1 Kasım 2023 Çarşamba

Alsace'ın Köyleri

Sevgili arkadaşlar, gelin hızlı bir turla Alsace’daki kentleri anlattığımız yazılarımızı tamamlayalım.

Alsace’ın en güzel kentlerinden biri Colmar’dır. Kent dedim ama siz bakmayın, büyük bir köy gibi düşünün. Colmar, Strasbourg’a bir saat kadar uzaklıkta. Lauch nehrinin üzerine kurulmuş, ve Strasbourg gibi nehir kanalları, şehrin büyük bir bölümünü Venedik’e çevirmiş.

La Petite Venise
Venedik demişken, Colmar’ın en güzel bölgelerinden biri La Petite Venise, yani Küçük Venedik. Kanalın kıyılarındaki Alsace mimarisi ile yapılı, insanın aklını başından alan güzellikte binaları ile başka bir cennet köşesi.

Colmar da, Alsace’ın diğer bölgeleri gibi Almanlar ve Fransızlar arasında habire el değiştirmiş, hatta bir ara İsveçliler bile bu kenti bir kaç yıl ellerinde tutmuşlar.

Colmarlılar, biraz da kibirle kentlerine Capitale des Vins d’Alsace, yani Alsace şaraplarının başkenti derler. İsim ilginç tabii, ancak Alsace şarapları genelde beyaz olduğu için beni o kadar heyecanlandırmıyor.

Kentin neredeyse tümü timber-framed duvarlarla yapılı binalardan oluşuyor. Özellikle merkezde yemek yiyip, kahve yada şarap içebileceğiniz bol bol kafe ve restoran var. Merkezdeki Maison Pfister, görmek için not edebileceğiniz bir mekan. Église Saint-Martin, yani San Marten kilisesi de çok güzel.

Sevgili karımla birlikte 🐝Mezzy🐝 gelene dek, hemen her Noel tatilinde Colmar’a gelirdik. Buradaki Noel pazarı gerçekten çok güzeldir.

Colmar Şehir Turu
Yolunuz düşerse kısa ve ucuz bir şehir turu var, onu alın derim.

Colmar’ın hemen yanında Riquewihr isimli başka bir kent var. Jelena, buraya “Rik-vik” der.

Yukarda Colmar’daki Noel pazarına güzel dedik, Riquewihr’deki Noel pazarı belki iki kat daha büyük ve güzel. Noel zamanında bu kent koca bir pazara dönüşüyor. Her yerde Noel şarkıları çalar, Noel çöreklerinin tarçın kokuları sokaklara yayılır. Bir de Noel zamanının olmazsa olmazı Vin Chaud, yani sıcak şarap.

Riquewihr’in Alsace evleri, Colmar ve Strasbourg’a göre çok daha canlı ve renkliler. Merkez ve ana caddesi ziyaret etmeye değer yerler.

Ben uzun yıllar önce burada bir gece geçirmiştim, ancak Riquewihr, sevgili karımla birlikte hep günübirliğine geldiğimiz bir yer.

İsviçre’ye doğru geri dönersek yine buralara yolunuz düştüğünde görmenizi önereceğim başka bir yer olan La Montagne des Singes, yani Maymun Dağı’na geliriz.

Rik-vik Noel Pazarı
Maymun Dağı bir park. İçinde de serbest şekilde dolaşan bir dolu maymun var. Onları sevebiliyor, patlamış mısır ikram edebiliyorsunuz.

Canım kızım deli olmuştu bu maymunları gördüğünde. Saatler geçirmiştik burada.

Parkın yanındaki Kintzheim kenti de çok şirin bir yer. Burada da bir yemek yiyip, tabii ki bol bol şarap içmişliğimiz var.

Alsace’ın Fransa tarafını bırakıp, Alman tarafına doğru ilerlersek, görmeye değer ilk kent olan Freiburg’a ulaşırız.

Sıcak Şarap
Freiburg, teknik olarak Alsace bölgesinde sayılmıyor, ancak tabii ki ruhen Alsace bir kent.

Caddelerinde hala eski zamanlarda atların su içtiği kanallar var, hem de içlerinden su akıyor. Ancak kentin görmeye değer en önemli yeri merkezi.

Merkezde dev bir katedral var, ancak gerçekten etkileyici boyutlarda. Şehrin meydanında ise her biri ayrı güzel binalar.

Almanya’da yemek yemeği normalde pek önermem ancak Freiburg buna bir istisna. Burada yediğim her yemek ayrı bir lezzetteydi.

Freiburg Meydanı
Fenerbahçeliler hatırlayabilir, Joachim Löw buralıdır.

Freiburg’da da bir Noel pazarı kuruluyor sevgili arkadaşlar, ve o da oldukça güzeldir, ancak kıyasladığımda Riquewihr’in yada Colmar’ın Noel pazarları sanki biraz daha fazla görülesi yerler.

Freiburg’un hemen dibinde ise Schwarzwald, yani Karaorman bulunur. İsmi orman ancak aslında ormanlık bir dağ sırası. Çok güzel doğal bir bölgedir. Tuna nehri buradan doğar.

Alsace başta da söylediğim gibi anıtlarıyla, yapılarıyla bilinen bir yer değil sevgili arkadaşlar. İsimlerle etiketlenmemiş bir güzelliği var bu diyarın, Orada bulunmadan, bölgenin ruhunu anlamak zor. O yüzden mutlaka görün. İki gün ayırsanız yeter. Bir araba kiralayıp, her yeri görebilirsiniz. Eğer imkanınız olursa Noel zamanına denk getirin ki, Noel havasını da koklayabilesiniz.

Sevgi ile kalın❤️

27 Ekim 2023 Cuma

Strasbourg

Strasbourg Alsace’ın kalbidir sevgili arkadaşlar. Strasbourg gibi bir yeri anlatmak zordur. Örneğin Paris olsa, Eyfel kulesinden girer, Arc’tan çıkarsınız. Louvre’dan bahsedip, Monmartre’ı santim santim yazarsınız.

Ama gelin Strasbourg’a.

Yıllar boyu ziyaret ettim bu
güzel kenti - burada 1998
Dünyanın en kart postal kentlerinden biridir. Gördüğünüzde, yaşamınızın geri kalanını burada yaşamak istersiniz. Ancak bunu nasıl yazıya dökersiniz? Hele bir de benim gibi pastoral yeteneklerden yoksun biri iseniz.

Bir şiir yazayım desem, aklıma “Strasbourg’un Dadaş’ııı, düğünde çekerrrr başııı!” gibi şeylerden başkası gelmiyor.

Strasbourg’da Eyfel kulesi, Times Square, Tower Bridge yada Kolezyum yok sevgili arkadaşlar.

Ne var derseniz, bir ressamı kıskandıracak bir arka plan ve mükemmel yemek, şarap ve müzik var.

Yıllar boyu fazlasıyla farklı insanlarla, fazlasıyla farklı nedenlerden ziyaret ettim bu güzel kenti.

Son on yedi yıldır, elbette ki sevgili karımla bol bol yolumuz düştü Strasbourg’a.

Her gelişimizde de sanki ilk kez görüyormuş gibi heyecanlandık.

Sevgili karımla bol bol yolumuz düştü
Strasbourg’un merkezi, yani eski kent dedikleri ada, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesinde bulunuyor.

Bu merkezin en göz alıcı yapısı ise Strasbourg Katedrali.

Şimdiye kadar çok kilise, katedral, vesaire gördüm sevgili arkadaşlar, ancak Strasbourg’daki gibisini hiç görmedim. Öyle Notre Dame falan halt etmiş. Dışı siyah-kahverengi ateş taşlarından yapılmış, içi ise santim santim işlenmiş bir sanat eseri.

Kapısının üzerinde özel bir vitray var. Güneş’in gökyüzündeki konumuna göre planlanmış. Güneş batarken katedralin içi bambaşka oluyor.

Modern zamanlara kadar
dünyanın en yüksek binasıymış
Katedralin kendisi modern zamanlara kadar dünyanın en yüksek binasıymış. Devasa bir çan kulesi var.

Katedralin içinde ise bir astronomik saat…

Bu astronomik saat fenomeni bize biraz yabancı gelir sevgili arkadaşlar. Şöyle arzedeyim. Normal bir saat, saatin kaç olduğunu gösterirken, astronomik bir saat aynı zamanda o anda ay, güneş, gezegenler gibi astronomik objelerin yerlerini de gösterir.

Astronomik saatlerin en hassolarından biri Prag’da, Old Town Square’de bulunur. Bu meydan zaten bu saat olmadan da çok görülesi bir yerdir. Üstüne bir de bu saat eklendiğinde tadından yenmez hale gelir.

Strasbourg’un bir başka görülesi bölgesi ise La Petite France.

Strasbourg Ren nehri üzerine kurulmuş bir şehir. Nehrin bu bölgesinde üzerinde yerleşim yapılabilecek kadar büyük adalar var. Şehrin merkezi de aslında bu adaların birinin üzerine kurulmuş durumda.

Nehir bazen bu adaların arasında kanallar oluşturuyor. Böylece kendinizi bir anda Venedik’teymiş gibi hissediyorsunuz.

La Petite France
La Petite France, bu kanalların arasında bir bölge. Alsace mimarisinin zirvesi binalar, yeşil ve su, burayı dünya üzerindeki bir cennete çeviriyor. Restoranlar, kafeler, artezyen mağazalar ve bütün bunları tamamlayan büyüleyici bir müzik.

İnsan La Petite France’da şair olur sevgili arkadaşlar.

Şiirden arta kalan zamanlarda ise, özellikle sevgili karım yolunu şaşırıp, arabayla merdivenleriyle, havuzlarıyla koca bir parka dalar.

Henüz karısının araba kullanışını beğenen bir kocaya rastlamadım, o yüzden en azından bu yazıyı okuyan sizlerin yarısı ne demek istediğimi anlayacaktır.

0 diğer yarısının şerrinden ise tanrı korusun beni 😂. Ama yemin ediyorum, otelin park yeri diye girdiği parkta burnundan su fışkıran yunuslar, kay-kay yapan gençler, köpeklerini gezdiren yaşlı madamlar vardı!

O günün sonunda otelimizi bulabildik, ancak Europa Park’dan geliyorduk. Sabahın altısında kalkmış, o saatten beri de deliler gibi koşuşturuyorduk. Hem yorgun, hem de açtık. Pazar olduğu için hemen her yer kapalıydı. Hava soğumuş, bir de yağmur başlamıştı. Üzerimdeki sweat-shirt’ü 🐝Mezzy🐝’ye verdim, ama ben zibidi gibi bir kısa kollu bir t-shirt ve şort ile kalmıştım.

Titreye titreye ilk gördüğümüz bistroya daldık.

Koca bir salon, ve üstüne de Fransız zevkiyle dekore edilmiş. Alsace’da, Alman etkisiyle Fransa’nın geri kalanının aksine bol bol bira içerler sevgili arkadaşlar. Girdiğimiz bistro, aslında bir brewery’nin store front’u imiş.

Alsace, malsace ama...
Alsace, malsace ama sonunda yine de Fransa! Hemen kırmızı şarabımı söyledim. Üzerine de üçümüz için birer Tarte Flambée.

Alsace şarapları beni ne öldürür, ne güldürür. Her gün içmesem de, arada bir değişiklik olarak çok iyi gelirler. Daha önce de söylemiştim, Alsace daha ziyade bir beyaz şarap bölgesi.

Kırmızı olarak genelde Pinot Noir üzümlerinden yapılma şaraplar var. Yer yer, isimlerini bile söyleyemediğim Alman üzümlerinden yapılma kırmızı şaraplar bulmanız mümkün. Daha bir kaç gün önce, Schwarzwald’da bir otelde, Black Forest isimli böyle bir kırmızı şarap denedim. Acayip güzel geldi. Bu arada Schwarzwald’da da, Black Forest’da Kara Orman demektir. Alsace’ın Alman tarafında kalan cennet gibi bir bölgedir.

Sizlere ismi Strasbourg’la anılan çok önemli bir kişilikten söz edeyim sevgili arkadaşlar.

Hepiniz Johannes Gutenberg ismini bilirsiniz herhalde. Bizler matbaayı icat etti diye biliriz ama aslında icat ettiği, mekanik olarak baskı yapabilen basit bir makineydi.

Elbette kitap ve okumanın önemini masaya yatırıp sorgulayacak değilim. Başta ben, bütün insanlığın Gutenberg’e bu buluşu yüzünden gerçek bir minnet borcu vardır.

Ancak Gutenberg’in biz dahil tüm dünyada, birazdan anlatacağım nedenler yüzünden ikinci plana atılan bir hizmeti daha vardır ki, bazen kendi kendime en az matbaa makinesini icadı kadar önemli olduğunu düşünürüm.

Gutenberg İncili’nden bahsediyorum.

Yok yok, Hristiyan değilim. Aslında başka herhangi bir şey de değilim. Bu İncil’i önemsemememin nedeni başka.

Gutenberg, İncil’i basarak, bu kitaba erişimi olanaklı hale getirmiş. Öyle çok fazla da basmamış, sadece 180 adet.

Ama bu bile yetmiş. İnsanlar o güne kadar papazların tekelinde bulunan bu kitabı okumaya, anlamaya başlamış.

Bu yazdıklarımdan Gutenberg’ün öyle bir yenilikçi, aydınlıkçı yada devrimci olduğu sonucunu çıkartmayın. İncil’den önce hayatını Endüljans, yani Cennet Tapuları basarak kazanıyormuş Johnny Amca.

Herneyse.

Gutenberg, matbaa makinesini Strasbourg’da yaşarken icat etmiş.

Bu nedenle de Strasbourg’da güzelim bir meydan ona atfedilmiş.

Strasbourg’u görmeden ölmeyin sevgili arkadaşlar
Strasbourg konusunu sonlandırmadan önce Avrupa Parlementosu’nun, yani EU’nun meclisinin bu kentte olduğunu vurgulayalım.

Gelelim Strasbourg için gezi önerilerime.

En kolayı ile başlayalım.

Strasbourg’u görmeden ölmeyin sevgili arkadaşlar.

İkincisi, kesinlikle Strasbourg gezinizi Alsace’ın diğer görülesi yerleriyle birleştirin.

Ancak, İngilizce’de dedikleri gibi the last, but not the least, Strasbourg’a geldiğinizde, kameranızı bir saat gezdikten sonra cebinize koyun.

Bu kent görmekten çok, havasını koklayıp, tadını almanız, yani yemekleri, şarapları, müzikleri ile yaşamanız gereken bir yer.

Alsace serimize devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın ❤️

19 Ekim 2023 Perşembe

Alsace

Alsace, Fransa’nın kuzey doğusunda, ilginç bir bölgedir sevgili arkadaşlar. Fransa’nın Almanya ile sınırının önemli bir bölümünü oluşturur. Güneyinde ise İsviçre vardır. Bölge olarak Alsace’ın bir bölümü de Almanya içerisinde kalır.

Alsace, tarih boyunca Almanlar’la Fransızların arasında o kadar çok el değiştirmiş ki, bugün, Alman mıdır, Fransız mıdır anlamak zor. Ben Alsace bölgesinde biraz daha fazla Alman havası sezerim. Yer isimleri, yemek isimleri çoğunlukla Almanca’yı andırır.

Alsace, Avrupa’nın en cazibeli yerlerinden biridir. Strasbourg gibi bilinen büyük kentlerinin yanında Colmar, Riquewihr gibi, bir ressamın tuvalinden çıkmışcasına güzel köyleri bulunur.

Alsace’ın yemekleri çok ünlüdür sevgili arkadaşlar. Alman etkisi sağolsun, bol bol domuz eti kullanırlar. Ancak domuz eti ile yapılmayan çok güzel başka yemekler de bulunur.

Bir kafede Tarte Flambée yemiştik
Örneğin Tarte Flambée, yada Almancasıyla Flammekueche. Çok ince açılmış hamurun üzerinde soğan, mantar ve tabii ki peynir gibi topping’lerle, isminin çağrıştırdığının aksine ateşin üzerinde değil, fırında pişirilir.

Geçen sene Strasbourg’da bir gece geçirmiştik ve tesadüfen girdiğimiz aynı zamanda bir bira üreticisi bir kafede Tarte Flambée yemiştik. Mükemmel bir lezzet. Fırsatını bulursanız, mutlaka deneyin.

Bölgenin en bilinen yemeği ise Choucroute’tur - siz ‘Şukrut’ diye okuyun. Bir tür lahana turşusu ile domuz yağı, domuz sosisi, hatta balık gibi aklınıza gelebilecek en yağlı malzemeleri karıştırıp, bir kalori bombası şeklinde servis ederler. İçindekilerinin hiçbirini yemediğim için hayatımda Choucroute denemedim, ancak deneyenler bayılıyor.

Alsace’ın Foie Gras’sı da çok ünlüdür. Foie Gras, yani kaz ciğeri, normalde bir Fransız spesiyalitesidir. Kökleri dünyanın farklı yerlerinde, çok eskiye dayansa da Fransızlar bu yemeği sahiplenmeyi başarmışlar.

Kazlar yada ördekler zorla, normalde yiyeceklerinden çok daha fazla yemle beslenerek, ciğerleri büyütülür. Bunlar kesildikten sonra ciğerleri kızartılıp, farklı şekillerde servis edilir.

Kazlar ve ördekler günlerce boğazlarından aşağı sokulan bir huni ile zorla yemlenirler. Hayvanlar bu işlem boyunca çok acı çekerler. Bu yüzden kimileri Foie Gras yemezler.

Bir kadeh Alsace Pinot Noir
Alsace’ın şarapları ise en az yemekleri kadar ünlüdür. Şaraplar, Fransa’nın geri kalanının aksine, Fransa’ya yabancı Alman üzümleriyle yapılır.

Benim Alsace şarapları hakkında fikrimi sorarsanız, bu şaraplar için öyle çok deli olmam, hatta çoğunu bilmem bile. Çünkü Alsace temelde bir beyaz şarap bölgesidir sevgili arkadaşlar. Kırmızı şaraplar ise hemen hep Pilot Noir’dan yapılır ve elbette bunları büyük bir zevkle içerim, ama hepsi o.

Eğer beyaz şarap seviyorsanız, Alsace’a bayılacaksınızdır. Sadece normal beyaz değil, Muskat, tatlı beyaz, rose gibi çeşitleri de bulabilirsiniz.

Alsace’ın kendine has bir mimarisi var sevgili arkadaşlar. Duvarları “Timber Framing” dedikleri, içlerinden kütüklerin geçtiği bir yöntemle inşa ediyorlar. Almanya’nın başka yerlerinde de bu tür binalar gördüm, ancak Alsace’da bunlardan çok var.

Timber Frame Duvarlar
Strasbourg’da yıllar önce aldığım bir şehir turunda anlatmışlardı. Eski günlerde Ren nehri taştığında, bu kütüklü duvarlar sayesinde evi söküp, çok kısa bir zaman içerisinde başka bir yere taşıyabiliyorlarmış.

Ben Alsace’a ilk kez çocukluğumda okuduğum bir Isaac Asimov kitabında rastlamıştım. Asimov, bu kitapta Prosper-René Blondlot isimli bir Fransız fizikçisinden bahsediyordu - isme saygı, lütfen “blon-lo” şeklinde okuyun.

Blondlot, Alsace’da, ya da o zamanki ismiyle Alsace–Lorraine bölgesindeki Nancy kentinde doğmuştu.

1800’lü yılların sonu ve 1900’lü yılların başı, her gün yeni bir keşif yapılıyordu. Alman bir fizikçi olan Wilhelm Conrad Röntgen, X ışınlarını bulmuştu.

Alsace–Lorraine, yukarda da bahsettiğim üzere Almanlar ve Fransızlar arasında senindir-benimdir çekişmesinin odağıydı. Blondlot, Alman Röntgen’in yeni bir radyasyonu keşfetmesinin de hırsıyla çalışmalara başladı ve o güne kadar gözlemlenmemiş, yeni bir radyasyon türü keşfettiğini duyurdu. Bu radyasyon türüne de, biraz da X Işınlarına inat, doğduğu Nancy kentine atıfla “N Işınları” ismini verdi.

Zamanın diğer fizikçileri, Blondlot’nun bu buluşunu teyit etseler de, sonrasında böyle bir radyasyonun olmadığı anlaşıldı.

Sonrasında Blondlot’ya ne olduğu bilinmiyor. Sessizce ortadan kaybolmuş.

Alsace, bize arabayla iki-üç saat uzaklıkta sevgili arkadaşlar. O yüzden fırsat buldukça bir-iki günlük bir kaçamak yaparız. Ancak Alsace’a gitmemizin en popüler nedeni, buradaki Mulhouse kentindeki havaalanıdır.

Burası bana hep biraz hüzün verir
Mulhouse Havaalanı, Almanya, Fransa ve İsviçrenin tam kesişim noktasında, her üç ülkeye hizmet veren stratejik bir yolcu hub’ı.

Bizim Avrupa ve şu sıralar pek gelmeye fırsatımız olmasa da Türkiye uçuşlarımızın büyük bir bölümü bu havaalanından kalkar. Mulhouse Havaalanı, İsviçre’nin Basel kentine belediye otobüsüyle on beş dakika uzaklıktadır.

Çok sık olarak ayrı ayrı seyahat etmesek de, bu hava alanında yine de hatrı sayılır kez Jelena ve 🐝Mezzy🐝’yi yolcu etmiş yada karşılamak için beklemişliğim vardır. O yüzden burası bana hep biraz hüzün verir.

İsviçre malumunuz, EU üyesi bir ülke değildir. Schengen sisteminin bir parçası olduğundan ayrı bir vize gerektirmese de, gümrük bakımından farklı bir ülke sayılır. Mulhouse havaalanı EU ile İsviçre tarafından paylaşıldığından, içinden belki de şimdiye kadar gördüğüm en ilginç sınırlardan biri geçer.

Yolcuların oturacağı yuvarlak bir bankın ucundan yere çizili bir çizgi, İsviçre ile EU’yu ayırır.

Bu sınırı hafife almayın sevgili arkadaşlar. Geçtiğinizde EU yada İsviçre gümrük yasalarının tümüne uymanız gerekir. Örneğin Fransız tarafından 65 İsviçre Frank’ının üzerinde bir şey satın alıp, bir adım atar ve bu tarafa geçerseniz, gümrük vergisi ödemeniz gerekir - 65 Frank posta için bildiğim bir limit, emtiayı şahsen yanınızda getirdiğinizde belki farklı bir limit vardır, tam emin değilim.

Havaalanının gerisinde bu sınır ayrımı çok daha keskindir. Örneğin Fransız tarafındaki park yerinden, İsviçre tarafındaki park yerine geçemezsiniz. Kaybolup, denediğim için oradan biliyorum. Havaalanı binasına gelip, bu çizginin üzerinden atlamanız gerekir.

Bu sınır çizgisi bazı ilginç fırsatlar da yaratır. Uçağınızı beklerken volta atarak bu çizgiyi bir o tarafa, bir bu tarafa mesela yirmi kez geçin, “Ben Fransa’ya da, İsviçre’ye de ‘birçok’ kez geldim” diyebilirsiniz😀

Noel pazarında sıcak şarap
Alsace bölgesi Noel zamanı çok güzel olur. Hemen her kentinde bir Noel pazarı açılır. Alış-verişten başka, buralarda Noel kurabiyeleri yiyip, sıcak şarap içebilirsiniz. Colmar ve Riquewihr’in pazarları çok ünlüdür.

Son bir kaç yıldır, 🐝Mezzy🐝’yi, yine Alsace’da bulunan Europa Park’a götürüyoruz. Europa Park, Almanya’da, Rust kentinde bir eğlence parkı - “rust” İngilizce’de “pas” demek, yani demir-oksit. Her duyduğumda bir tebessüm ederim. Yakınlığı bakımından, mesela bir Disneyland seyahati kadar lojistik gerektirmediğinden bir hafta sonu için bile gidebiliyoruz.

Alsace’a sık geldiğimizden, sizlere ayrı ayrı her seyahati anlatmaktansa, bunları birleştirip, Alsace’ı bölge bölge anlatan bir seri yapmak istedim.

Devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️

6 Ekim 2023 Cuma

Enerji

"Ayy, buranın enerjisini çoook beğendim..."

"Bugün enerjim çok düşük..."

"Pozitif enerji alıyorum..."

"Doğru enerjiyi alamadım..."

"Enerjim için kusura bakmayın..."

"Ortak enerjimizi bulduk..."

"Enerjisi hiç hoşuma gitmedi..."

"Enerjim niye böyle oldu anlamadım..."

Yemin ediyorum, Einstein mezarında fırıl fırıl dönüyordur 😛

4 Ekim 2023 Çarşamba

Toprağım Kara Mustafa Paşa

Kapıcıbaşı bilmemnesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı Belgrad'da bulmuş. Ona devletlu, haşmetlu hükümdarunun bir fermanunu iletmiş.

Buna göre Mustafa Paşa Sadr-azamlıktan azledilmiş.

Paşa bunu okuduktan sonra "Hakkımızda başka bir emr û fermân var mıdır?" diye sormuş.

Kapıcıbaşı bilmemnesi "Vardır Paşam" deyip, idam fermanını vermiş.

Mustafa Paşa bu fermanı okumuş, öpüp, başının üstüne koymuş.

"Bekleyin, iki rekat namazımı kılayım" demiş.

Namazdan sonra "Hazırım, çağırın cellatları" diye buyurmuş.

Yerdeki halı devlet malıdır, kanıyla kirlenmesin diye kaldırtmış.

Cellatlar zaten hazırda bekliyormuş, oracıkta kementle boğmuşlar paşayı…

Oracıkta kementle boğmuşlar paşayı
Merzifonlu toprağımdır, ondan severim. Ben de Merzifon'da doğmuşum.

Viyana bozgunundan değil, aslen ayak oyunları, çekememezlikler gibi nedenlerle öldürmüşler adamı.

Biz pek bilmeyiz yada önemsemeyiz ama bütün Polonya tanıyor onu. Viyana kuşatması esnasında Osmanlı ordusuna saldırıp, bozguna uğratan aslen Polonyalı bir kral.

Bana sorarsanız, boşuna katletmişler adamı. Osmanlı İmparatorluğu'nun genişleme süreci zaten bu idmla birlikte son bulmuş.

Mustafa Paşa kifayetsiz muhterisletin kurbanı olmuş.

Neyse ki böyleleri artık yok…



1 Ekim 2023 Pazar

Ve Viyana Sokakları!

Viyana’da kaldığımız otelde ilgimi çeken çok özel bir şarap vardı sevgili arkadaşlar. İsmi Moritz. Mia isimli bir de kızkardeşi var, ancak Mia bir beyaz şarap olduğu için tamamen ilgi alanımın dışında kalmıştı.

Moritz, kaldığımız otel için yapılmış bir cuvée. Başka bir deyişle bu otel için özel olarak hazırlanmış bir şarap. Elbette Avusturya’dan.

Otelde her akşam bu şaraptan iki kadeh içtim. İçimi çok güzel bir şarap. Ancak Viyana gezimizdeki şarap hedefim başka bir üzüm türünden yapılan şaraplardı.

Bu üzümün ismi Zweigelt. Almanca’da “z”, “ts” şeklinde söyleniyor, o yüzden bu üzümün ismini hakkıyla telaffuz etmek istiyorsanız “tsvaygelt” falan demeniz lazım. Malum Almanca’da “w”, “v”, “v” de “f” gibi söylenir. Çok isterseniz “s” bazen “s”, bazen “z”, bazen “ş” olur. “J” ise her zaman “y” ‘dir. “ß” harfini bazen “ss”, “ö” ‘yü “oe”, “ü” ‘yü de “ue” şeklinde yazarlar. İsviçrenin Alman tarafında bir işim olduğunda, kredi kartlarının üzerinde falan genellikle “Buelent Gueven Nalci” olurum.

Neyse, Almanca’nın inceliklerini burada bırakalım. Almanca doğru düzgün bir cümle bile kuramam bu arada. İsviçre’de geçirdiğim onca sene boyunca yaşarken öğrendiğim üç beş Almanca bilgisini satmaktayım sizlere.

Fransız isimli bir kafeye oturduk
Bunları size anlatmamın sebebi ise, Viyana’da her “Zweigelt” dediğimde, daha doğrusu demeye çalıştığımda, sevgili karımın şiddetli gülme krizleri geçirmesiydi. İlk bir iki “Zwigelt” çabam gerçekten de kötüydü, ancak gün ilerledikçe, ve daha da önemlisi önceki içtiğim “Zweigelt” ‘ler etkilerini göstermeye başladığında, telaffuzum bayağı düzeldi.

Fransızcam’da alkol ile gelişir. Gramerini iyi sayılabilecek kadar bilirim, ama iş konuşmaya gelince pek başarılı sayılmam. Bizi tanıyanlarla birlikteyken, ortak dil Fransızca ise, hemen bana bir kadeh şarap getirirler.

Viyana’daki ikinci günümüzde sabah erkenden kalkıp, Stephansplatz’a geldik. Hernedense Fransız isimli bir kafeye oturduk. İlk Zweigelt’imi Jelena’nın gülüşleri arasında söyledim. Saat sabahın dokuzu falan, başka yerde şarap için erken bir saat sayılabilir, ancak şarap kültürü olan bir yerde kahvaltı zamanı şarap istemek tamamen normal sayılabiliyor.

Garson bir de peynir tabağı getirdi ki, keyfime dokunmayın.

Zweigelt, enteresan bir üzüm sevgili arkadaşlar. Avusturya kaynaklı elbette. Zaten bu üzümün orijini hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin. Çünkü Zweigelt sadece Avusturya’da yetişen bir üzüm değil, Avusturya’da ‘yaratılmış’ bir üzüm. Friedrich Zweigelt isimli bir Avusturyalı, 1922 yılında St. Laurent ve Blaufränkisch üzümlerini çapraz dölleyerek bu yeni türü ortaya çıkarmış. Blaufränkisch’i Bratislava yazımızdan hatırlayabilirsiniz. St. Laurent ise bir Fransız, hatta Burgonya kaynaklı bir üzüm ama bu çeşit ile çok fazla teşvik-i mesaim olmadı.

İsviçre’de arada bir Zweigelt alır içerim, ancak taş yerinde ağırdır, “When in Vienna…” durumları yani.

Jelena bir Apple Strudel, 🐝Mezzy🐝 ise bir croissant söyledi. Sevgili kızım için croissant bir Fransız çöreğidir. Ona croissant’ın aslen bir Avusturya spesiyalitesi olduğunu anlatmaya çalışsam da olmadı.

Yıl 1863. Osmanlı lağımcıları Viyana’nın surları altından tünel kazarak, sabahın erken saatlerinde şehre girmişler. Bu saatlerde dükkanlarını açmak için ayakta olan fırıncılar hemen alarm vermiş, Viyana ordusu da bizimkileri toparlayıp, dışarı atmış. İmparator durumdan çok memnun, fırıncılara takdirini göstermek bakımından bu özel çöreği yapma izni vermiş. Croissant hilal demektir sevgili arkadaşlar, Osmanlı bayrağındaki hilal!

Bir de memlekette “croissant” ’a “kruvasan” falan dediklerini duyuyorum. Etmeyin. Dünyada böyle bir sözcük yok. Kim neresinden uyduruyor bunları bilmiyorum, ancak ayıp oluyor. Gezi gemilerine de aslen bir konyak markası olan “kruvaziyer” diyorlar. Gerçekten sinirim kalkıyor. Neyse…

O kafede neredeyse iki saat geçirdik. Açık havada, pırıl pırıl bir güneş ve dibine kadar güzel bir ambiyans. 

Kalktıktan sonra zaten hemen yanımızda olan Stephansdom’a gittik, içeri girdik. Katedralde Pazar servisi sürüyordu. Kilise korosu ilahi söylüyordu. O güzelim akustikle bir süre ilahileri dinledik. Daha önce de yazmıştım. Akşamları bu katedralde klasik müzik konserleri oluyor. Yolunuz düşerse kaçırmayın.

Bir sonraki durağımız Mozart’ın evi oldu. Mozart aslen Salzburg’da doğmuş, ancak çağının bütün bilinen müzisyenleri gibi uzun süre Viyana’da yaşamış. Klasik müzik dediğimde Bach ile birlikte listemin en başında yer alır.

Gerçek bir dahiymiş Mozart. Beş yaşında müzik bestelemeye başlamış, sekiz yaşında da ilk senfonisini yazmış. Rivayete göre Sistine Chapel’de dinlediği bir performansı eve gidip, kafadan nota nota yazmış. Vatikan bu notaları gizli tutuyor, kimseye vermiyormuş. Mozart böylece çocuk haliyle dünyadaki ilk telif ihlalini geçekleştirmiş!

Otuz beş yaşında hayata gözlerini Viyana’da yummuş. Kimse niçin, nasıl öldüğünü bilmiyor.

İkinci favorim Bach’ın ise, yolu pek Viyana’ya düşmemiş. Ancak o da mükemmel müzik yapar. Zevk meselesi elbette bunlar, herkesin farklı bir favorisi olabiliyor. Ben sizlere kendimden bir dilim kesip, ikram ediyorum.

Mozart’ın müze haline getirdikleri evi Pazar günü olduğundan kapalıydı. Yine de yaşadığı bölgenin havasını koklayacak kadar fırsatımız oldu.

Hofburg Sarayı
Biraz yürüdükten sonra Hofburg sarayının önüne gelmiştik.

Hofburg Sarayı, Habsburg hanedanının “kışlık” malikanesi.

Ancak saray öyle tek bir bina, etrafında da bir bahçe falan değil. Büyük dediğimde aklınıza gelen en büyük binayı alın ikiyle çarpın, öyle kallavi, insanı etkileyecek boyutlarda bir yapı. Aslında saray tek bir yapı da değil. Saray bölgesine yayılmış, birbirinden güzel birçok binanın oluşturduğu bir kampüs. Viyana Başkanı’nın rezidansı ve çalışma ofisinin de burada olduğunu düşünürsek, buraya herhalde “Hofburg Külliyesi” diyebiliriz!

Hofburg Sarayı
Bir önceki yazıda da söylediğim üzere, saray görmek istiyorsanız buraya gelin sevgili arkadaşlar.

Sağolsun Jelena Latince’den çevrileri yapınca, heykeller, anıtlar falan biraz daha anlam kazanmaya başladı.

Uzun uzun gezip, Habsburg'ların evinin havasını kokladık.

Hofburg için bir sitemim olacak yalnız. Böyle güzelim bir yeri devlet erkanının arabalarının park yerine çevirmenin manasını anlamadım? Gidin, başkanınıza güzel bir rezidans yapın, hem otursun, hem çalışsın. At arabasıyla gezen bir turistin arkasında kapkara, zırhlı bir Mercedes. Olmamış abi, yakışmamış Viyana’ya.

Hofburg için bir sitemim olacak
Yine saray kompleksi içerisinde, iki tane, neredeyse birbirinin aynı, karşılıklı iki güzelim bina var. Bunların ilki Sanat Tarihi, ikincisi de Doğa Tarihi müzeleri. Bu iki müzenin biraz ilerisinde de Müzeler Bölgesi adlı bir alan var. Bu iki koca müzeye ne koyamamışlar da, bir de ayrı bir müze bölgesi yapmışlar, aklım ermedi açıkçası.

Viyana bir müze kenti sevgili arkadaşlar. Müze gezmeyi seviyorsanız, burayı mabediniz yapıp, günlerinizi harcayabilirsiniz.

Yürüyüşümüze devam ettik ve parlemento binasının önünden geçtik. Yunan tarzında çok güzel bir bina. Biraz ilerisinde ise Volksgarten isimli bir park var. Volksgarten, Halkın Parkı demek, yani proloterya’nın bahçesi.

İki ikiz müze binasından biri
Hava müthiş sıcak, biz de içerde bir kafeye oturduk. Su, meyve suyu ve Zwiegelt ikmalimizi yaptık.

Viyana demek tarih, klasik müzik falan demektir tamam, ancak Viyana deyince akla başka bir şey daha gelir ki, bence en az klasik müzik kadar önemlidir.

Viyana Şnitzeli!

Wiener Schnitzel derler, süt danasından bir dilim eti alıp, etrafını unla, yumurtayla kaplar, sonra da tavada kızartırlar. Bizim için döner neyse, Avusturya için de Wiener Schnitzel o demektir sevgili arkadaşlar.

Parlemento Binası
Konu yeterince hassas olduğundan gelmeden önce günlerce gugıllayıp, Viyana’da Şnitzel nerede yenir diye araştırdım. Sonunda Griechenbeisl isimli restoranda karar kıldık. Yine günler öncesinden online rezervasyonumuzu yaptık.

Griechenbeisl, fevkalade cazibeli, tarihi eskiye giden bir mekan. Mükemmel de bir bahçesi var. Oturduk ve siparişimizi verdik. Sipariş genelde içecekleri kapsıyor, yoksa gelenler çoğunlukla Şnitzel yiyiyor haliyle.

Şnitzel’i yanında çok lezzetli bir patates salatası ile servis ediyorlar. Üstüne bir de bir kadeh Zwiegelt eklediğinizde ortaya bir gastronomi Nirvana’sı çıkıyor. Benden tavsiye beklemeyin arkadaşlar. Mutlaka bu tadı deneyin.

Viyana Şnitzeli
Günü Hard Rock Cafe Vienna’da sonlandırdık. Klasik müzik, Mozart, Strauss falan hep iyi de, Hard Rock Cafe’de ağız tadıyla Metallica dinleyip, gerçek hayata dönmek iyi geldi. Viyana gezisinin Zwiegelt kısmı değişmedi elbette.

Bundan sonrası ise otel ve Novotel cuvée, Moritz şarabı.

Eve bir Airbus A220 ile döndük. Aslen Kanada dizaynı bu uçağa ilk kez biniyordum. Çok konforlu, çok güzel bir uçak.

Ve vatan! Zwiegelt, bir Cru Bourgeois, Almanca da Fransızca ile yer değiştirdi. Hayat daha da güzel.

Hard Rock Cafe Vienna
Viyana’yı görmek için kimsenin benim tavsiyeme ihtiyacı yok sevgili arkadaşlar. Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri. Tarihi, müzikleri, gastronomisi ile sadece bir kez görmek de yetmez. Her mevsim, haftanın her günü yapacak bir şeyler bulabilirsiniz.

Şehirin görülesi yerleri hep yürüme uzaklığında. Zahmetsizce gezebilirsiniz. Toplu taşım ise insanı üzmüyor, ancak metronun inceliklerini çözmek biraz vakit alıyor.

İnsanlar kibar ve yardımsever. Bizim jandarmanın “Yassah hemşerim!” dediği gibi “Nein!” deyip, peygamber demeyen Almanlar’a göre çok daha esnek, çok daha arkadaşçalar. Ancak Almanlar kadar disiplin hissedemedim. Biraz daha relax, biraz daha hayat adamları Avusturyalılar.

Unutmadan, Viyana’ya kadar gelmişken, bir kaç saat vakit ayırarak Bratislava’yı da görmeyi ihmal etmeyin.

Sevgi ile kalın❤️

29 Eylül 2023 Cuma

Viyana'da Bir Klasik Müzik Konseri Dinlemek

Schönbrunn Sarayı, yazılarımı izliyorsanız artık aşina olduğunuz Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun hanedanı Habsburg’ların yazları yaşadıkları rezidansları. Ancak yazlık dediysem, aklınıza “Ayy, bu hafta sonu Çeşme’deyiz hayatım!” tarzı bir yazlık gelmesin. Bu “Yazlık Saray” fenomeni asilzadeler için biraz farklı şeyler ifade ediyor.

“Yazlık” Schönbrunn Sarayı, “Kışlık” Hofburg Sarayına yürüyerek bir saatlik uzaklıkta. Yani yazlık diye öyle deniz kenarı, sayfiye yeri şeklinde düşünmeyin. İkisi de Viyanada. Schönbrunn Sarayı belki biraz merkeze uzak, hepsi o, yoksa öyle farklı bir dünya değil.

Yazlık saray fenomeni sadece Habsburg’lara özgü bir takıntı da değil. Hemen her hanedanın böyle bir yazlık mekanı olmuş. Çin’de bile bir yazlık saray gördüm. Hattızatında Osmanlı hanedanı da Beylerbeyi Sarayı’nı benzeri bir amaçla kullanırmış.

Schönbrunn Sarayı devasa bir kompleks. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel saraylardan biri. Hoş, Viyana’daki bütün saraylar birer güzellik abidesi. Öyle Buckingham, Versay, mersay bunların yanında halt etmiş. Habsburg’ler gerçekten nasıl saray yapılır, biliyorlarmış.

Schönbrunn Sarayı’nı Viyana’ya bir önceki gelişimde gezmiştim. O bahçelerin, sarayın içinin güzelliği kelimelere zor sığar. Fırsat bulursanız kaçırmayın.

Bugünlerde bu sarayı müze olarak gezebilirsiniz, ancak müze olmasının yanında Schönbrunn Sarayı, Viyana’da gerçek anlamda bir klasik müzik konseri dinleyebileceğiniz önemli yerlerden biri.

Viyana’ya bir önceki gelişimde bu sarayın Orangerie diye isimlendirilen salonunda bir klasik müzik konseri dinlemiştim. Orangerie, Türkçe’ye “limonluk” şeklinde çevriliyor. Saray, konak gibi malikanelerde bol pencereli, bir sera misali, portakal, limon, mandalina vesaire ağaçlarının bulunduğu kapalı alanlara verilmiş bir isim. Elbette, konseri narenciye ağaçları arasından izlemedim. Schönbrunn Sarayı’nın Orangerie’si bugün bir konser salonuna dönüştürülmüş.

İzlediğim bu konser, öyle die-hard klasik müzik dinleyicileri için hazırlanmış ağır bir performans değildi. Daha ziyade klasik müzik dinleyicisi olmayanlar için düşünülmüş, hemen herkesin bildiği Strauss’un Blue Danube Waltz, Beethoven’ın beşinci senfonisi gibi eserlerin çalındığı bir klasik müzik “lite” konseriydi. Süre olarak da klasik müzik kulağı olmayanları sıkmayacak kadar kısaydı.

Biz de Viyana’ya kadar gelmişken hem 🐝Mezzy🐝 burada bir klasik müzik konseri deneyimi yaşasın, hem de çok sıkılmadan müziğin tadını çıkarsın diye aynı konsere gitmeye karar verdik. Biletlerimizi günler önce online aldık ve konser gününü beklemeye başladık.

Konser akşamı bir metro yolculuğu bizi Schönbrunn Sarayı’na getirdi. Size sarayın büyüklüğünü şöyle anlatayım. Bahçeleri ile etrafında başka hiç bir şey yapmadan sadece yürüyerek bir tur atmak bir saati buluyor. Bu nedenle kaybolup, vakit kaybetmemek için doğrudan Orangerie’yi Google Maps’e girdik ve navigasyonu dinleyerek yürümeye başladık.

Orangerie’nin kapısına kadar gelmemiz bir yirmi dakika almıştı. Konser izlemeye gelenleri içeri almak için sarayın cümle kapısı yerine, saray duvarlarının üzerinde, olasılıkla geçmişte saraya erzak getirenlerin falan kullandığı, üzerinde demir şeritler bulunan koca ahşap bir kapıyı kullanıyorlardı.

Ben “Ha” deyip, kapı koluna asıldım ama Merzifonlu Kara Mustafa Paşa olmuştum. Kapı kilitliydi, milim kıpırdamıyordu.

Etrafta kimse yok. Aslında bu da oldukça tuhaf. Konser saatinde burada bir dolu insanın olması gerekirdi.

Ortalık karanlık, düşüp, oramızı buramızı kırmamak için dikkat ederek sarayın çevresinde yürümeye başladık.

Schönbrunn Sarayı
Bir on dakika yürüdük ve ışıklı bir pencerenin yanında bir kapı bulduk. Ben kapıya asıldım, açıldı. İçerde iki adam vardı. “Orangerie?” diye sordum, adamlardan biri “Nein! Das ist die Küche”, “Hayır! Burası mutfak” dedi. Belli ki sarayın içinde bir restoranın arka kapısını bulmuştuk. Yılmadım, bir daha denedim “Orangerie?” Adam eliyle buradan devam et, sağa dön anlamında işaretler yaptı.

Sarayın duvarlarının sonuna kadar yürüyüp, duvarlarla birlikte sağa döndük. İyi haber, burada biraz canlılığın olmasıydı. Koca demir, barok bir kapıdan bir bahçeye girdim. Ümit Besen kılıklı bir piyanist şantör, hiç de Viyana’ya gitmeyecek pop tarzı bir müzik çalıp, söylüyor, garsonlar masalarda oturan çiftlere yemek ve içki servisi yapıyordu. Rezervasyoncu adama “Orangerie?” yaptım. O da bana bu kez tam aksi yönü, yani geldiğimiz yönü işaret etti.

Yine yola koyulduk, köşeyi döndük, yeniden sarayın baktığı caddeden ters yöne yürümeye başladık.

Karşıdan yirmi beş - otuz yaşlarında iki kız geliyordu. Ancak öyle bir giyinmişlerdi ki, sanki Avusturya Kralı’nın balosuna gidiyorlardı. Biri siyah, biri beyaz gece elbiseleri, topuklu ayakkabılar, o akşam evlenecekmiş gibi bir makyaj.

Belfagor koridor ve merdivenleri
Biletleri alırken kıyafet zorunluluklarını kontrol etmiştik. Tamamen serbestmiş. Ben yine ayıp olmasın diye bir kot pantolon giymiştim ama 🐝Mezzy🐝 ve Jelena şortlarıyla gelmişlerdi. Hepimizin üzerinde uzun günün yorgunluğu, Bratislava’nın tozu toprağı, trenin o ağır kokusu vardı.

Kızlarla tamamen kontrast bir durumdaydık. Ben yine de “Orangerie?” yaptım. Avusturyalı oldukları her hallerinden belliydi, ancak bayağı güzel bir İngilizceyle “Biz de Orangerie’yi arıyoruz. Konsere mi?” diye sordular. “Evet” dedim.

Kızlardan biri “İlerde, köşeyi dönünce, gelin beraber gidelim” dedi. Anlaşılan mutfakçılarla konuşmuşlardı.

“Yok ablacım” dedim, “Köşeyi dönerseniz, piyanist şantöre gideceksiniz, onlar da sizi geri buraya gönderecek”

Kızlar kani olmuşlardı. Yeniden Orangerie’nin kapısına dayandık.

Sarayda bir konser dinlemek
Karanlıkta bir yerde bir tabela bulduk, şu ters V şeklinde yere konulan işaretlerden. Üzerinde “Schönbrunn Orkestrası bugün Büyük Galeri’de çalıyor” yazıyor. Yazının başında da koca bir ok işareti, ancak ok saraya tamen dik, sarayın aksi tarafını, yani caddeyi işaret ediyor. 

İçime bir kurt düşmüştü. Jelena’ya “Bu yön belirten bir ok mu, yoksa bir ‘bullet’ mi?” diye sordum. Kızlardan biri benim söylediğimi duymuş, biraz bakındı, V şeklindeki işaretin diğer tarafını da okudu. Aynı ok orada da vardı, ancak doğal olarak bu kez tam aksi yönü, yani sarayı işaret ediyordu. Kısaca ok, yön belirten bir ok değildi. 

Salak herifler, ok biçimli bir bullet kullanmışlar. Ok yerine daire koysalar, insanların kafası karışmayacak.

İşin başka bir tarafı ise, Schönbrunn Orkestrası, sarayda çalan çok önemli bir orkestra. Bilet ararken baktım, ondan biliyorum. Konserlerine bir bilet yüzlerce euro. Yani Orangerie’de çalacak adamlar değiller ki, “Konser bu akşam Grand Gallery’de” diye işaret koysunlar.

Kızlar tabelanın Almanca bölümünü de okudular, onlar da farklı bir şey anlamadı.

Konser Grand Gallery'deydi
Konser saati gelmişti. Yapacak başka bir şey yok, bari Grand Gallery’e gidelim dedik. Kızlarla birlikte yola koyulduk. Orangerie’yi arayıp bulamayan başka grupların da katılımı ile bayağı kalabalık bir topluluk haline gelmiştik.

Sarayın cümle kapısına ulaştık. İcerden müzik sesi geliyordu. Her kimin konseriyse başlamıştı anlaşılan.

Kapıdaki bekçiye “Biz aslında Orangerie’deki konsere gelmiştik” falan diye başladık, adam daha lafımızı bitiremeden “Geç, konser burada, acele edin, başladı” dedi. Kızlar ve diğer grup koşarak içeri girdi. 

Biz ise ağır ağır yürüyerek yolumuza devam ettik. Avusturya-Macaristan İmparatoru’nun yürüdüğü yoldan, onun evine gidiyorduk. Zaten başlamış konserin bir beş dakikasını daha kaçırsak bile, çok önemli olmayacaktı.

Saraya girdik, ancak yürüdüğümüz koridorlarda, merdivenlerde kimse yoktu. Herkes çoktan konser salonunda, yerlerine oturmuştu. Etraf kıpkırmızı halılar, yağlıboya tablolar, zırhlar, kılıçlar ve mızraklarla doluydu. Jelena ayakkabılarını çıkarıp, eline aldı. Schönbrunn sarayının kalbinde yalınayak yürüyordu!

Olay sonradan biletimizi alan kızla konuştuktan sonra açıklığa kavuştu. Orangerie’deki konsere çok talep olmadığından, oraya fazladan bir orkestra getirmemek için, herkesi toptan Schönbrunn orkestrasının konserine “upgrade” etmişlerdi.

Kraliyet Odaları
Konser Grand Gallery isimli salondaydı.

Grand Gallery, Habsburg’ların yemeklerinin, balolarının yapıldığı efsanevi bir salon. İçerdeki debdebeyi, şatafatı size nasıl anlatırım, bilmiyorum. Tonlarca ağırlıktaki avizeler, ki eskiden mumlarla aydınlanıyorlarmış, şimdi mum biçimli LED ampüller kullanılıyor, tavandaki inanılmaz güzellikteki freskler, altın kaplama duvar süsleri, vesaire, vesaire.

Ve biz bu salonda, Viyana’nın en iyi orkestralarından birini dinliyorduk.

Müzik öksürük arası için durduğunda, bir siren acı acı çalmaya başladı. Yangın alarmı! Ancak etrafta ateş, duman yok. Orada çalışan bir kadın, utancından kıpkırmızı, her sıraya tek tek “We are so sorry!” diyor. Yine sinirim tepeme çıktı. Bırak sorry’i morry’i, yangın var mı, yok mu, onu söyle. Salonu boşaltalım mı, yerimizde mi oturalım?

İnsanların yarısı ayağa kalktı, diğer yarısı yerinde kaldı. Neyse üç beş dakika sonra alarmı kapattılar, konser de kaldığı yerden devam etti.

Konser mükemmeldi, ancak kesinlikle “lite” bir konser değildi. Öyle “Allegrolu”, “Andanteli”, “Opus 64’lü” hard-core klasik müzik çaldılar. Bir solist bile uzun uzun arya söyledi. Bir saat kadar sonra, daha ilk ara verilmişti.

Jelena ayakkabılarını bir daha giymemişti
Orkestranın kemancılarından biriyle tuvalette karşılaştık. Pisuvarlardan biri boşalmıştı, sıra bende olmasına rağmen, her nedense Fransızca “Allez-y” dedim. O da “Valla olmaz, senin sıran” dedi. Ben “Bak ölümü gör yapmazsan” dedim, o da “Madem ısrar ettin” dedi. O frağının artık her neresini açıyorsa, açana kadar yandaki pisuvar da boşalmıştı, ben de onu kullanmaya başladım.

Schönbrunn Orkestra’sının kemancısıyla çiş arkadaşı olmuştuk!

Arada, sarayın o katındaki kraliyet odalarını görme fırsatımız oldu. Gün içerisinde binlerce turistle, itiş kakış gezmektense bu çok iyi gelmişti.

Ancak 🐝Mezzy🐝 çok sıkılmıştı. İkinci yarıyı çıkaramayacaktı. Ne yapalım diye sorduk, “Otele dönelim” dedi.

Yine kimseciklerin olmadığı Belfagor merdivenlerinden, koridorlarından kapıya geldik. Metroyla merkeze, oradan da yayan otelimize ulaştık. Jelena ayakkabılarını bir daha giymemişti. Gün boyunca kilometrelerce yol yürüdükten sonra ayakkabılarını giymeyi reddetmişti.

Odamıza çıkar çıkmaz uyumuştuk.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...