7 Ağustos 2014 Perşembe

Trier

Ardennes (Arden) gezimizden dönerken plana göre bir kaç saatlik bir vaktimiz olacaktı. Biz de yakınlarda neresi var diye bakındık ve Almanya'nın Trier kentini bulduk.

Bu gün aksiliğim üstümde hazır, lafı fazla gevelemeden anlatayım size.

Avrupa'da gezerken en az zevk aldığım ülke Almanya'dır.

Şehirleri çok tatsız, çok ruhsuz gelir bana. Ancak bu Almanların estetik eksikliklerinden değil, sadece tarihin bir sonucu.

Çünkü, İkinci Dünya Savaşının sonunda güzelim ülkede taş üstünde taş kalmamış. Ellili ve aştmışlı yıllarda ülke yeniden yapılırken de o yılların popüler ve "modern" mimarisi kullanılmış. Böylece birçok bina, modernlik adına, Karadenizli Müteahit tarzı olmuş.

Bir Paris'de gezerken insan kendini zaman tünelinden geçmiş gibi hisseder. Münihte gezerken ise sanki Ankara'da, Kızılayda hissediyorsunuz kendinizi. Çünkü, Ankara'nın birçok yeri de aynı yıllarda yapılmış.

Alman şehirlerini antipatik yapan başka bir unsur da Almanların biraz aşırıya kaçan modernlik tutkuları.

Örneğin Almanya'da, birçok şehirde, Jetgiller tarzı, manasız birer televizyon kulesi bulunur. Bu kuleler sanki Marslıların uzay merkezi gibi dururlar. Önemli bir işlevleri varmış havasını verseler de, pratikte bu uzayvari halleri fazla bir işe yaramaz. İş eğer televizyon yayını yapmaksa, dünyadaki diğer tüm ülkeler gibi televizyon antenlerini yüksek bir tepeye dikerek de aynı sonucu elde edebilirlerdi. Ne var ki, onlar modern görünüyor diye şehirlerin merkezine o ucubik kuleleri dikmişler.

Başka bir modernlik alameti de camla kaplı muazzam gökdelenler. Berlinde böyle üç beş bina gezdim ki, insan içeri girince kendisini NASA'nın kontrol merkezinde hissediyor. Keza Frankfurt, ya da Münih. Bu binalar ilk bakışta biraz cazip görünseler de, bence şehrin ruhundan çalıyorlar.

Berlin'de Merkel'in Şansölyeliği (umarım böyle bir kelime vardır, İngilizce chancellery'den uydurdum), yani Başbakanlık Binası yine Klingon'ların başkenti Kronos'a benziyor. Hemen yanı daki Reichstag binası çok daha ruhlu olabilirmiş sanki.

Durum böyle işte. Savaş sonrası dümdüz olmuş bir ülkeyi yeniden hayata döndürürken, biraz da modernleştirelim demişler, bu yüzden de Avrupa'nın tarih kokan diğer şehirlerine göre biraz tatsız kalmışlar, sizin anlayacağınız.

Ve ben de, bu yüzden, Trier gezisi için pek nefesimi tutmamıştım.

Ancak bir geldik, bir gördük ki... Yukarda söylediklerimle halt etmişim.

Ben Almanya'da bu kadar güzel, bu kadar cazibeli bir şehir olabileceğini düşünmemiştim.

Trier, Almanya'daki en eski kent. Taa, Romalılardan kalma.

Şehrin her noktası ayrı bir cazibe odağı. Kiliseler, çeşmeler, Romalılardan kalma diğer binalar insanı çok çabuk havaya sokuyor.

Ancak bir de meydanı var ki, bir ressamın fırçasından çıkmış gibi.

Trier Meydanı
Sanki her bina ayrı ayrı planlanmış. Hakim renk kahverengi, ancak pembeden mora, bir ressam paleti dolusu renkte, eski tarz mimarisiyle onlarca bina var.

Meydanın ortasında altın kaplama bir heykelin süslediği koca bir çeşme, hemen yanında da pazar yerinin korumasını ve bereketini üstlenmiş bir haç var.

Meydana giren yolların en genişi, sizi şehrin Roma devrinden kalma, devasa kapısına getiriyor. Bu kapının ismi Porto Negro, yani Kara Kapı. Porto Negro'nun diğer yüzü ise bir botanik cennetinin süslediği yol üzeri dizilmiş otel ağırlıklı yapılar.

Meydana açılan göreceli olarak dar bir yol, sizi şehrin katedraline götürüyor. Dev bir yapı bu. Etrafında ise aynı güzellikte eski yapılar.

Bu şehir, rahat rahat Strazburg yada Milano gibi şehirlerle karşılaştırılabilir.

Jelena ile bol bol gezdik, hatta niye Lüksemburg yerine burada kalmadık diye hayıflandık.

Ancak Trier'in bir başka önemli özelliği var ki, anlatmak biraz vakit alacak sanki.

Nerden başlasam, nasıl anlatsam, cidden bilmiyorum. Sonuçta bir gezi yazısı olsa da, Trier'in bu önemli özelliği sebebiyle biraz siyasete dokındıracağız ve sonunda bunu okuyan sağcısıyla da, solcusuyla da papaz olacağız, biliyorum.

Çünkü millet olarak fanatiğizdir. Kendimiz gibi düşünmeyen herkese acımasızca saldırır, farklılıkları anlayamaz yada hazmedemeyiz. Kendimize cahilce ve körlemesine inanır, başka fikirlerin doğru olabilme olasılığını bile dikkate almayız.

Kendimizi beğenir, cahilce ukalalığa bayılırız.

Az önce dediğim gibi, nasılsa bunu okuyunca, sağcısı, solcusu, dindarı, laiği tepeme çıkacaksınız, peşinen fırçamı atayım da sonrasında içimde kalmasın :)

Tabii ki bu arada dinlemesini bilen, farklı düşünceleri hazmedebilen, medeni bir biçimde karşı da olsa fikrini söyleyebilen, olgun azınlığı tenzih ediyorum.

Yazımızın bu bölümünün konusu Karl Marx (Ayy, Ayy, Ayy!)

Hani şu komünizmin mucidi Marx.

Çünkü Trier'de, 664 Brückergasse adresinde bu önemli kişiliğin 1818 yılında doğduğu ve 17 yaşına kadar yaşadığı ev var.

Alman Sosyal Demokrat partisi bu evi satın alıp, bir müze haline getirmiş.

Biz de bir zamanlar komünizmin zorunlu olduğu bir ülke kökenli eşim Jelena ve bir zamanlar komünizmin tukaka sayıldığı bir ülke kökenli ben kulunuz, buraya kadar gelmişken bu evi ziyaret edelim dedik.

Karl Marx'ın doğduğu günlerde Trier kenti Prusya krallığının, Aşağı Ren eyaletindeymiş. İlk akla gelenin aksine, Karl zengin sermayenin egemenliğine karşı fakir işçilerin mücadelesini başlatacak olsa da, ailesi varlıklı ve oldukça iyi durumdaymış.

Yine ilk akla gelenin aksine Karl Marx, ne tam anlamıyla Alman, ne de tam anlamıyla Hristiyan kökenli. Anne tarafından dedesi Felememk, yani Hollandalı bir Haham, yani Yahudi. Anne Marx Henrietta'nın akrabaları, bu günkü Philips firmasının kurucuları.

Baba tarafından dede ve tüm soy da Trier kentinin Hahamlarından, yani onlar da Yahudi.

Baba Marx, Anti-Semitizm nedeniyle daha Karl doğmadan din değiştirip Protestan (Hristiyan) olmuş ancak seküler yani laik bir eğitim görmüş. Eskiden Musevi Herschel (Herşel) olan ismini de Alman Heinrich (Haynrik) yapmış. Anne Henrietta ise dinini değiştirmeyip, Yahudi kalmış.

Karl ise Protestan olarak vaftiz edilmiş.

Bunları bilgi olsun diye söylüyorum. Ben ne Marx'ın, ne de herhangi bir kişinin Yahudilik, Hristiyanlık yada başka bir inanışa sahip olmasında bir sorun görmüyorum. Farklı inanışları ve kökenleri kültürel renklilik olarak algılıyorum ve tüm Yahudi arkadaşlarıma buradan selam gönderiyorum.

Şunu basitleştirip bir daha yazalım, ne olur ne olmaz. Ben her insanın kayıtsız eşitliğine inanıyorum ve bütün ırkçı, dinci, mezhepçi yaklaşımları şiddetle kınıyorum.

Şu geldiğimiz hale bakın ya... Bir paragraf lafa, iki paragraf disclamer yazıyoruz, müptezellerin korkusuna. Ne yapalım, çocuklarımız affetsin.

Neyse dönelim Karl Marx'a...

Karl, ilk eğitimini oldukça kültürlü biri olan babasından aldı ve Trier Lisesinde sürdürdü. 17 yaşına geldiğinde Bonn Üniversitesine girdi ve burada felsefe ve edebiyat okudu. Fikirlerini biraz fazlaca tutkuyla savunduğundan sonu düelloya giden tartışmalar yaşadı. Bu felsefi işlere biraz fazla kendisini kaptırmıştı. Okulda notları düşmeye başladı ve babası onun kaydını Berlin Üniversitesine aldırdı.

Karl, 1836 yılında Prusya'nın kraliyet ailesinden Barones Jenny von Westphalen ile nişanlandı. Jenny, Karl için başka bir aristokratla nişanını bozmuştu.

Berlin Üniversitesinde hukuk okuyor olsa da Karl'ın aklı felsefede kalmıştı. Önemli biçimde Hegel isimli filozofun etkisi altında kaldı. İlerleyen zamanlarda doktorasını tamamladı ve arkadaş olduğu Bauer ile birlikte din ile felsefe arasımdaki ilişkiyi inceledi.

Herhalde söylemeye gerek yok, Karl bir ateistti ve teolojinin felsefeye boyun eğeceğini savunuyordu. Ateist olması, caddelerde içip, içip eşekler üzerinde gezmesi ve kilisede gülüp gürültü çıkarması yüzünden, zamanın dindar kesimi ile önemli sürtüşmeler yaşamıştı.

Karl, 1842 yılında Köln'e yerleşti ve gazeteciliğe başladı. Yazılarında daha kafasında yeni gelişmeye başlamış sosyalizm ve ekonomi konularına yer veriyor, sağ eğilimli görüş ve partileri eleştiriyordu. Prıusya polisi gazeteyi gözlem altına almış, beğenmediği yazıları sansürlemeye başlamıştı.

Karl, 1843 yılında nişanlısı Jenny ile evlendi.

İlerleyen günlerde Karl fikirleri ve bunları ifade biçiminde gitgide keskinleşecekti. Radikal solcu bir gazetede yazmaya başladı ve Alman ve Fransız solcularını biraraya getirme işine soyundu. Aynı yıl karısıyla Paris'e yerleşti.

Artık görüşleriyle ve eylemleriyle bugün bilinen Marx kişiliğine evrilmişti.

1844 yılında, Paris'te, adı artık neredeyse sürekli kendisiyle birlikte anılacak Alman filozof Frederich Engels ile tanıştı. Engels, Marx'ı, komünist devrimin işçi sınıfı tarafından yapılması gerektiğine ikna etti.

Marx, Paris'te kaldığı süre boyunca ekonominin politikayla, daha geniş planda, ideolojilerle bağlantısını inceledi. Bu ilgisi ileride, belki de en önemli eseri olacak üç ciltlik Das Kapital ile sonuçlanacaktı.

Radikal görüşleri sebebiyle artık Fransa'da kalması olanaksızlaşınca, ekonomi ve politika yazmamak için söz vermesi karşılığında Bürüksel'e yerleşti. Daha sonra Engels de Bürüksel'de Marx'a katıldı.

Marx ile Engels'in en bilinen yapıtı olan Komünist Manifesto 1848 yılında yayınlandı. Bu kitapta ilkin sınıflar arası mücadele ve kapitalizmin sorunları sıralanıyor, sosyal yaşam ve politikanın doğasını inceleniyor ve kapitalist düzenin nasıl önce sosyalizme, sonra da komünizme evrileceği anlatılıyordu.

Marx 1849 yılında, karısı ile birlikte hayatının geri kalanını geçireceği Londra'ya yerleşti. Burada komünist örgütlenme için çalışmalarına devam etti.

Marx, 1860 yılında Das Kapital'i yazmaya yeniden başladı. Bu kitabın ilk cildi 1867'de yayınlamdı. İçerik olarak kapitalizmi eleştiriiyor ve çöküşünü öngörüyordu. Diğer iki cilt ise Marx'ın ölümünden sonra Engels tarafından toparlandı ve basıldı.

Marx'ın yedi çocuğu olmuştu ancak bunların sadece üçü uzun sayılanilecek kadar yaşadı. İddiaya göre evin hizmetçisinden, meşru olmayan bir çocuğu daha olmuştu

Marx, 1883 yılında, Londra'da hastalanıp öldü. Öldüğünde bir vatanı yoktu ve cenazesine de sadece onbir kişi gelmişti.

İşte, ideolojisine girmeden, bir filozofun yaşam öyküsünü aktardım size.

Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, aynı fikirde olursunuz, olmazsınız, sizin takdiriniz ancak Marx'ın dünya üzerinde iz bırakan, gelmiş geçmiş en önemli fikir insanlarından biri olduğu tartışılmaz.

Ben Marx'ı tam anlamıyla anladığımı iddia edemem. Das Kapital'in çok yalın bir özetini okudum. Komünist Manifesto'ya da şöyle bir göz gezdirdim.

Bana sorarsanız (Ayy, Ayy, Ayy!) öyle çok evrensel görüşler değil yazdıkları. Ondokuzuncu yüzyılın koşullarına daha fazla uyuyor. İşçi sınıfı artık kaybolmak üzere. Üretim toplumundan bilgi toplumuna geçiyoruz. Kapitalizmin beşiği Amerika'da bile üretim durdu. Her şey ya robotlarla, ya da dünyada işçilerin en az ücret aldığı, en kötü koşullarda çalıştığı "Komünist" Çin'de üretiliyor. Bunlar pek Marx'ın öngörülerine uymuyor sanki.

Bence fazlaca romantik ve biraz da sürrealist bir ideoloji bu komünizm, Enerji başta, kaynakların kısıtlı olduğu bir ortamda, öyle lay lay lom, herkes eşit olsun, kaynaklar eşit paylaşılsın olmuyor işte.

Aynı zamanda (Ayy, Ayy, Ayy!), adam öyle şeytani ve kötü niyetli biri de değil. Eğer istediği düzen olabilseydi, herkes mutlu olurdu. Kim bilir, belki herkese yetecek bir enerji kaynağı bulduğumuzda, fikirlerine kucak açabiliriz. Uzay Yolu dizisinin dramatize ettiği evren sanki Marx'ın düşlediği düzen gibi :)

Ancak Marx dünyamızı pek kendi istediği şekilde olmasa da kökünden değiştirdi.

Herkes komünizm ya da komünizm korkusunu kullanarak bir kazanç, bir öncelik sağladı.

Hitler ve Mussolini'den mislisiyle fazla insan öldüren tüm zamanların en kanlı diktatörü Stalin, bütün zulmünü Marx'ın ideolojisi komünizm adına, komünizmi kullanarak yaptı. SSCB Rusyası komünizm adı altında egemenliği kapitalist sermayeden alıp Komünist Partisi adlı başka bir zümreye devretti.

Kapitalist ABD komünizm korkusunu kullanarak yarım yüzyıl dünyanın yarısına silah satarken, komünist SSCB'de dünyanın geri kalan yarısına komünizm adına silah sattı.

Hitler, iktidarını komünistlerin Alman parlemento binası Reichstag'ı yaktıklarını iddia ederek perçinledi. İkinci Dünya Savaşı esnasında (yanlış okumadınız) ABD ve İngiltere ile ittifak halinde Ruslarla komünizmi durdurmak adına savaşmayı planlıyordu.

Amerikalı General George S. Patton, savaşın sonunda Almanlar teslim olduktan sonra, "Hazır gelmişken komünistlerle savaşı başlatalım, nasılsa birkaç sene içerisinde bunlarla savaşmak zorunda kalacağız." demişti.

Soğuk savaş sırasında Avrupa'da, Güney ve Kuzey Amerika'da, Avrupa'da milyonlarca insan komünizm adına yada komünist oldukları için eziyet gördü, hapislerde çürüdü ya da öldürüldü.

Ülkemizde, "Kırmızı Elma" dedikleri için, ya da dedelerinin resimlerinin Marx'ın resmine benzettiklerinden insanlara komünist damgası vuruldu, eziyet gördüler, hapse atıldılar.

Gerçekten komünizme inananlar, 70'li yıllarda ülkemizde varolmayan işçi sınıfını kurtarmak için kendi mücadelelerini verdiler. O günlerin Türkiyesi üretmiyordu. Patronların zulmünden inleyen işçiler yoktu. Tam tersine, az sayıdaki "kapitalist" özel sektör fabrikalarında çalışan işçilerin keyfi gayet yerindeydi. Zamanın Marksist hareketi peşinde koşanlar, daha çok devlet çalışanlarıydı. Bu devlet çalışanları eğer komünizm gelseydi, olasılıkla aynı işi, aynı paraya yine aynı devlet için yapıyor olacaklardı.

Varolmayan işçi sınıfını kurtarmaya çalışan komünistlere karşı, anti-komünist milliyetçi, ülkücü güçler karşılık verdi. Bugün, bu iki gurup ittifak halinde, artık siz düşünün...

Yani bu yarım yüzyıldan fazla, tüm dünyayı etkileyen hareket ve anti-hareket sonunda, numunelik de olsa bir komünist devlet çıkmış olsaydı, içim yanmayacaktı. Marx, bence yattığı yerden bütün bu olan bitene gülüyordur.

Bu yazdıklarım sonunda sevgili solcu arkadaşlarım beni Marx'ı küçümsemekle, anlamamakla ve onla aynı fikirde olmamakla suçlarken, sevgili sağcı arkadaşlarım da bana niye komünist propagandası yapıyorsun diyecekler.

Ben ikisini de yapmıyorum. Yaptığım tek şey, işte bu kadar yazıyı kaldıracak önemde bir kişiliğin evini ziyaret etmek, hepsi o :) Marx'ı sevme yada ondan nefret etme işini size bırakıyorum.

Trier kenti, Çin'li turistlerin Avrupa'da en çok ziyaret ettikleri kent. Karl Marx Müzesi de Çin'li turistlerin Avrupa'da en çok ziyaret ettikleri müze. Bilin bakalım niye?

Marx'ın evinde
Hattızatında, Çinli olmasam da, ben de Mao ve Lenin'in mozolelerini ziyaret etmiştim. Üzerine bir de Marx'ın evini koyun. Hatta biraz daha düşününce, Buenos Aires'de Che Guevera'nın orijinal bir resminin olduğu bir sergiyi de gezmiştim ki.. Aney! Eski günlerde olsa kesin bu komünist diye atarlardı içeri. Allahtan, Rusya ile Çin kapitalist olmaya karar verdiler de "Alın bu gomonisti" modası geçti :)

Neyse, hal böyle olunca müzede gözleri çekik olmayan bir Jelena, bir ben, bir de girişteki biletçi vardı desem yeri. Geri kalan herkes Çinli.

Müze estetik olarak mükemmel bir şekilde tasarlanmış. Ancak Almanca yada Çince bilmiyorsanız yandınız. İçerde herşey bu iki dilde yazılmış desem yeri. Ziyaret ederseniz mutlaka bir audio guide alın. Biz almadık, çok pişmanım.

Das Kapital'in el yazması müsveddeleri
Sergilenen kalemler arasında Marx ailesinin kullandığı ev eşyaları, Marx'ın saati, Das Kapital'in el yazması müsveddeleri, Komünist Manifesto'nun değişik dilde örmekleri falan var. Ancak beni en çok etkileyen, diğer ünlü kişilerin evini ziyaret ederken olduğu üzere, o insanların içinde bulunduğu ortamı hissetmek, yaşadıkları odaları, oynadıkları bahçeleri, yemek yedikleri mutfakları görmek. Bu nedenle ben evin kendisini gezerken inanılmaz zevk aldım.

Evden çıktığımızda, dış cepheden de bir fotoğrafını çekmek istedim.

İlk gözüme çarpan, girişte, evin duvarına yaslanmış bisikletler oldu.

Ayıp birşey bu. Hayvanlar, utanmasa, müzeye bisikletle girecekler. Avrupanın yeni asilik işareti bu bisikletler. Bunları kullanan zıpırlar böyle salakça hareketler yaparak sözde "aykırı" oluyorlar.

Ne yapayım, bekledik on beş dakika. Sonunda iki eşek çıktı kapıdan. Fotoğraf çekmek için onları beklediğimi görseler de istiflerini bozmadılar. Haha, hihi, kasklarını bağladılar. Yavaş yavaş bisikletlerine oturdular ve bir süre de bisikletin üzerinde geyiğe devam ettiler.

Marx'ın evinin dış cephesi
Yüksek bir sesle ancak maymunların bisikletlerini bir müzenin duvarına dayalı bırakabileceklerini söyledim ve bisikletlerini park etmek için alternatif olarak bir organlarını önerdim.

Duymamazlıktan ya da anlamamazlıktan geldiler, sonrasında bisikletleriyle uzaklaştılar.

Evin önünden geçen caddenin karşısında dursam da, cadde dar olduğu için evi fotoğraf karesine sığdıramadım. Biraz yanda, müzenin karşısındaki binanın girişi vardı. Kapısını açıp, içeri girdim, olabildiğince yere yakın bir biçimde çömeldim ve fotoğraf makinesinden eve baktım.. Zar zor sığmıştı kareye.

Tam resmi çekecekken, biri yetmiş yaşında kadın, digeri on yaşında erkek çocuk, iki Çinli çıktı müzeden.

Yaşlı kadının yüzümden nalet akıyor....

Yolun ortasına geldiler. Yaşlı kadın "Arabayabada Hoy Hagaaaaa" diye bağırdı ve gerilip sağ eliyle "Çaaat!" diye öyle bir tokat çaktı ki çocuğa....

Çocuk bu tokadı beklemiyordu. Ayakları yerden kesildi, yere düştü ve asfalt üzerinde yuvarlandı.

Kadın yeniden çocuğun yanına gitti. Ben yerden kaldıracak diye bekliyorum ancak eğildi ve çocuğa bağırmaya devam etti. Ağızını açıyor, gözünü yumuyor, anlayın yani.

Çocuk bir silkindi, önce dizlerinin üstüne, sonra da ayaklarının üstüne kalktı. Sonrasında da dönüp yaşlı kadına öyle bir tokat çaktı ki sesi sokakta yankılandı.

Yaşlı kadın hiç beklemeden çocuğa bir tokat daha çaktı.

Çocuk bu sefer hazırlıklı olduğundan yere düşmedi ve hala bağıran kadına, bu kez o bir tane daha çaktı.

Ben gülmekten kıçımın üstüne yere düşmüştüm. Gözlerimden yaş geliyordu. Filimlerde göremezdiniz böyle bir sahneyi. Bu ikisi hacıyatmaz gibi, "Çaat", "Çuut", birbirlerini tokatlıyorlardı.

Jelena'ya baktım, yüzü gülmekten kıpkırmızı, bir köşeye sinmişti. "Bu gerçek miydi?" diye sordum, gülmekten cevap veremedi.

Kadınla çocuk, birbirlerini kovalamaya başlamışlardı, ancak ikisi de sıralarına sadık kalıyor, önce biri, sonra diğeri tokadı basıyordu.

Kovalama esnasında bir ara evin sınırlarından dışarı çıktılar. Jelena "Pardon!" diye seslendi bunlara ve bir fotoğraf çeksin mi gibisinden beni işaret etti. Bunlar ne oluyor diye durunca ben de hemen fotoğrafı çektim.

Yaşlı kadın bana "Tamam mı?" gibisinden bir baktı, başımla tamam işareti yaptım. Bu tekrar çocuğa döndü ve "Çaat!" diye çaktı tokadı.

Sonraki on dakika gülmekten birbirimizle konuşamadık. Bu yazıyı yazarken bile gülmekten Jelena'yı uyandırdım. Bana "Sarhoş musun?" diye soruyor...

Siz şimdi "Abartma lan, olmaz bu kadarı..." diyorsunuz değil mi? Eğer bir kelimesi yalansa taş olayım :)

Tekrar geri o güzelim meydana döndük. Almanya'nın en sevdiğim taraflarından biri kahvesi. Normal kahve bir kola şişesi, büyük kahve bir hamam tası hacminde geliyor. Kahveye doyuyorsunuz yani. Köşede, pazar haçının yanında bir cafe'ye oturduk ve manzara eşliğinde aile boyu kahvemizi yudumladık.

Yazımız uzun oldu, hissemiz kıssanın içine karışıp kaldıysa çıkaralım.

Trier'i görmemek hem ayıp, hem yazık olur.

Kalın sağlıcakla...

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Bastogne

Jelena, arabadan iner inmez sağını solunu kolaçan etti ve hemen bana dönüp bağırdı:

"Aaaa! Sherman!" 
"Aaaa! Sherman!"

Gerçekten de meydanın tam ortasında koskoca, yemyeşil bir Sherman (Şörmın) tankı duruyordu.

Bunda da şaşırtıcı bir tarafı yoktu. İkinci dünya savaşının bir simgesi haline gelmiş bu tankın, yine ikinci dünya savaşının başka simgesel bir kenti olan Bastogne'da (Baston) bulunması kadar normal birşey olamazdı.

Benim için çok normal olmayan, hatta fazlasıyla sevindirici olan nokta, karım Jelena'nın bir Sherman tankını uzaktan görünce tanıyabilmesiydi. İlk tanıştığımız günlerde Jelena, bir tankı çöp kamyonundan ayıramayacak kadar ilgisizdi bu askeri işlere. Demek dokuz yıl sonra biraz da olsa bir etkim olmuştu karımın üzerinde.

Yine yanlış anlamayın, "Ben seviyorsam, karım da sevecek!." gibi şovenlik yapmıyorum, ancak niye yalan söyleyeyim, bu olaydan ufak bir haz almamış da değilim. Nasıl ben Jelena'nın sayesinde Louis Vuitton'un eski bir Fransız kralı olmadığını ya da Christian Louboutin'ın kırmızı tabanlı ayakkabı yaptığını öğrendiysem, o da bir Sherman'ı görünce tanısın dimi? :)

Bir gün öncesinin yorgunluğu hala ikimizin de üzerindeydi. Avrupa'nın bu bölümü için nadir sayılabilecek hem güneşli hem de tatil olan bir Cuma gününden faydalanabilmek için erkenden arabaya atlamış, yönümüzü Lüksemburg'a çevirmiştik.

Lüksemburg'a ulaştık
Yolda zaman kaybetmemek için bir gün öncesinden hazırladığımız sandviç ve içecekleri portatif buz kutumuza koymuştuk. Planımız sadece bir kere, şoför değişimi için durarak, saat öğleden sonra bir gibi Lüksemburg'a varmaktı.

Vardık da...

Ancak hemen otele gitmek yerine, arabayı bırakmadan Amerikan Ordu Mezarlığı'mı ziyaret edelim dedik ve yolumuzu pek uzatmayacak küçük bir sapmayla mezarlığa ulaştık.

Mezarlık ziyaret etmekten açıkçası pek haz etmem. Normandiya'daki mezarlığı sadece Saving Private Ryan (Seyving Prayvıt Rayın) filminin açılış sahnesinin anısına ziyaret etmiştik. Bu mezarlığı ise sadece General George S. Patton'ın (Corc Es Pettın) mezarı için ziyaret ettik.

Millyeti ne olursa olsun, her kahraman askerin kalbimde bir yeri vardır. Patton, hayatım boyunca etkilendiğim gerçek bir militarist, içgüdüsel bir askeri kişilik olmuştu. O yüzden bu ziyaret fırsatını kaçırmak istemedim.

General Patton'ın mezarı
"Beni birlikte savaştığım askerlerimle gömün." vasiyeti üzerine Lüksemburg'daki Askeri Mezarlığa, Üçüncü Ordusunun hayatlarını kaybetmiş askerleri ile birlikte defnedilmişti. Mezarının yeri en öndeydi. Arkasında ise birlikte savaştığı binlerce askerin mezarı, gerçekten etkileyici bir görüntü oluşturuyordu.

Geri arabaya döndük ve yolumuza devam ettik.

Otelimizi elimizle koymuş gibi bulduk. Çek-in, valizleri bırakma, odanın keşfi gibi geleneksel işlemleri tamamlayıp, bir otobüsle şehir merkezine attık kendimizi.

Lüksemburg, yarım milyon nüfusuyla, ufacık bir ülke. Başkenti yine Lüksemburg, biz de oradayız zaten.

Ülke teknik olarak monarşik, doğru deyişiyle bir dükalık. Haliyle, başında da bir dük var. Ülke ufacık da olsa, üç beş dil konuşuluyor, ancak benim bulunduğum yerlerde Fransızca hep asli dildi.

Lüksemburg yemyeşil bir kent
Lüksemburg, her yeri yemyeşil, doğal bir cennet. Kentin yerleşik bölgeleri ise biraz Karadenizli mütheait işini andıran, otuz-kırk sene öncelerinin tarzı binalarla kaplı, ancak şehrin eski merkezi inanılmaz etkileyici. Yetmişli yıllarda sahip olduğu cazibesini biraz yitirmiş de olsa hala adı gibi "lüks" ve havalı bir yer.

Haliyle alış veriş bakımından fiyatlar da biraz "lüks" - ve bunu size İsviçre gibi Avrupa'nın en pahalı ülkelerimden birinde yaşayan biri olarak söylüyorum, anlayın artık. Eğer amacınız alış veriş ise, başka kentlere yönelin derim.

Uzun bir yürüyüşün ardından ikimizin de canının çıktığı bir anda, kendimizi bir bara attık. Yeterli miktarda şarap, bizi biraz da olsa kendimize getirdi. Dört sene önce geldiğimizde bulunduğumuz bir iki cafe, bar ve restoranı görünce o gezimizi yeniden hatırladık, o zamanlar yanımızda olan Koni'yi andık ve sonrasında bizi otele götürecek otobüste bulduk kendimizi.

Kendimizi bir bara attık
Ertesi sabah kahvaltının ardından bir saatlik araba yolculuğu bizi ilk durağımız olan Bastogne'a getirdi ve Jelena'nın bulduğu Sherman tankının yanına bıraktı.

Bastogne çok küçük bir yerleşim merkezi, ancak küçük olduğu kadar da sevimli. Kentin merkezi hafifçe yüksek bir tepenin üzerinde. Burada, ismimi İkinci Dünya Savaşı sırasında kenti koruyan Amerikan birliklerinin komutanı General McAuliffe'den (Mekolif) almış.

Yönetmenliğini Steven Spielberg (Stivın Spiilbörg) ve Tom Hanks'in (Tom Henks) yaptığı Band of Brothers (Bend ov Bradırs) isimli, mini televizyon dizisinin bir bölümü Bastogne kentinin kuşatmasını anlatır. Kentin içinde ve etrafında, bu dizide anlatılan olayların geçtiği bazı yerleri görmek mümkün.

Dizide revir olarak kullanılan kilise
Bunlardan biri, dizide revir olarak kullanılan kilise. Meydana on beş dakika yürüyüş uzaklığında, koca bir yapı. Bahçesinde kuşatma günlerini hatırlatan bir heykel var. Kilisenin içi de çok güzel. Jelena ile birlikte heyecanla içeri girerken o şapkasını, ben bandanamı çıkarmayı unutmuştuk. Yaşlı bir adam bizi kibarca uyardı, biz de kafamızdakileri çıkardık.

Meydanın diğer tarafında ise üçüncü ordunun toplanma yerini ziyaret ettik.

Hava raporuna göre, öğleden sonrası yağmurlu olacaktı. O yüzden biraz da acele ederek arabaya bindik ve bizi Foy (Fua) köyü yakınındaki, 101 inci Paraşütçü Tümeni'nin mevzilendiği ormanlık bölgeye götürecek koordinatları GPS cihazına girdik. Bu alanda, askerlerin kazdığı foxhole (fakshool) isimli siperleri de görebilecektik.

Bastogne kenti, bu İkinci Dünya Savaşı ziyaretleri için hiç de hazır değildi. Savaşın geçtiği önemli noktalar için ne bir işaret, ne de bir reklam vardı. Eğer ne aradığınızı bilmiyorsanız işiniz biraz zor yani.

Ancak Normandiya'daki İngiliz kumsallarından edindiğimiz acı deneyim sonucunda, Bastogne civarındaki biri hariç tüm İkinci Dünya Savaşı noktalarını GPS koordinatlarına kadar belirlemiştim.

Foy civarındaki orman
Foy civarındaki foxhole'ların bulunduğu bu alan kentin oldukça dışında, o yüzden ulaşmak için mutlaka bir araba gerekiyor. Koordinatların gösterdiği noktaya ise ancak yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Biz de yol kenarında uygun bir nokta bulup arabayı parkettik ve Jelena ile birlikte ormanın içlerine doğru yürümeye başladık.

O güne kadar görmediğim, değişik bir ormandı bu. Zannedersem bir tür çam ağaçlarından oluşmuş, ancak bu ağaçlar bildiğimiz çamlar gibi değil, daha çok kavak gibi ince ve uzunlardı. Bir de oldukça yoğun bir biçimde toplanmışlardı. Ağaçların gövdeleri yeşil, toprak ise kırmızıya çalan kahverengi rengindeydi.

Band of Brothers'i seyredip de bu manzaranın etkisi altında kalmamak imkansız. Topçu ateşi altında patlayan ağaçlar, bir foxhole'dan diğerine koşan sıhhiyeci, hep tek tek gözümde canlandı. Bütün foxhole'ları gezdik, Jelena'yla içlerine girip fotoğraf çektik.

Easy Company foxhole'ları
Az ileride de, bütün dizinin konusu olan Easy Company (İyizi Kampıni) için ağaçların altına konulmuş bir haç doğru yerde olduğumuzu bir kez daha kanıtlamıştı.

Yürümeye devam ettik.

Tam bu anda ağır bir Alman aksanıyla, "Bunlar Easy Company'nin foxhole'ları mı?" diye bir soru işittim. Dönüp bakınca bu orta yaşlı iki herifi gördüm. Sanki mahalle arkadaşlığından biraz ilerisi (!) gibiydiler.

Kamuflajlı pantolon giydim diye bölük yazıcısı mı zannettilerse... Ne bileyim hangi foxhole, hangi Company'nin?

İçimden "He babacım, Malarkey'le Perconte çişe gittiler, gelirler şimdi..." desem de, hernedense aksilik etmedim ve ağızımdan "Bunlar foxhole, ama Easy Company mi bilmiyorum." çıktı.

İkisinden konuşkan olanı "Biz hem kitabını okuduk, hem de televizyomda seyrettik, çok etkilendik." dedi.

Şimdi ne söylesem bilmiyorum, kaldım ortada. Adamlar Alman, ama Amerikan Easy Company"yi sempatik buluyorlar gibi. Hadi dedim, taraf olacağıma, bitaraf olayım. "Burada mücadele çok çetin geçmiş." falan gibi orta yolda birşeyler geveledim. Neyse, hemen sonra Easy Company'nin haçını gördüler de içleri rahatladı.

101'inci Paraşütçü Tümeni'nin siperleri hiçbir şekilde işaretlenmemiş ve bakımsız bırakılmış olsa da, 101'inci Paraşütçü Tümeni için yol kenarına dikilen bir anıt gayet iyi bakılmıştı. Defalarca yazdığım gibi ben bu anıtları hiç de işe yarar bulmuyorum. Geometrik taşlar ve bayraklar, anın ve olayın anlaşılması için hiç fayda sağlamıyor, hatta insanı trajedi, zafer, mutluluk gibi artık konu ne ise, bu olayın ortamından alıp alakasız, soyut, sanatsal bir beğeniye taşıyor. Ben özel olarak bu anıtları ziyaret etmeyi bıraktım. Yoluma çıkarsa ancak gidip görüyorum.

Bu anıt da böyle oldu işte. Yakınındayken görmüş olduk. Geometrik kesilmiş siyah mermerler, paraşütçü kartalı ve bayraklar var.

Hala yağmur başlamamıştı. Acaba Alman tanklarını da kuru bir havada görebilir miyiz diye düşündük. Olur mu olur, atladık arabaya ve bastık gaza.

Bu tank, top, uçak işlerine beş yaşımdan beri tutku ile bağlıyımdır. Hayatım boyunca fırsat bulduğum her zaman, askeri müzeleri, savaş noktalarını, ordu sergilerini gezdim, izledim. Ancak elli yaşına merdiven dayadığımız şu uzun sayılabilecek hayatımda daha bir kez bile bir Alman tankı görmüş değildim. O yüzden bu geziyi planlarken yakınlarda iki Alman tankının sergilendiğini duyunca çocuk gibi sevinmiş, içim kıpır kıpır olmuştu.

Yakınlık, tabii ki göreceli bir kavram. İlk tank aşağı yukarı yüz kilometre kuzeyimizdeydi.

Çoğunluğu otoyol olan bu yüz kilometre çabuk geçti. GPS bizi tankın dibine kadar getirip bıraktı.

King Tiger
Bu tank, Tiger II, ya da bilinen adı ile bir King Tiger'dı (King Taygır). İnanılmayacak kadar da iyi bir durumdaydı.

Savaşın sonuna doğru üretimine başlanmış, zamanına göre modern sayılabilecek bir tank, bu King Tiger. 10 metre boyunda, 68.5 ton ağırlığında devasa bir araç. 12 silindirli, 700 beygirlik bir motoru var. Ön tarafındaki zırhı 20 cm'e yakın kalınlıkta. Bu tankı önden vurarak etkisiz hale getirmek imkansız gibi.

Sergilenen tank, tam cepheden iki direkt isabet almıştı. Mermi izleri hala zırhın üzerinde duruyordu, ancak zırha sadece bir-iki santim girebilmişlerdi.

Elimle bu zırha dokundum. Daha önce denemediyseniz, bu zırhlara ilk dukunuş çok ilginç bir etki bırakır insanda. Diğer motorlu araçlara dokununduğunuzda hissettiğiniz tenekemsi duygu yerini bir dağa dokunuyormuş hissine bırakır. Bu King Tiger'ın zırhı ise sanki Himalayalar'dı.

8.8 cm çapındaki devasa topunun savaş alanında yok edemeyeceği bir araç yoktu. Müttefik tanklar ise King Tiger'a saatlerce ateş etseler bile önündeki zırhına zarar veremiyordu. Kısacası bu tankı durdurmak mümkün değildi. İşte bu yüzden King Tiger, Amerikan piyadesinin en çok koktuğu Alman tankı haline gelmişti.

Hala yağmur başlamamıştı. "Acaba.", dedik ve atladık arabaya. Hedefimiz ikinci Alman tankı, efsanevi Panther'di. Panther, King Tiger kadar "kodumu oturtan" bir tank olmasa da, Almanların hemen her harekatında kullanılmış, tam bir İkinci Dünya Savaşı simgesiydi.

Ancak yine bir yüz kilometre daha gitmemiz gerekiyordu, hem de otoyolda değil, köy yollarında. Bir de üstüne Tour de France (Tuur dö Frans) artığı binlerce bisikletliyi eklerseniz, niye iki saat yolarda tırmalandığımızı anlarsınız.

Avrupa'da yeni gelişen bir tür isyan, elegant bir asilik bu bisikletliler. Eski günlerde adamlar deri giyer, Harley'lere binerlerdi, biz de anlardık kim asi, kim değil. Evrim işte böyle, bu yeni "zarif" asileri yarattı.

Adamların hiç eyvallahı yok. Tek şeritli yolda, bir anda önünüzde saatte yirmi ile giden bir bisikletli buluyorsunuz. Adamın ipinde değil, yolun ortasında oflaya, puflaya, basıyor pedala. Arkasında yirmi araba konvoy olmuş, takmıyor bile.

Gözünü sevdiğimin memleketim, bunlar doğal yollardan elenir bizde. On dakika dayanamaz, ya bir kamyon ezer, ya da bir taksici döver, bir daha çıkmaz trafiğe :)

Şakası bir kenara, bisikletliler Avrupa'da gerçekten trafiği tehlikeye atıyorlar.

Bisikletlilerin arkasında, iki saatten sonra bir yol ayrımında, trafik polisinin işaretiyle durduk. Biz sola dönen şeritin en başındayız, bisikletliler de sağa dönen şeritte. Polis bize git dedi, ancak tam bu anda bisikletlilerden biri sağdaki şeriti bırakıp bizim şeride girdi, tam önümüzde durdu, tek ayağının üstüne bisikletini dayadı ve başladı su içmeye.

İşte tam bu anda Jelena'nın gözünü kan bürüdü. Öyle bir bastı ki kornaya, ben yerimde zıpladım. Ancak, bisikletlinin kılı bile kıpırdamıyor, suyunu içmeye devam ediyordu.

Ben eyvah, bu polis bizi karakola götürür dedim ama belli ki polis de bezmişti. İki elini iki yanına açıp "N'apayım?" gibisinden bize baktı.

Bisikletli hayvan suyunu bitirdi ve yavaş yavaş, ayaklarını sürüye sürüye, sağa, kendi şeridine girdi. Biz de yolumuza devam edebildik. Kısa bir süre sonra ikinci Alman tankının yanındaydık.

Panther tankı, ne yazık ki King Tiger kadar şanslı değildi. Yanındaki plaketten okuduğumuz kadarıyla, savaşta canı çıkmış, taklalar atıp ters dönmüş bir şekilde bulunmuştu. Tureti ve topu hala görülebilir olsa da tekerlekleri ve paletleri yoktu. Bir tanktan ziyade, terkedilmiş bir kulübeyi andırıyordu.

Panther Tankı
Yine de bir Panther'in yanındaydık ve sağlam kalmış taraflarını inceleyip, bol bol resim çektik.

Yağmur hala başlamamıştı...

Otoyoldan Bastogne'a dönmek çok zaman almadı.

Bastogne'a ulaştığımızda, sıra planın en zor ve en umutsuz bölümüne gelmişti. Size daha önce bahsetmiştim, kuşatma esnasında Alman komutan, Bastogne'u savunan Amerikalı General McAuliffe'e teslim olması için uzun bir mesaj göndermiş, McAuliffe de bu mesaja "NUTS!", yani "defol git" şeklinde cevap vermişti.

İşte sıradaki ziyaret noktası, bu olayın gerçekleştiği çiftlikti.

İşin beteri, bu çiftliğin koordinatlarını İnternet'ten bulamamıştım. Elimdeki tek ipucu çiftliğin ismi, yani 25 Kessler, ve bir de fotoğrafıydı. Resimde beyaz bir çiftlik evi, bu eve bitişik bir ahır ile depo karışımı ahşap bir yapı ve bol bol da ekili arazi vardı.

İlk önce turist bilgi merkezine gittik. Bastogne'lu, gençten bir çocuk görevliydi. "Bu 'Nuts' olayının gerçekleştiği çiftlik nerede?" diye sorduk.

Önce bilmiyorum dedi. Sonra da bilgisayarının başına geçti. Bir on dakika, oraya klik, buraya klik, sonra geldi yanımıza.

"Resmini buldum ama adresi yok." dedi. Eh, demek ki Google yeteneklerimde bir problem yokmuş, içim rahatladı.

"Resmi biz de gördük ama adresini bulamamıştık." dedik.

"Ben de..." dedi.

Olayı tespit etmiştik. Bu yüzden arkadaş da kendi görevini tamamlamış saydı ve bizi uğurladı.

Jelena'nın aklına bir anda mükemmel bir fikir geldi. "Haydi Bugi, 101st Airborne Müzesine soralım, adamlar sonuçta Amerikalı, bilirler mutlaka." dedi.

Atladık, gittik müzeye ve girişteki hatuna sorduk, "Bu 'Nuts' olayının geçtiği çiftlik nerede?" diye. Kız da bize "Yok, o olay çiftlikte değil, Bastogne'daki barakalarda geçti. Rehberli bir turla gezebilirsiniz." cevabını verdi.

İpe sapa gelir tarafı yok söylediklerinin. Bütün olayı satır satır okumuştum. Herşey kent dışında bir çiftlikte geçiyordu.

"Yok ablacım, olay 25 Kessler isimli bir çiftlikte geçmiş."

"Hangi köy?"

Eh işte, köyü bilsek, 25'e kadar sayma kısmını kıvıracağız da...

N'apalım, çıktık geri, arabaya yürümeye başladık. Ne var ki Jelena çoktan yaratıcılık moduna geçmişti. Böyle zamanlarda gerçekten büyük hayranlık duyarım ona. Altımdan girer, üstünden çıkar, sonuca ulaşır.

"Meydanda bir 'Nuts Cafe' gördüm. Onlar bilebilir."

Oturduk cafe'ye. Gerçekten ismi Nuts Cafe. Kahvelerimizi söyledik, garsonla muhabbet ediyoruz.

"Bu Nuts olayının geçtiği çiftlik nerede?"

"Tam yerini çok yakın zamanda tesbit ettiler ama ben bilmiyorum. 101st Airborne Müzesine sorun, onlar bilir."

Güldük. "Onlar da bilmiyor.", dedik.

Hazır wi-fi varken resimleri post ediyor, Facebook'ta yeni bir şey var mı, ona bakıyordum. Yine şeytan dürttü, gittim bir U.S. Veterans forumundan öyküye ve yorumlara bir daha baktım, belki bir ipucu buluruz diye.

Bir on dakika kadar okudum ve sonunda Eureka!, şöyle bir cümleye denk geldim.

"Arlon yolu üzerinde, Bastogne'dan iki kilometre sonra."

Hemen hesabı ödedik, koştuk arabaya. Kilometre sayacını sıfırlayıp Arlon'a doğru iki kilometre gittik. Hafif kent dışı gibi duruyor ama fotoğraftaki gibi etrafı araziyle çevrili bir çiftlik yoktu ortada.

Anayoldan çıkıp içerilere girdik, bir yarım saat dolandık, ancak "nada"... Bizim çiftliğe benzer en az on tane çiftlik bulsak da hiçbiri aradığımız çiftlik değil.

Jelena yine bir yaratıcılık halesi altında, "Biz Arlon'a doğru iki kilometre gitsek de, Arlon yolunun üzerindeki ikinci kilometrede değiliz.", dedi.

Haklıydı. Arlon yolu hemen yakınımızdaki bir kavşaktan başlıyordu. Hemen kavşağa gidip, kilometreyi sıfırladık ve iki kilometre daha gittik.

Sonunda fotoğraftakine benzer tarım arazileri üzerindeydik.

"Kessler çiftliği nerede mösyö?"
Bizimkine benzer bir çiftlik gördük ve hemen durduk, ancak yakınına gittiğimizde bizim aradığımız çiftliğin olmadığını anladık. Jelena, çiftliğin sahibi olduğunu tahmin ettiğimiz, en az seksen yaşında bir dede gördü, hemen yanına koşup sordu.

"Kessler çiftliği nerede mösyö?"

Dede "Şu Almanların geldiği çiftlik mi?" diye sorunca, kalbime bir ferahlık geldi.

"Evet, evet o çiftlik."

Dede bizim geldiğimiz yönde bir tepeyi işaret etti.

"Bak şu beyaz binayı görüyor musunuz? Orası işte."

Dedeye sarıldık, elini sıktık. Otoyolda bir "U" çekip, geri, dedenin gösterdiği tepeye ulaştık.

Çiftliğin etrafı benim boyundan yüksek mısırlarla kaplıydı. Eve doğru giden yolda bir süre yürüdük ve sonunda evi gördük.

Vallaha da burasıydı...

Eve yaklaşırken, beyaz üstüne kırmızı bir tabela üzerinde "Özel Arazi, Girmek KESİNLİKLE Yasak!" yazıyordu. Belli ki bir iki kişi "Nuts" aşkına bunları taciz etmişti.

Ancak bu açıdan çiftliğin düzgün bir fotoğrafını çekmek mümkün değildi. Biz de geri dönüp, etrafı çitle çevrili arazi tarafından yaklaşmayı denedik. Çitlerin altından geçerken "Cart" diye elektrik çarptı. Arazide inekler otluyordu ve kaçmamaları için çitlere elektrik vermişlerdi.

"Nuts" Çiftliği
Bu arazi tepenin oldukça altında kalıyordu ve yine fotoğraf için uygun bir açı bulamamıştım.

Sonunda otoyoldan bir kilometre kadar aşağı yürüdüm ve uzaktan telefoto bir objektifle çiftliğin tamamının resmini çekebildim.

Ben geri yürürken, Jelena da otoyolun kenarına oturmuş, gülüyordu.

"Ne oldu?" diye sorunca anlattı. Doğru yerde olduğumuza emin olmak için evden çıkan bir kıza "Kessler Çiftliği burası mı?" diye sormuş. Kız da "Nuts çiftliği mi? Evet burası." demiş. İngilizce "The Nuts Farm" (Dı Nats Farm) aynı zamanda "Deliler Çiftliği" gibi anlaşılıyor, ona gülüyormuş.

Görev başarılmıştı. Rotamızı otele çevirdik. Artık biraz huzur bulabilirdik.

Ardennes bölgesi işte böyle.

İkinci Dünya Savaşı'na ilginiz varsa zaten ziyaretin kaçınılmaz olduğunu biliyorsunuzdur. Ancak lütfen hazırlıksız gitmeyin, ne göreceğinizi koordinatlara kadar önceden planlayın, çünkü pek lokal yardım bulamayacaksınız.

Bir de Bastogne'lular tarihe sahip çıkmaya pek gönüllü görünmediler gözüme. Örneğin Patton anıtının etrafını bir sirk için park yeri olarak kullanmışlardı. Her yer karavan, kablo, jeneratör dolmuştu. Patton herhalde mezarında ters dönmüştür...

Eğer İkinci Dünya Savaşı ilginizi çekmiyorsa, bu güzel kenti yolunuzu çok fazla değiştirmeden görün derim. Hatta bizim gibi bir Lüksemburg ziyareti ile birleştirebilirsiniz.

Sağlıcakla kalın...

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Çıkıntı...

The Battle of the Bulge, yani Çıkıntı Savaşı, 16 Aralık 1944 sabahı, saat 5:30'da, bin altı yüz Alman topunun aynı anda ateşiyle başladı. Bir buçuk saat süren bu ateşi, başta bölgedeki birliklerin komutanı, Amerikalı General Omar Bradley olmak üzere bir çok Müttefik komutan önemsemedi. Bradley, zaten Paris'te, arkadaşı ve amiri, Müttefik Kuvvetlerin Üst Komutanı General Dweight D. Eisenhower'ın doğum gününü kutlamaktaydı.

Komutanlara göre bu sadece bir Spoiling Attack, yani iş bozma saldırısıydı. Cephedeki savaşan ordular, arada karşı tarafı alarma geçirip, canlarını sıkmak ve uykularını kaçırmak için üç beş top atarlar böyle. Yoksa, hangi akıllı, Ardennes gibi ormanlık bir alandan, buz gibi havada, Noel'e bir hafta kala saldırıya geçerdi?

Bir tek Eisenhower kıllanmıştı bu habere. Hem bir buçuk saat uzun bir zamandı, hem de istihbarata göre top mermileri çok uzaktan gelmiyordu. Bradley, "Yapma Paşam, bozma keyfini..." dese de, Eisenhower alarma geçti.

Bu yoğun topçu ateşi, piyade için çok tehlikelidir. Kurtulmanın neredeyse tek yöntemi, yer altına, siperlere inmektir, çünkü top mermisi düştüğününde sadece patlamanın şiddeti değil, bir de merminin başından yayılan şarapnel isimli metal parçaları ile, merminin düştüğü yerde bulunan ne varsa askerlerin üstüne büyük bir şiddetle yağar.

Ardennes gibi yoğun ormanlık bir alanda ise her yer patlayıp sağa sola mızrak gibi fırlayan ağaçlarla doluydu.

Savunmadaki Amerikan birlikleri, Foxhole, yani tilki deliği adı verilen, bir-iki kişilik siperlerin içindeydiler. Dışarda yakalananlar ise deliklerinde olmadıklarına bayağı pişman olmuşlardı.

Topçu ateşinin ardından çeyrek milyon Alman askeri binlerce araçla Amerikan birliklerinin üzerine aktı. Yedi binden fazla Amerikan askeri daha ne olduğunu anlayamadan teslim olmak zorunda kaldı. Bulge savaşı, Amerikalıların bir kerede en fazla esir düştükleri savaş olarak tarihe geçti.

Almanlar, bu saldırı esnasında, çok akıllıca başka bir planı da uygulamaya koydular. İngilizce konuşan ve esir yada ölü Amerikan askerlerinden topladıkları künye ve üniformaları giyen Alman askerleri, Amerikan bölgesine sızıp ortalığı karıştırmaya başlamışlardı. Bu askerler yönleri gösteren levhaları değiştiriyor, ikmal üslerinin ve malzeme depolarının yerlerini belirliyor, haberleşme hatlarını kesiyor ve başkaca düzen bozucu istihbarat faaliyetlerinde bulunuyorlardı.

Bu kılık değiştirmiş askerler fiziksel olarak çok fazla zarar veremeseler de, Amerikan ordusu içerisinde önemli karışıklık yarattılar. Yakalanan birkaçı, planları arasında yüksek rütbeli Amerikan generallerine suikastler olduğunu söyleyince, Eisenhower ve Bradley dahil birçoğu paniğe kapıldı ve ya karargahlarına kapandı, ya da rütbelerini gizleyen giysilerle gezmeye başladı.

Bu gizli harekat gücünün farkına varılmasından sonra Amerikalılar bölgedeki bütün kuvvetlerini uyardılar. Kılık değiştirmiş Alman askerlerinin önemli bir bölümü yakalandı ve yakalananların çoğu da casusluk suçuyla vurularak infaz edildi.

Saldırının başlamasıyla Alman birliklerinin bir kolu güneyden Lüksemburg'a doğru yöneldi. Başka bir panzer birliği ise Ardennes bölgesinin stratejik olarak belki de en önemli kenti olan Bastogne'a (Baston - Eşimin uyarısıyla, bu sözcüğün tam doğru okunuşu "Baston-nyı" gibi, bize biraz komik gelebilecek şekilde, ancak "Baston" affedilebilecek kadar doğru, çok takılmama taraftarıyım) ulaşmıştı.

Ardennes bölgesinin yoğun ormanlık olması nedeniyle, ağır silahlarla donanmış ordular sadece bu ormanların içerisinde açılmış yolları kullanarak hareket edebiliyordu. İşte bu yolların hepsi de Bastogne kentinden geçmekteydi. Yani Bastogne kentine hakim olan, Ardennes'deki askeri trafiğin önemli bir bölümünü kontrol edebilirdi.

Bu sebeple Bastogne kenti, Alman karşı saldırısının akibetini belirleyecekti.

Dört sene öncesinin yıldırım saldırılarını aratmayan bu Alman harekatına karşı ilk direniş Bastogne'dan değil, Elsenborn kenti yakınlarındaki Amerikan kuvvetlerinden geldi. Alman saldırısının kuzey kolunu oluşturan SS Panzer birlikleri, Liege kentindeki ikmal depolarına ulaşamadan, bu kent yakınındaki bir yamaçta gerçekleşen mücadele sonucunda durduruldu.

SS'ler, ilerleyişleri sırasında Malmedy kenti yakınlarında karşılaştıkları, 150 kişilik, hafif silahlı bir Amerikan topçu birliğini esir almışlardı. Çatışma tamamen bittikten sonra SS'ler bu esirlerin üzerine soğuk kanlılıkla ateş açtılar ve 84 savaş esiri bu ateş sonucunda katledildi. Kaçan esirlerin tanıklıkları sonucunda, kısa zamanda tüm Amerikan birliklerinin bu katliamdan haberleri olmuştu.

Etik olarak kabul edilemez olmasının yanısıra, taktik olarak da aptalca bir hareketti bu katliam. Olayı duyan Amerikalı askerler hırslarından dolayı, daha da çetin savaşır olmuşlardı. Tamamen unutsuz duruma gelenler bile, aynı şeyin kendi başlarına geleceğini düşünerek, Almanlar'a teslim olmaktansa ölene kadar savaşıyorlardı.

Benzeri şekilde, 1 Ocak 1945'de Amerikan birlikleri Chenogne kenti yakınlarında 60 Alman askerini esir aldıktan sonra aynı soğuk kanlılıkla vurarak katlettiler. Emirleri "Take no prisoners", yani "Esir alınmayacak" 'tı.

Savaşın gerçek yüzü bu işte...

Kuzeyden saldıran Alman birliklerinin hemen altında, ikinci kol olarak ortadan batıya hareket eden Alman birlikleri, harekatın ilk zamanlarındaki en başarılı birliklerdi. Müttefik cephesine otuz kilometre girmiş, Amerikan ordusuna tarihindeki en büyük kayıplarından biri olan yedi bin askeri verdirmişti.

En güneydeki üçüncü saldırı kolunun hedefi ise Bastogne'du.

Hem Müttefikler, hem de Almanlar, Bastogne'un stratejik öneminin farkındaydılar. Başta Eisenhower, Amerikalılar durumun kritikleştiğini anlayınca kentin savunması için belkide ordunun en havalı birliği olan 101'inci Paraşütçü Tümenini, ve az biraz da en az onlar kadar havalı olan 82. Tümenin bir bölümü ile birlikte Bastogne'a gönderme fırsatını kullandılar. Paraşütçüler, geleneksel olarak paraşütlerini yerine, kamyonlarla Alman kuvvetlerinin tam olarak toparlanamadıkları bir anda Bastogne'a girdiler ve hemen kentin çevresinde mevzilendiler.

Bu paraşütçülere, "Bakın oraya gittiğinizde kuşatılmış olacaksınız, korkmuyor musunuz?", diye sorduklarında hepsi "Biz paraşütçüyüz, biz her zaman kuşatma altındayız zaten." diyorlardı. Havalı olsalar da, bu birlikler gerçekten işlerini çok iyi bilen, yetenekli askerlerden oluşmaktaydı.

Komuta kademesinde ise Eisenhower, Almanların saldırıya geçtikleri bu anda yenilmelerinin, ülkelerini savunurken yapılan bir saldırıyla yenilmelerinden çok daha kolay olacağının farkındaydı. Patton ve Bradley başta olmak üzere, bir çok üst düzey generalin katıldığı bir toplantıda bu görüşlerini komutanlarıyla paylaştı.

Patton'a Üçüncü Ordu'sunun ne kadar zamanda Ardennes'e gidip savaşa katılabileceğini sordu. Patton'un Üçüncü Ordusu bu sırada kuzeydoğu Fransa'da fiilen bir çatışma içerisindeydi. Patton iki tümenle kırk sekiz saat içerisinde Bastogne'da olabileceğini söyledi.

Masa etrafında ayaklar bir anda toplanmış, hafif öksürükler ve gülümsemeler eşliğinde generaller Paton"a takılmaya başlamıştı. "Yapma George, iki tümen şu anda çatışmayı bırakıp kırk sekiz saat içinde yüzlerce kilometre kat ettikten sonra hiç dinlenmeden nasıl tekrar savaşa girer?"

Patton, "Ben onları bu durumlar için eğittim.", dedi. Eisenhower'a dönüp, "Bu olasılığı düşünerek zaten bu harekatın detaylarını planlamıştık. Git dersen giderim.", dedi. Aslında bu toplantıdan önce Patton durumu farkedip, iki tümenini yola çıkarmıştı bile. İçgüdüsel bir asker olmak böyle birşey işte.

Bu arada Eisenhower, içgüdüsel değil, bürokrat bir asker olan Bradley'ye sonunda sinirlenmiş, Bradley'in önemli birşey değil dediği bu büyük Alman saldırısının böldüğü hattın kuzeyinde kalan birliklerin komutasını Bradley'den alıp, Montgomery'ye vermişti.

Bu arada Bastogne'da isler gitgide zorlaşmaktaydı. Şehir artık tamamen çembere alınmış, karadan ulaşmak imkansız hale gelmişti. Havanın açtığı bir aralıkta, Amerikan birliklerine uçaklardan paraşütle atılarak malzeme ikmali yapıldı da, savunma devam edebildi.

Hava dondurucu derecede soğuktu. foxhole'lar içerisindeki paraşütçü ve piyadeler, sürekli Alman topçu ateşi altında Alman tanklarının saldırılarıyla baş etmeye çalışıyor, bir taraftan da trench foot adı verilen, ayak parmaklarının donmasıyla mücadele ediyorlardı.

Steven Spielberg ve Tom Hanks'ın çektiği, Band of Brothers isimli mini TV dizisinin bir bölümü Bastogne'da geçer. Bu bölümde Amerikan askerlerinin yaşadığı güçlükler çok etkileyici bir biçimde dramatize edilir. Dizinin konusu 101'inci Paraşütçü Tümeni'nin Easy Company adlı bölüğünün kazdığı foxhole'lar bugün hala Foy köyünün yakınında ziyaret edilebilir.

Kuşatmaya komuta eden Alman General Heinrich Freiherr von Lüttwitz, savunmadaki Amerikan General Anthony McAuliffe'e teslim olması için beyaz bayraklı iki Alman Subayı ile bir mesaj gönderdi. Bu mesaj "Amerikan Komutanına" diye başlıyor, bayağı uzun, detaylı bir biçimde teslim olmanın gereklerini sıralıyordu. Mesaj "Alman Komutanı" şeklinde son buluyordu.

Mesajdan haberdar edilen McAuliffe, sinirlenip, istemsiz olarak "Nuts!" yani "Ne lan bu?" anlamında tepki gösterdi. Daha sonra da oturup Alman komutana resmi bir cevap yazmaya başladı. Hemen ardından McAuliffe, uzun uzun cevap yazmayı bıraktı ve yerine aşağıdaki mesajı gönderdi.

"Alman Komutanına,


NUTS!


Amerikan Komutanı"

Bu "Nuts" sözcüğü oldukça renkli ve Amerikan diline özgü, argo bir cevaptı. Nuts kelime anlamıyla kabuklu yemiş demektir. Ancak argo'da testis'den tutun, çılgına, deli saçmasına kadar farklı anlamları vardır.

Bugün hala askeri forumlarda, McAuliffe'in "Nuts" ile tam anlamıyla ne demek istediğini tartışanlar var. Ancak McAuliffe, tabii ki 'Ay ne çılgınsın Alman Komutan" demek istemedi. McAuliffe'in cevabını en anlaşılır biçimde "S...tir Lan!", şeklinde çevirebiliriz.

Zaten, mesajı getiren Alman Subaylar da cevabı tam olarak anlayamamışlardı. Bir Amerikan Subayı "Cehennem ol!" şeklinde spontane olarak çevirdi.

Ulusu, kimliği ne olursa olsun, çok severim böyle kıçı yiyen insanları. McAuliffe, benim gözümde gerçek bir asker olarak kalacaktır. Bugün, Bastogne kentinin merkezinde, bir Sherman tankının yanında McAuliffe'in bir heykeli yer alır. Meydanın ismi de Place Général McAuliffe'dir.

Patton'ın Üçüncü Ordusu gerçekten de savaşı bırakıp, kırk sekiz saat boyunca hiç dinlenmeden kuzey doğuya yürüdü ve yine hiç dinlenmeden Bastogne'u kuşatmış Alman kuvvetlerine saldırdı. 26 Aralık'ta Üçüncü Ordu Bastogne'a bir koridor açıp kuşatmayı sonlandırdı.

Buna rağmen hiçbir 101'inci Paraşüt Tümeni askeri Patton'ın kendilerini kurtardığını kabul etmedi. "Eğer gelmeseydi, biz hala Bastogne'u sorunsuz koruyacaktık.", dediler.

Havanın açması sadece Bastogne'a havadan yardım atılmasını olanaklı kılmamış, Müttefik uçakların da Antwerp'e doğru ilerleyen Alman birliklerini bombalamak için bulunmaz bir fırsat yaratmıştı. Amerikan ve İngiliz uçakları hem Alman birliklerini, hem de bu birliklerin tedarik depolarını amansız bir bombardıman'a tabi tuttular.

Zaten Antwerp'e kadar yetecek yakıtları olmayan Almanlar, bu bombardımanın da yol açtığı kayıplar sonucu Meuse nehrine bile gelemeden durmak zorunda kaldılar. Alman komutanlarının geri çekilme önerisi Hitler tarafından kayıtsız red edilince bundan sonrası Amerikalıların zaferi için bir zaman meselesi haline dönüştü.

Hitler bu kez Müttefiklere karşı kapsamlı bir hava harekatı başlattı. Bu harekat sonunda Almanlar 465 müttefik uçağı tahrip etse de kendileri de 277 uçak kaybetmişlerdi. Amerikalıların göreceli olarak sınırsız kaynakları için bu kayıp hiç birşeydi. Hitler ise tüm fabrikaları ateş altındayken, bu kaybedilen uçakları yerine koyabilecek durumda değildi.

Hitler, hava harekatıyla hemen hemen aynı zamanda, Amerikan Yedimci Ordusuna karşı bir karşı saldırı daha başlattı. Operation North Wind isimli bu harekat, Almanların batıdaki son saldırısı olacaktı.

Eisenhower, Bulge Savaşı'nı bitirmek üzere Bastogne'da bulunan Patton'ın Üçüncü ordusuna kuzeye, Daha kuzeyde bulunan Montgomery'ye de güneye ilerleme emri verdi. Plana göre bu ordular Alman Birliklerini kıstırıp ortadan kaldıracaklar ve orta yerde buluşacaklardı.

Patton bu emir sonucu harekete geçse de, Momtgomery, yine geleneksel olarak, havanın soğukluğundan ötürü planı riskli bulup tek taraflı bir kararla ilerlemeyi red etti. Almanlar da tank ve top gibi ağır silahlarını bırakmak pahasına, bu fırsatı kullanıp geri Almanya'ya kaçabildi.

Bulge savaşının İngiliz Başbakanı Winston Churchill'in 25 Ocak'da yaptığı bir konuşması ile bittiğini söylersek herhalde yanılmış olmayız. Bu konuşmasında Churchill, Bulge Savaşı'nın tarihe Amerikan Ordu'sunun kazandığı en büyük savaşlardan biri olarak geçeceğini söylemişti.

Bu noktada Alman karşı saldırısının harita üzerinde yarattığı "Bulge", yani çıkıntı kaybolmuş, Almanlar, Montgomery'nin de yardımıyla eski savunma hatlarına çekilmişlerdi.

Bulge Savaşı, Alman Ordusunun insan gücü, silah, cephane ve diğer rezervlerini tüketmişti. Alman hava kuvvetleri Luftwafe bozguna uğramış, tüm ordu ve ulusun morali bozulmuştu.

Bu savaşın hemen ardından, 12 Ocak'da Ruslar, Berlin'de son bulacak saldırılarını başlatacaktı.

Savaşın başka önemli sonuçları da Patton'ın sonunda geçmişte bedenlerinde yaşadığına inandığı tarihi kişilikler gibi tarihe geçmesi, Bradley'in, resmi olarak kayıtlara geçmese de, prestij ve havasının alınması, Montgomery'nin de boşboğaz söz ve hareketleri yüzünden komutasını kaybetmektense özür dilemeye razı olması olacaktı.

İşte çıkıntı savaşı dilimin döndüğünce böyle arkadaşlar. Canınızı sıkmadığımı umarım. Sonraki yazı bizim hikayelerimiz olacak.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...