27 Temmuz 2023 Perşembe

Sinéad O'Connor

Yavrum Sinéad'de toprak olmuş. Benim jenerasyonumun neredeyse tümünün, hiç yoksa duymuşluğu vardır bu İrlandalı hatunu, çoğumuzun da şarkılarıyla bir anısı, bir mevzusu.

Müziğini cidden çok severim, güzel müzik yapar. Üzerine bir de Müslüman neyin olunca bizim mahallede bolca sempati toplamıştır.

Ancak hattızatında kafayı hafifçe sıyırmış bir hatundur.

Dört kere evlenmiş, en uzunu da zar zor bir sene sürmüş. Önce lezbiyenim, sonrasında da üç çeyrek kadın, bir çeyrek ibneyim demiş. Bir kaç kez kendini öldürmeye kalkmış, bipolarite, kişisel bozukluk falan gibi bir kaç ruhi hastalık teşhisi konmuş.

Üçü evlilik dışı, dört çocuğu olmuş. Bunlardan biri kendini asmış.

Dört kere ismini, bir kere de dinini değiştirip, Müslüman olmuş. Son ismi Şüheda Sadakat. Şüheda ismini Sinéad'e benziyor diye almış. Sinéad, "Şineyd" diye okunur, "Sined" değil. Şu kadın voleybolcu Sinéad Jack Ksal'a "sinedcek" dediklerinde beni bu yüzden afaganlar basıyor, neyse bu başka bir konu.

Otuz yıl boyunca ot içmiş.

Hayatının uzun bir bölümünü de kafayı kazıtıp, pırıl pırıl gezerek geçirmiş.

Dün itibarıyla da toprak olmuş. Ailesi ölüm nedenini açıklamamış.

Ben bu kadını bu şarkısıyla hatırlarım.

Yattığı yerde rahat uyusun.



24 Temmuz 2023 Pazartesi

Çimiçuri

Sevgili arkadaşlar, Madrid’de, ayıptır söylemesi, gourmet bir Arjantin restoranındayız. Bunca senelik deneyimime dayanarak söyleyebilirim ki dünyanın en güzel steak'ini Arjantin’de yiyebilirsiniz. 

Burada da et mükemmel ötesiydi, özellikle çimiçuri ile.

Çimiçuri’nin ne demek olduğunu bilmiyorsanız, lütfen listemden ayrılın. Çünkü çimiçurinin ne olduğunu bilmeyen biri ile herhangi bir düzeyde ilişki kurmam mümkün değil. Özür dilerim. 

Şöyle izah edeyim.

Kanlı steak’imi sipariş ettim. Eti beklerken garson kız ufak bir kap içinde sirke kılıklı bir sıvı getirdi.

Ablacım, bu nedir diye sorduğumda ‘çimiçuri’ dedi.

Yine anlamamıştım. Ne bu diye bir kez daha sordum. Yine ‘çimiçuri’ dedi.

Sonrasındaç sos ve içeriği ile ilgili sorduğum her soruya ‘çimiçuri’ diye cevap vermeye devam etti.

Tamam ablacım dedim, bırak kalsın.

Kız gidince gugılladım. ‘çimiçuri’ meğer ünlü bir Arjantin sosuymuş.

Et delisi biri olarak Arjantin’de birden fazla, hem de sadece gezmek için değil, iş için de bulundum.

Ve hemen her gün et yedim.

Ancak çimiçuri sosunu yemin ediyorum, bir kere bile duymamıştım.

Kısmet bugündeymiş.

Etle yalnız mükemmel gidiyor. Denk gelirse mutlaka deneyin.

Ancak kulağınıza küpe olsun, eğer ‘çimiçuri’ ne demek bilmezseniz, Arjantin restoranlarında Sebastian muamelesi görüyorsunuz. 

Benden söylemesi ☀️

Not: Çimiçuri, patateslerin altındaki, yarısı görünen kabın içindeki sos.



21 Temmuz 2023 Cuma

Ellinci Ülke

Sevgili arkadaşlar, iPad üzerinde yolculuklarımı izlediğim küçük bir uygulama var. Bu uygulama sayesinde nerelere gitmişim, gitmediğim neresi kalmış, şehir ve ülke bazında detaylıca görebiliyorum.

Dünyada herkesin tanıdığı 195 ülke var. Bu 195 ülkeye Hong-Kong, KKTC, Kosova, Filistin gibi herkesin tanımadığı ülkeler dahil değil. Bunlar bağımsız mıdır, değil midir, onun tartışmasına girmiyorum. 195 ülkeyi sadece genel kabul görmüş bir sayı olduğu için kendime baz olarak aldım.

Bu 195 ülkeden gitme şansını bulduğum ülkelerin sayısı yakın zamana kadar 49’du. 49 takdir edersiniz ki çok sinir bozucu bir rakam. Şöyle bir ülke daha olsa yuvarlak 50 diyebilecekken, 49 gibi eksik bir sayıda kalmak, şahsımı ciddi biçimde kaşındırıyordu.

Özel bir iki nedenden dolayı yolculuk planlarımızı kendi içlerinde biraz karıştırmak zorunda kaldık ve 2023 Şubat'ından beri gezilerimiz sürse de, yeni bir ülkeye gidememiştik.

Neyse ki sonunda şeytanın bacağını kırabildik.

Sizlere ellinci ülkemden sesleniyorum.

Bu ülke İrlanda.

İrlanda, statü olarak biraz karışık bir ülke. Biraz anlatmaya çalışayım.

Kuzeybatı Avrupa’daki Britanya takımadalarında göze batan iki büyük ada bulunur. Bunlardan büyüğü Büyük Britanya, küçüğü de İrlanda adalarıdır.

Bizim İngiltere diye kısalttığımız Birleşik Krallık, Büyük Britanya’da bulunan İngiltere, İskoçya ve Galler ile birlikte İrlanda adasının kuzeyinde bulunan Kuzey İrlanda devletlerini/bölgelerini kapsar. Birleşik Krallığın başkenti Londra’dır. Londra aynı zamanda İngiltere’nin de başkentidir. İskoçya’nın başkenti Edinburgh, Galler’in başkenti, Cardiff, Kuzey İrlanda’nın başkenti ise Belfast’dır.

Birleşik Krallığın tümü tek, bağımsız bir ülkedir. İngiltere vizesi diye bildiğimiz aslında Birleşik Krallık vizesidir ve bununla İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’ya girebilirsiniz. Birleşik Krallığı oluşturan devletlerin arasında sınır kontrolü, pasaport, gümrük gibi kontroller bulunmaz. Aynı para birimini, yani Britanya Pound’unu kullanırlar. Bildiğim kadarıyla Birleşik Krallık vatandaşlarının pasaport yada kimlik belgelerinde İskoç, İngiliz gibi etnik kökenleri yada alt devlet bilgileri yazılmaz.

İrlanda Cumhuriyeti, yada kısaca İrlanda ise İrlanda adasının geri kalanında konumlanmış bağımsız bir devlettir. Başkenti Dublin’dir. Birleşik Krallık, yani bizim değişimizle İngiltere’nin aksine bir Avrupa Birliği üyesidir. Para birimi Euro’dur.

Ahan biz, işte "bu" İrlanda'dayız!

Aklınızda olsun, Türk pasaportu ve İngiltere vizeniz varsa İrlanda için ayrı vize almanıza gerek yok. Ancak dikkat, İrlanda AB üyesi olsa da Schengen bölgesine dahil değil, o yüzden Schengen vizeniz İrlanda’ya giriş için geçerli değil. AB/İsviçre vatandaşıysanız pasaportsuz, sadece kimlik kartıyla İrlanda’ya girebilirsiniz. Ancak Kuzey İrlanda’ya geçecekseniz, en azından bugün itibarıyla Birleşik Krallığa gireceğiniz için pasaportunuzu yanınızda bulundurun.

Gezinin sonunda sizlere İrlanda’yı daha detaylıca anlatacağım elbette.

İrlanda ile birlikte, ülke bazında tabii, Britanya bölgesini tamamen görmüş oluyoruz.

Gördüğüm Elli Ülke
 
Yine bu ülkeleri saydığım uygulamaya bakarsak, Avrupa’da henüz gitmediğim, ancak yakın vadede gitme planlarımız bulunan Slovakya, Malta, Estonya, Letonya ve Arnavutluk bulunmakta.

Slovenya ve Moldova için henüz gezi planlarımız yok, ancak Moldova için ise en kısa zamanda bir şeyler düşünmem lazım. Öyle Moldova deyip, geçmeyin. Mükemmel şarapları var. Bir de Moldova içerisinde, belki de dünyada kalmış son sovyet devletçiği bulunmakta. İsmi Transnistria, biz Trans Dniester deriz. Moldova’nın parçası olsa da, Rusların himayesinde, pasaportla girebildiğiniz bir bölge. Hala Lenin heykelleri, Marks portreleri gibi Sovyet relikleri yaygın olarak görülebiliyormuş. İlginç bir yer diyorlar.

Doğu Avrupa’da kalan iki büyük ülkeyi, Belarus ve Ukrayna’yı ne zaman ve hangi koşullarda ziyaret edebilirim, bilmiyorum. Buraları malumunuz, şu sıralar gitmesi biraz tehlikeli bölgeler. Halbuki Kırım başta, Odesa, Kiev, Minsk falan gerçekten görülesi yerler.

Avrupa’da kalan son iki ülke, minicik birer şehir devleti. Andora ve San Marino. Söylenene göre temiz, şirin ülkeler olsa da pek öyle görülecek bir şeyleri yokmuş. Bir de öyle sapa konumlardalar ki, akıllı bir yere giderken yolda durup, gezemiyorsunuz.

Avrupa’dan, doğuya doğru devam edersek, ilk sıradakiler Gürcistan, Ermenistan ve can Azerbaycan. Bu üçünü bir Karadeniz gezisiyle birleştirmek mükemmel olabilir. Ancak bayağı ciddi bir lojistik gerekiyor. Örneğin kara yolu ile Gürcistan’dan komşu Ermenistan’a, oradan da komşu Azerbaycan’a geçilemiyor. Gürcistan-Ermenistan-Gürcistan-Azerbaycan yapmak gerekiyor. Ya da uçakla zıplaya zıplaya gideceksiniz.

Siradaki sonraki bölge Orta Asya. Kırgızistan, Özbekistan ve olursa Türkmenistan. Aşkabat çok güzelmiş, ancak Türkmenistan’a vize bayağı zahmetli diyorlar. Bunlara bir de Moğolistan’ı ekleyebilirsek, tadından yenmeyecek. Oralara gitmişken, ben görmüş olsam da, Jelena için Kazakistan’a da gitmemek olmaz. Bu da en az üç haftalık bir yolculuk demek. Bunun için 🐝Mezzy🐝’nin biraz daha büyümesini beklemek gerekecek gibi.

Orta Doğu’da görmek istediğim çok yer var. İran, Irak, şiddetle Suriye, İsrail, Ürdün, Lübnan, hatta Suudi Arabistan. Bunların bazıları için yakın gelecekte, bazıları için de niyet olsa da koşullar yüzünden çok uzun vadede planlarımız var. Geriye kalan Katar ve Kuveyt her nedense çok fazla ilgimi çekmiyor.

Asya’da, güneye doğru inersek, rüya destinasyonum Hindistan bana göz kırpıyor. Henüz ufukta ne bir plan, ne de bir niyet var. Ömrüm yeterse belki bir gün…

Güney Asya’da Vietnam, Kamboçya ve Malezya ilk aklıma gelen görmeyi istediğim ülkeler. Bunları ziyaret etmek çok hızlı, zahmetsiz ve göreceli olarak ucuz. Şimdilik kesinleşmiş planlar yok, ancak niyet var. Ani bir kararla gidersek sürpriz olmayacak.

Daha da güneyde Endonezya, Yeni Zelanda ve Avusturalya var. Endonezya’yı kesin görmek istiyoruz. İsviçre’den özellikle Bali’ye ucuz tatiller bulunabiliyor. Bu tatilin sonuna Yeni Zelanda ve Avusturalya’yı ekleyebiliriz belki.

Asya’da kalıyor Japonya. Japonya’yı görmek iyi olur mutlaka, ama ne zaman, god only knows… Jelena’nın 🐝Mezzy🐝’ye hamile olduğunu öğrenmesinden bir kaç gün önce Japonya biletlerimizi neredeyse alıyorduk. Gidemedik. Bundan iyisi de olamazdı. Yerine sevgili kızımız geldi ❤️

Kuzey Amerika’da gitmediğimiz sadece Kanada var. New York’a gittiğimizde Niagara şelalelerini görüp, oradan da en azından bir Toronto’ya geçmek isterim. Kesinleşmiş planlar olmasa da kolaylıkla yapabileceğimiz bir yolculuk.

Karayipler’de bu 195 ülkelik listede bulunan henüz gitmediğimiz bir dolu ıncık-cıncık yer var. Bunları görmenin en pratik yöntemi ise Miami’den bir cruise gemisine atlayıp, her gün bir ülkeye gitmek, yolda da geminin havuzunda deniz tatili yapmak. Orta vadeli planlarımızda.

Yine planlarımızda olan, ama Trump efendinin cruise ile gitmeyi yasaklaması yüzünden ertelediğimiz Küba’yı, tekrar cruise’lara eklendiğinde görebiliriz. Bir ara deniz tatili için Küba’ya gitmeyi düşünmüştük, ancak sadece Küba için taa oralara gitmek biraz eziyetli geldi, sonrasında da vaz geçtik.

Orta ve Güney Amerika çok çekici ancak çok tehlikeli. Yapılacak şeyler arasında Panama kanalı, Kolombiya’da bir Escobar turu, Peru’da başta Machu Picchu, diğer İnka kalıntıları, Bolivya’daki tuz ovaları, Şili’nin dağları ve şarapları başı çekiyor. Daha da fazlası var elbette. Örneğin daha önce Arjantin’de bulunmuş olsam da Patagonya’yı görmek efsanevi olabilir. Belki sadece kendim olsa giderdim, ama kızlarla çok riskli.

Geriye kalıyor Afrika. Afrika’da yapmak istediğim bir Kenya safarisi, bir de Güney Afrika’da bir-iki yer. Ama ne yalan söyleyeyim, Afrika için hiç istekli değilim.

Alın sizlere bir ömürlük yolculuk planları.

Yeri gelmişken, bu geziler için parayı nasıl buluyorsunuz sorusuna biraz değineyim.

Bizler zengin insanlar değiliz. Avrupa’da yaşıyoruz ve orta düzeyde bir gelirimiz var. Bu gelir yukardaki gezileri yapmaya yetiyor.

İkincisi, o kadar çok gezdik ki, uygun fiyatlarla yolculuk yapmayı öğrendik. Bizle aynı ülkede yaşayan arkadaşlarımızın Côte d’Azur’de - arabayla bize beş saatten az bir destinasyon - averaj bir otelde yaptıkları tatile ödedikleri parayla bir kaç yıl önce Amerika’da New York, Washington, Las Vegas, San Diego ve Los Angeles’ı gezdik. Nasıl derseniz, önceden planlayıp, az ödeyin, bol bol araştırın ve önceliklerinizi doğru belirleyin.

Bu arada söylemeden edemeyeceğim. Bu günlerde Antalya’da bir tatil, door-to-door, Maldivler’de bir tatilden daha pahalı 😀 Doğru yere bakınca tatil fırsatları, insanın hayal gücünü zorlayan düşük fiyat düzeylerinde bulunabiliyor.

Üçüncü ve en önemlisi ise gezmek isteyin. Gelecek ay, gelecek yıl, emekli olunca falan demeye bir başlarsanız, hiç bir yeri göremezsiniz. Gezmek eziyetli, zor, okumayı, araştırmayı gerektiren bir hobi. Hakkıyla yaparsanız, getirisi çok tatmin edici olabiliyor.

Şimdilik benden bu kadar. Daha sonra devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın.

20 Temmuz 2023 Perşembe

Oksijen

Sevgili arkadaşlar, Temmuz 2023’ün ortası itibarıyla geçen yılın Ekim ayında kurduğumuz güneş panelleri toplam 7.16 MWh, yani megavatsaat elektrik üretmişler.

Bu elektriği konvansiyonel biçimde, kömür yada doğal gaz gibi bir şeyleri yakarak elde etseydik, atmosfere 2.8 ton CO2, yani karbon dioksit salacaktık.

2.8 ton CO2 ilk bakışta çok şey söylemiyor insana. Gelin bu ne demek, biraz daha derinlemesine bakalım.

Karbondioksitin karbonu yaktığımız yakıttan, oksijeni ise havadan gelir.

Karbonun atom ağırlığının 12, oksijenin de 16 olduğunu düşünürsek, bu 2.8 ton CO2’nin içinde atmosferden çalınan 2 ton oksijen bulunur.

Bu 2 ton oksijen ne demektir, şimdi de ona bakalım.

Bir insan günde 11 bin litre hava solur. Bu 11 bin litre havanın %21’i oksijendir. Nefesimizi verdiğimizde ise oksijen miktarı %15’e düşer. Yani yaşamak için soluduğumuz havanın içindeki oksijeni %6 kadar kullanırız. Bu da demektir ki her gün soluduğumuz 11 bin litre havanın %6’sı kadarını yani 660 litre oksijeni yaşamak için tüketiriz.

1 litre oksijen normal koşullarda 1.43g ağırlığındadır. Güneş panelleri ile kurtardığımız 2 ton oksijen de 1.4 milyon litre yapar. Bu da bir insanın 2121 günlük yada 5.8 yıllık oksijen tüketimine denk gelir.

Başka bir ölçüyle 84 ağaç dikmiş gibi olduk. Ama bunun hesabına girmeyelim isterseniz.

Dokuz aylık elektrik üretimi için hiç de fena sayılmaz.

Güneş panellerinin çevresel getirilerine, sadece atmosfere sağladığı oksijen katkısı olarak bakmak yeterli olmaz.

Düşük CO2 salınımı, CO2’nin başımıza sardığı en büyük belası olan sera etkisini de azaltır.

Dünya ısısının çoğunu gündüz, güneşten gelen görülebilir ışığın enerjisinden alr. Geceleri ise bu ısı infra-red yanı kızıl ötesi frekanslarda uzaya geri verilir, dünyamız da soğur.

CO2, kızıl ötesi ışımayı geçirmez, yansıtır. Yani dünyanın soğuması için uzaya gitmesi gerekli kızıl ötesi ışınlar, atmosferdeki CO2’den yansıyıp, yine dünya yüzeyine dönerler ve dünyanın ısısını artırırlar.

İşte şu anda başımıza gelen felaketin özeti. Küresel ısınma, iklim değişikliği falan dedikleri hep bu.

Eğer atmosferdeki CO2’yi artırmaya devam edersek hepimiz haşlanacağız.

Herkesin aklı ve öncelikleri haklı olarak başka yerlerde, farkındayım. Ama bunu da aklımızın bir köşesinde tutalım.

Akşamınız güzel olsun.


24 Haziran 2023 Cumartesi

Yapay Zeka

Sevgili arkadaşlar, ChatGPT’yi duymuşsunuzdur. Yeni yeni popülaritesi artan bir AI, yani Yapay Zeka uygulaması. Bir insanla konuşur gibi ChatGPT ile konuşabiliyorsunuz. Geleneksel yemek tarifi, tarihi, coğrafik soruları falan cevaplıyor, ancak özelliği sizin istediğiniz bir konuda mesela makale yazabiliyor. Denemedim ama şiir, yada aşk mektubu, yazabiliyor, tarifiniz üzere müzik bile besteleyebiliyor.

Hatta sizin için bilgisayar programı bile yazabiliyor.

Bu sabah üzerinde çalıştığım bir proje için, görselleri küçültmeye yarayan bir fonksiyon yazdım. Atla deve değil. On dakikamı aldı, o da grafik fonksiyonların, sabitlerin falan adlarını hatırlamak/bulmak için.

Aynı fonksiyonu iş olsun diye ChatGPT’ye yazdırdım.

Sonuç bence inanılmaz. Her iki fonksiyonu da aşağıya iliştiriyorum. 

Beyazı benim, karası ChatGPT'nin.

Meraklısı için detaylarına biraz gireyim.

ChatGPT bana göre çok daha detaylı commentler kullanmış. Biz insanlar bu comment denilen açıklamaları pek sevmeyiz. Sonradan hatırlamak yada programı yazan dışında okuyan başkaları için yardım olsun diye yazılırlar.

Değişken isimleri de açıklayıcı. Benimkilerden farklı ancak aradaki fark sadece stil.

Benim fonksiyonum biraz daha paranoid. Görselin dosyası var mı, içi dolu mu falan onlara da bakıyor. ChatGPT dosyayı doğru biçimde yazılan adreste bulabileceğini varsaymış. Ama günahını almayayım. Sorduğum soruda böyle bir istekte bulunmamıştım. Ayni anlamda yeni boyutlar doğru mu (yani sıfır mi, eksi mi, vs.), ben de kontrol etmiyorum. Bu fonksiyonun çalışacağı kontekste o veriler sabit olarak bulunduğundan, kontrole gerek kalmıyor.

Dosya tipi olarak ChatGPT, benim kullandığım JPG ve PNG üzerine bir de GIF tipini eklemiş. GIF kullanan kimse kalmamış olsa da zararı yok.

Dosya tipini bulmak için de fazladan bir call daha yapıyor. getimagetype() 'ın ücüncü array element'i dosya tipidir. ChatGPT bunu bilememiş.

Ancak boyutları değişmiş dosyayı ben söylemediğim halde JPEG olarak save etmiş. Açarken GIF, PNG ve JPEG kullanırken, save ederken niye sadece JPEG kullanmış, ayıp olmuş. Yine de durumu anlatan bir comment koymuş.

Masayı toplarken de imagedestroy() fonksiyonunu çağırmış. Bir süredir PHP bu fonksiyonu kullanmıyor. CgatGPT muhtemelen eski bir PHP versiyonunu kullanıyor olabileceğimi düşünmüş. Bu fonksiyon şimdilerde hiç bir şey yapmadan geri dönüyor. Yani bir işe yaramasa da zararı da yok.

Ez cümle, hayat AI ile ÇOK farklı bir boyuta evriliyor. Tavsiyem, izlemeye devam edin.

Sağlıcakla kalın❤️





17 Mayıs 2023 Çarşamba

Dubrovnik

Düldül’ün bakım ışığı yandığı için Mostar ve Dubrovnik gezilerini iptal etmiştim, ama aklım bu iki kentteydi. Saat neredeyse öğlen on iki olmuştu ve ben de Sarajevo’da pipi gibi kalmıştım. Gezilecek, görülecek her yeri görmüştüm. Elbette zorlasaydım Bosna Medeniyetleri Müzesi (!) falan gibi bir yer bulup, gidebilirdim ama hiç içimden gelmiyordu.

Düldül iyice hırpani olmuştu. En azından bir duş alsın diye otelin yanındaki car wash’a götürdüm onu.

Sarajevo’da arabaları genellikle kadınlar yıkıyor. Ablaya anahtarı verdim, o arada da “Bosna’ya ilk gelişin mi?” geyiklerini yapıyoruz. Ben “Bosna çok güzel” falan derken, kadın “Mostar’ı gördün mü?” diye sordu. Yara ve tuz tabii, ben başladım ağlamaya, “Tam gidecekken arabanın motor ışığı yandı, ben de korktum, gidemedim…” şeklinde.

“Ne ışığıymış o?” Diye sordu, ben de gösterdim. Ablam arabanın etrafında şöyle bir dolaştı, eğilip altına falan baktı, sonra da “Nema problema” dedi. Tazyikli su hortumunu alıp, egzoz’a soktu ve tetiğe bastı. Garip Düldül kıçından tazyikli suyu yiyince şöyle bir sarsıldı. Ablam biraz daha su sıktı, sonra da içeri girip, kontağı çevirdi ve motoru çalıştırdı. Ne ışık kalmıştı, ne de uyarı.

Bırak teşekkür etmeyi, sarılıp, öpecektim kadını. Ablalar Düldülü kurularken hemen Jelena’yı aradım, “Araba tamir oldu, ben Mostara gidiyorum” diye rapor verdim. Sonrasında da Düldül’le beraber yola koyulduk.

Bu Bosna serisinin başında sizlere yollar ve trafik işaretleri konusunda biraz ağlamıştım sevgili arkadaşlar, ancak bu söylediklerimin hiç biri Sarajevo ile Mostar arasındaki otoyol için geçerli değil. Avrupa standardlarında, canavar gibi bir highway. Düldül 135 kilometre/saat’i bile gördü, öyle güzel yani.

 Manzarayı kelimelere nasıl dökerim, bilmiyorum
Mostar yakınlarında otoyol bitti, ben de bölgesel yollardan devam ettim. Sevgili arkadaşlar, hiç abartıyorum, yolculuğun bu kısmındaki manzarayı kelimelere nasıl dökerim, bilmiyorum. Grand Canyon falan halt etmiş. Rengi yeşil bir nehir, ancak yeşil öyle su yeşili değil. Birileri sanki kovalarca yeşil boya dökmüş nehre. İsmi Neretva, Amazon gibi, kallavi bir su. Etrafında ise İsviçre dağlarına taş çıkartacak sıra sıra dağlar.

Ağızım açık, seyrede seyrede Mostar’a ulaştım.

Bilirsiniz, Mostar’ın köprüsü ünlüdür. Stari Most, yada Eski Köprü isimli bu muhteşem sanat eseri Osmanlıların işi. Neretva’nın inceldiği bir noktaya Kanuni “Yapıla” demiş, onlar da yapmışlar. Sonra da bu köprüden geçenlerden para almaya başlamışlar. Burada hiç sorun yok elbette. Highway toll, sizin anlayacağınız.

Ne yazık ki iç savaş esnasında Hırvatlar bu köprüyü top ateşiyle yıkmışlar.

Savaştan sonra ise içinde İtalya, Hollanda, Türkiye, Hırvatistan ve Bosna gibi ülkelerin bulunduğu bir konsorsiyum gerekli finansmanı sağlamış ve köprü yeniden yapılmış.

Mostar’a girmeden bir on kilometre falan önce trafik öyle bir sıkıştı ki, tam iki buçuk saat milim milim ilerlemek zorunda kaldım. Şehre girmek için yol ayrımına geldiğimde ise Google Maps merkeze kadar iki saat daha gösterdi.

Mostar başka bir bahara kalmıştı, en azından Dubrovnik’i dünya gözüyle bir göreyim bari dedim, sağ yerine sola dönerek Hırvatistan’a doğru yoluma devam ettim.

Sınırın Bosna tarafından sorunsuz geçtim. Hırvat pasaport kontrolünde de bir “hello” yetti. Ancak biraz ilerdeki Hırvat gümrükçüleri yakamı kolay bırakmadılar. Düldül’ün Bosna plakasını görüp, “Dobraveçer” dediklerinde, ben de aynı şekilde cevap versem de, bir aksan problemi yaşadığımızdan “Ver pasaportunu” olduk.

Ablam gümrükçü olduğu için yetkisi dahilindeki en hırpalayıcı soruyu yöneltti şahsıma “Gümrüğe tabii bir eşyan var mı?”. “Yok ablacım” dedim, “Bir paket cipsim, bir şişe suyum, bir de cep telefonum var”.

“Aç bagajı” dedi, ancak bagaj nereden açılır bilmiyorum. Zaten bagaj niyetine sırt çantası hacminde bir yer var. Neyse, sağa sola bakındım, sonunda kontak anahtarını sokup, bagajı açtım.

Ablam nasıl bir hırsla bakınıyor sağa, sola, öne, geriye, yukarı, aşağıya, anlatamam. Araba zaten parmak kadar bir şey, ben içine oturduğumda sola yatıyor. Neresine kaçak mal saklayayım? Aklı başında hiç bir kaçakçı bu arabayı kullanır mı?

Sonra doğrudan sordu “Sigara falan yok di mi?”. Hırvatistan AB olduğu için sigara pahalı, anlaşılan Bosnalılar da sınırdan sigara kaçırmak şeklinde bir part-time iş yaratmışlar kendilerine.

“Yok ablacım” dedim, o da “Tamam, git” dedi, biz de yolumuza devam edebildik.

Bir saate yakın bir yolculuktan sonra Adriyatik’in kokusu gelmeye başladı, sonrasında da kendisi göründü. Ben dünyanın en güzel denizinin Ege olduğuna inanırım ama inanın, Adriyatik Ege’ye yakın güzellikte.

Dubrovnik yolunu Hırvatlar Jetgiller’e çevirmişler. Oraya, buraya modern olsun diye doğayla ilgisiz, bembeyaz renkli, ultra-modern köprüler, viyadükler falan koymuşlar. Benim gözüme çok sakil göründü.

O güne kadar gördüğüm en güzel gün batımı
Ancak Dubrovnik’e yaklaştığımızda işler değişti. Abartmıyorum, bu bölge cennetten bir köşe. Bu kadar güzelliği çok az yerde gördüm. Yemyeşil dağlar solumda, denize saçılmış cennet adacıklar sağımda, belki de o güne kadar gördüğüm en güzel gün batımını yaşıyordum.

Ancak tanrılar, böyle bir gün batımını sevgili karım yanımda olmadan geçirmeme kızmış olacaklar ki, telefonumun şarjı bitti. Bir sonraki benzin istasyonuna geldiğimde güneş neredeyse batmıştı. Bir şarj kablosu alıp, Dubrovnik’e ulaşana kadar yüzde üç beş doldurabildim telefonu.

Dubrovnik, şimdiye kadar gördüğüm en güzel kentlerden biri. Hırvatlar çok iyi bakmışlar buraya. Eski şehir sanki son üç yüz yıldır hiç değişmemiş, ancak çok bakımlı. İnsanın burayı görmeden ölmemesi gerekir.

Eski şehir sanki son üç yüz yıldır hiç değişmemiş
Yalnız, hem de bunu İsviçre’de yaşayan biri olarak söylüyorum sevgili arkadaşlar, Hırvatistan insanın akıl sınırlarını zorlayacak kadar pahalı. Buranın yerlileri nasıl yaşıyor, anlamak zor.

Dubrovnik’de bir saat kadar dolaştım. Buraya tatil için gelmek isterim ancak bu fiyatlarla Maldivler’e yada Hawaii’ye falan gitmek daha ucuza mal olur, o yüzden yapar mıyız, bilmiyorum.

Artık dönüş vakti gelmişti. Düldül’e atlayıp, GPS’i takip ederek Mostar’a geri dönmek üzere yola koyuldum.

GPS beni başka bir yola soktu. Yorgunluktan doğru mu, değil mi diye düşünmeden ne dediyse yaptım.

Bir otoyol gişesinde durdum, umarım kart kabul ediyorlardır dedim kendi kendime. Biletçiye “Kredi kartıyla ödeyebilir miyim?” diye sordum. Adam bana tuhaf tuhaf baktı. “Nakit param yok” dedim. Adam daha bir tuhaf tuhaf bakmaya başladı.

“Burası Hırvatistan sınırı, pasaportunuzu verin lütfen” dedi. Dikkatli bakınca adamın polis olduğunu anladım. Pasaportu verdim, o da şöyle bir bakıp, “Geç” dedi. Hala aklım almamıştı. Bosna sınırından Dubrovnik’e gelmek arabayla bir buçuk saat sürmüştü. Dubrovnik’ten çıktıktan sonra beş dakikada ne sınırıydı bu?

Polis’e “Burası Bosna sınırı mı?” diye sordum, “Hayır Hırvat sınırı” dedi. La havle dedim, herhalde Hırvatistan’dan çıktığımızı biz de biliyoruz, ama hangi ülkeye geçiyoruz?

Üstelemedim, bastım gaza. No man’s land’i geçip, diğer ülkenin pasaport kontrolüne geldim.

Benden bile yaşlı bir polis, “Dobraveçer” dedi. Demek ki eski Yugoslavya ülkelerinden biriydi. O saatte coğrafik bir çözümleme yapacak aklım kalmamıştı. Slovenya olmadığını biliyordum, Karadağ, Bosna, Kosova falan, kim bilir neresiydi.

Benden bile yaşlı bir polis, pasaportu görünce bana “Ayn, zıvay, dıray, şnel”, bir şeyler dedi, “Almanca bilmiyorum dedecim” dedim. Bu kez “Allora, pronto, komestay”, İtalyanca bir şeyler söyledi. “Français?” diye bir kontra-atak yaptım, İngilizce “Fransızca bilmiyorum” dedi. Madem İngilizce biliyorsun, niye beni öttürüyorsun diye geçti içimden, “E hadi İngilizce konuşalım madem” dedim.

Kimsin, nesin falan diye soruyor ama sıkıntıdan geyik olsun diye. Şeker gibi adam. Ben alınmayayım diye pasaportu damgalayıp verdi ama hala muhabbete devam ediyoruz. Online marketing’den kadın iç çamaşırı kalitesine kadar. Abartmıyorum, belki bir yarım saat geyikledik. Ayrılırken “Welcome to Bosnia ‘arkadaş’” dedi. Ben de Sırpça/Bosnaca “Hvala brate” cevap verdim.

Demek Bosna’ya geri dönmüştük.

Biraz daha gittikten sonra bir şehre ulaştım. Tam girişinde de bir levha “Trebinje”...

Güldüm. Uğruna ayılarla, kurtlarla dövüştüğüm Trebinje’ye tesadüf eseri ulaşmıştım. Gecenin bir saatinde her hangi bir şey görmek mümkün değildi ama ne olursa olsun, CV’me “Trebinje’de bulundu” deneyimini ekleyebilirdim. Jelena’ya bir konum atıp, güldüm, ve yola devam ettim.

Geç bir saatte Sarajevo’ya ulaştım. Yolda bir benzin istasyonundan aldığım ıvır-zıvırı yedim ve hemen uyudum.

Ertesi gün olaysız bir yolculuktan sonra Tuzla’ya ulaştım. Tuzla’nin adıyla bağdaşmış tuz göllerini görmeye gittim, ancak tuzu toplamak için bu gölleri boşaltmışlardı.
 
Tuzu toplamak için bu gölleri boşaltmışlardı
Teoride göl kenarı, asliyette taş kenarı bir restoranda Bosna’daki son yemeğimi yedim. Mükemmel bir et ve Vranac şarap. Eski Sovyet ülkelerde bifteği altında bir dilim ekmekle getirirler. Deli olurum bu lezzete.

Düldül’ün deposunu doldurup, ona bir banyo yaptırdım, sonra da evine bıraktım.

Havaalanında eziyetli bir ex-komünist usulü, sağda kuyruğa gir, bir kağıt al, iki metre solda o kağıdı birine vermek için yine kuyruğa gir tarzı ritüelleri tamamladıktan sonra “kapı” ‘ya geldim, ancak kapı dediğiniz havaalanının tek kapısı. Havaalanı da voleybol sahası kadar bir yer zaten.

Olaysız bir uçuş beni Basel’e getirdi. Oradan da arabayı alıp, Lozan’a doğru yola koyuldum.

Son bir kaç senedir bir arabam yok sevgili arkadaşlar. Araba sevgili karımın arabası. Ancak Düldül’den sonra bu arabaya binince bir süre şoku atlatamadım. Jelena’nın arabası cruise’a taktığınızda, radarla öndeki arabayı görüp, otomatik olarak frene basar, F-16 usulü, navigasyonu, hızınızı, vesaireyi heads-up display isimli bir teknoloji ile ön camda gösterir. El freni bile elektroniktir, ‘drive by wire’ yani. Garip Düldülün tek lüksü ise düğmeye bastığınızda açılan camlarıydı.

Bir de şeridinde giden arabalar ve canınızı kurtarmak için sağa sola kaçışmadığınız insancıl kamyonlar…

Bu Bosna gezimin son yazısıydı sevgili arkadaşlar.

Bosna, eski Yugoslavya’nın en az gelişmiş ülkesi. Karmaşık nüfus yapısı nedeniyle çok yavaş ve her zaman doğru olmayan, etnik kökenli kararlarıyla geri kalmış.

Ancak eski Yugoslavya’nın doğasıyla, insanıyla en güzel ülkelerinden biri.

Ömrüm yeterse, kesinlikle bir daha gideceğim. 🐝Mezzy🐝’ye göstermeyi de çok isterim.

Sevgi ile kalın…

22 Nisan 2023 Cumartesi

Savaş!

Sabah uyandığımda üstümde hala önceki günün yorgunluğu vardı. Kahvaltı için otelin restoranına indim. Bir önceki gün başıma gelenlerin başka bir sonucu da, gün boyunca hemen hiçbir şey yememiş olmamdı. O yüzden kahvaltı, bir ziyafete dönüştü. Bosna’nın pastırmaya benzeyen, ancak daha az baharatlı bir eti var. Büfedekilerin yarısını yedim. Peynirler de oldukça güzeldi.

Sabahki programım biraz tatsızdı ancak Bosna'yı ziyaret ederken olmazsa olmaz bir temayı içeriyordu.

Yugoslavya İç Savaşı.

Bu konuya girip, girmemek konusunda çok tereddütteydim. Sonuçta hem sevgili karım öz be öz Sırp'tır, hem de Sırbistanda geçirdiğim üç yıl sonunda Sırpları tanıma olanağı buldum ve onları gerçekten çok severim. Bu nedenle bu yazıyı okuyan sizlerin objektif olamayacağımı düşünmenizi normal karşılıyorum.

Neyse, biraz risk alıp, devam edelim…

Ben ne Haag savaş suçları mahkemesiyim, ne de konuya ahkam kesecek kadar hakimim. O yüzden sizlere aktaracağım sadece benim kişisel deneyimim. Aynı fikirde değilseniz sorun yok. Sadece birbirimize saygılı kalalım yeter.

En sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Bosnalılar, özellikle Müslüman Boşnaklar, Yugoslavya iç savaşının en fazla acı çeken tarafıydılar. Bir kere sayıca çok küçük bir azınlıktılar ve dinleri diğer savaşan taraflara göre çok farklı bir dindi. Hoş, Balkanlar'da Katolisizm ve Ortadoksluk, her ikisi de Hristiyanlığın bir alt kümesi olsalar da farklı dinler sayılırlar ama İslam hala bunlara göre çok, çok uzakta bir noktada konumlanır.

Bu savaş hakkında duyduğunuz, başrollerinde Sırplar'ın olduğu şiddet, işkence, tecavüz, katliam öykülerinin çoğu doğru sevgili arkadaşlar. İşin aslı, şimdiye kadar konuştuğum Sırpların hiç biri zaten bunları inkar etmiyor. Onların şikayeti bu öykülerin tek taraflı aktarılıyor olması. Yine hakim durumuna düşmemek için bu tartışmayı uzatmıyorum ama karşı tarafın da bu konuda söyleyecek çok şeyi var, bunu da bir kenara not edelim.

Peki ne oldu bu kanlı dönemde?

Sizlere saatlerce ve dilim döndüğü kadarıyla bildiklerimi anlatabilirim, ama konuyu çok dallandırıp, budaklandırmadan şöyle özetleyeyim.

Türkiye’den örnek vereceğim. Amacım, Türkler ve Sırplar arasında parelellikler kurarak, savaşta olanları meşrulaştırmak değil. Sadece Türk olduğumuzdan dolayı, aradaki benzerlikleri kullanarak, konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak.

Düşünelim. Türk etnik nüfusunun yüzde kaçı Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmasına karşıdır?

Yüzde 90 desek, herhalde yanılmış olmayız.

Peki bu yüzde 90'ın yüzde kaçı Kürtler bağımsızlık istiyoruz deyip ayaklanırsa, eline silah alıp, savaşa gider?

Ben en çok yüzde 10 diyorum.

Ve son soru. Bu eline silah alıp savaşa giden yüzde 10'un yüzde kaçı Kürtlere işkence eder, kadınlarına tecavüz eder, mallarını çalar, katliama kalkışır?

Burada çok fal bakmayalım. Ne yazık ki bu şerefsizliği yapacakların sayısı sıfır değil.

Yugoslavya'da iç savaşta olan da buydu işte. Neredeyse bütün Sırplar ülkenin bölünmesine karşıydı, en az yukardaki örnekteki yüzde 90 Türk kadar. Bunlardan bir bölümü eline silah alıp, savaşa gitti - burada ordudan bahsetmiyorum. Bu ayak takımının bir bölümü de bu savaş suçlarını işledi. Benzeri şerefsizler orduda da vardı tabii.

İş böylece kontrolden çıktı, taa Srebrenica'ya kadar geldi. Srebrenica'da üstüne bir de asker üniformasıyla, Birleşmiş Milletler adına sözde güvenliği sağlamakla görevli, Hollandalı şerefsiz, onursuz, çiğeri beş para etmeyecek asker müsveddeleri de eklenince, yüzyılın en büyük trajedilerinden biri gerçekleşti. Sırp ayak takımı bu sözde uygar, şerefli, onurlu 'askerlerin' gözü önünde kadınlara, çocuklara tecavüz ettiler, yüzlerce savunmasız Bosnalı'yı katlettiler.

Hollandalılar yıllar sonra bu olan biten hakkında sorumluluklarını kabul edip, sıkı durun, 'özür' dilediler. Komutanları bu kahraman askerlerin ağızlarına biber sürdü, ceza olarak cici defterlerine yüz kere "Bir daha gözümüzün önünde çocuklara tecavüz edilmesine izin vermeyeceğiz" yazdılar.

Savaş böyle bir şey işte sevgili arkadaşlar.

Herneyse…

Eski Yugoslavya her etnik grubuyla bu işi çözmek zorunda. Çünkü o kadar çok iç içeler ki, kin güderek hiç birinin bir yere varmaları olanaksız.

Yugoslavya, eski Sovyet bloğunun incisi, herkesin gıpta ettiği modern, ileri, temiz, müreffeh bir ülkesiydi. Sanayisi, eğitimi, insan kaynakları, denizi, güneşi , otoyolları ile crème de la crème bir izole cennet! Polonyalı bir arkadaşım, annesi ile babasının tek hayalinin Yugoslavya'ya göçüp, orada yaşayabilmek olduğunu söylemişti bir keresinde. Şimdi hallerine bir bakın.

Slovenler baştan beri bu gereksiz çatışmanın dışında kalabilmişler. Zaten onlarla biraz zaman geçirirseniz, Yugoslavya'daki diğer gruplarla çok az yakınlıkları olduğunu görürsünüz. Ancak diğerleri farklı inancı kabul etmiş, aynı ırktan insanlar. Bir arada yaşamak zorundalar. Bunun tek yolu da, bana sorarsanız, geçmişi ısıtıp, ısıtıp, masaya getirmek yerine, olan biteni kabul edip - unutmaya gerek yok, nasıl beraber yaşarız sorusuna bir cevap bulmak. Ne yazık ki, bu gün itibarıyla bu grupların tümü buna çok uzaklar.

Affınıza sığınıyorum, biraz uzun bir 'disclaimer' oldu, ancak bence gerekliydi.

Sarajevo'ya dönersek... Düldül'e atladım ve sabahın ilk ziyaret noktasına ulaştık. Ulica Zmaja od Bosne, yani Bosna Canavarı caddesi.

Sniper Alley
Komünist/eski komünist bir şehri ziyaret ettiyseniz daha iyi anlayacaksınızdır. Özelikle şehir merkezleri geniş caddelerle ayrılmış, etrafında yüksek ancak zevksiz, tek düze binaların bulunduğu yerleşim öbeklerinden oluşur. Bu caddeler o kadar geniştir ki, hele gözleriniz benimkiler gibiyse, caddenin karşısından babanız geçse seçemezsiniz.

Ulica Zmaja Da böyle bir cadde sevgili arkadaşlar. İç savaş sırasında bu ve bir kaç diğer caddenin başka genel bir ismi vardı, 'Snajperska Aleja', yani 'Sniper Alley', Türkçesiyle 'Keskin Nişancı Sokağı'.

Bu geniş caddelerin etrafındaki yüksek binaların üst katlarına mevzilenen Sırp keskin nişancılar, cadde boyunca yürüyen, yada karşıdan karşıya geçen sivillere ateş açıyorlardı.

Tüm savaş boyunca keskin nişancı ateşi sonucunda 1000'den fazla sivil ölmüş. Bunların yüz civarı da çocuklardan oluşuyormuş. İzlediyseniz Nicole Kidman ve George Clooney'nin The Peacemaker filminde bu keskin nişancıların yarttığı terör çok grafik bir biçimde aktarılır.

Ben güvenilir bir kaynaktan teyit edemedim ancak bazı söylentilere göre bir insanı öldürme fantezilerini gerçekleştirmek isteyen bazı Avrupalı ve Amerikalı manyaklar da savaş esnasında Sırplar'a para vererek, bu binalardan zavallı sivillere keskin nişancı tüfekleriyle ateş açmışlar. Ne diyeyim, eğer doğruysa yapanın da, yaptıranın da bu dünyada yatacak yeri kalmamıştır herhalde.

Sniper Alley'lerin havasını bir kokladıktan sonra Düldül'le Sarajevo Havaalanı'na doğru yöneldik.

Savaş esnasında Sarajevo Sırp kuşatması altındaydı sevgili arkadaşlar. Sırplar bütün yönlerden şehri sarmışlardı. Bosna kuvvetleri ise Sarajevo Havaalanı'nın üstüne kadar gelmiş ve burada mevzilenmişlerdi.
Sarajevo Tüneli

Ancak kuşatma altındaki kente silah, cephane ve her şeyden önemlisi yiyecek ve insani yardım ulaşamıyordu.

Bosna ordusu, hava alanının altından bir kilometreye yakın bir tünel kazdı ve kuşatma aştındaki kente insani yardım gönderdi, yaralıları tahliye etti.

Bosnalılar bu alanı çok güzel bir müze haline getirmişler. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Sarajevo'da savaşla ilgili görülecek çok şey var sevgili arkadaşlar, ve Bosnalılar bu olan biteni unutacağa benzemiyorlar. Ancak unutmasalar da bence biraz bunun şiddetini azaltsalar iyi olacak. Başlarına gelenlere sonsuz saygı ve sempati duyuyorum, ancak kendi ülkelerinin yarıya yakını Sırp. Bu insanlar da bir yere gitmiyor. Gelecekleri için sanki bir noktada geçmişi canlı tutmayı bırakıp, biraz ileri bakmaları gerekiyor.

Gökten düşen üç elmanın bizim payımıza düşeni ise savaşın kötülüğü.

Dikkat diyorum sevgili arkadaşlar.

Bu işler pek Ertuğrul dizisi gibi yürümüyor.

Sevgi ile, ama en önemlisi barış ile kalın ❤️






Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...