30 Kasım 2023 Perşembe

Bulaşık

Sevgili arkadaşlar, evde koşulların gerektirdiği bir iş bölümümüz var. Malumunuz, ben evden online çalıştığım için, gündüzleri bulaşıkları yıkarım. Çamaşır ise sevgili karımın işidir.

Bulaşıklar dediysem, onları makineye koyup, düğmeye basmak ve yıkama bittiğinde çıkarıp yerleştirmek. Yoksa elde yıkamıyorum tabii.

Yalnız yaşamaya çok erken başladığım için öyle bulaşık makinesi şımarığı değilimdir. Yıllarca köpek gibi elceğizimle bulaşık yıkamışlığım vardır. Yani entellik olsun diye evcilik oynayan çağdaş adam ayakları atıyorum zannetmeyin diye söylüyorum.

Ama bulaşık makinesi icat olup, mertlik bozulduğundan beri bu lükse de alıştık işte.

Evimizi aldığımızda, içinde bir Electrolux bulaşık makinesi vardı. Yaşları benim kadar olanlar hatırlarlar, eski AEG.

Hayatımda bu kadar lanet bir makine görmemiştim. Ne doğru dürüst bulaşık yıkıyor, ne de zerre kadar ergonomik. Öyle bir tasarlamışlar ki, ne tabaklar, ne bardaklar, ne de tencereler doğru dürüst sığıyor.

Herneyse, aradan üç beş sene geçti ve makine bozuldu. Buralarda ustanın sadece gelip, neresi bozuk diye bakması 150 Euro. Üstüne tamirat da binince 1000 Euro’yu buluyor. 

Electrolux’ı aradık, makinenin yenisi 1700 Euro. Adamlar bir de üç sene bedava garanti önerince, yeni bir makine almak çok makul bir hale dönüştü. Adamlara eski makine ile ilgili şikayetlerimi de söyleyince, yeminbillah, yeni modellerde böyle sorunlar kalmadı dediler.

Ee, getirin o zaman dedik.

Yeni makineyi ücretsiz kurdular, eski makineyi de ücretsiz götürdüler. Eski makineyi atmak 100 Euro’ya falan mal oluyor, küçümsemeyelim lütfen.

Yeni makine geldi. İçi eskisiyle aynı. Nerede lan bunun ergonomisi dedim tabii. Makine eskisi gibi, bir kargo uçağı misali çalışıyor. Düğmeye bastıktan sonra mutfakta konuşamıyorsunuz. Bana sorarsanız, eskisinden de kötü.

Ama garantiye tav olup, sesimizi çıkarmadık.

Üç-dört sene sonra makine bozuldu. Electrolux servisi geldi, bize yılda 150 Euro’ya garanti uzaması teklif etti. Biz de yeni bir makine almaktansa, yılda 150 Euro verelim, biraz daha idare edelim dedik.

Aradan bir-iki sene daha geçti, makine yine bozuldu.

Nasılsa garantisi var, içimiz rahat. Servisi çağırdık.

Adamlar geldiler, bütün mutfağı alaşağı ettiler, sonra da makinenin içinden sepet gibi bir parça çıkarıp, burnuma soktular.

“Sorun burada, bu parçanın değişip, makinenin temizlenmesi lazım”

Ee, sök, değiştir, temizle. Garantimiz yok mu?

Yokmuş. 

O bilmemen parçası garantiye dahil değilmiş. Size yeni makine verelim dediler. Kaç para dedik, 1700 Euro imiş.

S..tir git şeklinde Türkçe içimi döktüm, anlamadılar tabii.

Değiştirme, öyleyse git dedik. Tamam dediler, gittiler.

Üç beş gün sonra bir email. 150 Euro. Arkadaşlar gelip, evde makinenin neresi bozuk diye bakarken vakit harcamışlar diye.

Açtık telefonu, nedir bu annem diye sorduk.

Adamlar dediler ki, parça garanti haricinde olduğundan ekibin zamanı ödemeye tabii imiş.

Oğlum, makine garanti altında. Ben sizi çağırırken arızanın garanti altındaki bir parçada olup, olmadığını nereden bileyim?

Adamlar hayır, biz faturayı göndereceğiz dediler.

Jelena, Jelena oldu tabii. Gönder o zaman, bak bakayım ödüyor muyum dedi.

Adamlar tırsıp, fatura matura göndermediler.

Ancak bu arada evde bulaşık makinesi yok, son bir haftadır, 🐝Mezzy🐝 dahil, bulaşıkları elle yıkıyoruz.

Bir Bosch marka makine sipariş ettik. 700 Euro. Üç günde teslim ederiz dediler, kurması için de 150 Euro, yani 900 Euro’ya falan geliyor.

Makineyi üç günde teslim ettiler, ancak kuracak olan firmaya. Kurucu firma da bir hafta sonrasına randevu verdi. Yani bir on gün daha ellerimiz sıcak sudan, soğuk suya girdi.

Evde tabakları iki kere kullanıyoruz. 🐝Mezzy🐝 ben bulaşık yıkarken yerleri ıslatıyorum diye şikayet ediyor.

On gün geçti. Bu arada bulaşık yıkamamak için Disneyland'e falan gidiyoruz! 

Yeni makinemiz geldi...

Neyse, yeni makinemiz geldi.

Electrolux’ın teklif ettiği fiyatın yarısı, ama nasıl güzel yıkıyor, nasıl sessiz, nasıl akıllıca tasarlanmış anlatamam. Böyle şeyler “ev beyleri” için çok önemlidir, öyle hemen bana ne falan demeyin.

Artık bir bardaktan iki kere su içmiyorum. At makineye anasını satayım.

Evliliğimiz, yeni makineyle daha sağlam temellere oturdu.

Kıssadan hisse, Bosch iyi, Electrolux yaramaz.

Akşamınız güzel olsun❤️

18 Kasım 2023 Cumartesi

Gourmet

Sevgili arkadaşlar, gelin biraz gourmet geyiği yapalım. Yani mide, göbek, yemek, vs…

Bugün sevgili karımla kendimize et hazırladık. Amarikalılar 'pan seared steak' derler. Sığır etini önce yağda kızartır, sonra da fırında pişirirsiniz.

Bu hafta sonu için konuşuyorum. 

Önce eti sadece tuz ve karabiber ile marine ettim. Tuz deniz tuzu, biber de karabiber tohumunun değirmenlenmiş hali. Başka hiçbir halt yok.

Eti %75 tereyağı, %25 zeytinyağı ile kızarttım.

Burada anahtar, etin içinin kırmızı kalması. Kalın bir steak kızarttığım için, dışı simsiyah olsa da içi hala pembe bile değil, kıpkırmızıydı. Mideniz kaldırmıyorsa, eti öldürmek yerine gidin, tavuk falan yiyin. Eti kuruyana kadar kızartırsanız, sakız gibi kösele yersiniz.

Etin içi kırmızı kalsın
Kızartma aşamasının sonunda, tavaya kırmızı şarap ekledim. Şarapla yemek yaparken dikkat. Eğer çok kırmızı şarap koyarsanız, et şarap şarap kokar. Az şarap koyarsanız, şarabın katkısını hissedemezsiniz. Ben iki kişilik et için 1/4 şişe, yanı 17 cl şarap kullandım.

Etin etrafı simsiyah olana kadar kızarttıktan sonra, eti ve sosu bir cam fırın tepsisine koyup, fırına attım. Her beş dakikada bir, fırını açıp, etin sosunu bir kaşıkla etin üzerine yaydım. Dikkat, eğer bunu yapmazsanız, steak, tandıra döner.

Et böyle…

Etin yanına fırında patates yaptım.

Patateslerimiz, ince kabuklu, küçük, garnitür patatesleri. Bunları önce yıkayıp, sonra biraz zeytinyağı, tuz, biber ve en önemlisi, siz Türkler nasıl diyor, rosemary ile marine ediyoruz.

Üzerlerine biraz su atıp, kabukları çıtır olana kadar fırınlıyoruz.

Sonra fırından çıkarıp, üzerlerine su atıp, alüminyum folyo ile kapatıp, tekrar fırınlıyoruz.

Ben rosemary yerine basilicum kullandım, üzerlerine biraz da sarımsak tuzu attım.

Gelelim yemeğin en önemli komponentine.

Sos!

Etin yanına biber sosu hazırladım.

Yeşil biber tohumlarını ezip, bir miktar da ezilmemiş tohumu krema ile karıştırdım.

Bir sos tenceresine önce bir parmak su, sonra et suyu ve konyak koyup, alkol kokusu geçene kadar üç-beş dakika kaynattım. Sonra krema ve biber karışımını ekleyip, biraz sarımsak tozuyla kaynatmaya devam ettim.

Dikkat. Şimdiye kadar hiç tuz koymadım.

Burada, İsviçre'de, artık et suyu tablet yada pudralarını eskisi kadar tuzlu yapmıyorlar. O yüzden et suyunuzun tuzunun kıvamına göre, gerisini soya sosu ile tamamlayın. Soya sosu, sosun açık kahverengi rengi için çok önemli. Açık kahverengi rengine kullandığınız et suyunun renginin farklılık göstermesi yüzünden ulaşamayabilirsiniz. Eğer renk tam tutmadıysa, karışıma biraz da siyah balzamik sirke ekleyin. Renk hala açıksa biraz da kırmızı şarap. Bütün bunları önce kaynatıp, sonra hafif ateşte katılaşıncaya kadar yavaş yavaş karıştırın.

Sosu sadece etin üzerine döküp, patlayıncaya kadar yiyebilirsiniz. 

Yanında kırmızı şarabı unutmayın🍷

Biz öyle yaptık.

Hafta sonunuz güzel olsun😋❤️ 



Afiyet olsun😋


11 Kasım 2023 Cumartesi

Malta

Sabah saat dört bile değildi, Jelena hepimizi uyandırdı, “Ajde, ajde, we need to move!”. Emir demiri kesermiş, kalktık, yola koyulduk.

Cenevre havaalanına geldiğimizde daha güneş bile doğmamıştı. Uçağa bindik. Normalde uçak yolculuklarında şarap içerim ama “şarap” diyecek mecalim bile yoktu. Bir kahve ve bir sandviç ile başladım güne.

Cenevre’de hava bayağı netameliydi. Üzerimde bir sweat-shirt, Jelena’nın üzerinde ise bir kar montu vardı.

Uçak inip, kapılar açıldığında ise saat sabahın sekizi olmasına rağmen bir sıcak hava dalgası yüzünüze vurdu. Ertesi gün aylardan Kasım olacaktı, ancak Malta’da hava Kanarya Adaları’nın Temmuz’undan daha sıcaktı.

Malta ile sürekli bir arkadaşlık bakımından güzel bir başlangıç olmuştu.

Otele gitmenin bir manası yoktu. Sabahın o saatinde zaten bir odamız olmayacaktı. Bagaj olarak da sadece küçücük bir sırt çantamız vardı. Çanta o kadar küçüktü ki, hadi en azından onu otele bırakalım desek, Jelena evde, beş kilometre ötedeki süpermarkete alış-veriş için giderken bile daha büyüğünü taşıyordu.

Şehir merkezine üç kişi otobüs ile gitmenin, fiyat olarak taksi ile gitmekten çok az farkı vardı. O yüzden bir taksi bulmak için terminalin dışına yürüdük.

Kendilerine has bir dil konuşulan ülkeler bana çok ilginç gelir sevgili arkadaşlar. İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca dışında bir dil duymak beni heyecanlandırır, ilk iş konuşmalara kulak kesilirim.

Malta’da da aynen böyle oldu. Konuşulan dil o kadar ilginç ki, Palermo’da mı, Kahire’de mi olduğuma karar veremedim.

Maltaca, Arapça ve İtalyanca karışımı bir dil.

Ada Sicilya’nın ucunda, bu yüzden İtalyanca bakımından çok fazla sürpriz yok. Üstüne de, Araplar’ın bu adayı uzun süre ellerinde tutmuş olduklarını göz önüne alırsak bu hibrid dilin kökenleri daha da anlaşılır hale geliyor.

Maltalılar ise fiziksel olarak Araplara çok çok fazla benzerlik gösteriyorlar.

Malta ismi ise Yunanca’dan gelme.

Kısacası herkes tarihin bir noktasında Malta’yı ele geçirmiş, yada bizim gibi ele geçirmeye çalışmış.

Rönesans öncesi yıllarda, Avrupa’da enteresan bir tür askeri güç grupları oluşmuş sevgili arkadaşlar. Kendilerini bir dinle ilişkilendiren, ancak bir kral, prens yada dük gibi asil bir makama dayanmayan bu grupların en ünlüleri şüphesiz Knights Templar, yani Tapınak Şövalyeleri idi. Ertuğrul dizisinde bunlara “Tapınakçılar” diyorlar, ama bu terimi başka hiçbir yerde duymadım.

St. Elmo
Benzeri bir grup ise Knights Hospitalier yani Hospitalier Şövalyeleriydi. Hospitalier Şövalyelerinin Türkçe karşılığını bulmak için biraz İnternet’e bakındım ve “Hastane Şövalyeleri” gibi, beni yerlere yatırıp, güldüren aptalca tanımlar gördüm. “Hospitalier”, kapısı herkese acık, misafirperver falan demektir arkadaşlar. Hastane anlamına gelen Hospital bu kökten gelse de gerçekte, bu şövalyelerin herhangi medikal bir alanda, bilinen bir çalışmaları yoktur. Bu arada, “Hospitalier” sözcüğünü hakkıyla telaffuz etmek istiyorsanız, “Ospitaliye” demeniz gerekir.

Herneyse…

Bizimkiler 1522 yılında Hospitalier’leri Rodos’tan atmışlar. Kutsal Roma İmparatoru Beşinci Charles da, garipler yurtsuz kalmasın diye, 1530 yılında Malta’yı bunlara vermiş. Ondan kelli, Hospitalier Şövalyeleri, Malta Şövalyeleri ismi ile de anılmaya başlamış.

Turgut Reis becerebilseydi...
Şövalyeler Malta’ya yerleştikten sonra, Akdeniz’de, Türk gemilerini tacize başlamış. Üstüne içinde de Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’ın Hac’a giden süt annesinin bulunduğu bir gemiyi kaçırmışlar ki, Kanuni bu işe bozulup, alın bu adayı demiş.

Turgut Reis, Uluç Ali Reis, Piyale Paşa falan donanmayı Malta’ya yığmış. Şiddetli bir savaş sonunda St. Elmo kalesini ele geçirmişler. Ancak her ne olduysa Kızılahmedli Mustafa Paşa savaşı sonlandırmış, Osmanlı Donanması Maltadan çekilmiş.

Bu korkakça kararın çok önemli sonuçları olmuş.

Türkler’in bu başarısızlığı. Onların yenilmez oldukları kanısını değiştirmiş. Voltaire şöyle demiş: “Rien n'est plus connu que le siège de Malte”, yani “Hiçbir şey Malta kuşatması kadar bilinir (önemli) değildir”. Bundan sonra Akdeniz’de gelen, geçen Türkler’e vurmaya başlamış.

Kuşatmadaki başarısızlığın, başka önemli bir sonucu da Malta Şövalyeleri’nin önemli oranda güç, itibar ve para kazanmaları olmuş. Bu para ile St. Elmo kalesinin etrafında Valetta isimli bir kent inşa etmişler. Bu kent de Malta’nın başkenti olmuş. Biz de ahan tam buradayız işte. Kısacası Valetta’nın kuruluşunda bizim de bir katkımız olmuş.

Taksinin sağ ön kapısına hem ben, hem de taksi şoförü aynı anda hamle yaptık. Noluyoruz lan derken baktım ki direksiyon sağda.

Yine bir afalladım. Malum ülke dışında bildiğim kadarıyla Avrupa’nın hiç bir yerinde bu terslik yoktur.

Malta’da trafik yolun solundan akıyor sevgili arkadaşlar.

Taksiciye niye diye sordum, o da İngiliz döneminden kalma dedi. Gördüğünüz gibi İngilizler bile bir dönem Malta’yı ellerinde tutmuşlar.

Valetta’da, geniş bir meydanda taksiden indik. Ortada koca bir havuz ve heykelleriyle büyüleyici bir fıskiye. Etrafıma bakıp da gördüğüm tek renk ise sarı.

Her yer sarı...
Valetta’nın merkezindeki hemen her bina sarı sevgili arkadaşlar.

Biraz ilerleyip, yaya bölgesine ulaştığınızda ise sanki zaman tünelinde bir beş yüz yıl gitmiş gibi oluyorsunuz. Her yer Yeniçağ Avrupasının o güzelim mimarisiyle inşa edilmiş binalarla dolu.

Güzelim kafeler, restoranlar, artezyen mağazalar, sokak çalgıcıları… Sabahın o erken saatinde bile her yer cıvıl cıvıl.

Bir restoranın bahçesine oturduk. Herkes kahvaltı ediyor ama sabahın köründe kalkmış olduğumuzdan bizim için öğlen yemeği zamanı. Yemek için bakınırken Jelena kendine bir soğuk kahve istedi, ben de ilk Malta şarabımı söyledim.

Bir restoranın bahçesine oturduk
Malta şarapları Cabernet, Merlot gibi Fransız üzümlerinden yapılsa da, üzümler hep Malta’da yetişiyor. Tadları mükemmel, ancak kokularda bir zayıflık var. Yani bardağı içmek için ağzınıza götürdüğünüzde o şarap aromasını çok etkin hissedemiyorsunuz. Aynı hissi gün boyu denediğim bütün şaraplarda da aldım. Kim bilir, belki de benim burnum tıkalıydı o gün. Yine de bu söylediklerime çok takılmayın. Bu şarapları ölene kadar içebilirim.

Gün ilerledikçe başka bir fenomen açığa çıktı. Malta’da hemen herkes mükemmel İngilizce konuşuyor, hem de akıcı, near-perfect İngilizce. Olasılıkla İngiliz döneminin başka bir sonucu. Kızarmış patatese “chips”, cipse de “crisps” diyen garson zaten ilk ipuçlarını vermişti.

Aperatiflerimizi içerek, yemeklerimizi yiyerek ve tatlılarımızı da ucuna ekleyerek bu restoranda uzun uzun vakit geçirdik.

Sahile giden ara sokaklarda ilerlerken bu kentin güzelliğini daha da bir hissetmeye başlamıştık. Gerçi otuz küsür derecede, elinde kar montuyla sevgili karım, geri planla oldukça fazla kontrast gösterse de aldırmayıp, yolumuza devam ettik.

Sevgili kızım 🐝Mezzy🐝 gördüğü her mağazaya dalıyor, birinden bir kalem, diğerinden bir çanta alıyordu. Yeri gelmişken, Malta, Avrupa’nın gerisine göre daha ucuz. İsviçre’ye göre ise, sormayın bile…

Hava o kadar sıcaktı ki, yürümek yerine bir at arabası turu aldık.

🐝Mezzy🐝 ilk defa At Arabasında
Sevgili kızım hayatında ilk kez bir at arabasına biniyordu. Etraftakilerden çok at ve kabin ile ilgilendi tabii.

Arabacı bizi sahilde çok sıkmadan, mükemmel gezdirdi.

Önce Çan anıtına gittik. Burası İkinci Dünya Savaşı esnasında Malta kuşatmasında ölen askerler için yapılmış bir anma noktası. Gördüğünüz gibi Malta’yı kuşatan kuşatana. Ee, ben olsam, ben de bu güzelim adayı almak isterim tabii.

Bir sonraki durağımız ise Türkler’in uygarlığa bıraktığı başka önemli bir iz olan Midnight Express filminin çekim lokasyonu oldu. Film İstanbul’da geçse de, Malta’da çekilmiş. Ünlü hapisane ise yukarda da sözü geçen St. Elmo kalesinin bir parçası. Bu gezi esnasında bol bol St. Elmo da gördük.

St John’s Katedralini de gördükten sonra atlı gezimiz sona erdi.

St John’s Katedrali çok güzel görünümlü bir kilise. St John bildiğiniz üzere İslam’da Vaftizci Yahya olarak bilinen ve Ürdün nehrinin kıyısında İsa’yı vaftiz eden azizdir. Hristiyanlıkta çok önemli bir figürdür. Bazı mezhepler onu İsa ile eşit, hatta daha üst bir mevkide konumlandırırlar.

Atlı gezimiz sona erdi
Malta Şövalyeleri, yani Hospitalier Şövalyeleri aynı zamanda Order of St. John, yani St. John’un Kuvveti, Nişanı olarak da bilinirler. Off, bu adamların amma çok isimleri varmış değil mi? Herneyse, bu katedrali de onlar yaptırmışlar.

Sıcak tahammül edilemez bir dereceye ulaşmıştı. Bir taksiye binip, havanın biraz serinlemesini beklemek için Hard Rock Cafe’ye geldik.

Hard Rock Cafe, küçücük, ama çok güzel bir mekan. Sevenleriniz varsa Tom Petty’nin bir 12-string gitarını sergiliyorlar.

Oturduktan sonra bir on dakika hiçbirimiz konuşmadık. Sadece soğuduk…

Sonra Jelena’ya döndüm ve “ Emekli olunca buraya mı yerleşsek?” diye sordum. Düşünün, cennet gibi bir yer, ucuz, mükemmel hava ve herkes İngilizce konuşuyor. Bundan iyisi, Şam’da kayısı.

Jelena cevap vermedi, telefonuna dalmış bir şeyler okuyordu. “Ne yapıyorsun?” diye sordum, “Emlakçılara bakıyorum, Valetta’da evler kaç para diye” dedi.

Akşam olmuş, hava biraz serinlemişti.

Hard Rock Cafe limandaydı, biz de liman boyunca yürüyerek yolumuza devam ettik. Koca bir Cruise gemisi (n’ayır kruvaziyer demeyeceğim, o bir konyak markası) limana demirlemişti. Ama ne gemi! Valetta’da degil, Manhattan’da yürüyor gibiydik.

Bir taksi bizi Valetta’dan otelimizin bulunduğu St. Julian’s şehrine götürdü. Başka bir şehir deyince başka bir diyara göçmüşüz gibi düşünmeyin. Valetta ile St Julian’s ‘ın arası Taksim ile Etiler’den daha kısa, yada daha çabuk.

Otel odamız havalı...
Sevgili karımın bir huyu vardır arkadaşlar. Dünyadaki neredeyse bütün international otellerin şu yada bu şekilde bir üyesidir. Bu üyelikleri sayesinde hemen her zaman oda fiyatlarında bir indirim alır, üstüne barda bir hoşgeldin içkisi, odamızda bir şişe şarap, yatağımıza serpilmiş gül yaprakları, bir sepet çikolata gibi sürprizlerle karşılaşırız.

Bu indirimleri geçenlerde meraktan topladık. 2022’de beş yüz İsviçre frangını bulmuş - euro diye düşünün. Hiç de fena değil sizin anlayacağınız.

St. Julian’s ‘daki otelimizde ise bu üyeliklerden artık hangisinin sayesinde ise, bizi ücretsiz presidential suite’e upgrade ettiler.

Oda nasıl bir oda anlatamam sevgili arkadaşlar. Üç oda, yatak odasının ortasında jakuzi, teras bizim bahçeden büyük, şezlonglar, masalar sehpalar. Bütün duvarlar cam, St. Julian’s ayağınızın altında.

St. Julian's modern bir kent
St. Julian’s, Valetta’nın aksine, modern bir kent. High-rise binaları, modern bir marinası, renkli bir hayatı var.

Resepsiyondan bir restoran önerisi istedik. Bir Malta, bir İtalyan, bir de Yunan restoranı önerdiler. Malta’ya gelip, Malta restoranında yemek doğru seçim olsa da, favori yemekleri tavşan ve ben şahsım, beyaz ete alerjiğimdir. İtalyan restoranını da Amerikalı turistlere bırakıp, komşuya gitmeye karar verdik.

Yunan restoranı olsa da garsonlar Nepalli idiler. Çok iyi adamlar, bol bol Katmandu, Everest base-camp muhabbeti yaptık.

Ne acı ki Yunan şaraplarını bitirmişler. Biz de bir şişe Malta şarabı söyledik. Tzatziki (Cacık), Mousakka (Musakka) benzeri bir akşam yemeği yedik. Katmandulu arkadaşım bana şarap ile Yunan beyaz peyniri, yani Feta getirdi. Avrupa’daki Feta tamamen tuzsuz ve cıvık bir peynirdir. Yunanistan’daki Feta ise, bizimkisi kadar tuzlu olmasa da, Avrupa’dakinden daha tuzlu, biraz daha kuru ve çok daha lezzetlidir. Arkadaşımın bana getirdiği Feta tam Yunan usulü, ağızımın tadında bir peynirdi.

Akşam yemeği için komşuya gittik
Geceyi “presidential suite” ‘imizde geçirdikten sonra yine sabahın bir köründe sevgili karım, resepsiyondan gelen bir telefondan sonra, bizi uyandırdı “Ajde, ajde, we need to move!”

Emir, demir, etc... Tekrarlamayalım.

Hiç uyumamış gibiydim, arar topar kalktık taksiye bindik ve havaalanına ulaştık. 🐝Mezzy🐝 hala uyuyordu…

Sonra Jelena etkin pişmanlıktan yararlanarak itirafta bulundu “Yanlış hesaplamışım, daha bir saatimiz var”

N'apalım, Valletta kahvesine vurduk kendimizi.

Malta gezimiz bitse de henüz eve dönmüyorduk.

Bizi Roma’ya götürecek uçağımıza bindik ve bu güzel ülkeye veda ettik.

Malta şu fani dünyada gördüğüm elli ikinci ülke sevgili arkadaşlar. Burası hakkında görüş ve önerilerimi sorarsanız, emekli olunca buraya yerleşmek istediğimizi göz önüne alırsanız, herhalde daha fazla bir şey söylememe hacet yok. Mükemmel hava, mükemmel yemekler, mükemmel şarap, hayat ucuz, insanlar iyi, daha ne diyeyim. Sadece yazın gelirken dikkat, çok sıcak olabilir gibi geliyor bana.

Malta, malumunuz, Türk sosyetesinin Avrupa’dan vatandaşlık alma mekanı. Biraz yatırım ile serbest dolaşım ve vatandaşlık mümkün olabiliyor. Bunda bir problem yok tabii. Gidişata göre, Malta’daTürkçe konuşan birilerini bulabilirsiniz bakarsınız.

Özetle gelin bu cennet ülkeye.

Akşamınız güzel olsun❤️

1 Kasım 2023 Çarşamba

Alsace'ın Köyleri

Sevgili arkadaşlar, gelin hızlı bir turla Alsace’daki kentleri anlattığımız yazılarımızı tamamlayalım.

Alsace’ın en güzel kentlerinden biri Colmar’dır. Kent dedim ama siz bakmayın, büyük bir köy gibi düşünün. Colmar, Strasbourg’a bir saat kadar uzaklıkta. Lauch nehrinin üzerine kurulmuş, ve Strasbourg gibi nehir kanalları, şehrin büyük bir bölümünü Venedik’e çevirmiş.

La Petite Venise
Venedik demişken, Colmar’ın en güzel bölgelerinden biri La Petite Venise, yani Küçük Venedik. Kanalın kıyılarındaki Alsace mimarisi ile yapılı, insanın aklını başından alan güzellikte binaları ile başka bir cennet köşesi.

Colmar da, Alsace’ın diğer bölgeleri gibi Almanlar ve Fransızlar arasında habire el değiştirmiş, hatta bir ara İsveçliler bile bu kenti bir kaç yıl ellerinde tutmuşlar.

Colmarlılar, biraz da kibirle kentlerine Capitale des Vins d’Alsace, yani Alsace şaraplarının başkenti derler. İsim ilginç tabii, ancak Alsace şarapları genelde beyaz olduğu için beni o kadar heyecanlandırmıyor.

Kentin neredeyse tümü timber-framed duvarlarla yapılı binalardan oluşuyor. Özellikle merkezde yemek yiyip, kahve yada şarap içebileceğiniz bol bol kafe ve restoran var. Merkezdeki Maison Pfister, görmek için not edebileceğiniz bir mekan. Église Saint-Martin, yani San Marten kilisesi de çok güzel.

Sevgili karımla birlikte 🐝Mezzy🐝 gelene dek, hemen her Noel tatilinde Colmar’a gelirdik. Buradaki Noel pazarı gerçekten çok güzeldir.

Colmar Şehir Turu
Yolunuz düşerse kısa ve ucuz bir şehir turu var, onu alın derim.

Colmar’ın hemen yanında Riquewihr isimli başka bir kent var. Jelena, buraya “Rik-vik” der.

Yukarda Colmar’daki Noel pazarına güzel dedik, Riquewihr’deki Noel pazarı belki iki kat daha büyük ve güzel. Noel zamanında bu kent koca bir pazara dönüşüyor. Her yerde Noel şarkıları çalar, Noel çöreklerinin tarçın kokuları sokaklara yayılır. Bir de Noel zamanının olmazsa olmazı Vin Chaud, yani sıcak şarap.

Riquewihr’in Alsace evleri, Colmar ve Strasbourg’a göre çok daha canlı ve renkliler. Merkez ve ana caddesi ziyaret etmeye değer yerler.

Ben uzun yıllar önce burada bir gece geçirmiştim, ancak Riquewihr, sevgili karımla birlikte hep günübirliğine geldiğimiz bir yer.

İsviçre’ye doğru geri dönersek yine buralara yolunuz düştüğünde görmenizi önereceğim başka bir yer olan La Montagne des Singes, yani Maymun Dağı’na geliriz.

Rik-vik Noel Pazarı
Maymun Dağı bir park. İçinde de serbest şekilde dolaşan bir dolu maymun var. Onları sevebiliyor, patlamış mısır ikram edebiliyorsunuz.

Canım kızım deli olmuştu bu maymunları gördüğünde. Saatler geçirmiştik burada.

Parkın yanındaki Kintzheim kenti de çok şirin bir yer. Burada da bir yemek yiyip, tabii ki bol bol şarap içmişliğimiz var.

Alsace’ın Fransa tarafını bırakıp, Alman tarafına doğru ilerlersek, görmeye değer ilk kent olan Freiburg’a ulaşırız.

Sıcak Şarap
Freiburg, teknik olarak Alsace bölgesinde sayılmıyor, ancak tabii ki ruhen Alsace bir kent.

Caddelerinde hala eski zamanlarda atların su içtiği kanallar var, hem de içlerinden su akıyor. Ancak kentin görmeye değer en önemli yeri merkezi.

Merkezde dev bir katedral var, ancak gerçekten etkileyici boyutlarda. Şehrin meydanında ise her biri ayrı güzel binalar.

Almanya’da yemek yemeği normalde pek önermem ancak Freiburg buna bir istisna. Burada yediğim her yemek ayrı bir lezzetteydi.

Freiburg Meydanı
Fenerbahçeliler hatırlayabilir, Joachim Löw buralıdır.

Freiburg’da da bir Noel pazarı kuruluyor sevgili arkadaşlar, ve o da oldukça güzeldir, ancak kıyasladığımda Riquewihr’in yada Colmar’ın Noel pazarları sanki biraz daha fazla görülesi yerler.

Freiburg’un hemen dibinde ise Schwarzwald, yani Karaorman bulunur. İsmi orman ancak aslında ormanlık bir dağ sırası. Çok güzel doğal bir bölgedir. Tuna nehri buradan doğar.

Alsace başta da söylediğim gibi anıtlarıyla, yapılarıyla bilinen bir yer değil sevgili arkadaşlar. İsimlerle etiketlenmemiş bir güzelliği var bu diyarın, Orada bulunmadan, bölgenin ruhunu anlamak zor. O yüzden mutlaka görün. İki gün ayırsanız yeter. Bir araba kiralayıp, her yeri görebilirsiniz. Eğer imkanınız olursa Noel zamanına denk getirin ki, Noel havasını da koklayabilesiniz.

Sevgi ile kalın❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...