14 Kasım 2020 Cumartesi

Tetilla

Bugünkü peynirimiz ise İspanya'dan, Galiçya bölgesinden. Size kesmeden önce bir resmini gönderiyorum, nedenini birazdan anlarsınız.

Peynirin ismi Tetilla. Anlamı 'meme', daha doğrusu 'memecik' 😍 Benzemiyor da değil hani.

Ben de ilk kez deniyor olacağım. Biraz araştırayım, tarihçesini yazarım sonra size.

Cheers! 🧀🍷😋

Tetilla


13 Kasım 2020 Cuma

Mezzy Beş Yaşında

Bugünlerde The 100 isimli post-apokaliptik bir dizi izliyorum sevgili arkadaşlar. Elbette önce nükleer bir savaş, arkasından da sağ kalanların radyasyondan korunmak ve yiyecek bulabilmek için çabaları. Herkes birbirinden korunmaya çalışıyor, karşılaştığı herkesi potansiyel bir tehlike olarak görüyor. Anlıyorsunuz herhalde...

İşte bu tatilimizde hemen her gün, elbette düzeyi aynı olmasa da, benzeri duyguları yaşadım. Rahat rahat yürüyüp, istediğimiz yerde oturabildiğimiz bir tatil yerine, tuvalete gitmek için bile maske takmanın zorunlu olduğu, etraftaki herkesin vebalıymışız gibi bizden ve birbirlerinden kaçtığı bir tatil geçiriyorduk.

Nice'de otelimize daha girmeden Corona virüsü kaynaklı, yerlerde yürümemiz gereken yönleri gösteren oklar, dezenfektanlar ve maske takmak mecburidir işaretleri görmeye başlamıştık. İsviçre'de bu maske işi bene biraz daha makul bir biçimde işliyordu. Sadece kapalı ve umumi yerlerde, bir de üç kişiden fazla insanın bulunduğu odalarda, ofislerde maske mecburiydi. Az önce saydığım koşulların hiç birine uymayan asosyal bir hayatım olduğu için de karantinaların tepe yaptığı günlerde bile maske takmamıştım. Hayatımın sosyalleşmesi bana pek yaramamıştı sizin anlayacağınız...

Hayat nefret bir hale dönmüştü. Yolda yürürken araba kullanıyor gibi oluyordu insan. Yön işaretlerine, öndeki ile aradaki mesafeye falan dikkat etmekten etrafımıza bakamıyorduk. Bu iş en çok 🐝Mezzy🐝 'ciğin garibine gitmişti. "Bu tarafa gel kızım!", "Sağdan yürü kızım!", "Öndekine yaklaşma kızım!", "Tezgahtarla camın arkasından konuş kızım!", vs...

İşte böyle, sağa, sola zig-zag'lar yaparak Nice tren istasyonuna ulaştık. Oradan bir tren bizi Cannes kentine götürdü.

Aklınızda olsun, yolunuz düşerse, bu tren Côte d'Azur'de gezmenin en pratik yolu. Araba ile dolaşmak bir facia. Bir çok cadde ve sokak yek yönlü. Park yeri bulmak bir ölüm. Bir de sahildeki bir yerden diğerine gitmek için önce sahilin tersine gidip, otoyolu almak, sonra da otoyoldan geri sahile gitmek gerekiyor. Belki biraz da İsviçre alışkanlıklarımız yüzünden bize öyle geliyor, ancak Fransızlarla birlikte araba kullanmak çok da keyif vermiyor insana.

Cannes'da ilk gittiğimiz yer bir Häagen-Dazs dondurmacısı oldu. Jelena hamileyken "Ben Häagen-Dazs isterim" diye tutturmuştu, Aralığın otuz birinde burayı bulabilmek için iki saat yürümüştüm. 🐝Mezzy🐝 doğduktan sonra da aynı dondurmacıya bir kez daha, bu kez üçümüz birlikte gitmiş, nostalji olmuştuk. Bu sonuncusunda ise artık bir geleneği icra ediyor gibiydik.

Sonrasında ise Cannes'a gelen her bin kişiden, dokuz yüz doksan dokuzunun yaptığı şeyi yaptık ve kendimizi ünlü Croisette caddesine attık.

Croisette
Croisette, ya da tam ismiyle Promenade de la Croisette, Cannes'ın en havalı caddesidir. Burası Ankara'nın Tunalı Hilmi’si, İstanbul'un Bağdat Caddesidir sizin anlayacağınız. Sahile doğru paralel gider ve üzerinde yüzlerce bar, cafe ve mağazanın yanında Martinez, Mariott, Carlton gibi Cannes'ın en seksi otelleri bulunur.

Bu caddenin batı ucunda ise film festivalinin yapıldığı salonlar vardır. Etrafında, Hollywood benzeri, Belmondo, Chuck Norris, Whoopi Goldberg gibi ünlülerin el baskılarının olduğu bir yürüme alanı da bulunur. Gelmişken, kırmızı halının üzerinde bir selfie çekmek de 'zorunludur'.

Biz de bu ritüeli tamamladık, hatta yandaki parkta sevgili kızımla Star Wars dekoru ile bir 'Mezi Wan Kenobi' resmi bile çektik.

'Mezi Wan Kenobi'
Croisette üzerinden doğuya doğru ilerledik ve bu kez belki bir on yıl öncesinde sevgili karımla oturup, bir şeyler içtiğimiz bir barda konakladık. Geleneksel cüzzamlı muamelemizi görmek kaydıyla içeceklerimizi söyledik. Otuz küsür derecenin altında bir bardak Saint-Émilion içtim ama vicdan azabı gibi geldi, bütün şarap zevkimin üzerine bir bardak bira dökülmüş gibi oldu.

Sıcak dayanılmaz bir hale gelmişti. Cannes bu kadar yeter deyip, akşam yemeğimiz için Antibes'e geçtik.

Antibes, ismi diğer seksi kentleri kadar duyulmamış olsa da, bence Côte d'Azur'ün en güzel yerlerinden biridir sevgili arkadaşlar. 

İlkin sahilinden söz edelimelim biraz. 

Buralara gelip, denize girmek isterseniz diğer kentlerdeki dümdüz, sıkıcı bir sahil yerine Antibes'de çok ilginç, kumlu, girintili, çıkıntılı, mükemmel manzaralı plajlar bulabilirsiniz. Plajlardan söz açılmışken, Monaco da bu bakımdan fena değildir, bu konuya daha sonra geleceğiz.

Antibes'de, plajların yanında görülmeye değer başka yerler de bulunur. Örneğin bir süre Picasso'nun da yaşadığı bir kalesi, çok güzel bir marinası ve inanılmaz cazibeli bir merkezi vardır.

Bir de güleceksiniz, mükemmel bir Çin restoranı var Antibes'de. Sahile parelel bir sokakta, bir sıra restorandan biri. Öyle doksan beş yıldızlı gourmet bir yer değil. Hatta son kez oraya gittiğimizde garson siparişimizi unutmuş, bizleri iki saat aç bilaç bekletmişti. Ancak her şey bir kenara, yemekleri o kadar güzel ki, servissel bozuklukları göze alabiliyor insan.

Bu restoranın yeri de çok cazibeli. Bizimkinin de içinde bulunduğu restoranların karşısında ressamların atölye olarak kullandığı, kim bilir kaç yüz yıllık koca bir taş bina, bu binanın farklı bölümlerine açılan kapılarının önlerinde ise açık havada pipo içip resimlerini yapan ressamlar, tatlı tatlı müzik çalan çalgıcılar var.

Saat altı falan olmuştu, restoran da saat yedide açılıyordu. Öldürmemiz gereken bir saatimiz vardı sizin anlayacağınız.

"Gel hanım, nereye gideceğimizi biliyorum" dedim Jelena'ya. Gerçekten de son anda aklıma gelmişti bir saatliğine oturabileceğimiz bir yer. "Hem de bedava içki içeceğiz" diye gururla ekledim.
Ben bedava içki deyince Jelena da hatırladı tabi...

Bu yeri size anlatabilmem için sizleri bir kaç yıl geriye götürmem gerekecek.

🐝Mezzy🐝 doğduktan bir yıl falan sonra gelmiştik Antibes'e. Sevgili kızım arabasında uyurken, bir barın bahçesine bir şeyler içmek için oturmuştuk. Tabelasında bol bol kokteyl reklamı vardı, bizim de kokteyl zevkimiz kabardı, garsonu beklemeye başladık.

Yan masamızda ise, nasıl söylesem, ileri yaşta, yalnız ama yalnız olmaktan çok da mutlu olmayan iki kadın oturuyordu. 

Kuzey Afrikalı garson kadınlardan sipariş almak için masalarına gitti. Durumu anlaması bir kaç saniyeyi geçmedi tabi. Ağızı kulaklarında, kadınları 'bonjour' 'ladı.

Sonrasında ise dünyanın belki de en çok bilinen tiyatro oyunu başladı. Üç kuruş etmeyecek esprilere kahkahalarla gülmeler, önce hafif, sonrasında da biraz daha şiddetli ve uzun süreli dokunmalar...

Umurumda değildi anasını satayım, isterlerse soyunup, masanın altında seks yapsınlar, ancak bunların répartie'leri yüzünden içkilerimizi söyleyemiyoruz, problem orada.

Sandalyemde kendimi düzeltip, "Mösyö!" şeklinde elimi kaldırdım. Garson "J'arrive" dedi.
Geliyorum demesine dedi de, hala kadınlarla makara kukaraya devam ediyor.

Hoşnutsuzluğumu belli edecek biçimde ayağa kalkar gibi oldum, garson istemeye istemeye geldi masamıza.

"Ne içersiniz bayan ve bayım?"

Ben bir Pina Colada istedim, Jelena ise menüye bakıp, ağızının tadına uyan bir kokteyl aramaya başladı. Garsonun aklı yan masada tabi, içi gidiyor. Jelena "Bu kokteyl nasıl?", "Şu kokteylin içinde ne var?" diye ahret sorularına başladı. Garson dayanamadı, "Size en güzel kokteylimizi getireceğim, bırakın ben seçeyim" dedi.

Jelena güldü, "Tamam" dedi.

Garson uçarcasına gitti ve bir tepside dört kokteyl ile geri döndü. İki Pina Colada, iki tane de artık ismi herneyse, 'en güzel' kokteylleri.

"Biz birer tane istemiştik" dedim, garson "Biliyorum" diye cevap verdi, "Ancak saat altıyla yedi arası burada 'happy hour', ne içersen ikincisi bedava"

Saat yediyi yirmi falan geçiyor. "Happy hour bitmedi mi?" diye sordum. Garson "Hayır" dedi, "Çünkü siz bu siparişi yirmi dakika önce verdiniz".

Kuyruklu yalan tabi, iki dakika zor geçmişti siparişi vereli.

Rüşveti zevkle kabul ettik, karşılığını vermemek de olmazdı elbette. "İsterseniz hemen hesabı da ödeyelim, hızlıca kalkıp gitmemiz gerekirse sizi aramayalım..."

Jet hızıyla parayı ödedik. Aradan iki saniye geçmemişti ki, bizim garson iki kadının masasının yanında belirdi.

"Je suis là!"

Adam başı iki koca bardak kokteylle birlikte Güneşi bu barda batırmıştık o akşam.

Ta o zamandan aklımda kalmış happy hour'un altı ile yedi arasında olduğu. Hemen gittik, bulduk o barı. Bizim garson yoktu ortada. Yeni garsona kokteyllerimizi söyledik.

Heyhat!

Sadece iki bardakla döndü. Hayli bozulmuştum. "Happy hour değil mi?" diye sordum, "Evet, happy hour" dedi, "İçkiler yüzde yirmi daha ucuz..."

COVID durumları, anlaşılan bedava ikinci içkiyi kaldırıp, yerine içkinin fiyatını yüzde yirmi ucuzlatarak cost cutting yapmışlardı. Neyse. Karıma bedava kokteyl bulamamış olsam da, tanesi on yuroluk iki kokteylden toplam dört yuro save etmiştim!

Jelena Ve Geri Planda Ressamların Atölyeleri

Bir saat çabuk geçti. Çin restoranına gidip, mükemmel yemeklerimizi yedik, trene atlayıp, Nice'e dönük, kendimizi otele atıp, hemen uyuduk.

Çünkü ertesi gün 'büyük' gündü. Sevgili kızım beşinci yaşını bitirip, arz-alemdeki altıncı yılıma başlıyordu.

Onun için bir 🐝Mezzy🐝 günü hazırlamıştık. Günün önemli bir bölümünü plajda geçirecek, sonrasında biraz dolaşıp, bir yerlerde bir şeyler yedikten sonra doğum gününü geleneksel olarak Hard Rock Cafe'de bitirecektik.

Monaco, Plaj
Sevgili kızım hayatında ilk kez denizle daha birinci yaşı bitmeden Nice'de tanışmıştı. Ertesi gün de Cannes'da devam etmişti yüzme kariyerine. Suyu çok sever 🐝Mezzy🐝'cik. Yakında solungaçları çıkacak. Neyse, bu kez de görmediği bir plaj olsun diyerek Monaco'ya gittik.

Monaco'ya sabah oldukça erken bir saatte gelmiştik. Plaj saat on ikide açılıyordu. Biz de Monte-Carlo'da bir cafe'de oturup kahvelerimizi içtik. Sonra da bir taksiye binip, plaja geçtik.

Plajın manzarası çok güzeldi. Kumun ardından yemyeşil bir yamacın alında bir bar ve restoranı vardı. 🐝Mezzy🐝 neredeyse hiç sudan çıkmadı. Akşam saat dörde kadar plajda kaldık, sonra 🐝Mezzy🐝'yi zorla çıkarıp, şehrin yolunu tuttuk. Sevgili kızım çok bozulmuştu plajı bıraktığımıza...

Monaco, küçücük bir prensliktir sevgili arkadaşlar. Küçük olduğu için de idaresi kolaydır. Caddeleri, sokakları, binaları pırıl pırıl tertemiz ve bakımlıdır. Hele Fransa'dan buraya geçtiğinizde sanki bir bilim-kurgu filmindeki gibi bir portalı kullanarak başka bir boyuta geçmiş gibi olursunuz.

Uzun yıllardır İsviçre'de yaşamaktayız sevgili arkadaşlar. Sizlere alçakgönüllülük etmeyeceğim, İsviçre dünyanın en güzel ülkesidir. Güzel olduğu kadar dünyadaki önemli boyutta bir zenginliği de barındırır. Göl kıyısında bir evin fiyatı zaman zaman iki basamaklı milyonlara ulaşabilir. Bir çok ünlü yıldız, politikacı ve dolar zengini İsviçre'de yaşar.

Ancak ülke bu zenginliği reklam etmemek üzerine planlanmış gibidir. Ultra lüks bir mansiyon, örneğin, artistik bir biçime doğanın içinde saklanmıştır. Yüksek duvarlar, güvenlik görevlileri falan yoktur, varsa da gözünüze batmaz. Kısaca gösterişi pek hissetmezsiniz.

Monaco ise tamamen aksi bir konseptle, yani parayı, zenginliği, gösterişi gözünüze sokmak üzere tasarlanmış.

Caddeleride yürürken parayı, zenginliği görür ve hissedersiniz. Caddeler Ferrari'ler, Maserati’ler, Lamborghini'lerle doludur. Tarihi binaları daha dün yapılmış gibi yepyenidirler. Parklarındaki çeşmeler, heykeller, pavilionlar size bir sarayın bahçesinde geziyormuşsunuz duygusunu yaşatır.

Prensin sarayı, şehrin her yerinden görünen bir tepededir. Bu tepeye Le Rocher, yani The Rock, daha da yani Kaya derler. Şehrin ortasında cart diye yükselen, gerçekten de kapkaya bir tepedir. Bu tepede saraydan başka bir deniz müzesi ve güzelim bir katedral de yeralır. Grace Kelly ve Prens Rainer burada evlemmişler.

Casino'nun Önü
Monaco'nun Monte-Carlo bölgesi - ki nerede başlar, nerede biter çok belli değildir, Güzelim bir limanı, Formla-1 yarışlarının yapıldığı caddeleri, ancak en önemlisi, meşhur mu meşhur Casino'yu, yani kumarhaneyi kapsar. Casino'nun devamlı müşterileri arasında ünlü zenginler, soylular ve film artistlerine ek olarak James Bond bulunur.

Casino'nun önünde her daim beş-altı tane aboww-class araba park etmiş durumadır. Bentley'lerin, Rolls'ların yanında mutlak bir iki Maserati, Ferrari ve Lamborghini bulunur. 🐝Mezzy🐝'cik de burada bir Maserati resmi çekti.

Casino'nun bir tarafında Hôtel de Paris isimli bir otel, diğer tarafında da Café de Paris isimli bir cafe bulunur. Hôtel de Paris herhalde lükslük bakımından bir otelin gidebileceği son noktanın yakınlarında bi yerdedir. Café de Paris ise gecelemek istemeyenlerin bir kaç saat konakladıkları bir yerdir. Hoş böyle yerlerde bol bol yumuşak erkek, sert kadın, kötü kadın ve kötü erkekleri görmek mümkündür. Malumunuz piyasa durumları. Ancak içiniz rahat olsun, şimdiye kadar bir tek rahatsızlık görmedim ve duymadım.

🐝Mezzy🐝'cik doğum günü şerefine Café de Paris'de koca bir kup dondurma yedi. Biraz dinlendik ve Nıce'e döndük, Côte d'Azur'deki tek Hard Rock Cafe'ye oturduk, tabi yine banka soyguncuları gibi maskelerle...

Davulda 🐝Mezzy🐝, Gitarda Jelena

Cafe'de, barla salonun arasına rock heveslileri oynasın diye bir orkestralık müzik aleti koymuşlardı. Hepsi tamamen gerçek bir Fender Strat 6-string, bir de bas. Davullar da gerçek ancak drumhead'leri yok, misafirlerin kulak ve kafa sağlıkları bakımından. Burada, davulda 🐝Mezzy🐝, gitarda da Jelena'lı bir resim çektik.

Canım kızım beş yaşındaydı artık.

Devam edeceğiz...

8 Kasım 2020 Pazar

Shepherd's Pie

Sevgili arkadaşlar, bugün Shepherd's Pie, yani Çoban Böreği yapıyoruz. Orijinalde Brit olmasına rağmen, Yank'ler de yapar bunu.

Önce doğranmış soğan çok az biraz zeytinyağı yada sebze yağı içinde kızartılır. Biraz salça eklenip, kızartmaya devam edilir, dana kıyma, tuz, biber biraz da basilikum eklenir. 

Gravy severseniz, sosu Gravy ile değiştirebilirsiniz.

Ardından da bezelye ve dilimlenmiş havuç eklenir, kızartmaya devam edilir.

Çok kızartıp, kurutmamaya dikkat. Et tam çiğlikten haif pişmişliğe terfi ederken ateşten alınıp, derin bir fırın tepsisine konur.

Tepside, ucu düz bir tahta spatula ile seviyesi düzeltilir.

İkinci aşamada tepsideki soslu etin üzerine bir kat patates püresi yayılır, yine tahta spatula ile düzeltilir. Bir önceki aşamadaki spatulayı kullanıyorsanız, iyice yıkayın. Pürenin lekelenmemesi gerekiyor.

Üçüncü aşamada pürenin üzerine ince bir kat rendelenmiş Parmesan peyniri konur. Bazen biz önce bir kat Mozzarella koyup, onun üzerine Parmesan ekleriz. Parmesan'la karışıp eriyen Mozzarella'nın hem görünüşü, hem de tadı çok güzel olur.

Sonra doğru 200 derecede ısıtılmış fırına. Parmesan kabuklaşıp, renklenene kadar fırında bırakılır.
Burası çok önemli. Güzel bir şarap açılır. Bizde 2013'den bir İspanyol Gran Reserva var. Kuğu şeklindeki karaf zorunludur! 😜

Sonra da börek kare şeklinde kesilip servis edilir.

Bon Apetit! 😋

1

2

3

4






4 Kasım 2020 Çarşamba

Gerçek İtalyan Carpaccio'su

Hafta sonu İtalya'dayken gerçek İtalyan Carpaccio'su alalım dedik. Süpermarkette yarım saate yakın turladık, bulamadık. İtalya'da Carpaccio bulamamak imkansızdır. İyisimi soralım dedik.

Sorduğumuz görevli bizi direkt kasap mamullerinin olduğu reyona gönderdi. Bizim buralarda Carpaccio hep marine edilmiş falan biçimde hazır halde şarküteri bölümünde bulunur. Gözünü sevdiğimin İtalya'sı. Sadce eti satıyor, Carpaccio yapma sanatı size kalmış.

Bakalım şahsım neler yapacak bunla. Sizleri haberdar ederim 😍😋

Edit: Şimdi dikkat ettim. Etin geldiği inek Fransa doğumluymuş ama İtalya'da semirmiş! 😂

İnek Fransa Doğumluymuş!


Final!


27 Ekim 2020 Salı

Abondance

Bu peynirin ismi Abondance sevgili arkadaşlar. 14. yüzyıldan beridir yapılmaktaymış. Vatanı bizim komşu, şimdi adını söylesem boykotu deldi diyeceksiniz, hani ismi "F" ile başlayan diyar. Bu diyarın da Leman gölünün güneyindeki bölgesi, yani şu ünlü Evian suyunun geldiği yerler. Başka bir deyişle yaşadığımız Lozan kentinin dangadanak karşısındaki sahil.

Bir peyniri Abondance diye etiketleyebilmek için sadece yapım tekniklerine uymak yetmiyor. Peynirin yapıldığı sütün - ki inekten çıktığı gibi kullanılırmış, öyle pastörize steilize falan değil, bu bölgedeki özel bir inek sürüsünden gelmesi gerekiyormuş.

Ben ne olduğunu bilerek ilk kez geçen Pazar, oralarda yaşayan bir arkadaşın evinde yedim. Hatun kişi tabi ki tabiyeti gereği, ona uyacak şarap, vesaire ile diğer peynirlerle hangi sırada yeneceğini gözeterek mükemmel bir servis yaptı bize.

Bu peynir sadece mükemmel bir lezzet değil, üstüne bizim damak tadımıza da fazlasıyla uymakta.
Şu anda ise bir İspanyol şarabı ile flört ediyor minik masamda.

Bon Apetit 🧀🍷😋

Abondance


21 Ekim 2020 Çarşamba

Morel

Sevgili arkadaşlar Morel isimli mantar belki en çok sevdiğim mantar türüdür. Tabi ki Truffle, yani Trüf mantarı hem daha pahalı, hem de aroma bakımından çok çok daha yoğun bir türdür. Ancak iş mantarın tadına gelince şahsımın oyu Morel'a gider.

Çok ilginç bir mantardır. Şapkası yoktur ya da yok gibidir. Tadını çok bastırmamak için sosa, biraz tuz, biraz sarımsak, biraz da karabiber ile tereyağında kzartp, hafif atşte katılaştrırm. Et ve makarna üstüne mükemmel gider.

Bu akşam halimiz böyle gördüğünüz gibi. 🐝Mezzy🐝'cik akadaşında bir pijama partisi yapıyor, biz de sevgili karımla tekrar boyfiend/girlfriend olduk, ABBA ve Edit Piaf dinletip, şarap içiyoruz.
İşte böyle arkadaşlar. Bizim akşamımız güzel tabi, canım kızımı özlemekten başka...

Sizin ki de güzel olsun! 😍🍷😋



1 Ekim 2020 Perşembe

F-16 Güzel Ama...

F-16 mükemmel bir uçaktır sevgili arkadaşlar. Sesin iki katından fazla bir hızla uçabilir. Bu da saatte iki bin küsür kilometre eder. İnsanın aklını başından alan bir sürattir bu.

İnanılmaz kıvrak bir uçaktır. Dokuz G'den fazla, yani kendimizi tamamen normal hissettiğimiz 1 G'lik yerçekiminin (teknik olarak ivmenin) dokuz katı şiddetinde dönüşler yapabilir! Böyle manevralar esnasında pilotun kanı bacaklarına çekilir, beynine yeterli kan gitmediği için kendinden geçer. Bu esnada G-Suit dedikleri pilot tulumu devreye girer, bacakların etrafında balon benzeri bir mekanizma şişerek, kanın yukarı, beyne gitmesini sağlar. İşin aslı, eğer içindeki pilot dayanabilseydi, F-16 daha da yüksek G manevraları yapabilirdi.

Bu kadar hız ve çeviklik, F-16'yı canavar bir avcı uçağı yapar. Aklınıza gelen, ismini bildiğiniz uçakların yüzde doksanı F-16 karşısında çaresiz kalır. Eğer görebileceği kadar yakınında yakalarsa, ünlü F-35'in bile etrafında fırıl fırıl döner, lime lime doğrar. Gördüğü değil, görmediği uçakları bile yüz elli küsür kilometre uzaklıktan vurabilir. Sadece bir elin parmağı kadar uçak türü F-16 ile baş edebilir.

F-16 sadece bir avcı uçağı değildir. Nükleer bombalar dahil sekiz tona yakın bir çok akıllı ve aptal bomba, seyir füzeleri dahil güdümlü ve güdümsüz roket taşıyabilir. Uzun menzilli bombardıman, yakın hava desteği, yani yerdeki piyadelere yardım, sığnak bombalama, SEAD dedikleri düşman savunmasını elimine etme gibi her türlü havadan yere saldırı görevini mükemmel bir biçimde yerine getirir. Havadan yakıt ikmali yapabildiği için çok uzak mesafelerdeki hedefleri bile vurabilir. Geçenlerde bizimkiler Libya'da sekiz saatlik bir görevi tamamladılar.

F-16'nın bir de topu vardır ki, kodumu oturtur. Hava, yer demeden, nerede bir şey görürse, dakikada altı bin mermiyi altı namlusundan dangadanak gönderebilir üstüne - ne yazık ki sadece beş yüzün biraz üstünde mermi taşıyabildiğinden bir dakika boyunca topu devamlı kullanmaya cephanesi yetmez.
Sadece av yada saldırı gibi muharip görevleri değil, keşif gibi bilgi toplama görevlerini de başarıyla yapabilir. Kanadının, gövdesinin altına bir yerlere keşif podları takarak, gece gündüz bu görevde kullanabilirsiniz.

Abartmıyorum, mükemmel bir uçaktır F-16. Başarısı boşuna değildir. Uygar batının hemen her ülkesi bu uçağı kullanmakta ya da kullanmıştır. Yeni modelleri halen satılmaktadır. Fellahlar gıcır gıcır, baştan aşağı dijital kokpitli, yeni motorlu tiplerini yakın zamanda aldılar - ki bunların parası boldur, her şeyin en iyisini isterler.

Lafın kısası, tasarım olarak artık yaşını başını almış olsa da çok az pilot bu canavarla kafa kafaya bir it dalaşını göze alabilir.

Türk Hava Kuvvetleri F-16C


Bu kadar reklamdan sonra artık böyle on parmağında on marifet bir uçağım olsun diye geçirmişsinizdir içinizden herhalde.

Zor değil, babanızdan doğum günü için bir tane isteyin. Tanesi yirmi beş milyon dolar!

Çok tuzlu geldiyse almak yerine kiralamayı deneyin.

Aslında en temizi, F-16'sı olan bir arkadaşınıza gitmek. "Ya, şu uçağını bir saatliğine ver, benzinini falan, her şeyini ben alıp koyacağım, şöyle kız arkadaşımla bir piyasa yapayım" durumları.

Olmaz olmaz demeyin, olur. Sadece, bir saatlik uçuşu için sekiz bin dolar bulmanız gerekmekte. Bu para benzin, lastik ve az biraz yedek parça için, hepsi o. İki saat uçun, on altı bin dolar!

Garip hava kuvvetleri on iki uçaklık küçük bir F-16 filosunun iki saatlik uçuşu için 192 bin dolar harcar. Bunu on gün tekrarlayın, iki milyon dolar camdan dışarı gider. Bu para sadece uçakları uçurmak için! Pilotların eğitimi, maaşları, yer personeli, dolaylı lojistik, vesaire hariç.

Bunları aklınızın bir kenarında tutun.

Şimdi size başka bir uçaktan bahsedeyim.

İsmi Bayraktar TB2.

Bu bir UAV, yani drone dedikleri insansız bir hava aracı. Silah da taşıdığı için UAV yerine UCAV derler, bizdeki bilinen adı SİHA.

Yüz beygirlik, tek bir motoru ile minicik pervaneli bir uçak. F-16'nın yanında kaplumbağa sayılır, hızı sadece saatte yüz otuz kilometre. Ayıptır söylemesi, Jelena'nın arabasının motoru üç yüz kırk beygir ve neredeyse bunun iki katı hızına çıkabiliyor. Saatte iki bin küsür kilometre giden, ses hızının iki katından fazla basabilen bir F-16'ya göre ise, sormayın, komik kalıyor.

Bayraktar TB2 kaç G'lik manevra yapabilir bilmiyorum, zaten ne motorunun, ne de gövdesinin gücü öyle "Maverick" Tom Cruise usulü atraksiyonlara uygun. Üç G çekebiliyorsa iyi. Disneyland'deki Aerosmith roller coaster bile beş G'den fazlasını çekebiliyor.

Bu drone sadece elli küsür kilo bomba taşıyabiliyor. Gürbüz bir F-16 pilotu bile bunun iki katı ağırlığındadır. Bir de F-16'nın sekiz tona yakın bomba yükünü düşünürseniz, iş iyice Gulliver cüceler ülkesinde oluyor.

İşin aslı Bayraktar TB2 genelde sadece iki tane yirmi küsür kiloluk minyatür roket taşır.
Bayraktar TB-2 uçak falan avlayamaz, derin nüfuz etme becerili sığnak delen bombaları, nükleer bombaları, hatta ikinci dünya savaşının aptal bombalarını bile taşıyamaz. Ne topu vardır, ne radarı.

Bayraktar TB2

Peki nesi vardır bu kabiliyetsiz uçağın diye sorarsanız...

Bir Bayraktar TB2, 2020 yılı itibarıyla bir milyon dolar civarındadır. Yani bir F-16 yerine yirmi beş tane Bayraktar TB-2 alabilirsiniz. Türk Hava Kuvvetleri'ndeki tüm Bayraktar TB-2'lerin toplam maliyeti, dört F-16'nın fiyatından daha az. Popüler F-16 resimlerimde, kanat uçlarında üçgen kanatlı iki tane havadan havaya AMRAAM (öhö!) füzesi görürsünüz. Bunların sadece bir tanesinin fiyatı bir milyon dolardır. Eğer avanak bir F-16 pilotu bir Bayraktar TB2'ye bir AMRAAM sıkar ve düşürürse, attığı füzenin maliyeti, düşürdüğü drone'unkine denk gelir.

F-16 saatte iki küsür bin kilometre hıza ulaşabilir dedik. Dedik de, yakıtı bu hızda uçmaya sadece yirmi dakika falan yeter - o da, kanat ve gövde altında yakıt tankından başka hiç bir yük taşımıyorsa. Eğer bomba falan da varsa maksimum hızına ulaşamaz bile. Ses hızının iki katında yirmi dakika uçtuktan somra ise benzinciye çekip, depoyu yeniden doldurmak gerekir. İşin aslı sadece F-16 değil, tüm süpersonik muharip uçaklar hep ses hızının altında, saatte dokuz yüz kilometre gibi hızlarda uçarlar. Bu hız düzeyi onlara maksimum havada kalma olanağı sağlar. F-16 için bu iki saat civarındadır.

Bir Bayraktar TB2 ise yirmi dört saat boyunca havada kalabilir. F-16 pilotları astronotlar gibi şişme G-suitl'lerinin içinde, gözlerinden siperlik, kafalarında kask, ağızlarında oksijen maskesi uçmaya çalışırken, drone pilotları ellerinde kahveleri, kaykılan sandalyelerinin üzerinde görev yaparlar.
Uzun uçuşlarda geleneksel pilotlar, uçuş esnasında fermuarlarını indirip, uçlarından bağladıkları plastik keselere çişlerini yapıp, kenara koyarlar. Bu çiş seansları esnasında bir avcı uçağı saldırırsa, ne yaparlar, bilmiyorum. Drone pilotları ise arkadaşlarına seslenip, "Şu benim uçağa beş dakika göz kulak ol, ben çişe gidiyorum" diyebilirler. Hatta "Okuldan aradılar, çocuk hastalanmış, onu alacağım, şu görevi sen bitir" bile olası bir senaryodur. Yirmi dört saatlik bir görevde her pilot ikişer saat uçarak, hiç yorulmadan görevi tamamlayabilirler.

Bir Bayraktar TB2'nin saatlik uçuş maliyeti nedir, bilmiyorum, ancak motorunun, arabanızın kaputunu açtığınızda gördüğünüzle aynı olduğunu düşünürsek, üzerine biraz da lastik, yağ parası koyarak mesela elli dolar diyebiliriz. Bu hesapla Kandil üzerinde yirmi dört saat dolanan bir F-16'ya iki yüz bin dolar öderken, bir TB-2 Bayraktar'a sadece bin iki yüz dolar öderiz. 

Pratikte bir bölgeyi devamlı F-16 gibi bir platformun kontrolü altında tutmak imkansız değilse bile çok maliyetlidir. Bayraktar gibi bir drone için ise bu olağan bir iş günüdür.

Yine bir F-16 yüzlerce kilometre öteden, radar ekranlarını panayır yerine çevirir. Düşman, bir uçağın kendisine doğru geldiğini anında görür. Bayraktar TB2, F-16'ya göre çok daha küçük olduğu için radarda çok daha geç fark edilir.

Bir F-16 düşerse pilot ya ölür, ya da esir olur, sonrasında kurtarılması için Rambo'ya rica etmek falan gerekir. Bir Bayraktar düşerse cebimiz biraz acır ama olsun. Zaten bu yüzden Suriye ve Libya'da Pantsir gibi canavar hava savunma sistemlerini Bayraktarlar ile etkisiz hale getirebildik. Yoksa aklı olan hiç bir pilot uçağıyla Pantsir'lerin üzerine gitmez.

Bayraktar TB2'nin kullandığı roketler de hep bizim tasarımımız. Küçücük, hafif itkisiz roketler bunlar. İsimleri MAM, yani minyatür akıllı mühimmat. O kadar hafifler ki, benim gibi gürbüz biri, iki tanesini rahat rahat taşıyabilir. Sekiz kilometre uzaktan, hedeflerini bir metre hassaslıkla da vurabiliyorlar. Fiyatları da kelepir. Sık, sıkabildiğin kadar. Kredi kartının limitini geçmezsin.

İşte bu sebeple Türk drone'ları Suriye'de, Libya'da ve Azerbaycan'da savaşların gidişatını değiştirebildiler. Fiyatları, kullanım maliyetleri ve can kaybını önlemeleri hava kuvvetlerine yeni kapılar açtı. Milyonlarca dolar tutabilecek operasyonları, on bin dolarlar seviyelerinde gerçekleştirebiliyor Türk drone'ları.

Bayraktar TB2 elbette bir derin nüfuz edici sığnak bombası atamıyor ama bu tür bir görev o kadar çok nadirdir ki, bir F-16 bütün operasyonel hayatı boyunca bu bombayı hiç atmamış olabilir - keza bir nükleer bomba. Zaten böyle eksantrik görevler için saatine sekiz bin dolara kıyıp, bir F-16 kaldırmak en iyisi.

Kötü komşu insanı ev sahibi yaparmış, Amerikalı ve İsrailliler eğer zamanında bize silahlı drone'lar satsaymış, bunları yapmamış olacaktık.

Bunların tümü Türk insanının başarısı - Bayraktar damat olsa da tartışmasız bir başarıya imza attı. Şapka çıkarıyorum. TAI Anka'yı da unutmuyoruz tabi.

Şimdi hem damat, hem de TAI, yeni ve ileri drone'lar tasarlıyorlar, Baykar'ın Akıncı isimli drone'u F-16'nın taşıdığı her türlü mühimmatı taşıyabiliyor. Çok yüksekten uçabildiği için de devasa bir alanı aynı anda gözlem altında tutabiliyor. TAI'nin Aksungur isimli drone'u iki motoruyla kırk sekiz saat havada kalabiliyor. Kardeşi Anka'nın bazı modelleri gib, yerdeki pilottan binlerce kilometre uzakta hem de. Motorları ise turbo dizel, bir tür Isuzu motoru yani! 

Her iki grup da jet motorlu, ve bir sonraki aşaması stealth olacak drone'lar tasarlıyorlar.

Bir Amarika bu kadarını yapamıyor işte. Şaka değil, gerçekten. Nedeni ise kapitalizmin genlerinde gizli.
Ucuz ve küçük yerine daha fazla kar edebilecekleri büyük ve pahalı sistemleri tercih ediyor Amarikan firmaları. Örneğin Amarikan drone'larında kullanılan bir Hellfire roketi bizim yaptığımız MAM silahının iki katı ağırlığında, ve tanesi iki yüz bin dolara yakın. Yani sekiz tanesi bir Bayraktar TB2 ediyor. MAM'ın fiyatı açıklanmıyor ama bir Hellfire'ın onda biriyse şaşırmam.

Bu memleketin insanı istediği zaman yapabiliyor işte...

Sağlıcakla kalın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...