18 Ocak 2012 Çarşamba

Macaristan, Vurun Kahpeye...

Yıl 1995’ler. Avrupa birliğine ilk dalga ülkeler aday. Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan bu dalganın yıldızları. IBM ileri teknik üretimini işgücü ucuz olan Macaristan’a kaydırdı.

Almanya basta olmak üzere tüm Bati Avrupa ülkeleri buyeni Avrupa ülkelerinin altyapısını sil bastan imal ediyor. Yeni Pazar, tüm süpermarket zincirleri bu yeni ülkelere akıyor.

Bati Avrupa ülkelerin şirketlerinin gelirleri ikiye üçe katlanıyor.

Altyapı yatırımları bitip komünizmden yeni çıkmış bu yeni Avrupa’nın bati ürünlerine açlıkları artık bastırılmış duruma geldiğinde isler yavaş yavaş değişmeye başladı. Is gücünün ucuzluğu sebebiyle bu yeni ülkeler bir Pazar durumundan çıkıp Bati Avrupa ülkelerinin rakibi haline geldi. Bati Avrupa’dan yapılan yüksek seviyeli ithalatlar, ayni ülkelere yapılan ihracata donuştu.

Daha sonra Cin devreye girince Orta ve Doğu Avrupa bile pahalı kaldı, üretimin çoğu Asya’ya gitti.

Kaldı geride garip Macaristan. Ne is, ne as. Ne süpermarkete gidecek para, ne araba alacak maaş.

Geçmişin yükselen yıldızı oldu size kaka çocuk.

Simdi tüm Avrupa binecek tepesine.

Vurun Kahpeye!

16 Ocak 2012 Pazartesi

Sarkozy'nin Hikayesi

İtalyan gazeteleri Sarkozy’ye “Palyaço” demiş, ben “Soytarı” demiştim, kültürel farktan kaynaklanan bir sapma teşbihte. Bu notu alıp devam edelim çünkü bu yazıda Sarkozy’yle zorumuz yok. Bu yazının konusu, bir iki gün önce kıyısından geçtiğimiz “Fransız halkı bu adama niye oy verdi?” sorusu.

Öyle ya, adam aptalın, ırkçının ve faşistin biri – ki bu üç özellik doğada genelde bir arada bulunur. Bu demek midir ki bu adama oy verenler de aptal, irkci ve faşist?

Bu sorunun cevabini biraz derinde, tipik bir Avrupalının dünyayı görüp anlama yetisinde bulabiliriz. Bunu da hemen aşağıda yapacağız ama küçük bir “disclamer” yani tekzip yapalım.
Aşağıda Avrupalı şöyledir, böyledir dediğimizde Avrupa kültüründen kaynaklanan benzerliklerden ve genelde belirgin ortak özelliklerden bahsediyor olacağız yoksa Avrupalıların insani özelliklerinden, zekâlarından ya da kalitesinden değil. Aksi takdirde biz de Sarkozy gibi kafatasçı faşist bir ırkçı oluruz.

Dönelim Avrupalılara.

Avrupalı karmaşık bir sistem içerisinde yasar. Sistem karmaşık olduğu için tipik bir Avrupalı sistemin tümünün nasıl islediğini anlama ya da görme yetisinden ya yoksundur ya da zamanını böyle ulvi şeyler için harcamaz. Bu karmaşık sistem içerisinde kendi küçük rolünü oynar, sisteme katkısını yapar ve karşılığını alır.

İşte bu yüzden Türkiye’de duyduğumuz batılıların iki yol ayrımında bir işaret tabelası olmadığında şaşırıp bekledikleri hikâyeleri hep doğrudur.

Konumuz Türkler olmasa da küçük bir parantez açalım, bir Türk tabela bulamazsa ya birine sorar, ya uğurlu yönünü seçer, ama durmaz. Çünkü Türkiye’de isleyen bir sistem yoktur. Sistemin yokluğunda birey kendi başının çaresine bakar.

Bu yüzden Türkiye’de başarılar ancak bir bireyin yapabileceği kadar büyük olabilir. Başka bir deyişle Türk olarak bir kişinin yapabileceği islerde çok iyiyizdir. Çok güzel yemek yaparız ama sıfırdan bir araba imal edemeyiz çünkü bir arabayı planlayıp yapabilmek için birden fazla insanın bir arada uyumlu olarak çalışması gerekir.

Avrupalının bu sistem içerisinde çalışma yeteneği hiç de hor görülmemesi gereken bir özelliktir. Yüzyıllardır bu yetenekleri sayesinde medeniyeti başlatmış ve bu güne getirmişlerdir. Bu sistem, zekası ve kapasitesi düşük de olsa tüm bireylerin üretmesi ve topluma katkı sağlamasına yol açar.

Genelde düzgün çalışan bu sistemin bir iki küçük sorunu vardır.

Bunlardan biri sistemin içerisinde çalıştığı ortamın değiştiğinde sistemin de yenilenmesin gerekmesidir. Sistem evrensel değildir, her koşulda ayni verimle çalışamaz.

Bir diğeri ise de geri zekâlıların tehlikeli yerlere gelebilmesine uygun olmasıdır. Sistem o kadar güzel çalışır ki bu yetersiz bireylerin dangalaklıklarını gizleyebilir ya da zararlarını azaltabilir.

Sadece Sarkozy değil, size yüzlerce canlı örnek verebilirim, daha bugün birini andık bir arkadaşla.

Bu sistemin başka bir kötülüğü ise sistemin çalıştıkça insanların sisteme güveninin artması ve sisteme inançlarının kuvvetlenmesidir. Bu bireylerin sistemi sorgulamalarını bırakmasına ve sistemin durağanlaşarak değişen koşullara uyum sağlayamamasına yol acar.

Son bir kötü özelliğe değinip toparlayalım. Bireylerin sistem nasılsa çalışıyor o yüzden her birey yetenekleri ve uygunluğu ne olursa olsun her işi yapabilir düşüncesi ile hak eden bireylerden ziyade yapılacak iş ile ilgili olmayan özelliklerini sevdikleri bireyleri yükseltmesidir.

Gelelim Sarkozy’ye.

Başkanlık isi nasılsa yürüyor, bu adam bir de Fransa’ya göçü engeller diyerek oy verdiler bu dingile. Bu güne kadar başarılı olarak çalışan sistem Rusya’nın batıp İnternetin ortaya çıkmasıyla yıkılan sınırları ve iki milyar aç insanın Hindistan ve Çin’de isçi pazarına girmesini bu haliyle kaldıramadı ve yenilenme için baştaki bireylere döndü.

Döndü de bula bula burnunun ucunu zor gören ikinci dünya savaşının karanlıklarından fırlamış yeteneksiz ırkçı, faşist ve fazlasıyla aptal bir lideri buldu.

İşte Sarkozy’nin hikâyesi bence budur.

2 Aralık 2011 Cuma

Siri

Siri'yle tanıştınız mı bilmiyorum. Ben bol bol sesini duydum, özelliklerini okudum, dinledim ve seyrettim.

Bilmeyenleriniz için, Siri, Apple'in yeni iPhone 4S'inin ses ile konuşup istekte bulunabileceğiniz yardımcısı. Siri'ye, şunu ara, ona bunu söyle, randevumu iptal et, başka saate al, en güzel biftek nerede bulunur?, yakınlarda görecek neresi var? falan gibi soruları sesle soruyor, ayni şekilde cevap alıyorsunuz.

Siri, tabii ki bir kadın sesi, biraz elektronik de olsa hafif seksi ve afilli bir sesi var.

Neyse, dönelim Siri'ye ve ona sorabileceğimiz sorulara.

Bir çok site Siri'nin nereye kadar detaylara girebileceğini ve anlayacağını test etmiş durumda. Siriye binlerce soru soruldu, Amerika’nın başkanı kim, Pizza hamuru nasıl yapılır, vs. Web bunlarla dolu, isterseniz bir Google’layın.

Biz bilirsiniz Türkiye’de çocukken aldığımız sözlük ve ansiklopedilerin ilk önce belden aşağı bölümlerine bakarız. Urinal yada vajinal organlar, cinsel birleşme, vs. yani. Ben kendi hesabıma itirafta bulunayım da, siz sonra yok yaw, ben hiç bakmazdım dersiniz :)

Kafası belden aşağı çalışan tek ulus Türkler değildir, aslında bu ulusal bir özellik de değildir. Bir illet olan erkek milletinin bir özelliğidir.

Ve bu zihniyet tabii ki başlamış Siri'ye o aklınızdan geçenleri sormaya. Forbes'da aşağıda eklediğim yazıda acaba Siri seksistce mi hazırlanmış diye sormuş. Bunun sebebi de Siri teyzenin bayaa halden anlaması.

Nasıl mi? Bir iki örneğini anlatayım, devamını Forbes'dan okuyun.

Bu arada bunu anlatmak için ağız düzenimi hafifçe değiştirmem gerekecek, şimdiden özürlerimi kabul edin :)

Kadının yaptığı oral seks'e İngilizce argoda "Blow Job" denir. Siri'ye "Ben blow job istiyorum" dediğinizde hemen size en yakın eskort servislerinin adresini ve telefonunu vererek cevap veriyormuş. Ne diyorum, hatun halden anlıyor.

Yoğun geçecek yada geçmesini umduğunuz bir gece öncesi biraz medikal desteğe ihtiyacınız varsa sorun Siri'ye. Viagra satılan eczane ve mağazaların adresini anında buluyor ve söylüyor size.

Erkeğin yaptığı oral sekse, yani "Eat P***y" bütün olası varyasyonları denense de çalışmamış. Siri'nin kafası karışmış ve adres defterinden bir arkadaşın ismini getirmiş. Yazar, "Herhalde Siri benim bilmediğim bir şeyi biliyor o arkadaşın hakkında" diyor :)

Çok iğrençleştim, farkındayım. Bir daha özür dileyip ağızımı sabunlamaya gidiyorum hemen.

Bu arada iPhone 4S Türkiye’ye geldi mi bilmiyorum. Gelirse ve Siri'yi Türkçeleştirirlerse lütfen deneyip sonuçlardan beni haberdar edin. İsviçre’de henüz iPhone 4S yok. Geldiğinde size daha detaylı bilgiler vermeye devam edeceğim.

http://www.forbes.com/sites/kashmirhill/2011/12/01/siri-is-sexist/

29 Kasım 2011 Salı

Yavuz Hırsız

Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış ya, Arap birliği Suriye’ye demokrasi dersi veriyor.

Eee, olsun o kadar. Irkçı Avrupa Türkiye’ye insan hakları dersi verirse, bırakın Suudi Arabistan da Suriye'ye zeybeklinsin demokrasi diye :)

İnternetin moda kısaltmasıyla LMAO, yani kıçımla gülüyorum. Daha neler göreceğiz bakalım...

28 Kasım 2011 Pazartesi

Avrupa Satılık

İtalya batmak için de kurtarmak için de çok büyük - Too big to fail, too big to bail.

Cuma günü yapılan bir bono ihalesinde İtalyan bonoları çok az ilgi gördü. İtalya’nın borçlanması giderek zorlaşıyor ama her şeyden önemlisi İtalya’nın borçları giderek maliyetli hale geliyor. Bu kısaca İtalya borçlarına daha yüksek faiz ödemeye başlıyor.

Bu kısır döngüye bir girerseniz zor çıkarsınız.

Günlük hayatınızda zaman zaman İtalya’nın bu gün yaşadıklarını yaşarız. Kredi kartını kullanır, ödemeleri başka bir kredi kartından para çekip yaparız. Büyüyen borçların faizi yavaş yavaş ödeyebileceğimiz anaparadan yemeye başlar (ee... anapara ve faiz:), her gecen gün işler daha fazla sarpa sarar.

Günlük hayatımızda genellikle bu işlerin çıkışı ya sadece ekmek-peynir rejimine dönerek yada bir yerlerden toplu para bulup - mesela arabamızı satarak - kredi kartlarını kapayarak gerçekleşir. Çalışmıyorsak bir iş bulmak yada çalışıyorsak ikinci bir işe başlamak da yöntemlerin bazıları.

Yunanistan'a kısa bir dönüş yapıp İtalya’dan ayırırsak, Yunanistan in borçları öyle büyük ki rejimle, ikinci işle falan düzelecek gibi değil. Bir yüz yıl kadar ekmek-peynir yemesi gerekiyor ödeyebilmesi için borçlarını, çok batık yani.

Topun ağzında İspanya’da var, en azından ben ne kadar batik olduğunu bilmesem de batik olduğu fazlasıyla açık. Portekiz de berbat ama bu gün Portekiz hakkında pozitif bir yorum okudum.

Macaristan’ın battığını zaten biliyoruz.

Herkes Fransa ve Almanya iyi dese de ben Fransa için ayni görüsü paylaşmıyorum. Fransa'ya komsu yaşıyorum, 20 dk. mesafede. Bırakın islerin iyi gittiği bir ülke havasını, daha ziyade gerileme dönemine girmiş bir ülke izlenimini veriyor. Bana sorarsanız Fransa da batik.

Bunları niye yazıyorum?

Çok basit. Bu günlerde popüler konulardan biri Avrupa ülkelerinin bireysel borçlarını toplayıp bir havuzda yönetmek.

Bunun bir anlamı var. Avrupa satılık, eğer almak isterseniz :)

Avrupa’yı alacak para da başta Almanya'da var. ABD, Cin, IMF falan da karışır ama asil alıcı Almanya.

Almanya da affınıza sığınarak biraz ağızı bozuk konuşacağım, hıyar değil, bu paraları Avrupa’nın gerisinin hayrına verecek. Dinleyin Merkel'i bu günlerde. Ağızından çıkan iki kelimeden biri kontrol, ceza... Yani yönetim.

Eee, parayı veren çalar düdüğü. SS'lere, Stuka'lara, Blitz-Krieg'e falan gerek yok yeni cağımızda. 21. yüzyıla hoş geldik hepimiz.

Önümüzdeki on yıl çok ilginç geçecek, bekleyelim, görelim.

http://money.cnn.com/2011/11/09/news/international/italy_crisis_bail/index.htm?iid=EAL

27 Kasım 2011 Pazar

Sivil Havacılık Kazaları

Biraz daha uçak geyiği yapalım. Bu kez sivil uçak kazalarına şöyle bir bakalım.

Arabalarımıza estetik amaçlı takarız spoiler'leri. Spoiler'in İngilizcedeki karşılığı yolunda giden şeyleri bozan, değiştiren yani isin içine limon sıkandır. Spoiler'ler uçaklarda hayati önem taşıyan parçalardır. Uçak inerken bakın, kanadın arkasına doğru ama tam arkada olmayan ve yukarı kalkarak kanat üzerindeki hava geçişini kelime karşılığı olarak bozan parçalardır bunlar.

Biliyorsunuz, kanadın üzerinden ve altından hava akarak arkada birleşirse uçak kanadı uçağı havaya kaldırır (lift), yani uçurur. Motorlar aslında uçağı havaya kaldırmaz ama ileri iterek kanat üzerindeki hava akışını sağlarlar.

Arabadaki spoilerler ise arabanın üstünden akan havayı yukarı yönelterek arabanın altından gelen havayla birleşip arabanın havaya kalkmaya çalışmasını önlerler. Takdir edersiniz ki uçuş arabalar için çok arzulanan bir özellik değildir.

Neyse bu kadar fizik yeter, gelelim ilk kazamıza.

Yıl Haziran 1999. American Airlines Uçuş 1420 fırtınalı bir havada indikten sonra pistte duramadı, pist bitince toprakta yoluna devam etti ve sonunda hasarlı olarak durabildi. 11 kişi öldü bu kazada. Bunun sebebi ise fırtınanın telaşına pilotların spoiler'ları açmaması. Uçağın tekerlekleri yerde olmasına rağmen spoiler'ların çalışmaması nedeniyle aslında uçmaya devam etti ve tüm ağırlığı ile piste konamadı. Bu yüzden frenler çalışmadı ve pistin sonuna geldiğinde uçak duramadı.

Dünyanın en pahalı planörü Ağustos 24, 2001 de Atlas okyanusu üzerinde yakıtı biten Air Transat Airbus 330 uçağı idi. Uçak yakıtı tamamen bittikten 19 dakika sonra Azor adalarına başarılı bir iniş yaptı. 293'u yolcu 306 kişinin tümü kazayı çok hafif yaralarla sağ olarak atlattılar. Kazanın sebebi bakim personelinin motorda arızalı bir parçayı başka bir motora ait bir parçasıyla değiştirmesi sonucu yakıtın havada akmasıydı.

Ekim 2, 1996'da Aeroperu 603 uçuş numaralı Boeing 757, Şili'nin Miami International havaalanından kalktıktan sonra denize çakıldı. Uçaktaki 61 yolcu ve 9 mürettebatın hepsi öldü. Uçağın düşüş nedeni uçuş enstrümanlarının pilotlara yanlış hız ve yükseklik bilgisi vermesiydi.

Kazanın sebebi ise bir bakim elemanının yerde uçağın pitot-tüplerinden birine koli bantı yapıştırıp çıkarmayı unutmasıydı. Pitotüpler genellikle uçağın burnunda “L” biçimli ileri bakan minik borulardır. Uçağın bilgisayarı bunların ucundaki minik deliklerden giren havayı ölçerek uçağın hızını hesaplar. Benzer bir kaza da bir Türk havacılık şirketinin başına geldi. Dominik Cumhuriyetinde tropik arıların pitot-tüplerine yuva yapması sonucu Boeing 757 tipi bir uçak kalkıştan sonra düştü.

American Airlines'in 965 uçuş numaralı Boeing 757 uçağı Kolombia'nin Cali havaalanı civarında düştü. Kazada 159 kişi ölürken 4 kişi ve bir kopek sağ olarak kurtuldu. Kazanın sebebi kısaca pilotun uçuş planı üzerinde geçmesi gereken bir noktayı bilgisayara girerken acele edip ne girdiğini görmeden enter'a basmasıydı.

Ocak 25, 1990 da Avianica 52 uçuş numaralı Boeing 707 New York'da, Long Island civarlarında düştü. Uçaktaki 158 kişiden sadece 85'i kurtuldu. Uçağın düşüş sebebi yakıt bitmesiydi. Eğer denk gelirse Mayday Air Crash Investigation dizisinden bu dramatik kazanın detaylarını izleyin. Uçak Kennedy havaalanına geldiğinde iki saatlik uçuş için yakıtı varken, doğru düzgün İngilizce konuşamayan pilotlar ve ukala hava trafik kontrolörlerinin aptalca ihmalleri sonucu iki saat boyunca havada oyalandı ve yakıtını tüketti. O kadar acı ki iki saat boyunca pilotlar kuleye "Fuel Emergency" yani "Yakıtım az inmem gerek" diyemediler.

Temmuz 1, 2002'de belki havacılık tarihinin en dramatik kazalarından biri yaşandı. Bashikarian Havayollarının 2937 uçuş numaralı Tupolev 154M yolcu uçağı DHL'in 611 uçuş numaralı Boeing 757 uçağı ile havada çarpıştı. Kazada kurtulan olmadı. Bashikarian havayolları uçağı, çoğunluğu ilkokul öğrencisi, çocukları taşıyordu.

Kazanın sebebi çok ilginç olsa da aslında çok basit. İki uçak havada birbirlerine çarpmayla sonuçlanan bir rotada ise her iki uçakta da bulunan TCAS isimli bir alet uçaklardan birine alçal, diğerine de yüksel komutlarını verir, böylece kaza önlenir. Bu kazada ise Zürih hava kontrol görevlisi radarın bakimi ve bir arkadaşının yokluğu sebebiyle uçaklara TCAS cihazının tam aksi komutlarını vermiştir, yani TCAS'in yüksel dediği uçağa alçal, TCAS'in alçal dediği uçağa yüksel komutunu göndermiştir. Rus pilotlar TCAS'i, DHL pilotları da hava trafik kontrolünü dinleyince çarpışma gerçekleşmiştir.

Dram burada da bitmemiş, ölen çocuklardan birinin babası Zürih’te bu hava trafik kontrolörünü bulup, bıçaklayarak öldürmüştür.

Son kazamız 24 Mart 1994'de. Aeroflot firmasının 593 uçuş numaralı Airbus 310 uçağı Kuznetsk dağlarına çakılmıştır. Kazanın sebebi uçağın pilotunun uçakta yolcu olarak bulunan kendi çocuklarını kabine çağırıp, uçağın kontrolünü 15 yaşındaki oğluna bırakmasıydı. Çocuk, pilotların bile bilmediği bir yöntemle otomatik pilotu devre dışı bırakıp uçağın çakılmasına sebep olmuştu.

İşte böyle arkadaşlar. kazaların çoğu insan hatası sizin anlayacağınız. Eğer ilgilenirseniz Mayday Air Crash Investigation dizisi bu havacılık kazalarını çok iyi anlatan bir belgesel. Seyredin derim.

Yine unutmayın, tüm bunlara rağmen hava yolculuğu en güvenli yolculuk türü.

İyi uçuşlar!

24 Kasım 2011 Perşembe

Uçak Geyikleri

Ben, uçağa girerken Jetway'in penceresinden hangi uçakla uçacağız diye bakanlardanımdır. Yıllardır okuya okuya üç beş şeyi öğrenip aklımda tutmaya muvaffak olduğumdan görünce tanırım hangi uçak olduğunu.

Eski doğu bloğu uçakları hariç, su anda yolcu taşıyan her uçağa en az bir kere binip tecrübe ettiğimi söyleyebilirim. Geçenlerde bir uçak geyiği esnasında hesapladım, bunun istisnaları Boeing-707, BAC-111, Caravelle, Boeing-717 ve Airbus-380. Buna çok yakında Boeing-787, yani Dreamliner da eklenecek.

Bunlardan yenilerine nasılsa denk geliriz, beni endişelendiren Caravelle ve daha da önemlisi Boeing-707. Efsanevi Boeing-707'ye sadece Afrika’da lokal uçuşlarda binme şansım kaldı. Diğerleri ya kargo yada askeri versiyonları. Dünyanın en güzel uçaklarından biri Boeing-707. Çok büyük olmamasına rağmen dört motorlu, uzun menzilli ve taştan daha sağlam yapılmış. Bugün Amerikan hava kuvvetlerinde hala tanker olarak kullanılan bu uçaklar, onları uçuran pilotlardan daha yaslı.

BAC-111 olmasa da olur, müzede görmek yeter onu.

Gelelim, uçmaya muvaffak olduğum uçaklara.

Binerken en fazla haz aldığım ve şimdiye kadar uçarken en fazla rahat ettiğim uçak, düşünmeksizin Boeing-747 dir, yani meşhur Jumbo Jet. Hafızama kazınan uçuş, business clas'da Frankfurt’tan Seul'e on kusur saatlik bir Lufthansa uçuşudur. İndiğimde, bindiğimden daha dinlenmiştim. Business class kabini, alt katta, uçağın burnundaydı. O kadar çok yer vardı, o kadar havadardı ki kendimi Uzay yolunda Atılgan’la seyahat eder gibi hissettim.

Bu yolculuğun dönüşü yine bir Lufthansa ama bu sefer Airbus-340 ile oldu, sonunu ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Eminönü-Laleli dolmuşu.

Airbus-340 aslında diğer Airbus'lara göre daha bir derli toplu görünür ama aslında A-340, A-330'un dört motorlusu, A-380 hariç geri kalan tüm Airbuslar da aslında ayni uçağın biraz çekilerek uzatılmışıdır. Yani pek birbirlerinden farklı değillerdir. Bence hepsi de birbirinden rahatsızdır.

Airbus'lar kalkarken çıkan sesler sanki 13'uncu günde Freddy'nin lanetli evin tavan arasında yürürken tahtaların gıcırdaması gibidir. Kargo kapısı kapanırken sanki kavga ettiğiniz karınız yüzünüze kapıyı çarpmış gibi gurultu gelir. Kitlenirken torna tezgâhından geçip delinen metal gibi canhıraş sesler çıkar. İniş takımları kapanır yada açılırken kahvenizi sıkı tutmasanız dökülür (teoride bu anda elinizde kahve olmaması gerekir ama bazen olur:).

Lütfen yanlış anlamayın, bunlar uçağı güvensiz yapan özellikler değildir, ben de Airbus'lari güvensiz olarak boyamaya çalışmıyorum ama yukardaki söylediklerim Airbus'larla uçarken beni fazlasıyla rahatsız ederler.

Herhalde anladınız... Ben Boeing'ciyim abi, çok severim Boeing'leri. Boeing-727 den beri çok zevk alırım uçmaktan. 727'ler çoktan emekli oldu. Eski 737'lerle uçtuk, hani puro gibi motorları olan kanat altlarında. Yeni nesil 737'ler artık o kadar farklı ki uçmak tam bir zevk haline geldi.

Boeing-757'lerden pek haz etmedim, eski 737'ler ile 767 ler arasında bir köprü oldular ama onların da görevleri bitti. Daha iki sene önce bir Zürih-Antalya uçuşunda en son beraberdik. Uçak altı saat rötarla kalktı ama uçuş iyiydi :)

Boeing-767 ile ilk tanışmam bir transatlantik uçuşunda oldu. Şeker gibi uçak, acayip rahat, bana da çok güven vermişti. Sonrasında bayağı uçtum 767'lerle. Hepsi ayni şekilde rahattı.

Ama 747'den sonraki favorim Boeing-777. Yaslandığımda koltuğun arkasının düştüğü on saatlik bir MD-11'le Sao Paulo'ya uçtuktan sonra Rio'ya aktarma yaparken uyku sersemi adımımı attım ilk defa bir 777'nin içine. Abicim bu kadar mi güzel olur bir uçağın içi. O kadar rahat, o kadar sessizdi ki o kısa uçuşta uyuya kaldım.

Bunlardan başka, Embrair'in tüm tipleri, pervanelileri dahil, Saab'iun turbopropları, Dash'ler, Fokker'lar, Douglas'lar yani DC-9, DC-10, McDonnel Douglas'lar yani MD-80 ve türevleri ile MD-11'ler, Bombardair Regional Jetler, önü boşken arkasına biraz fazla yük konduğunda resmi olarak arkaya devrilme riski taşıyan işe yaramaz ATR'lar da dahil olmak üzere birçok tiple uçma şansını yaşadım.

Yüzlerce kez türbülansa yakalandım, bir Boeing-747-200'un Atlas okyanusu üstünde kanat çırptığına şahit oldum, bir kaç kezden daha fazla touch-and-go (yani önce iner gibi yapıp tekerlekleri piste koyup sonra vazgeçerek kalkmak) geçirdim, sayısız kalkış iptalleri, cross-wind (yani yan yan inme) inişleri... yani çok eğlenceli bir havacılık kariyeri yaptım:)

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...