24 Şubat 2017 Cuma

Yeni Gezegen

Sevgili arkadaşlar, size dün bahsettiğim yeni bulunan bu yedi gezegen ile ilgili NASA'nın basın toplantısını baştan sona dinledim.

Çok heyecan verici bir keşif bu, gerçekten.

Yedi tane kayalık gezegenin aynı anda çok küçük bir yıldızın etrafında bulunması olayın önemini çok artırıyor.

Önce bu kayalık gezegen hikayesine bakalım.

Anlı şanlı güneş sistemimizde sadece dört kayalık gezegen var, Merkür, Venüs, Dünya ve Mars.

Biraz sıkıştırsak, gezegen olabilecekken Jüpiterin çekim gücü nedeniyle bir araya gelememiş asteroid kuşağını ve olasılıkla güneş sisteminin oluştuğu zamanlarda bir gezegen olan ve sonra dünya ile çarpışıp dünya-ay sistemini oluşturan gezegeni de bu sayıya ekleyebiliriz.

Geri kalan gezegenlerin hepsi gaz gezegenler. Yani temelde hidrojen ve helyumdan oluşmuş, biraz daha madde toplasalar, birer yıldız olabilecek gök cisimleri bunlar.Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs.

Zaten yeni bulunan sistemin yıldızı Jüpiterden sadece biraz daha büyük. Eğer Jüpiter güneş sisteminin oluştuğu zamanlarda çok az madde daha toplayabilmiş olsaydı, dünyadan baktığımızda iki yıldız görüyor olacaktık, ki bu iki yıldızlı sistemler evrende çok yaygın bir fenomen.

Belki merkezlerindeki yüksek basınç yüzünden katı birer çekirdekleri vardır ama bizim anladığımız anlamda, üzerlerinde yürüyebileceğimiz bir yüzeyleri yok bu gaz devlerinin.

Ondan dolayı yedi tane kayalık gezegeni bir arada bulmak heyecan verici.

İkinci heyecan verici nokta ise bu yedi gezegenin yıldızının çok küçük olması. Bunun özelliği ise evrende küçük gök cisimlerinin sayılarının büyüklerinden fazla olması. Bu kırmızı cüce denilen yıldızlardan bu kadar gezegen çıkabiliyorsa dünya benzeri bir gezegen bulma ya da dünya dışı hayat bulma şansımız çok artar.

Ancak konferansı iki kere dinledikten sonra, hala size dün bahsettiğim, küçük yıldızlara yakın yörüngeli cisimlerin yıldıza sadece bir yüzlerini gösterecek şekilde dönemlerinden ortaya çıkabilecek sorunlara bir cevap bulamadım.

Her defasında bu fenomeni uzun uzun anlatmaktansa gelin ismini koyalım.

Kütleleri farklı iki gök cismi birbirlerinin etrafında dönerken, bir süre sonra kütlesi küçük olan bu dönüş esnasında kütlesi büyük cisme hep aynı yüzünü gösterecek şekilde kitlenir. Buna tidal lock yanı gel-git kitlemesi derler.

Örneğin Ay, Dünya'ya çekimsel olarak kitlenmiş durumdadır ve hep aynı yüzü dünyaya dönük olarak hareket eder.

Dün size demiştim ki, bu yeni bulunan gezegenler de yıldıza çok yakın olduklarından çekimsel olarak kitlenmiş olmalıdırlar ve hep bir yüzlerini bu yıldıza dönük olarak turlarını tamamlar.

Bunun en önemli sonucu, bu gezegenlerin bir taraflarının hep gündüz, diğer taraflarının da hep gece kalmasıdır.

Gündüz tarafları devamlı yıldızdan gelen ısı ve ışığa maruz kaldığından sıvı su buharlaşır, radyasyon da yaşamı çok zor hale getirir.

Gece tarafı ise ısı almadığından su donar ve ışık almadığından da yaşam gelişemez.

İşte bu sebeplerden bu gezegenlerde yaşam olması zor demiştim.

NASA konferansında bu tidal lock kısmına değinmişler. Konuşmacılardan biri "These planets are MOST PROBABLY tidally locked." diyor, yani büyük olasılıkla çekimsel olarak kitli durumdalar. Zaten gezegenlerin birbirlerine olan olağan dışı yakınlıkları yüzünden ortaya çıkan çekim gücü ve gel-git etkisi bir mucize yaratmamışsa, evren hakkında bugün bildiklerimize dayanarak bu gezegenlerin olasılıkla, molasılıkla değil, "kesin" olarak kitlenmiş olduklarını söyleyebiliriz.

Ne yazık ki konferansta bir animasyonla bu tidal lock meselesini açıklasalar da, bunun sonuçlarına değinmediler. Q&A kısmında bir soruya cevap esnasında bunun radyasyon bakımından bir sorun olabileceğine dokunup geçti kadınlardan biri.

Bekleyip görelim.

Yine konferansta bu gezegenlerin özellikle birinde su bulunma olasılığının çok yüksek olduğu söylendi. Ancak İngilizcede su kelimesinin karşılığı "water" her ne kadar bardağa koyup içtiğimiz suyu çağrıştırsa da, bilimsel anlamda buzdan su buharına kadar suyun üç halini kapsar. Zaten konferansın başka bir noktasında biri ağzından "liquid water" yani sıvı su kelimesini kaçırdı.

Kısaca bu gezegenlerde bizim yaşam için istediğimiz sıvı su olmayabilir. Unutmayın, katı su yani buz Mars"da, su buharı da Jüpiter'de bol bol var.

Biraz sansasyonel olması bakımından konferansta bu olumsuzluklardan uzak durdular. Eh anlaşılır tabi.

Ne olursa olsun çok heyecan verici bir keşif bu.

İzlemeye devam edelim.

23 Şubat 2017 Perşembe

Yeni Gezegene Bir Kala

Sevgili arkadaşlar, uzun süredir yoğun bir şekilde çalışmaktayım. Ekrana bakmaktan gözlerim, fare yüzünden de bileklerim acıyor.

İşte bundandır, bu geceki şarap ve peynir molam ilaç gibi geldi. Mükemmel Bordeaux şarabı ve yine Fransa'dan getirdiğimiz birkaç özel peynir, biraz Joe Dassin, biraz Mirelle Mathieu gerçekten zihnimi açtı. Hele soğanlı ve karabiberli iki peynir var ki, ne siz sorun, ne ben anlatayım. O kadar leziz.

Bu günlerde nedense Fransa yoğun takılıyorum.

Bisiklet üzerinde okumak için Paris Zaman Kapsülü diye bir kitap aldım, o da Fransada geçiyor. Felaket kötü bir kitap bu arada. Biraz heyecan, biraz gizem falan diye aldım, üçüncü sınıf romantik kız romanı çıktı. Her bölümün başında bir kaç sayfa kim ne renk, ne model ceket giymiş, etek giymiş, onu dinliyoruz. İki yüz sayfa sonra Fransız jön protogonistimiz Amarikan kızı anca öpebildi. Bütün giz de kendisi başlı başına bir kitap olabilecek, sayfalarca uzunlukta sözde bir mektubun ortaya çıkmasıyla çözüldü, daha doğrusu anlatıldı.

Nefret ederim böyle kitaplardan. Hiç bir zeka, sürpriz, heyecan yoktur. Okur durursunuz sonra ya o ana kadar ortada olmayan biri çıkar, ya da böyle salakça bir mektup bulunur, size olanı biteni anlatır. Bu anlatımı kitabın başında yapsalar, o kadar sayfayı okumanıza gerek kalmazdı. Zaten okuduklarınızla bu sonuç "bildirgesinin" de birbirleriyle pek alakası yoktur.

Yazar kızımız muhtemelen Fransaya tatile gelmiş, öğrendiği bir kaç yer ve yemek ismi boşa gitmesin diye oturmuş bu kitabı yazmış sizin anlayacağınız.

Boş verelim kitabı, Amerikan edebiyatının eksikliklerini başka zaman tartışırız.

Memleket meselelerini de bırakalım bir kenara. Zaten izlemiyorum bile. Trump da baydı artık. İlginç olmak için bir nefesini tutmadığı kaldı. Tatil mevsimi de değil ki gezi yazısı yazalım.

Sizle asıl gündemin belki de en önemli meselesini konuşalım istedim.

NASA, dünyaya kırk ışık yılı uzaklıkta dünya benzeri yedi gezegen buldu.

Bundan iyi konu mu olur? Gecenin bilmem kaçı, şarap, müzik, peynir falan da var, tam bu muhabbetin konusu işte, dünya dışı yaşam 😛

Kırk ışık yılı gözlemleyebildiğimiz evrenin boyuna göre kapımızın dibi sayılır. Bildiğimiz en hızlı haberleşme yöntemi olan telsizi açıp "Nasılsınız?" diye sorsanız, mesajınızın bu gezegenlere gitmesi kırk yıl, onların da "İyiyiz bilader, siz nasılsınız?" derse, bu cevabın size gelmesi bir kırk yıl daha, yani basit bir selamlaşma toplamda seksen yıl alır.

Oralara gitmeyi sormayın bile. Dünyada kullanılan tüm enerjiyi bu işe adasak bile bu gezegenlere insan göndermek binlerce yıl alır. Muazzam bir uzaklık sizin anlayacağınız.

Buna rağmen kırk ışık yılı burnumuzun dibi işte. Milyarlarca ışık yılı uzaklıktan dünyamıza ulaşan doğal radyasyon gözlemledik. Evrenin büyüklüğünü siz hayal edin artık.

Bu yeni bulunan gezegenlere geri dönelim.

Bize milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızları teleskoplarla görebiliriz. Çünkü yıldızlar yine dünya üzerinde kullandığımız ölçekteki enerjilere göre kat be kat büyük miktarda enerji kullanarak ışırlar. Bu ışıma o kadar parlaktır ki çok uzak mesafelerden gözlemlenebilir.

Gezegenler ise kendilerinden kaynaklanan bir ışıma yapmazlar. Sadece (eğer varsa) yakınlarındaki yıldızın ışımasını yansıtırlar.

Uzaklardaki bir gezegenin yansıttığı ışık bu nedenle yakındaki yıldızın ışıması tarafından bastırılır ve deyimi uygunsa teleskoplarımız bu gezegeni "göremez".

Aynı sebeple Ay'ı gündüz göremeyiz. Güneşin parlaklığı, Ay'ın yansıttığı ışığı bastırır.

Ancak yakınımızdaki bir yıldız parlaklığı düşük olacak kadar küçük, etrafındaki gezegen de yeteri kadar büyük olursa, gezegen yıldızın çevresinde dönerken yıldızın önünden, yani dünya ile yıldızın arasından geçer ve dünyaya ulaşan ışığın yada parlaklığın miktarı bir süre azalır. Biz de göremediğimiz halde yıldızın etrafında bir gezegen olduğu sonucuna varırız.

Göremediğimiz gezegenlerin farkına varmamızın bir yolu daha vardır.

Dünya ile güneş örneğine bakarsak, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyebiliriz.

Bu teknik olarak yanlış bir önermedir (merak etmeyin, henüz ermedim, hala evrime inanıyorum). Dünya güneşin etrafında değil, güneş ile birlikte ortak ağırlık merkezinin etrafında döner. Dünya ile güneşin ağırlık merkezi kütlelerinin oranı kadar birbirlerine uzaktır. Dünya ile güneşin kütleleri eşit olsaydı bu ağırlık merkezi tam ortada olacak, dünya ve güneş birbirlerinin etrafında döneceklerdi, güneşin kütlesi, dünyanınkinin iki katı olsaydı, ağırlık merkezi güneşle iki kat yakın olacaktı ve iki gök cismi güneşe, güneşle dünya arasındaki uzaklığın üçte biri yakınlığında bulunan bu nokta etrafında dönecekti.

Gerçekte güneşin kütlesi dünyanınkine göre o kadar büyüktür ki, bu ağırlık merkezi güneşin içinde kalacak kadar güneşe yakındır. O yüzden Galileo dünya güneşin etrafında dönüyor dediğinde doğru söylemiştir diyebiliyoruz. İşin aslı, hissedilmeyecek kadar küçük olsa da, güneş dünya yüzünden durduğu yerde hafifçe ileri-geri bir hareket yapar.

Uzaktaki bir yıldız kütle olarak küçük, etrafındaki gezegen de kütle olarak büyükse yıldızın bu ileri-geri hareketi dünyadan gözlenebilecek kadar belirli bir hale gelir.

Aynı şekilde uzaklardan biri güneş sistemine bakıyor olsaydı, dünya yüzünden güneşin bu ileri geri hareketini göremeyecek olsa bile olasılıkla kütlesi dünyadan çok daha fazla olan Jüpiter yüzünden güneşin bu hareketini gözlemleyebilecek, kendisini göremese de Jüpiter boyunda bir gezegen olduğu sonucuna varabilecekti.

Bu iki sebepten dolayı güneş sistemi dışı da bulunan gezegenler güneşle göre küçük yıldızların etraflarında gezinen Jüpiter buyunda dev gezegenlerdir.

Ama teknoloji geliştikçe teleskoplar daha duyarlı hale geliyor ve insanoğlu daha küçük gezegenleri tesbit edebiliyor.

Bu yeni bulunan yedi gezegen güneşle göre kütlesi çok küçük bir yıldızın etrafımda dolanıyor.

Bir yıldız ne kadar kütleli olursa o kadar parlaktır. Bu yeni yıldız güneşten çok daha az kütleli olduğu için güneş gibi beyaz (ya da sarı, eğer Superman seviyorsanız 😛) ışık yerine kırmızımsı, tatsız bir ışık verir. Bunun nedenini bir fotoğraf yazısında anlatmıştım.

Yine bu kırmızı yıldızdan gelen ısı güneşle göre daha azdır.

Dünya boylarında bu gezegenlerin izlerinde sıvı su bulundurabilecek kadar ılık olabilmeleri için yıldıza dünyanın güneşle uzaklığından çok daha yakın olmaları gerekir.

Aslında bir yıldızın etrafında yaşam bulundurabilecek bölge, ki buna ekosfer derler, çok dardır. Bir gezegen yıldıza gereğinden biraz daha çok yakınsa Venüs gibi cayır cayır cehennem gibi yanan, biraz uzaksa Mars gibi suyun donacağı kadar soğuk bir dünya olur.

Isısı güneşe göre çok az olan bu kırmızı yıldızın suyu sıvı halde tutabilecek kadar enerji yaydığı uzaklık çok kısadır. Yani üzerinde sıvı su bulundurabilecek gezegenin bu yıldıza çok yakın bir yörüngede bulunması gerekir.

Ancak bir yıldıza bu kadar yaklaşmanın başka tatsız bir sonucu vardır.

Kütlesi küçük bir cisim, kütlesi büyük bir cismin etrafında dönüyorsa bir süre sonra sadece aynı yüzünü kütlesi büyük cisme bakacak şekilde kendi etrafında dönüşümü yavaşlatır, bu gel-git dediğimiz, cisimlerin her tarafının aynı oranda yerçekimine tabi olmamasının bir sonucudur. Başka bir yazıda detayını anlatırım, şimdilik sadece sonucuna bakalım.

Bu yüzdendir ki Ay'ın hep aynı yüzü dünyaya bakar.

Yeni gezegenlerimize dönersek, yıldız çok küçük olduğu için ekosfer yıldızın çok yakınında yer alır. Ekosferdeki gezegenler de yıldıza yakın oldukları için hep aynı yüzleri yıldıza bakar.

Bu da gezegenin yarısında sonsuz uzunlukta bir gün, diğer yarısında ise sonsuz uzunlukta bir gece yaratır. Gün kısmı devamlı yıldıza baktığımda ısınır, su sıvı halde kalamaz ve buharlaşır. Gece kısmında şse donar ve buz olur. (Isaac Asimov gün ile gecenin kesiştiği alaca karanlık çizgisinde hala bir hayat uluşabileceğini düşünmüştü).

Ancak sıkı durun.

NASA bu yedi gezegenin birinde değil en azından üçünde sıvı su olduğunu düşünüyor.

NASA'nın gel-git yüzünden yörünge kitlenmeseni unutmayacağını düşünürsek şimdiye kadar bilmediğimiz başka bir şeylerin olduğunu söyleyebiliriz.

Ben heyecanla izliyorum.

Not: Yaş kemale erdi, kulaklar demek ki artık iyi duymuyor. "Forti" yi, "Fortiiin" diye duyup uydurmuşum. Yazımızın konusunu değiştirmese de yeni gezegenlerin uzaklıklarını düzelttim 😛

3 Şubat 2017 Cuma

Hayatın Renkleri

Sevgili arkadaşlar, şu sıralar çok teknik işlere daldım, o yüzden biraz kafamı dağıtmak, biraz da sizle sohbet için olayı teknolojiden çıkarıp sanata getirmek istedim.

Sizlere hayatın renklerinden bahsedeyim.

Bu günlerde benim hayatımda sadece iki renk var. Biri sevgili kızım, diğeri de sevgili karım. Hayatımın renklerinin ikisi de altın sarısı. Birinde biraz mavi, diğerinde de biraz yeşil var ama gerisi hep sarı 💛

Haluk Leventin bir şarkısı vardı, ona benzedi bu. Başak sarıda, sarı saçlarında, deniz mavide, mavi gözlerinde... 😀

Ancak hayatın renklerini kızım ve karımla tanımlamanın sadece bana faydası var. Dünyadaki geri kalan dört milyar insana renkleri edebiyatla anlatmak pek akıllı işi değil.

Gerçekten de renk kavramı oldukça kişisel ve değişken bir kavramdır. Başınıza gelmiştir, karınız/kocanız/arkadaşınız "Aaa ne güzel mavi çarşaf!" dediğinde "Yok kız, o mavi değil, yeşil!" demişsinizdir.

Türk bayrağına baktığınızda herkes kırmızı olduğu üzerinde hemfikirdir, ancak hiç bir şeye bakmadan kırmızı dediğinizde herkesin aklına gelen kırmızı farklıdır. Kimimiz koyu, kimimiz açık, kimimiz pembeye, kimimiz sarıya çalan bir kırmızı canlandırırız gözümüzde.

Işık, elektromanyetik radyasyonun, gözle görebildiğimiz aralığına verdiğimiz isimdir. Foton denen bir parçacık aracılığı ile taşınır. Madde içinde elektronlar enerji kaybettiğinde, yani soğuduğunda, bir foton yayarlar. Bu foton gözümüzün görebileceği frekans (ya da tersten dalga boyu - yazının gerisinde tekrarlamayacağım dalga boyu frekansın ters orantılı hali) aralığında ise biz onu ışık olarak görürüz.

Bu aralık içindeki değişik frekansları da renk olarak algılarız.

Gözümüzün görebileceği en düşük frekanslı renk kırmızı, en yüksek frekanslı renk de mordur. Işık kırmızı ve morun ötesinde de vardır ama bu frekanstaki ışıkları tanımı uygunsa göremeyiz.

Bu bir rastlantı değildir.

Tanımı gereği sıcaklığı mutlak sıfırdan farklı her madde ışık yayar - çünkü soğur ve soğurken de foton ışıması yapar. Güneş büyüklüğünde bir yıldız ısısıyla en çok kırmızı-mor aralığında ışıma yapar. Şükürler olsun ki atmosfer de bu aralıktaki ışığı büyük ölçüde geçirir ve dünya yüzeyine ulaşmasını sağlar. Ondandır ki bu ışımayı algılayacak yani görecek gözler geliştirmişizdir. Güneş biraz daha küçük olsaydı geri kalan özelliklerin dünyamız benzeri olduğu bir habitatta gözlerimiz kızıl ötesi, biraz daha büyük olsaydı mor ötesi ışığa duyarlı halde gelişecekti.

Ancak göremesek de kızıl altı ve mor ötesi frekanslardaki ışımayı çok yakından tanıyıp, kullanırız.

Mor ötesine bakarsak, ilk sırada bizi bronzlaştıran ve kanser eden ultra-viole (kelime anlamı zaten mor ötesi) renkleri görürüz. Frekansları daha yüksek olan bir sonraki ışık (ya da renk) ise X ışınlarıdır. Kolumuzu, bacağımızı kırdığımızda röntgen çekmeye yararlar.

En yüksek frekanslı foton ışıması ya da rengi ise gamma ışınlarıdır. Bundan daha yüksek frekanslı bir elektromanyetik ışıma seviyesini henüz gözlemlemedik. Gamma ışıması nükleer reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkar ve bizi kör etmeye ya da kavurup öldürmeye yarar.

Elektro-manyetik ışımanın kırmızı altı aralığı çok daha neşelidir.

Kırmızı rengin hemen altında kızıl ötesi ya da infra-red ışımaları, yani renkleri bulunur. Bu ışınlar uygun teçhizatla gece karanlıkta görmemizi sağlarlar.

Kızıl ötesi renklerin altında ise mikro-dalga ışımalarıyla karşılaşırız. Fırında frozen food ısıtmaya yarasa da asıl kullandığımız alan uydularla haberleşmedir. Atmosfer görülebilir ışıkla birlikte mikro-dalgaları da geçirir, bu yüzden uydularla mikro dalgalarla iletişim kurarız. Kısacası mikro-dalgalar olmasaydı sevgilinize text atamazdınız.

Mikro dalgaların altında ise kısa, orta ve uzun radyo dalgaları bulunur. Radyo, televizyon hep bu aralıkta çalışır. Ve evet, radyo dalgaları her şeyiyle ışıktır, sadece frekansları görülebilir ışıktan daha düşüktür.

Elektro-manyetik ışımanın çok önemli bir özelliği daha vardır ki bu da belki de tüm insanlığın kör talihidir. Işık evrende gözlemlediğimiz en hızlı fenomendir. Işıktan daha hızlı giden bir madde, enerji ya da ışıma bilmiyoruz ve Albert amca sağolsun, herhangi bir şeyin ışıktan daha hızlı gitmesi de mümkün değildir (yeni kuantum teorisi ile en azından ışıktan daha hızlı bir haberleşme yöntemi gerçekleşecek gibi görünüyor).

İşin fiziğine çok daldık, hayatın renklerine geri dönelim.

Gözlerimizle gördüğümüz renkler, temelde beyaz güneş ışığının bir cisme çarpıp, bazı dalga boylarının emilip, geri kalanının yansıyarak gözlerimize ulaşmasıyla algılanır.

Beyaz ışık aslında birden fazla rengin karışımıdır. Klasik prizma deneyini hatırlayın. Beyaz ışık bir taraftan girer, diğer taraftan gökkuşağının renkleri halinde çıkar.

İlk ve son kez yukardaki önermenin anlatımı kolaylaştıran bir benzetme olduğunu söyleyip kafa karıştırmayı bırakayım. Prizma aslında yapıldığı camın kalınlığına, yanı beyaz ışığın cam medyumun içerisinde kat ettiği yolun uzunluğuna göre giren ışığın dalga boyunu değiştirir, yoksa farklı renklerdeki ışıklar beyaz içinde saklanmış değillerdir. Ancak beyaz ışığın - yada tüm diğer renklerdeki ışığın - başka renklerim karışımı olduğunu düşünmek renk teorisini anlamayı kolaylaştırır.

Ressamlar bu renk karıştırma işini çok iyi becerirler. Üç beş boyayı karıştırıp, yüzlerce farklı renk elde ederler. Bunun için de hangi renk sonuçta oluşacak rengi nasıl değiştirir çok iyi bilirler.

Örneğin karışımda maviyi azaltırsanız, portakal tonları, moru azaltırsanız sarının tonları açığa çıkar.

Kısacası her renk başka renklerim karışımı olarak tanımlanabilir. Önemli olan rengi tanımlayan dalga boyunda ışığın gözümüze ulaşmasıdır. Bu cebinde kaç para var sorusunun cevabına benzer. Yüz lira var da diyebilirsiniz, bir elli, iki yirmi, bir de on lira var da.

Bir rengi tanımlamak için kullanılan renklere ana ya da asıl renkler (primary colors) derler.

Bu renkler hangileridir diye sorarsanız, doğru cevap "hangisi isterseniz olur" dur.

Örneğin gökkuşağı renkleri akla yatan asıl renkler olarak tanımlanabilir. Gökkuşağında kırmızıdan mora yedi renk bulunur. Bunları karıştırarak görülebilir bütün renkleri elde edebiliriz.

Ancak yedi rengi hangi miktarda karıştıracağımızı belirlemek biraz meşakkatlidir. Aynı sonucu daha az renk kullanarak da elde edebiliriz.

Örneğin nerdeyse bütün dijital sistemler renkleri kırmızı, yeşil ve mavinin karışımları olarak tanımlar. Bu renk sistemine İngilizcede kırmızı, yeşil ve mavi kelimelerinin ilk harfleri olan RGB (Red-Green-Blue) adı verilir.

En parlak kırmızı, yeşil ve maviyi karıştırdığınızda ortaya beyaz renk çıkar.

Bu karışımdan maviyi çıkardığınızda sarı, yeşili çıkardığınızda macenta dedikleri pembe, kırmızıyı çıkardığınızda da cyan/sayen dedikleri turkuaz camgöbeği maviyi elde edersiniz.

Çünkü mavi azaldıkça renk sarıya, yeşili azaldıkça pembeye ve kırmızı azaldıkça turkuaza çalan bir ton alır. İnkjet yazıcınızın renk kartuşunda sarı-pembe ve turkuaz renkler vardır çünkü renkleri RGB'nin ikiz kardeşi ya da tersi olan CMYK ana renkleriyle tanımlar. CMYK, Cyan, Magenta ve Yellow sözcüklerinin baş harfleridir K ise siyah demektir - siyahı elde etmek için üç mürekkepi karıştırmak yerine siyah mürekkep kullanmak teknik olarak daha kolaydır.

RGB additive yani eklemeli, CMYK subtractive yani çıkarmalı bir renk sistemidir. RGB ışımalı ortamlarda yani bilgisayar ekranında, televizyonlarda, projektörlerde, CMYK ise yansımalı yani baskı ortamında kullanılır. Her iki yöntem de birbirine çok benzer.

RGB tanımının kullanıldığı dijital ortamda bir renk ne kadar kırmızı, yeşil ve mavi karıştırılacağını söyleyerek tanımlanır. Binary yani ikili sistemde sekiz basamak iki üzeri sekiz yanı sıfırdan iki yüz elli beşe kadar iki yüz elli altı farklı değer alır. RGB sistemde genel olarak sekiz basamak yani 8-bit per channel dedikleri bu sistem kullanılır. Bir örnek verirsek R (Red/Kırmızı)=255, G (Green/Yeşil)=0, B (Blue/Mavi)=0 kan kırmızı bir renk verir. 0,255,0 cart yeşil, 0,0,255 masmavi bir renk verir. 255,255,0 kanarya sarısı, 255,0,255 ise çingene pembesi.

İşte bu üç ana rengin 256 farklı oranda karıştırılması 256 x 256 x 256=16.8 milyon farklı renk oluşturabilir. Bu kadar renk günlük kullanım çoğu zaman yeterlidir ama örneğin kameranızda varsa RAW formatında çektiğiniz bir fotoğraf genelde 14 bit per channel veri kullanır ve bu da iki üzeri ondört = 16384 ve 16384 x 16384 x 16384 = 4.4 trilyon farklı renk demektir. Bir günbatımı bu sistemde (tabi bir de bu kadar rengi gösterebilecek bir ekran bulabilirseniz) kusursuz olarak görünür. O yüzden varsa RAW formatta çekin resimlerinizi.

İnsan gözü ve beyni ise renkleri biraz daha farklı algılar. Kırmızı, yeşil ve maviyi karıştırmak yerine bir görüntünün önce parlaklığını, sonra ne kadar sarı yada maviye kaydığını yani sıcaklığını, en sonunda da pembe ya da yeşile kaydığını algılar.

Gözlerimiz önce en parlak, sonra en sarı sonra da en pembe alanları farkeder ve dikkatimizi o alanlara yoğunlaştırır. Özellikle sarı-mavi değeri çok önemlidir. Buna görüntünün sıcaklığı derler. Renkler ne kadar sarıya kayarsa görüntü o kadar sıcak, ne kadar maviye kayarsa görüntü o kadar soğuk olur. En sıcak renkler güneşin doğduğu ya da battığı anlardaki sarı tonlar, en soğuk renkler ise gece ay ışığında gördüğünüz mavinin tonlarıdır.

Dijital ortamda insan algılamasına yakın bu modelin karşılığı olan bir renk sistemi de vardır. Buna Lab derler. Lab renk sisteminde L (luminosity/parlaklık) = 0 siyah yani en az parlak, 100 (diyelim) beyaz, yani en parlak, a (sıcaklık) = -128 en mavi - en soğuk, +127 en sarı - en sıcak ve b = -128 en yeşil, +127 en pembe değerleri alır.

Lab sisteminin en yaygın kullanıldığı alan kameralardaki white balance dedikleri renk denge sistemidir. Ortamı aydınlatan ışığın tonuna göre çekilen fotoğrafdaki renklerim gerçeğe yakınlığını ayarlar.

Bunca şeyi niye anlattım, arzedeyim.

8 bit per channel RGB sisteminde 16 milyon renk olduğunu bilmek eve ekmek getirmenize yaramayacaktır tabi. Hatta toplum içerisinde bu kelimeleri bir cümle içinde kullandığınızda insanların bir bölümü sizden nefret edecek ancak büyük çoğunluğu sizin için üzüntü duyacaktır.

Başınızı ağrıtmamın nedeni, başta söylediğim gibi hayatımın en önemli renklerinin sarının tonları olması. Benim için başka nedenleri de var kabul ama sarının önemi herkes için geçerli.

İnsan gözü sıcak tonlara bayılır.

En sıcak renkler, yanı sarının en güzel tonları güneşin doğduğu ve battığı saatlerdir.

O yüzden kımıldayın biraz, erkenden uyanın, alın karınızı, kocanızı, kızınızı, oğlunuzu, fotoğraf çekmeseniz bile o güzelim gün doğumunun tadını sevdiklerinizle çıkarın. Akşam da yorgunum, maç var, dizi var demeyin, sevdiklerinizle bir de gün batırın.

Aynı kadro, sonbaharın sıcacık kırmızı renklerini dökülen yapraklarda görmek için gidin doğaya.

Hayatın renklerinin tadını çıkarın.

1 Şubat 2017 Çarşamba

Babam

1980'lerin ikinci yarısı, herkesin ağızında aynı şarkı. Nereye gitsek, kimin arabasına binsek, kimin evine bir çay içmeye gitsek hep aynı şarkı.

🎶 Ayrılık, ayrılık, aman ayrılık 🎶

İçim bayılmıştı.

Daha da kötüsü, çav bella aydınların hepsinin ağızımda bu şarkı. Adı entel şarkısına çıkmıştı aramızda.

Aradan bir on beş sene geçti. Sevgili babamı kaybettim.

Bir on beş sene daha geçti, İstanbul'da, Yenikapıda, saat sabahın üçünde, bir otel barında iki şişe şaraptan sonra abim söyledi, çok dinlerdik rahmetliyle bu şarkıyı diye.

Meğer babamın en sevdiği şarkılardan biri değil miymiş...

Bilmiyordum 😒

O gün, bu gün entel şarkısı gibi gelmiyor kulağıma.

Sevgili babamı bu vesileyle anmış olayım . Barış Manço'nun da ölüm yıldönümü bugün. Buralarda hala ayın biri.

Gecenin şarkısı "Ayrılık" olsun.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...