26 Mart 2019 Salı

Dil

Sevgili arkadaşlar, yabancı bir dil konuşmanın günümüz dünyasında çok önemli olduğuna inanan biriyim. Çalışma hayatım boyunca konuştuğum yabancı dil, bana üniversite diplomam, sistem deneyimim ve diğer profesyonel kalitelerimden kat be kat fazla yardımcı oldu.

Günümüz dünyasında İngilizceye hakim bir birey İnternet aracılığı ile istediği tüm bilgilere rahat rahat ulaşabilir. İngilizce konuşamayan bir birey için ise Internet’in yüzde doksanı ulaşılamaz durumdadır.

Elbette İngilizce dünyadaki tek ya da en yaygın dil değildir. Ancak büyük bir güvenle söyleyebilirim ki, dünyadaki en yaygın ikinci dildir.

Ne demek istediğimi biraz açayım.

Fransızca bilen biri Afrika'da, İspanyolca bilen biri de Latin Amerika'da yolunu bulabilir. Ancak eğer Ingilizce biliyorsanız, hem Afrika'da, hem Latin Amerika'da, hem Avrupa'da hem Asya'da yolunuzu bulabilirsiniz.

Çünkü buralarda her zaman az yada çok İngilizce konuşan birini bulmak mümkündür.

Ben çok genç yaşta İngilizce öğrenmeye başladım. Hem okulum, hem de İngilizce hocalarım bakımından çok şanslıydım. Yirmi küsür sene yurt dışında, İngilizce konuşulan bir ortamda çalıştım. Matematiği ve hesaplamaları istemsiz olarak İngilizce yaparım. Türk olmayan yazarları problemsiz İngilizce okurum. Gazete, televizyon, sinema artık hep İngilizce oldu. On beş seneye yakındır da evdeki ortak dilimiz İngilizce. Rüyalarım bile artık İngilizce.

Konuşmaya gelince, onu da kıvırırım. Ama kırk yıllık eğitimden sonra bile ağır bir aksanım var. Zaten bundan kaçış yok, çok da problem değil.

Orta derecede Fransızca konuşurum. Günlük hayatta yolumu bulabiliyorum. Alış-veriş, doktor, haberler, gazete, basit sohbetler ve çok ağır olmayan kitapları Fransızca yapabiliyorum. Dili anlamam çok kötü sayılmaz ancak iyi ve akıcı konuştuğumu düşünmüyorum ama İsviçre devletine göre B1, yani ortanın ilk seviyesindeymişim. İdare ediyorum yani.

Üç yıl Polonya, üç yıl da Sırbistan'da kaldım, orta avrupa ve eski Sovyetlerde hem iş, hem eğlence amaçlı çok sayılabilecek kadar gezmişliğim var. Sevgili karım da Sırp. Yani Slavik dillere oldukça aşinayım. Konuşuyorum demek çok iddalı olur ama iyi kötü Polonyaca (yani Lehçe), Sırpça ve az biraz Rusça anlarım. Eğer iş köpek yada çocuk bakmaya gelirse problemsiz Sırpça konuşurum - oturma kızım, ısırma kızım, koşma kızım, tükürme kızım, uyu kızım, yemek ye kızım, vesaire kızım😛

Niş’deyken bir sene Durlan isimli bir semtteydi evim. Durlan, Ankara’da, benim çocukluğumun Çın Çın Bağları ayarında bir yer! Yağmur bile yağmaya korkarmış, birini ıslatırsam sopa yerim diye. Rivayete göre bu bir seneden sonra Sırpça konuşurken hafif bir Durlan aksanım oluşmuş 😜

Bunları yazıyorum ama sanmayın ki öyle dil öğrenmeye yatkın biriyim. Tam aksine...

Öyle insanlar vardır ki, hiç bilmediği bir dilin konuşulduğu bir ülkeye giderler, bir hafta sonra alış verişlerini falan lokal dille yapmaya başlarlar.

Mesela sevgili karım.

Jelena ile bütün dünyayı gezdik, her yerde yolunu buldu.

Latince, eski Yunanca, Fransızca, İngilizce ve tabi ki anadili Sırpça'yı akademik olarak konuşur. Latince ve Fransızca konuştuğu için İspanyolca'yı, Portekizce’yi ve İtalyanca'yı anlar ve iyi kötü konuşur. Eski Yugoslavya ve Bulgaristan zaten ana dili alanımda yerlerdir. Sırpça bildiği için Rusça'yı anlar ve biraz gayretle konuşur, en önemlisi Kiril alfabesini okuyabildiği için, Rusyada evindeymiş gibidir. Rusyada Kiril okuyamadan dolaşmak, özellikle metro, otobüs vesaire durağı bulmak çok eziyetli iştir. Bilmeyen biri için "злато" yu "zlato" yada "Ниш" 'i "Niş" diye okumak ciddi hayal gücü gerektirir.

Bir Almancası yoktur, ona da heves etti, şu yakınlarda bir online kursa başlayacağım falan diyordu.

İsviçreliler dil konusunda çok donanımlıdırlar. Ufacık ülkede dört resmi dil olduğunu düşünürseniz, çoğu kişi bu dillerden ikisini artı İngilizceyi konuşur.

Burada minicik bir köyde yaşıyoruz. Yani ne bir bakkal, ne bir banka, ne bir postane. Uzun süre köydeki tek yabancı bizdik, bir kaç yıl önce bir İspanyol aile taşındı da tek olmaktan kurtulduk. Yani hiç öyle enternasyonel bir yer değil köyümüz - bundan da fazlasıyla memnunum, o ayrı mesele. Buna rağmen yan komşumuz Fransızca, Almanca, Felemenkçe ve Ingilizce konuşuyor.

Avrupa'nın gerisi, özellikle orta Avrupa yabancı dil konuşma konusunda bence oldukça ileri bir durumdalar. Karışık evlilikler de farklı dilleri konuşmayı çok olağan bir hale getirmiş.

Diyeceğim o ki yabancı dilleri bilmek ve konuşmak, Türkiye dışında adımınızı attığınızda evrensel bir fenomen haline dönüşüyor.

Türkiyede ise bu işin çok, çok gerisindeyiz - aman, nasıl şaşırdık bu işe tabi..

Kapalı devre, kendi kendimize İngilizce zannettiğimiz mutant bir dili konuşmakla kalmıyor, bu dili doğru konuşmaya çalışanlarla alay edip, onların hevesini kırıyoruz. Bir öğrenip iki uyduruyor, uyduramayanlar da uyduranlardan uydurulmuş halini öğreniyor, sonra da Lusezyan Profesör, Ruj State, Jiipii Morgan, Cigabayt, Kim Besincır falan diyoruz.

Yanlış bildiğimiz telaffuzlar bir kenara, doğru bildiklerimizi söylediğimizde bile çoğunu yabancılar anlamıyor. Dışarda en çok ağırıma giden şey, TV'de falan İngilizce konuşan Türklere altyazı koymaları.

Öyle çocuklara eğitim tavsiyesi vermeye babalık kıdemim yetmez tabi. Ama buralarda biraz vakit harcamış biri olarak belki biraz faydam dokunur.

O yüzden bunları yazıyorum.

Lütfen çocuklarınıza bir yabancı dil öğretin.

Bu öneriye İngilizce dahil değil. Yani bir yabancı dil öğretin derken İngilizcenin üstüne bir yabancı dilden sözediyorum.

Bu işi de lütfen A La Turca yapmayın. İmkanınız varsa çocuğunuzun en azından İngilizce'yi doğru olarak konuşulduğu bir ortamda öğrenmesini sağlayın. İnternet çağında kaynak sıkıntımız yok. Youtube videoları, filmleri alt yazılı izleme ama en önemlisi İngilizce kitaplar okumasını teşvik edin.

Ona Latin alfabesiyle yazılan her dilin Türkçe gibi okunmayacağını anlatın.

Bir dilin yazıldığı gibi okunması şeklinde bir önermenin tamamen gerçek dışı olduğunu, her dilin farklı yazım kuralları olabileceğini gösterin.

İngilizcede sesli harflerin uzun ve kısa olmak üzere iki ayrı ses verdiklerini anlatın. "Pot" daki "o" 'nun Türkçedeki "o", "foot" daki "oo" nun Türkçedeki "u", "pet" 'deki "e" nin Türkçedeki "e", "feet" deki "ee" nin ise Türkçedeki "i" olduğu gibi. Yavrunuz böylece "Google" 'a "Gogıl" demeyecektir.

Özellikle sözcüklerin sonundaki "e" 'lerin okunmayacağını anlatın ki 'Skype" 'a "Skaype" demesin.

"Th" 'i doğru telaffuz etmesini sağlayın ki Celal Şengör'den bir anektod ile, üçüncü anlamına gelen "third" 'e bok anlamına gelen "törd" demesin.

İngilizce'de her hecenin Türkçe'de olduğu gibi aynı stresle, yanı aynı hız ve uzunlukla okunmadığını anlatın. İstisnaları saklı, isimlerin çoğunun ilk hecelerinin, fiillerin ise son hecelerinin uzun ve nameli okunması gerektiğini anlatın. Hediye anlamındaki "present" "PREzınt", hediye sunmak anlamındaki "present" "priZENT" dendiğini bilsin.

Her harfin Türkçedeki şekliyle okunmadığının farkında olsun. İngilizce'nin "d" 'si bizim "d" 'ye göre çok yumuşaktır. İngilizce "f" hele eğer ardında başka bir"f" yoksa neredeyse "v" gibi okunur. Ingilizcedeki "W" ise bırakın "v" 'yi, aslen sesli bir harftir. Özellikle birleşik krallıkta, keleme içindeki bir "s", eğer yanında başka bir "s" yoksa çoğunlukla "z" şeklinde okunur.

Unutmayın, bunlar yapılırsa iyi olabilecek isteğe bağlı öneriler değil, dilin ta kendisidir. Birine "Sveden" deyip, İsveç anlamındaki "Sweeden"'ı anlamasını bekleyemezsiniz. Israr ederseniz de altyazı koyuyorlar işte.

Neyse, amacım sıkıcı gramer kurallarını art arda sıralamak değil, sadece bir fikir vermek.

Dil, hele hele Türkiye dışında bir iş, bir yaşam, bir gelecek için bir doktora derecesinden daha önemli ve kullanışlı, "should you ask me!".

İyi geceler...

23 Mart 2019 Cumartesi

Ty Moy Polkovnik!

Moskova'da, Lubyanka meydanında oldukça büyük bir bina, içinde de Rusya'nın en büyük oyuncak mağazası olan Detskiy Mir, yani "Çocukların Dünyası" bulunur.

Aynı meydanın diğer bir köşesinde ise, Rusların biraz da ironiyle "Yetişkinlerin Dünyası" ismini taktıkları, yine oldukça büyük bir bina vardır.

Bu bina, Sovyetler Birliği döneminde KGB'nin yönetim merkeziydi. Bu günlerde ismi KGB'den FSB'ye değişmiş olsa da, fonksiyonu çok da fazla değişmemişti.

KGB merkezine, özellikle alt katlarındaki hapisaneye yolu düşenler, eğer geri çıkabilmişlerse tabi, burada geçirdikleri günleri genelde biraz zor unutma eğilimindedirler.

Albay Dmitry Korsakov, bu binanın ikinci kattaki odasında, yorgunluğunu biraz olsun atabilmek için oturduğu büyük kahverengi koltuğunda geri yaslanmış, gözlerini kapamıştı.

Hafta sonu bir toplantı için Novorossiysk'deydi. Gün boyu yeni istihbarat stratejilerini dinlemiş, sonrasında ise liman güvenlik bürosunda çalışan metresi, yüzbaşı Katia Osinova ile uzun ve votka-yoğun iki akşam geçirmişti.

Sertçe vurulan kapı Albay Korsakov'u hafta sonunun mahmurluğundan, Pazartesinin gerçekliğine döndürdü.

Askeri serlikte bir ses tonuyla buyurdu:

"Vkhodit!"

Kapı açıldı ve içeriye sırım gibi bir üsteğmen girdi. Albayın karşısında hazrola geçti.

"Izvinite Polkovnik!"

Albay ses tonunu biraz yumuşattı.

"Pozhaluysta Sergei, skazhi mne"

"Güney 4D istasyonunun istihbarat raporları Albayım!"

"Spasibo Sergei"

Albay Korsakov masasının üzerindeki paketten bir sigara alıp, Zippo çakmağı ile yaktı. Derin bir nefes çekip, raporu okumaya başladı.

İlk paragraftan sonra yüzü kıpkırmızı kesildi ve istemsizce bağırdı.

"Chertovskiy!"

"Albayım?"

"Türkler S-400'lerden vazgeçip, Patriot almaya karar vermişler!"

"Çok zamansız olmuş Albayım, bu satış bizim için çok önemliydi"

"Yok, onla ilgili değil, Albay Igor'la iddiaya girmiştik, onu kaybettim. Ben Perşembe dönerler demiştim, o da Pazartesi. O kazandı, ona sinirlendim!"

"İçerdeki kaynaklarımız bunu bize bildirmemişler mi Albayım?"

"Türkiye’de her şey o kadar hızlı değişiyor ki, artık içerden istihbarat toplamayı bıraktık Sergei. Bugün Nato'dan çıkıyorlar, yarın Nato'ya kayıtsız bağlılıklarını bildiriyorlar. Ertesi gün AB'den vazgeçip, Shanghai Beşlisi'ne gireceğiz diyorlar, bir sonraki gün de AB'ye niye giriş müzakerelerini açmıyorsunuz diye kızıyorlar. Haftanın tek günleri ABD'ye dayılanıyor, çift günleri de stratejik müttefikleri oluyorlar. İstihbarat Moskova'ya ulaşana kadar fikirleri değiştiği için artık bakmıyoruz bile. Ama iddia için iyi oluyor böyle."

Masanın çekmecesinden bir şişe Stolichnaya çıkarıp, üsteğmene verdi.

"Bunu Albay Igor'a götür Sergei. Ona de ki, bir sonraki şişe bu kadar kolay olmayacak."

Sergei hazrola geçip, şık bir asker selamı verdi.

"Ty moy polkovnik!"

Sergei şişeyle odadan çıkarken, Albay Korsakov da istihbarat raporunun devamını okumaya başlamıştı. Sergei çıkmak üzere açtığı kapıyı fikir değiştirip kapadı ve geri döndü.

"Polkovnik!..."

"Skazhi mne Sergei."

"Matushka Rossiya eski güçlü günlerine dönecek mi sizce?"

"Rusya Ana eski günlerinden daha bile güçlü olacak Tovarishch Sergei. Şüphen mi var?"

"Evet, biraz şüphem var Tovarishch Polkovnik. Ordumuz eskisi kadar büyük değil. Tanklarımız eskidi, uçaklarımız parasızlıktan uçamıyor, denizaltılarımız vakitlerinin çoğunu limanda geçiriyor, füzelerimizin nükleer başlıklarını yenileyemiyoruz."

"Zaman değişti Sergei. Savaşlar artık tanklarla, uçaklarla kazanılmıyor. Elli yıl boyunca bütün paramızı, çocuklarımızın geleceğini, bir kere bile kullanmadığımız nükleer başlıklı füzelere, bunları taşıyan nükleer denizaltılara gömdük. Sonunda ne oldu? İflas ettik, battık. Matushka Rossiya gangsterlerin, kaçakçıların, fahişelerin eline kaldı."

Albay Korsakov biten sigarasıyla yeni bir sigara yaktı ve devam etti.

"Artık savaşmadan kazanıyoruz Sergei. Yankee'lerin dediği gibi bu kez we stole a page from their book. Obama isimli bir kafasız, bize Kırım'ı, Irak'ı, Suriye'yi hediye etti, hem de bir kurşun bile atmadan. Skazhi mne Sergei, soğuk savaş varken Suriye'deki bu üssü almak için kaç nükleer füze atmak gerekirdi, kaç yoldaş askerin kanı akardı?"

Albay Korsakov erin bir nefes alıp devam etti.

"Artık bizim adımıza Araplar, Yankee'lerin adına da Kürtler savaşacak. Irak'ta savaş çıkardılar, Irak İran'ın oldu. Suriye'de savaş çıkardılar, Suriye bizim oldu. İran'da, Türkiye'de savaş çıkaracaklar, her ikisi de bizim olacak. Parmağımızı kıpırdatmayacağız, hepsini bize hediye edecekler."

Sigarasından bir nefes daha çekti.

"Bugün Moskova kapılarına dayanmış, Stalingrad'da binlerce yoldaşın kanını akıtmış Almanya Rusya Ana'nın doğal gazı olmadan yaşayamayacak durumda. Yarın Berlin'de kırmızı, mavi, beyazlı bayrağımız dalgalancak. Bugün vizeyle girdiğimiz Klaipeda'ya gemilerimiz yeniden demirleyecek. Stalin'e vaat edilip, elimizden kaçan İstanbul, yeniden Çar Kenti olacak. Belki Obama artık yok ama yerine geçen Trump, Rusya Ana için ondan çok daha hayırlı."

Albay Korsakov, sesini alçaltarak devam etti.

"Sorunun cevabı Tovarishch Sergei, Rusya Ana geçmiştekimden çok daha güçlü olacak!"

Genç üsteğmen hiç bir şey söylemeden sert bir selam verdi ve geri dönüp yürüyerek odadan çıktı. Gözümden bir damla yaş süzüldü.

KGB binasından çıkmış, Moskva Nehri kıyısında yüksek duvarı ve kubbeleriyle Kremlin'e bakarak yürüyordu.

Kafasının içinde de durmadan aynı şarkı çalıyordu.

"Kalinka, kalinka, kalinka maya,
f sadu yagoda malinka, malinka maya..."

—-

Epilogue:

Diyeceğim o ki, bunların olmasını istemiyorsak, gözümüzü açık tutalım. Ben İstanbul'daki kırmızı ve beyazdan fazlasıyla memnunum. Üçüncü bir mavi renk istemiyorum. Ne Rusyanın, ne Amerikanın mavisi...

21 Mart 2019 Perşembe

Kasmayalım

Sevgili arkadaşlar, uzaklarda olsam da hepimizde seçimdi, ekonomiydi, enflasyondu, dolardı, bir kasılma gözlemliyorum.

Herkes asabi, herkes gergin, herkes ajite durumda.

Kısaca herkes kasıyor.

Kasmayalım.

Diyeceğim o ki beterin beteri var.

Robbie Williams'ı bilirsiniz. Super Supreme, Millennium Robbie.

Adam bir hastaneye gitmiş, aynı anda akıl hastalığı, depresyon, obezite, alkol bağımlılığı, madde bağımlılığı ve kendine güven eksikliğinden tedavi görmüş. Yüzde kırk dokuz homoseksüelim, ama bu zaman zaman yüzde elliyi buluyor diyormuş. Affınıza sığınarak ağızımı bozuyorum, adam ibne mi, değil mi, ondan bile emin değil!

Yani Ingilizcede dedikleri gibi hiçbir özelliği olmayan, run of the mill bir sanatçı!

2016 yılında Robbie efendi on yedi milyon pound 'u bastırıp, Londra'da, Kensington'da bir köşk satın almış.

Kapı komşusu da Led Zeppelin'in efsanevi gitaristi Jimmy Page!

Robbie, evine kapalı bir yüzme havuzu yaptırmak istemiş, ama komşu Jimmy, hayır deyip, işe taş koymuş. Oralarda, yine buralarda olduğu gibi komşu hayır derse kendi evine çivi bile çakamıyorsun.

Durum böyle olunca Robbie önce depresif olmuş tabi. Ama sonra aklına gelen bir intikam planını uygulamaya koymuş.

Hiç durmadan, gece gündüz, müziğin sesini sonuna kadar açıp, Led Zeppelin'in gitaristi Jimmy Page'e Deep Purple dinletmiş!

Robbie depresyondan kurtulmuş. Jimmy'e ise ne olduğunu şimdilik bilmiyoruz.

Gördünüz mü, alemde ne dertler var...

Başka bir öykü.

Herhalde bir çoğunuz Charlie Sheen'i tanırsınız. Two And A Half Men dizisinin unutulmaz Charlie Harper'ı.

Charlie gerçek hayatta, aynı bu dizideki rolü Charlie gibi yaşayan birisi. Yani içki, kumar, karı...

Şu anda biri porno film yıldızı, evli karım dediği iki kadınla aynı anda yaşıyor. HIV pozitif, yani hayata biraz karanlık bakıyor.

Ancak Charlie her zaman böyle bohem değilmiş. Gerçek anlamıyla evlenmiş, çocukları falan bile olmuş.

Bu evliliklerinin birisinin arifesinde, müstakbel karısıyla birlikte akşam yemeği yerken Donald Trump ile karşılaşmışlar. Trump, o zaman başkan değil tabi.

Neyse, Trump işleri yüzünden nikaha gelemeyeceği için içtenlikle özür dilemiş.

Charlie önce biraz şaşırmış, çünkü Trump nikaha davetli bile değilmiş. Ama bozuntuya vermemiş.

Trump ise katılamayacağının verdiği üzüntü ile Charlie'ye unutamayacağı bir düğün hediyesi vermek istemiş. Hemen platin ve elmaslardan yapılma Harry Winston kol düğmelerini çıkarıp, Charlie'ye vermiş.

Aradan altı ay falan geçmiş, sigorta için Charlie'nin bu kol düğmelerinin değerlerini belirlemesi gerekmiş. Bir ekspere gitmiş.

Sonuca inanmayacaksınız.

Kol düğmeleri sahteymiş!

Ne platin platin, ne de elmaslar elmas!

Trump, sahte mücevherlerin tanınmayacağına o kadar eminmiş ki, üzerlerine kendi ismini bile işletmiş.

Bu hikaye doğru mudur, bilinmez. Ama ben Sheen'in bir suç duyurusunda bulunmadığına eminim...

Dert, tasa bu işte.

Nashville'de 2014 yılında bir araştırma yapmışlar.buna göre toplumun yüzde yedisi tanrıya bir park yeri versin diye dua ediyormuş!

Siz de hala turist duasına çıkanlara kızın...

Amerikan resmi Salgın Korunma Ve Önleme Dairesinin, zombi işgaline hazırlıklı olma konulu bir Internet sitesi varmış!

Beka sorunu her yerde var işte...

Eğer rock müzik seviyorsanız Ozzy Osbourne kimdir bilirsiniz.

Bu arkadaşın denemediği alkol, uyuşturucu, vesaire kalmamış. Birgün acil bir uyuşturucu ihtiyacı baş gösterdiğinde burnunu bir kaldırıma dayayıp, bir sıra halinde geçen karıncaları, hort, fort yapıp, içine çekmiş. Zavallı karıncaların bazıları bunun ağızımdan çıkmış!

Bir konser esnasında bir kuğunun kafasını dişleriyle koparmış!

Başka bir kez bir yarasayı ağızına sokup ısırarak kafasını kopartmış. Söylediğine göre yarasayı plastik zannetmiş. Bunun yüzünden kuduz tedavisi görmüş!

İşte böyle.

Bu hayatta derdim var, kafam bozuk demeden bir kez daha düşünmek lazım.

Takmayalım kafaya, kasmayalım. Yoksa bunlar gibi oluruz.

Gününüz güzel olsun.

15 Mart 2019 Cuma

Boeing 737 MAX Kazaları

Bir uçağı havada tutan kanatlarıdır sevgili arkadaşlar. Yerçekimi uçağı aşağı çekerken, uçağın kanatları, uçağı yukarı doğru iterler. Böylece uçak havada kalıp, yoluna devam eder.

İlk bakışta biraz alakasız gelebilir, ancak bir uçağın havada kalması için ileri doğru hareket etmesi gerekir.

Uçak havada ilerledikçe, hava kanatların üstünden ve altından geçer.

Eğer kanatların altından, kanatların üzerindekinden daha fazla hava geçirebilirsek, altta biriken hava kanatları yukarı iter ve kanatlar az önce söz ettiğimiz kaldırma işlevini yerine getirirler.

Çok fizikle baş ağrıtmadan söyleyelim, kanatlar altlarıyla üstlerinde bir basınç farkı yaratırlar, bu basınç farkı da uçağı yukarıya doğru iter.

Yine işin çok aerodinamiğine girmeden, bir kanat uçağın uçuş yönüne parelelken bu kaldırma kuvvetini yaratabilir. İşin aslı tam paralellik yerine kanadın ön tarafı hafifçe yukarı kalkıkken bu kaldırma güçü en verimli bir biçimde kullanılır (kanatların şekilleri de bu kaldırma kuvvetini artırırlar ama konumuz bu değil).

Kanadın ucu yukarı, arkası da aşağı dönükken uçak ilerlediğinde kanadın altına daha fazla hava sıkışır ve alttaki basınç yükselir. Biraz dikkatle arabadayken camı açıp, avucunuzu önce yere paralel uzatın, sonrada parmaklarınızı hafifçe yukarı kaldırarak elinizin yere göre açısını artırın. Basınç farkı elinizi kuvvetle yukarı itecektir.

Ancak tekrar söyleyeyim, bu deneyi araba çok hızlı değilken ve etrafta elinizin çarpacağı başka arabalar, ağaç dalları vesaire yokken çok dikkatle yapın.

İşte bundandır, uçakların kanadı gövdeye paralel değil, küçük bir açıyla yukarı doğru tasarımlanmıştır. Ancak bu açı o kadar küçüktür ki, sadece bakarak bu eğimi çok zor hissedebilirsiniz.

Bu açıya kanadın hücum açısı (angle of attack) derler.

Peki bu hücum açısını artırırsak, yani kanatları yukarı doğru, yani uçuş yönüne dik olmaya başlayacağı yöne çevirirsek ne olur?

Öncelikle kanatların kaldırma etkisi artar.

Bu iyi bir şey gibi gelebilir kulağımıza, ancak artan kaldırma kuvvetinin karşılığında çok ağır bir bedel öderiz.

Sürtünme.

Havanın sürtünme, yani direnç gücü uçağı yavaşlatır. Uçağın hızını korumak için deyimi uygunsa gaza biraz daha fazla basmak gerekir. Unutmayın. Uçak ileri gitmezse kaldırma kuvveti oluşmaz.

Eğer uçağın uçuş yönü yerle paralel değilse kanatların kaldırma kuvveti doğrudan uçağı aşağı çeken yerçekimi ile de karşılaşmaz. Bu da uçağın havada kalması için kanatların normalden daha fazla kaldırma kuvveti yaratmalarını zorunlu kılar.

Hücum açısını artırmaya devam edersek öyle bir noktaya geliriz ki, hızı me kadar artırırsak artıralım, kanatlar hiçbir kaldırma güçü yaratamaz. Çünkü hava artık kanadın üstünden ve altından akmadığından, bir basınç farkı oluşturamaz.

Bu noktada uçak uçmayı bırakır, bir taş gibi düşmeye başlar.

Buna da "Stall" derler.

Peki kanatların hücum açıları değişebilir mi?

Kanatlar uçaklara sabit bir şekilde takılıdırlar, o yüzden uçaktan bağımsız olarak hücum açıları değişemez (Amerikan Deniz Kuvvetlerinin F-8 Crusader uçağı bunun bildiğim tek istisnadır).

Ancak bir uçağın kendisinin hücum açısı değiştiğinde, kanatların da hücum açısı buna bağlı olarak değişir. Kısaca uçağın burnu kalktığında, kanatları da uçak ile birlikte kalkar.

Uçağın hücum açısının stall olmadan ne kadar artacağı, uçağın hızı, yüksekliği ve kanatlarda bulunan flap, slat gibi kontrol yüzeylerinin durumuyla ilgilidir. Ancak çok detaylara girmeyelim.

Önemli olan hücum açısı arttıkça, yani uçağın burnu kalktıkça hızı düşeceğinden, kanatların kaldırma kuvvetinin azalacağı ve bir noktaya geldiğinde kaldırma kuvveti yaratamayacağı, yani stall olacağıdır.

Bu stall durumu çok kaka bir iştir sevgiki arkadaşlar. Özellikle bir yolcu uçağının stall'dan kurtulması çok zordur. Yeteri kadar yüksekteyse uçağın burnunu aşağı çevirip hız kazanmayı, böylece de kanatların üzerinden hava akımını yeniden sağlamayı deneyebilir.

Ama önemli olan bu stall durumuna hiç girmemektir.

Yakın zamanda iki kere düşüp uçuşlarının durdurulduğu Boeing 737 MAX'lerde kullanılan MCAS (Em-kes diye okunuyor), bu stall durumuna düşmeyi önlemek için tasarımlanmış bir sistem.

Yaptığı iş ise, uçağın burnunun iki tarafına takılı iki sensörle uçağın hücum açısını, yani burnunun ne kadar kalkık olduğunu okuyup, uçağın hızı, yüksekliği ve kanatlardaki kontrol yüzeylerinin durumuna bakarak stall olmaya ne kadar yaklaştığını hesaplamak. Eğer uçağın burnu stall olacak kadar kalkmış ise onu aşağı indirmek.

Herkes Endonezya ve Etiyopya hava yollarının 737 MAX'lerinin bu MCAS sistemi yüzünden düştüklerine neredeyse emin.

Her iki uçak da kalkış anında MCAS sisteminin bir stall zannıyla uçakların burunlarını aşağı indirmesiyle düşmüşler.

Cevap bulmaya çalıştıkları soru ise MCAS'in niçin beklendiği gibi çalışmadığı.

İlk izlenim, hücum açısının okunduğu sensörlerdeki bir uyuşmazlık, bozukluk olduğuydu. Şimdilerde daha ziyade bir yazılım sorunundan bahsediliyor.

Boeing 737, 1960'lardan kalma çok eski bir tasarım. İlk uçuşunu 1967'de yapmış, yani benle yaşıt sayılır. Bu da kulağa ilk geldiğinin aksine kötü bir şey değildir sevgili arkadaşlar. Boeing 737 bu elli sene boyunca tasarım sorunları bir bir giderilmiş, olgunlaşmış, dünyanın en güvenli uçaklarından biri olmuş.

Boeing 737'ler yere çok yakındırlar. Neredeyse motorları piste dokunacak zannedersiniz. Bu tasarım özelliğinin amacı motor bakım ve kontrollerinin daha çabuk ve etkin yapılabilmesidir.

Jurassic, Classic ve Nextgen modellerinde bu özellik korunsa da MAX modelinin belkemiği, bu uçağın ekonomik ve sessiz olmasını sağlayan LEAP motorlarının büyük boyu yüzünden Boeing 737'leri biraz değiştirmek zorunda kaldılar.

İniş takımları bu geniş çaplı motorların sığması için yükseltildi, ancak en önemlisi motorlar kanatların önüne, biraz daha yükseğe alındı.

Dananın kuyruğu da işte burada koptu.

Motorların yeni yeri, onlarca yıldır kendini kanıtlamış uçağın aerodinamik karekteristiklerini değiştirdi.

Kimse bunu sesli dile getirmese de uçak stall olmaya biraz daha yatkın bir hale geldi. Bunu engellemek için de MAX'lere konumuz olan MCAS sistemini yerleştirdiler.

Pilotlar aynı uçağın bir modelinden diğerine geçtiklerinde fark eğitimi isimli bir eğitimden geçerler. Adından da anlaşılacağı üzere bu eğitimde sıfırdan başlamak yerine, sadece yeni modeldeki değişiklikleri öğrenirler.

Artık aceleden mi, dikkatsizlikten mi bilinmez, Boeing bu fark eğitiminin programına 737 MAX'lerle birlikte ilk kez kullanılan MCAS sistemini dahil etmemiş.

Buna paralel bir iddaya göre de Endonezyalı pilotlar bilmedikleri bu sistemin devreye girip, uçağın burnunu indirmesi sonucu kontrolü kaybedip, yere çakılmışlar.

Sorun ne olursa olsun, bu kazaların ve 737 MAX'lerin uçuşlarının durdurulmasının Boeing için katastrofik sonuçları olacaktır.

Uçuştan alınıp bağlanan uçakların havayollarında neden olduğu maddi kayıplar bir kenara, MAX'lerin karizması öyle bir çizildi ki, sorun giderilse de birçok kişi bu olanları hatırlayacaktır.

Eminim bu günlerde, Airbus firmasının koridorlarında birçok çalışanın yüzü gülmektedir.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...