31 Aralık 2019 Salı

Grev

Sevgili arkadaşlar, size bahsetmiştim, Fransa’da demiryollarındaki grev yüzünden Lozan-Paris trenimizin akibeti biraz karanlıktı. Sonradan trenimizi teyit ettiler, bu sabah da trene binip, Paris'e doğru yola koyulduk. Daha trenden inmeden Jelena mahkeme duvarı gibi bir suratla iPad'ini gösterip, "Dönüş trenini iptal etmişler" dedi. Aynı email'de hemen yeni treninizi teyit edin diyordu. Jelena söyledikleri web sitesine girip, değiştirmeyi denedi, nada. Email'de verdikleri telefon numarasını aradı, cevap yok. Grev tabi.... Fransızlar, siz Türkçede nasıl diyor, bu grev işine çok propensite, yani temayüllü, daha da doğrusu mütemayil bir millet. Her şey için greve giderler, kendileri dahil bütün turistlere sistematik bir biçimde hayatı zehir ederler.

Çaresiz, Paris'e indiğimizde biletleri Gare de Lyon'daki gişelerden değiştirelim dedik. TGV trenlerinin gişeleri koca bir salonda. Salona girerken bir Kuzey Afrikalı "görevli" bizi durdurdu. "Ne yapmak istiyorsunuz?" diye sordu. Jelena, "Trenimiz iptal olmuş, biletlerimizi değiştireceğiz" dedi. "Haa, o zaman doğru yerdesiniz" dedi bizimki. Sanki bilet gişelerinden striptiz şovuna bilet almayı düşünecekmişiz gibi.

Yan tarafındaki bir kuyruğu işaret etti, "Sıraya girin" dedi. Salonun içinde otomatik numara veren bir cihaz vardı. Ama o cihazda sıraya girebilmek için demek ki salonun girişinde bir sıraya daha girmek gerekiyordu.

Bir on beş dakika sırada bekledik, sonra yine o Kuzey Afrikalının önüne geldik. Az önce konuştuğumuz adam yine “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordu. Jelena da bir kez daha,“Trenimiz iptal olmuş, biletlerimizi değiştireceğiz” dedi. Adam da bir kez daha “Haa, o zaman doğru yerdesiniz” diye teyit etti. Gülmemek için ciddi bir çaba sarf ederek içeri girdik.

Sıra numarası veren makinenin önünde başka bir Kuzey Afrikalı duruyordu. Bize “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordu. Jelena da, artık soruya şerbetlendiğinden iki kelimeyle “Biletlerimizi değiştireceğiz” dedi. Görevli “Haa, o zaman doğru yerdesiniz” dedi, ancak önceki görevliye kıyasla bize hayati önemdeki bir başka bilgiyi de aktardı "Yukardaki ekranda numaranızı görünce, yanında yazan gişeye gidin"...

Salonda yirmi iki gişe vardı, ancak grev nedeniyle sadece beşi çalışıyordu. Beşinden de ikisinin önünde kimse yoktu. Gişedeki görevliler Walking Dead dizisindeki zombiler gibi hiç bir şey yapmadan, anlamsız bir biçimde bilgisayar ekranlarına bakıyorlardı.

Bir yarım saat sonra sıramız geldi, gişeye ulaşabildik. "Biletlerimizi değiştirmek istiyoruz" dedik, "Aynı güne, en geç saate"...

Neyse eski trenimizden bir saat öncesine bir tren bulabildik. 🐝Mezzy🐝 parkta son gün bir saat az vakit geçirecekti ama buna da şükür....

Görevli doğum tarihimizi sordu. Jelena da "Mile neuf cent septant cinq' yani 'Mil nöf san septan senk', yani yani 1975 dedi. Bizim gişeci "Ha?" diye şaşırdı. Garip zevcen İsviçre'de on iki yıldan sonra asimile olmuş tabi, Fransızca değil İsviçrece sayıyor. Septan cinq yetmiş beş demek, ama Fransızlar yetmiş beş yerine altmış on beş derler, yani 60 + 15. Daha da kötüsü var. Mesela doksan dokuz için dört yirmi on dokuz, yani 4 x 20 + 19...

Karım Fransızcayı Fransa'da tahsil ettiğinden kıvırır bu gereksiz matematiği, işin aslı ben Fransadayken parmaklamaya başlarım ama tren iptalinin stresi, üstüne bir de üç buçuk saatlik Mezzy-Show eklenince İsviçre sayılarına daldı.

Neyse, e=mc2 anlaştık gişeciyle.

Dönüşe biletimiz var, trenimiz de olacak mı, göreceğiz.

Bugün yılbaşı, çok mızmızlanmayalım.

Disneyland Park'a gitmek üzere otelden çıkıyoruz.

Yeni yılınız kutlu olsun ❤️

22 Aralık 2019 Pazar

Yılbaşı

Sevgili arkadaşlar, bugün 21 Aralık, yani yılın en uzun gecesi. 22 Aralık itibarıyla geceler kısalıp, günler uzamaya başlayacak. Sabahları saat altıda kalkıyorum. 🐝Mezzy🐝'yi servise bırakıp, o okuldayken biraz da huzurla kendi işlerime bakabiliyorum.

Sabah kalktığımda ortalık kapkara. Türkiye'deki dostlarım için saat sekiz. O karanlıkta ne yapıyorlar, düşünmek bile istemiyorum. Ancak yarın itibarıyla en azından ben kulunuz için hayat güzelleşecek, aydınlık artacak, karanlık azalacak. Güneş sisteminin fiziği bu. Kimsenin bunu değiştirecek gücü yok. Yiyen varsa buyursun...

Dünyanın bu tarafında hayat bu iki hafta boyunca durur. Önce Noel, sonra da yeni yıl. Her yer süslenir, tatlı, Noel müzikleri çalar. Herkes mutludur. Ne insanlar yumruklarını kaldırıp bağırarak sağa sola tehdit sallarlar, ne de diğer dinlerce önem verilen kişilerin şişme kopyalarını sokak ortasında sünnet ederler. Gerçekten huzurlu, mutlu bir ortamdır yılın sonu.

Noel'in ardından yılbaşı gelir. İnsanlar Noel'in huzuruna, yılbaşının coşkusunu eklerler, yılın son gününü eğlenerek geçirip, yeni yılı karşılarlar. Alkolün, müziğin yoğun olduğu bir gecedir yeni yıl.

İşte uzun bir süre boyunca, bu konseptte bir gece benim problemim olmuştu.

Hadi problem demeyelim de biraz ekşi, biraz hayal kırıklıklarıyla sonlanan bir gece. Bunun da kısa açıklaması, yeni yıl gecesini eğlenerek geçirme zorunluluğunun benden aldığı bir bedel olması.

Bu fenomeni Türkiye'den ayrılmadan da defalarca yaşadım. Lan yılbaşında nasıl eğleneceğiz diye başladığım bir çok gece anlamsız bir alkol tüketimiyle sonlanmıştı. Ertesi sabah kalktığımda ne bir önceki gecenin hazzı, ne eğlencenin tatlı yorgunluğu, sadece baş ağrısı kalmıştı.

Aslında olan biten çok basitti. Normal bir akşama göre gerçekten farklı ve eğlenceli sayılabilecek bir yılbaşı akşamı, eğlenme beklentilerinin gereksiz olarak yükseltilmesinden dolayı bir hayal kırıklığı haline geliyordu.

Okulumu bitirip, askerlik vesaire, hayatın zorunluluklarını yerine getirdiğim yıllarda yılbaşılarım bırakın beklentilere göre düşük eğlenceyi, hüzünlü bile geçti diyebilirim.

İş hayatına başladığımda uzun bir süre stokların sorumluluğunu üstlenmiştim. Bu da 31 Aralık günü stok saymak demekti. İzmir'deyken yılbaşılarım hep stok sayarak geçti. Dükkanı kapayıp, 'eğlenmek' üzere eve döndüğümde yorgunluktan yarı ölü bir şekilde zar zor bir kadeh bir şeyler içip, eğlenme taklidi yapmıştım.

Lozan'a yerleştiğimde ise sadece dekor değişti ama piyesin teması hep aynı kaldı.

Yazının bu bölümünde size şu yılbaşında buradaydım diye anlatacağım ama bunu hıyarlık olarak almayın lütfen. İsviçre, Avrupa'da o kadar merkezi bir konumdadır ki, İstanbulun bir ucundan diğerine giderken harcayacağınız zamanın daha azına, Avrupa'nın bütün büyük şehirlerine ulaşabilirsiniz.

Hayatımda ilk defa Parisi bir yıl sonu seyahatinde gördüm. Milenium'u Viyana'da klasik müzik dinleyerek döndüm. Ancak buralarda güzel olan hep bu yerlerde olabilmekti. Yılbaşında 'eğleneceğim' fenomeni yüzünden eğlenmek mümkün olamıyordu.

Sonrasında bu yılbaşı işini tamamen bıraktım. Zaten tek başımaydım, o yüzden de kimseyle 'eğlenme' zorunluluğum kalmamıştı. Hadi yeni yılda şunu yapalım, şuraya gidelim tarzı, arkadaşlardan gelen önerileri de savuşturmak suretiyle bir kaç yıl yeni yılları tek başıma geçirdim. Evdeyken bilgisayar oyunları oynuyordum. Sağa sola gittiğim bir iki yılbaşı daha oldu ki, yeminle neredeydim, ne yapmıştım hatırlamıyorum.

Sonra Lozan'dan ayrılıp, Niş'e yerleştim. Niş'teki ilk yılbaşım 2005'i 2006'ya bağlıyordu. Hayatımda hafif bir deja vu olmuş, 31 Aralık'ta bir stok sayımı sonrası yeni açılan koca bir gece kulübüne atmıştım kendimi. Hem ofisten, hem de dışardan bir kaç arkadaşla yine eğlenme taklidi yapıyordum.

Ancak bu yılbaşı ilk bakışta diğer yılbaşıları kadar monoton ve can sıkıcı gibi görünse de sonradan öğreneceğim bir nedenle belki de geçirdiğim en ilginç yılbaşılarından biri olacaktı. Çünkü hayatta dinlemekten en çok zevk aldığım tekno müziği eşliğinde, bardağa koydukları alkol artık her ne ise onu yudumlarken, hemen yanımızdaki grupta sevgili müstakbel karım durmuyor muymuş! Tabi ki o sırada birbirimizi tanımıyorduk, Jelena sonradan anlatmıştı bana.

Gördünüz mü iç bayıcı bir yılbaşı öyküsü nasıl How I Met Your Mother'a döndü...

İki ay sonra sevgili karımla beraberdik artık. Günler birbirini kovaladı, bir sonraki yılbaşı geldi. Artık ilişki durumum bekardan başı bağlı'ya dönmüştü, bu yüzden de ufukta yılbaşı nedeniyle yine mecburi bir eğlenme seansı görünüyordu.

2007'yi Evde Beklerken
Bir de bu yılbaşı işi Sırbistan'da öyle bildiğiniz gibi değildir sevgili arkadaşlar. Aralığın 19'unda Saint Nicolas Slavasından başlayarak Ocağın 13'ündeki Ortadoks yeni yılına kadar herkes devamlı bir yeni yıl kutlama modumdadır. Rezervasyonlar sadece 31 Aralık akşamı için değil, 1 ve 2 Ocak akşamları için de yapılır. Bu bir aylık süre içinde hayat durur desem yeridir. Çok az ayık insan görürsünüz. Herkes mutlu mutlu eğlenir.

Bir tek 31 Aralık akşamının bile zul geldiği şahsımın durumunu takdir edersiniz artık. Sadece bir yılbaşı akşamı değil, eğlenilmesi zorunlu en azından bir beş gün daha çıkmıştı ortaya.

Bu sondan kaçmak mümkün değildi elbette, zaten demirden korksak da trene binmezdik, hattızatında...

Sevgili - o zaman görlfrendim - karıma sordum "Aşkım, yıl başında ne yapalım?" şeklinde, sonra da gözlerimi kapayıp, sonumu beklemeye başladım.

"Bilmem ki, sen ne yapmak istiyorsun?" dedi. Ben 31 akşamı disko, 1'inde Belgrad, 2'sinde kayak falan beklerken bayağı şaşırmıştım. Altta kalmadım, "Bana her şey uyar, sen söyle" dedim.

"Evde oturalım" dedi. Kulaklarıma inanamamıştım. "Emin misin?" diye bir daha sordum, hani disko, zebehe kadar dans falan....

"Yok!" dedi. Görürüz iki sene sonra dedim, kendi kendime. Hele biraz yıllanalım, kalk ayağa sünepe herif, bir yerlere götür beni, eğlenmek benim de hakkım diye başlarsın.

Aradan on beş yıl geçti, bu süre boyunca bir kere bile disko, gece klübü kılıklı hiç bir yere gitmedik. Devran öyle bir döndü ki, hadi karıcım, bu akşam dışarı çıkalım diyen ben oldum.

O yılbaşı evde oturduk. Taco hazırlayıp, arkadaşları çağırdık. Tek arşın müzik, tek endaze dans etmeden bitmişti gece. Saat bir olmadan da uyumuştuk. Niş'te geçirdiğimiz son yılbaşıydı bu.

Tekrar Lozan'a gelmiştik, sonraki bir kaç yılbaşını Montreux Casino’da geçirdik, hani Deep Purple'ın Smoke on the Water casinosu.

Daha sonra da her yılbaşında bir başka kente gittik, ama sadece gezi amaçlı. Bir kez bile zebehe kadar dans olmadı. Sonraki yılbaşlarımızı sırasıyla Brüksel, Hong Kong, Paris ve Kopenhag’da geçirdik.

2015 Yılbaşı, Sevgili kızımızı Beklerken
2014 yılını 2015'e bağlayan yılbaşında ise Côte d’Azur'deydik. Nice, Cannes, Antibes falan dolaşmıştık ama yeni yılı Monte Carlo Casino’da karşıladık. Hayatımın en mutlu yılbaşısıydı bu. Çünkü artık iki değil, üç kişiydik. Üçüncümüzün kim olduğu o zamanlar henüz belli değildi, ancak ben onun ismine kadar kim olduğunu, ne olduğunu biliyordum. Aynen beklediğim gibi de oldu. Canım kızım Melissa bir sonraki yıl doğmuştu.

2015 yılını sonlandıran yılbaşı 🐝Mezzy🐝'nin gelmesiyle biraz karmaşıklaşmıştı. Daha beş aylık bir bebekle ne yapalım diye bir süre düşündük.

2010 yılında bir Normandiya gezisi sonunda sevgili karımla Paris'te Disneyland'de bir gün geçirmiştik. Olayı çok Kemalettin Tuğcu yapmayalım ama parkta eğlenen çocuklara bakıp bayağı hüzünlenmiştik. Bir gün bir çocuğumuz olursa buraya getirelim diye sözleşmiştik. Zaten 🐝Mezzy🐝'nin haberi geldiğinde hemen konuyu açmış, üç yaşına falan geldiğinde Disneyland'e gideriz deyip, kapatmıştık.

Sevgili Kızımın İlk Yılbaşı
Yılbaşında ne yapalım diye düşünürken fikir hangimizden çıktı hatırlamıyorum, hadi Disneyland'e gidelim dedik. Ama 🐝Mezzy🐝 çok ufak, hatırlamaz falan dedik, sonra da o hatırlamazsa biz hatırlarız dedik, atladık arabaya, Paris'in yolunu tuttuk. 🐝Mezzy🐝 nin ilk uzun yoluydu bu, o yüzden ismi Paris olsun dedik, Paris'te yarım gün geçirdik. 🐝Mezzy🐝 'cik hayatının ilk metrosuna burada bindi, Eyfel kulesini, Zafer Anıtı'nı, Şanzelize'yi falan gördü.

Yılbaşı yemeğimiz için Disney Village'deki Planet Hollywood isimli restorandaki rezervasyonumuz işe yaramayınca bir İtalyan fast food restoranından take-away makarna ve otelin barından zar zor bulduğumuz bir şişe Brouilly alıp odamıza çıkmıştık. Kızım hayatımızı aydınlatmıştı ama o aralar hayatımızın gerisi bayağı karanlıktı. Her şeye rağmen hayatımın en mutlu yılbaşısını iki yuroluk karton kutuda makarna ve ucuz şarapla geçirmiştim.

Karton Kutuda Makarna Ve Ucuz Şarap İle Yılbaşı
Sonraki bütün yılbaşlarını Disneyland'de geçirdik. Bazen yılbaşında neredeydiniz diye snob sorular geldiğinde Paristeydik hayatım diye cevaplıyorduk. Yalan da değidi tabi. Paris'in Gare de Lyon istasyonunda gün yüzünü görmeden tren değiştirip, Disneyland'e gidiyorduk😜

Arabasında başını zor kaldırdığı ilk Disneyland seyahatinden bu güne dek 🐝Mezzy🐝cik için çok şey değişti tabi. Önce arabasını bırakıp yürümeye, sonra da koşmaya başladı. Mickey 🐝Mezzy🐝 ilk konuşmaya başladığımda 'Biki' idi, sonra Miki oldu. Sonra boyu bir metreyi geçti ve ilk grup roller-coaster'lara binmeye başladı. Hesaplarımıza göre bu yaz parktaki her roller-coaster'a binebilecek. Şu anda boyu 110 cm, Temmuz'da hem beş yaşına, hem de gerekli 112 cm'ye ulaşacak.

İşte böyle. Anladığınız üzere yeni yılı Disneyland'de karşılayacağız. Yola bir hafta sonra çıkacağız ancak 🐝Mezzy🐝 sağolsun, her an her şey için vakit olamayabiliyor. Ondan size biraz erkenden yazıp, yeni yılınızı kutlayayım istedim.

2020 herkese sağlık ve mutluluk getirsin.

Sevgi ile kalın ❤️

12 Aralık 2019 Perşembe

İki Asır Sonra Bile...

Yıl 1997 falandı. Krakow havaalanında o günler için vakai adiye olmuş, geleneksel rötarını yapan uçağımızı bekliyorduk.

Yanımda Amerikalı bir arkadaş vardı. Benden bir on-on beş yaş falan büyüktü. Vietnam'da field medic'lik yapmış, bu hasta-doktor işlerine de bu yüzden kafayı takmış biriydi. Her antibiyotik aldığında dünyaya yaptığı kötülüğü düşünür, her fırsatta ilaç firmalarının ne kadar düzenbaz, ne kadar şeytani olduklarını anlatırdı. Bu kadar germofobik, pimpirikli biri olmasına rağmen yine kendini tutamaz, seyahatlerde poligamik takılıp onla bunla aganigi yapar, bir halt ettiğinde de iki gün uyuyamaz, AIDS falan kaptım diye aklı çıkardı.

İşte böyle bir günün ardından havaalanında başımın etini yiyiyordu. "Bu orospu çocuklarının yüzünden AIDS'den öleceğiz" diyor, "AIDS'e çare bulacaklarına, sadece insanları aldıkça yaşatabilecek ilaçlara yatırım yapıyorlar, hastalar da ölene kadar bunlara para vermek zorunda kalıyorlar" diye yırtınıyordu.

Her komplo teorisinin olduğu gibi bunun da haliyle insanın aklına yatabilecek tarafları vardır. Elbette farma şirketler karlarını artırmak için hastalığı kökten tedavi eden ilaçlar yerine sadece semptomları ortadan kaldıran ya da azaltan ilaçlara yönelirler. Düşünün, AİDS'li bir hastayı hayatta tutabilmek için on sene boyunca ona ilaç satmak, aynı hastayı sağlığına kavuşturmaktan çok çok daha fazla karlıdır. Ancak genelde bu yaklaşımı dengeleyen üniversiteler, vakıflar, alternatif ilaçcılar, anti-kapitalist devletler falan vardır. Bazen de sadece rekabet yüzünden, yani başka bir şirket bunun lisansına, patentine artık her neyine ise, sahip olmasın diye şirketler tedavi edici ilaçları piyasaya sürerler.

Geçmişte bu teorinin genişletilmiş halleri, bazen de ona birer spin-off şeklinde ortaya atılan, hedefte devamlı paralı ve şeytani farma şirketlerinin olduğu daha bir dolu zırva ortaya çıkmıştır. İlaç şirketleri önce sağlıklı insanları gıda, içme suları yada başka ilaçlarla zehirler, sonra onları tedavi edip, paralarını alır. Yukarda andığım arkadaşım, içme suyuna katılan klorun bile bu şeytanların işi olduğuna inanırdı.

Bu işleri seviyorsanız bayağı eğlenceli bir konudur bu, ama o kadar eskidir ki, popülerliğinin tavanındayken Leonid Brejnev Sovyetlerin başkanı, Gülşen Bubikoğlu da her gencin rüyasıydı.

O yüzden geçenlerde Youtube'da Soner Yalçın'ı duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Aşıların sağlığa sanıldığı kadar yararlı olmadığını, günümüz ilaçlarının, elbette ki 'küresel' şirketlerin gaz vermesiyle, doktorlar tarafından hastaların bireysel durumlarına bakılmaksızın kullandırıldığını falan anlatıyordu.

Bir anda deja vu olmuştum. Krakow havaalanına geri döndüm, yanımdaki arkadaşın ruhu etrafımdaki mumları falan söndürdü. Soner, kırk senelik böğk bir zırvayı bir eureka havasıyla yeni bulmuş gibi anlatıyordu!

Soner, bugüne kadar okuduğum yazılarıyla birer tarihçi, dilbilimci, gıda mühendisi falan olmuştu, ancak doktorluk mertebesine ulaştığından haberim yoktu. Demek sonunda Nirvana'ya ulaşmıştı. Her aydın gibi her şeyi doğuştan bildiğinden, öyle okul okuyup, ihtisas-mihtisas yapmasına gerek de yoktu. Bilgi çağının olanaklarını kullanarak hekimliğin sırrını çözmüş, bütün Türkiye'ye tıbbın sırlarını açıklıyordu.

Bu bilgi çağının olanakları deyince de aklınıza öyle Internet, Wikipedia, forumlar, tartışma grupları falan gelmesin lütfen. Her kontemporer Türk aydını gibi Soner'in de favori bilgi çağı aracı Google Translator'dır. Bu program sayesinde tembelliklerinden Türkçe'den başka bir tek dil konuşamayan bu sözde aydın tayfası altın bulmuş gibi oldu. Artık Internet üzerinde yarım yamalak da olsa modern dünyanın ne düşündüğünden, ne konuştuğundan haberleri olabiliyor.

Bu işten ilk nemalanan, anladığım kadarıyla o Acun isimli arkadaş. Türkiye gibi dünyanın gerisinin ne yaptığından bihaber, bakir bir cennette yaşadığını farkedip, batının kırk senedir izlediği programları memlekete getirdi ve milyoner oldu.

Soner de aynı hesap, kırk senelik komplo teorisini Googıl Tranzleytörden geçirip kitap yapmış, bize satıyor.

Soner'in (ve benim de tabi) gençliğimizin geçtiği yetmişli, seksenli yılların fantezisidir, zengin ama kötü kalpli vilanlar dünyayı yok etme amacıyla akıllarına gelen her türlü kötülüğü yaparlar. James Bomd filmlerinin Hugo Drax'i, Karl Stromberg'ü, Mandrake'in "8" 'i, Superman'in Lex Luthor'u falan hep böyle karakterlerdir.

Soner de bu tıbbi komplo teorisi için böyle bir vilana gereksinim duymuş anlaşılan. Ancak burada anlamanız gerekli şey, Soner'de biraz da çav bella'lık olduğudur. Bu yüzden de kendisine klişe bir kapitalist vilan bulmuş.

Rockefeller!

Gençliğimin komünistleri çok severdi bu kelimeyi. Çoğu da Rockefeller'ın kim olduğunu, niye bu kadar şeytani olduğunu falan bilmez, anlamazdı. Ancak konuşurlardı tabi. 1980'de ben on dört yaşımdaydım, hadi o zaman idare ediyorduk da, elli küsür yaşımıza geldik birader, değiştir şu plağı artık yahu!

Rockefeller dediğin adam 1839 da, Atatürk'den kırk sene önce doğmuş, 1937'de hakka yürümüş. Hadi oğlu desen 1874'de doğmuş, 1960'da, ben doğmadan altı sene önce ölmüş. Eğer bu adamlar hala aşılara su katıp 'dünya uluslarını' zehirliyorlarsa, yazık bu dünya uluslarına, iki asırdır anlayamamışlar bunu demek ki...

Aslında Soner bir uyansa, bu Rockefeller'larla ilgili Kennedy suikastinden Orta Doğu'ya kadar öyle çok komplo teorisi var ki, üç kitap daha çıkar bunlardan. Ancak Google Translator'ın gücü yeter mi, bilmiyorum.

Neyse. Soner'i bir kaç farklı programda dinledim. Hepsinde birinci suçlu Rockefeller'di, ama en ufak bir şekilde bir bütünlük, yada konuyla herhangi bir ilgi bulamadım. Sadece Rockefeller diye şuursuzca bağrınıyordu.

İnsanlara aşıların zararlı olduklarını/olabileceklerini ima ediyor, ilaçların çoğunlukla işe yaramadıklarını anlatıyordu. Zaten kollektif beyin gücünün orta çağın altında işlediği bir memlekette, bu anne babalara çocuklarını aşılatmamak için eyyamcılıktan kaynaklı, aradıkları bahaneyi sunan bu tür söylemlerin tehlikesini umarım anlamışsınızdır.

Soner'in kitabına ayıracak beş dakikam bile yok. Okumadım, okumayacağım. Sizlere bu anlattıklarım Youtube programlarından izlediklerimden. Bunlar yetti ve arttı bile...

Çok arkadaşça bir yazı olmadığının farkındayım, ancak bu kendini bir bok zanneden ve üç kuruşluk bilgisi olmadan bağrışan bu aydın tipinden o kadar sıkıldım ki, siz de umarım beni hoş görürsünüz.

İnsanlara yabancı dil öğrenmeyin diyen Nihat Genç, ya da çocuklarınızı aşılatmayın diyen Soner Yalçın gibileri aydın falan değil, birer dingildirler. Aykırı olup dikkat çekmeye çalışmaktansa vakitlerini ülkenin düştüğü şu durumdan kurtarmaya harcasalar daha iyi olacak bence.

Akşamınız güzel olsun ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...