı :)

Ama bana sorarsınız, Almanya’nın batmama basarisinin asil nedeni gelirinden çok giderinin yapısındandır.

Su aşağıdaki linke bakin.

http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_military_expenditures

Ülkelerinin gelirlerinin yüzde kaçını askeri harcamalar için kullandığını göreceksiniz. Amerika %4,8, Cin %2,1, İngiltere %2,7, Fransa %2,3, Rusya %4,0.

Almanya ise %1,3.

İkinci Dünya Savaşında yedi düvele kan kusturunca Almanya’nın askeri gücüne sınırlama getirildi. Soğuk savaş boyunca Amerika gece gündüz Almanya’nın sinirini bekledi ve Hans’la Helga da orduya vereceği parayı refahını artırmak için kullandı.

Bence Almanya’nın sihiri burada.

Japonya da İkinci Dünya Savaşının benzeri silahlanma sınırları getirdiği ülkelerden biridir. Askeri harcamaları Almanya gibi gelirinin küçük bir bölümüdür, yani %1,0. O yüzden Japonya da Almanya gibi refah seviyesi yüksek, ekonomisi güçlü bir ülke durumuna geldi.

Konumuzla çok ilgili olmamada isin komik tarafına değinmeden geçmeyelim. İkinci Dünya Savaşının galip ülkeleri Fransa, İngiltere, Rusya, vs. ise komünizm korkusuna ya da aşkına son elli altmış yıldır zibil gibi para harcadılar ordularına ve batma noktasına geldiler. Herhalde Almanya ve Japonya’ya bakıp “Lan keşke savaşı kaybetseymişiz” diyorlardır.

Bu arada, linkteki tabloyu inceleyen dikkatli gözler İspanyanın askeri harcamalarının gelirine oranının %1,1 olduğunu görüp de niye İspanya bugün batıyor o zaman diye hâkli olarak sorabilir.

Cevap ise “Gözünü sevdiğimin istatistik bilimi” seklinde özetlenebilir. Rakamlar bazen doğru sonucu, bazen de yanlış sonucu gösterebilir netekim. İspanyanın hikâyesi başka :)

16 Şubat 2012 Perşembe

Borç ve Alacak

Yunanistan battı diyoruz uzun bir suredir. Niye battı diyoruz? Çünkü çok borçlu, borçlarını ödeyemez duruma geldi.

Demek borçlu olmak kotu bir şey…

Etrafımıza bakalım. En çok borç içinde kim yüzmekte.

Dünyanın ikinci büyük borçlusu bankalardır. Kime borçludur bankalar? Sana, bana. Tüm mevduatlarımız bankaların bize geri ödemekle yükümlü olduğu borçlardır.

Borçlu olmak kötüyse demek ki tüm bankalar batacak. Hemen çekelim paramızı.

Yok, yok. Hemen bankaya koşmayın. Tamam, bankaların borçları derya ama bir o kadar da, hatta daha da fazla alacakları var.

Nedir bu alacaklar?

Bankaların verdiği krediler. Bu kredilere, mevduatlara ödediği faizden daha fazlasını bindirdiği için bankaların alacakları borçlarından daha yüksektir.

Yani borçlu olsalar da alacakları daha fazla olduğu için aslında keyifleri iyidir. O yüzden koşmayın dedim ya bankalara paranızı çekmek için.

Kıssadan hisse ne burada? Şu:

Sadece borcuna bakarak kimsenin iyi ya da kotu olduğunu, müreffeh ya da batik olduğunu anlamak mümkün değildir. Alacaklarına da bakmak gerekir. Alacakları borçlarından fazlaysa problem yok demektir.

Yukarda Dünyanın ikinci büyük borçluları bankalardır dedik. Peki birinciler kimdir?

Devletlerdir.

Her devletin borcu vardır. Bir iç borç, bir dış borç.

Bir devletin iç borcu, annenizden borç almaya benzer. Annenize biraz dil döker, biraz şirinlik yaparsınız, borcunu istemeyi bırakır. Aksilik bile etseniz size mahkemeye verecek değil ya… Biraz hır biraz gür idare edersiniz.

Bir devletin dış borcu ise ev sahibine ödediğiniz kira gibidir. Geç ödersiniz, faiz biner. Ödemesiniz, icra gelir, atar dışarı.

Bundan dolayıdır ki bir devletin dış borcu çok ama çok önemlidir. Yunanistan bundan battı zaten, hatta iç borcu da kontrol edemediği Euro üzerinden olduğu için sanki dış borçmuş gibi çarptı komsuyu netekim.

Her devletin dış borcu vardır. Amerika’dan Avrupa’ya hepsi dış borca öyle bir batmış ki, ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Ama sahi kimdir bunların alacaklıları hiç düşündünüz mü?

Birileri bu borçları verdi ki bunların hepsi borç batağında….

Yukardaki banka misali, devletlerin sadece dış borcuna değil, dış alacaklarına da batarsak, İsviçre, Lüksemburg gibi küçük bir iki ülke dışında bir büyük ülkenin alacakları borçlarından fazla.

Çin!

Bütün Dünya neredeyse Çin‘e borçlu ya da borçlu olma yolunda.

Bunun da bir tek sebebi var. Çin üretiyor, yani çalışıyor.

Başta Avrupa, diğerleri ise kebap :)

Anlayın yani…

18 Ocak 2012 Çarşamba

Macaristan, Vurun Kahpeye...

Yıl 1995’ler. Avrupa birliğine ilk dalga ülkeler aday. Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan bu dalganın yıldızları. IBM ileri teknik üretimini işgücü ucuz olan Macaristan’a kaydırdı.

Almanya basta olmak üzere tüm Bati Avrupa ülkeleri buyeni Avrupa ülkelerinin altyapısını sil bastan imal ediyor. Yeni Pazar, tüm süpermarket zincirleri bu yeni ülkelere akıyor.

Bati Avrupa ülkelerin şirketlerinin gelirleri ikiye üçe katlanıyor.

Altyapı yatırımları bitip komünizmden yeni çıkmış bu yeni Avrupa’nın bati ürünlerine açlıkları artık bastırılmış duruma geldiğinde isler yavaş yavaş değişmeye başladı. Is gücünün ucuzluğu sebebiyle bu yeni ülkeler bir Pazar durumundan çıkıp Bati Avrupa ülkelerinin rakibi haline geldi. Bati Avrupa’dan yapılan yüksek seviyeli ithalatlar, ayni ülkelere yapılan ihracata donuştu.

Daha sonra Cin devreye girince Orta ve Doğu Avrupa bile pahalı kaldı, üretimin çoğu Asya’ya gitti.

Kaldı geride garip Macaristan. Ne is, ne as. Ne süpermarkete gidecek para, ne araba alacak maaş.

Geçmişin yükselen yıldızı oldu size kaka çocuk.

Simdi tüm Avrupa binecek tepesine.

Vurun Kahpeye!

16 Ocak 2012 Pazartesi

Sarkozy'nin Hikayesi

İtalyan gazeteleri Sarkozy’ye “Palyaço” demiş, ben “Soytarı” demiştim, kültürel farktan kaynaklanan bir sapma teşbihte. Bu notu alıp devam edelim çünkü bu yazıda Sarkozy’yle zorumuz yok. Bu yazının konusu, bir iki gün önce kıyısından geçtiğimiz “Fransız halkı bu adama niye oy verdi?” sorusu.

Öyle ya, adam aptalın, ırkçının ve faşistin biri – ki bu üç özellik doğada genelde bir arada bulunur. Bu demek midir ki bu adama oy verenler de aptal, irkci ve faşist?

Bu sorunun cevabini biraz derinde, tipik bir Avrupalının dünyayı görüp anlama yetisinde bulabiliriz. Bunu da hemen aşağıda yapacağız ama küçük bir “disclamer” yani tekzip yapalım.
Aşağıda Avrupalı şöyledir, böyledir dediğimizde Avrupa kültüründen kaynaklanan benzerliklerden ve genelde belirgin ortak özelliklerden bahsediyor olacağız yoksa Avrupalıların insani özelliklerinden, zekâlarından ya da kalitesinden değil. Aksi takdirde biz de Sarkozy gibi kafatasçı faşist bir ırkçı oluruz.

Dönelim Avrupalılara.

Avrupalı karmaşık bir sistem içerisinde yasar. Sistem karmaşık olduğu için tipik bir Avrupalı sistemin tümünün nasıl islediğini anlama ya da görme yetisinden ya yoksundur ya da zamanını böyle ulvi şeyler için harcamaz. Bu karmaşık sistem içerisinde kendi küçük rolünü oynar, sisteme katkısını yapar ve karşılığını alır.

İşte bu yüzden Türkiye’de duyduğumuz batılıların iki yol ayrımında bir işaret tabelası olmadığında şaşırıp bekledikleri hikâyeleri hep doğrudur.

Konumuz Türkler olmasa da küçük bir parantez açalım, bir Türk tabela bulamazsa ya birine sorar, ya uğurlu yönünü seçer, ama durmaz. Çünkü Türkiye’de isleyen bir sistem yoktur. Sistemin yokluğunda birey kendi başının çaresine bakar.

Bu yüzden Türkiye’de başarılar ancak bir bireyin yapabileceği kadar büyük olabilir. Başka bir deyişle Türk olarak bir kişinin yapabileceği islerde çok iyiyizdir. Çok güzel yemek yaparız ama sıfırdan bir araba imal edemeyiz çünkü bir arabayı planlayıp yapabilmek için birden fazla insanın bir arada uyumlu olarak çalışması gerekir.

Avrupalının bu sistem içerisinde çalışma yeteneği hiç de hor görülmemesi gereken bir özelliktir. Yüzyıllardır bu yetenekleri sayesinde medeniyeti başlatmış ve bu güne getirmişlerdir. Bu sistem, zekası ve kapasitesi düşük de olsa tüm bireylerin üretmesi ve topluma katkı sağlamasına yol açar.

Genelde düzgün çalışan bu sistemin bir iki küçük sorunu vardır.

Bunlardan biri sistemin içerisinde çalıştığı ortamın değiştiğinde sistemin de yenilenmesin gerekmesidir. Sistem evrensel değildir, her koşulda ayni verimle çalışamaz.

Bir diğeri ise de geri zekâlıların tehlikeli yerlere gelebilmesine uygun olmasıdır. Sistem o kadar güzel çalışır ki bu yetersiz bireylerin dangalaklıklarını gizleyebilir ya da zararlarını azaltabilir.

Sadece Sarkozy değil, size yüzlerce canlı örnek verebilirim, daha bugün birini andık bir arkadaşla.

Bu sistemin başka bir kötülüğü ise sistemin çalıştıkça insanların sisteme güveninin artması ve sisteme inançlarının kuvvetlenmesidir. Bu bireylerin sistemi sorgulamalarını bırakmasına ve sistemin durağanlaşarak değişen koşullara uyum sağlayamamasına yol acar.

Son bir kötü özelliğe değinip toparlayalım. Bireylerin sistem nasılsa çalışıyor o yüzden her birey yetenekleri ve uygunluğu ne olursa olsun her işi yapabilir düşüncesi ile hak eden bireylerden ziyade yapılacak iş ile ilgili olmayan özelliklerini sevdikleri bireyleri yükseltmesidir.

Gelelim Sarkozy’ye.

Başkanlık isi nasılsa yürüyor, bu adam bir de Fransa’ya göçü engeller diyerek oy verdiler bu dingile. Bu güne kadar başarılı olarak çalışan sistem Rusya’nın batıp İnternetin ortaya çıkmasıyla yıkılan sınırları ve iki milyar aç insanın Hindistan ve Çin’de isçi pazarına girmesini bu haliyle kaldıramadı ve yenilenme için baştaki bireylere döndü.

Döndü de bula bula burnunun ucunu zor gören ikinci dünya savaşının karanlıklarından fırlamış yeteneksiz ırkçı, faşist ve fazlasıyla aptal bir lideri buldu.

İşte Sarkozy’nin hikâyesi bence budur.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...